Editörler : E.Kayı Han
«78910111213141516171819

Bozkurt-1903
Yasaklı
05 Eylül 2012 21:55

Tarihte Türklük / Prof. Dr. Laszlo Rasonyi

http://turktarihinden.blogspot.com/2012/08/tarihte-turkluk-prof-dr-laszlo-rasonyi.html#more


Bozkurt-1903
Yasaklı
10 Eylül 2012 22:39

Kurtuluştan Sonra İzmir?de Yunan İşgal Dönemine Tepkiler

http://imageshack.us/photo/my-images/96/i20neye20dayanarak20iga.jpg/

Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşından 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalayarak çekildi. Bu ateşkesi imza etmekle Osmanlı Devleti, hem kayıtsız koşulsuz teslim oluyor, hem de fiilen sona eriyordu. Güvenliklerinin tehdit edildiği gerekçesiyle İtilâf Devletleri, 7. maddeye dayanarak istedikleri yeri işgal edebileceklerdi. Bu, Osmanlı Devletini her an parçalanmaya ve işgale hazır bir duruma getiriyordu. İzmir ve çevresini ele geçirmek isteyen Yunanistan ve İtalya, kendi açılarından haklı oldukları düşüncesinde idiler.

Yunan dış politikasının temeli olan Megalo-İdea, Ege?yi bir Yunan Denizi haline getirerek bir ayağı Asya?da, bir ayağı Avrupa?da olan Büyük Yunanistan?ı, eski Bizans-Grek İmparatorluğunu yeniden kurmak demekti. Yunan Başbakanı olduktan sonra, Yunanistan?ı sistemli bir şekilde büyütmeyi başaran Venizelos,? ?olabildiği kadar Yunan halkını içine alacak şekilde Yunan Devletinin topraklarını genişletmek ve Yunanistan?ı Akdeniz?de önemli bir devlet haline getirmek?2 istiyordu.

19. Yüzyılın ikinci yarısında millî bir devlet olarak ortaya çıkan ve aynı yüzyılın sonunda emperyalist bir dış politika izleyen İtalya, bir Akdeniz devleti olmanın ve Oniki Adayı elinde bulundurmanın verdiği imkânlardan yararlanarak, sözkonusu bölgeye egemen olmak ve İtalyan ekonomisini, bu bölgenin ekonomik değerleri ile desteklemek istiyordu.

Gerçekte İzmir ve artbölgesi üzüm, incir, pamuk, tütün, palamut, meyan kökü gibi dünya pazarlarının gereksinim duyduğu tarım ürünleri ve bunları kente bağlayan demiryolları ile ekonomik, Ege denizini kontrol etme niteliği ile de stratejik bir öneme sahipti. Bölge üzerinde çıkarları çatışan İtalya, bu yörenin Yunanistan tarafından işgaline başlandığı 15 Mayıs 1919 tarihine kadar kıyasıya mücadele etmiştir. Yunanlıların İzmir?e çıkmasından sonra İtalya, işgali altında bulundurduğu bölgelerde halka daha hoşgörülü davranmak, hastane açtırmak, ilâç dağıtmak, çiftçilere kredi vermek gibi nispeten ılımlı bir politika gütmeğe başladı.

İtalya ve Yunanistan?ın İzmir?i elde etmek için yaptıkları mücadeleyi ve emperyalist devletlerin olaya yaklaşımını, Birinci Dünya Savaşından başlayarak incelemek konuya açıklık getirecektir.

Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşına Almanya yanında katıldıktan sonra, İtilâf Devletleri İzmir ve artbölgesini diplomatik pazarlıklara peşkeş çekmeye başladılar. Bu pazarlıklar, İtilâf Devletleri Yunanistan?dan, Avusturya tehdidi altındaki Sırbistan?a yardım etmesini istedikleri zaman başladı. İngiltere, tarafsız kalmış Bulgaristan?ı savaşa sokmak için, 1915 Ocağında Kavala?yı bu devlete vermeği vaat etti. Buna karşılık Yunanistan?a da İzmir ve artbölgesiyle Kıbrıs verilecekti. Çanakkaleye saldırmadan önce de, İtilâf Devletleri Yunanistan?ı kendi yanlarında savaşa sokmayı plânladılar. Yunan Başbakanı Venizelos bu plânı kabul ettiyse de Yunan Kralı, Genelkurmayı ve Rusya?nın tepkisi bu girişimi sonuçsuz bıraktı. Çanakkale Savaşının tüm şiddetiyle devam ettiği bir sırada, 14 Mart 1915?de İngiltere, Fransa ve Rusya arasında İstanbul Antlaşması imza edildi. Bu antlaşma ile İstanbul ve Boğazlar bölgesi Rusya?ya veriliyor, Asya Türkiyesi?nin ise İngiltere ve Fransa arasında paylaşılması uygun görülüyordu. Daha sonra İtilâf Devletleri, tarafsızlığını koruyan İtalya ile 26 Nisan 1915?de Londra Antlaşmasını imza ettiler. Bu antlaşma ile İtalya?ya, savaşa girme yükümlülüğü karşısında Adriyatik, Akdeniz ve Ege?den tavizler veriliyordu. Savaşa giren İtalya, kısa bir süre sonra payının azlığından yakınmağa başladı. Aynı tutum içinde olan Rusya?ya İngiltere ve Fransa, Suriye, Filistin, Lübnan ve Irak?taki tasarruflarına karışmaması kaydıyla, Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu?dan yeni topraklar verildi. İngiltere ve Fransa?nın Ortadoğu?yu manda rejimleri şeklinde parçaladıkları Sykes- Picot Antlaşması öncesinde İtalya, Antalya, Kilikya ve Suriye ile ilgilendiğini dost ve müttefiklerine bildirdi ise de istediklerini elde edemedi. Bunun üzerine 1916 Kasımında müttefiklerine bir karşı muhtıra veren İtalya, ?Antalya ve İzmir?de ileri bir İtalyan kolonisi vardır? görüşünden hareketle, İzmir?i istediğini belirtti. Rusya, İtalya?nın Söke Li-manıyla yetinmesini, İzmir?deki İtalyan isteklerine karşı çıkılmasını Fransa?ya teklif etti. Fransa, İtalyan isteklerini Kilikya?daki çıkarlarına dokunduğu için aşırı buldu. Ancak İtalya?yı yanlarında tutmak isteyen İngiltere ve Fransa, 1917 Nisanında bu devletle imzaladıkları St. Jean de Mauirenne Antlaşmasıyla, İzmir-Kayseri-Mersin üçgeni içinde kalan Akdeniz ve Ege Bölgesini, Rusya?nın onaylaması koşuluyla İtalya?ya bıraktılar. Bu arada 26 Haziran 1916?da İtilâf Devletlerinin desteğini kazanan Venizelos, Yunanistan?ı İtilâf Devletleri yanında savaşa soktu3.

Birinci Dünya Savaşı, 1918 yılının sonlarında Osmanlı Devletinin de dahil olduğu, İttifak Devletlerinin yenilgisiyle sonuçlanınca, sıra savaş içinde yapılan gizli antlaşmaları uygulamaya geldi.

Savaş sonrası dünyada barış ortamını yeniden kurmak, Avrupa?nın sınırlarını çizmek ve savaşta İtilâf Devletlerine düşman olan devletlerden ayrılacak toprakları bölüşmek üzere A.B.D. Başkanı, İngiliz, Fransız ve İtalyan Başbakanları 18 Ocak 1919?da Paris Barış Konferansında biraraya geldiler. Konferansın 3-4 Şubat günkü oturumunda bir konuşma yapan Yunan Başbakanı Venizelos, Doğu Trakya ile Batı Anadolu?da İzmir?in de içinde bulunduğu Aydın vilâyetinin önemli bir bölümünü istedi. İtalya, Yunan isteklerinin Londra ve St.Jean de Mauirenne antlaşması ile çeliştiğini ileri sürdü. İngiltere, Londra Antlaşmasıyla İtalya?ya yalnız Antalya?nın söz verildiğini, St.Jean de Mauirenne antlaşmasının Rusya?nın yeni rejim dolayısıyla değişen tutumu yüzünden geçerli olamıyacağını belirtti.

İngiltere, İtalya?nın İzmir bölgesine yerleşmesini istemiyordu. Çünkü İtalya, zengin insan kaynaklarına ve Akdeniz?de kuvvetli bir donanmaya sahipti. Yunanistan ise bağımsızlığını kazandığı 1829 yılından beri savaşlar içindeydi ve iç istikrarını bir türlü sağlayamamıştı. İzmir?i alsa bile orada barınabilecek maddî ve manevî kaynaklardan yoksundu. İngiltere, kendi çıkarlarına hizmet edeceğini bildiği Yunanistan?a yardım etti. Çünkü, Batı Anadolu bölgesine yerleşecek zayıf bir Yunanistan, İngiltere?nin bölgedeki sermayesinin ve Ege?deki çıkarlarının jandarmalığını yapacaktı. Fransa da İngiltere?nin dümen suyunda bir politika izleyince İtalya, gizli antlaşmalarla kendisine vaadedilen yerlerin verilmediği gerekçesiyle konferanstan çekildi. Aynı gün İtalyanlar?ın Antalya ve Marmaris?i işgal etmeleri, Kon-ya?daki birliklerini takviye ederek, İzmir Limanına bir savaş gemisi göndermeleri, müttefiklerde, İtalya?nın bir oldu bittiyle İzmir?i işgal edebilecekleri korkusunu uyandırdı. 5 Mayıs 1919?da Yunanlıları İzmir?e çıkarmaya karar veren mütefikler, 15 Mayıs 1919?da Mondros Ateşkes Antlaşmasının 7. maddesi gereğince harekete geçti. İleri sürdükleri gerekçe, Batı Anadolu?da Rumların, Türkler tarafından katledildiği yalanı idi4.

İzmir?e çıkan Birinci Larisa Tümeninin 38. Efzon Alayı, Konak istikametine doğru yürüyüşe geçti. Alay, Konak Meydanına ulaştığı sırada kalabalıktan ateş açıldı. Bu olay sonrasında çıkan çatışmalarda ve bunu takip eden birkaç hafta içinde İzmir ve çevresinde 5000 Türk öldürüldü5. Yunan işgal kuvvetlerinin Türk halkına karşı izlemiş olduğu insanlık dışı uygulamalar, İngiliz Parlementosunda ve basınında eleştirilere yol açınca,6 Venizelos önce 20 Mayıs?da Başbakan Yardımcısı Rapoulis?i İzmir olaylarını incelemek üzere buraya gönderdi. Onun verdiği soruşturma raporuna dayanarak, işgal sırasında İzmir?de Yunan Yüksek Komiseri ve Averof Zırhlısı Komutanı olan Albay Mavridis?i görevinden alarak yerine, Türk ve İslâm hukuku dalında uzman, o sırada Epir Genel Valisi olan ve güvenilir, tarafsız biri olarak bilinen Aristides Stergiadis?i, İzmir Yüksek Komiseri olarak tayin etti. Bu tayine ek olarak Venizelos, 6 Temmuz ıgıg?da Paris?ten gönderdiği bir telgrafta, ?Hiç abartmadan diyebilirine ki, ordumuzun taşkınlıkları bunca emek sonucunda kurulmuş bulunan yapıyı tamamen yıkabilir?7 diyerek, General Pareskevopulas?a hemen İzmir?e hareket etmesini bildirdi. Venizelos?un aldığı tüm önlemlere ve Yunan propagandasının Avrupa kamuoyunu Yunanistan lehine kazanma çabalarına rağmen, 15 Mayıs ve sonrasındaki olayların yankıları artarak devam etti. Barış Konferansının 18 Temmuz 1919?da kurmuş olduğu soruşturma komisyonu, 14 Ekim?de konferansa sunduğu raporunda, işgale gerekçe olarak ileri sürülen, İzmir ve çevresinde Hristiyanların katledilme tehlikesi içinde olduğunu belirten Yunan tezini çürütüyor, işgal sırasında meydana gelen olayların sorumluluğunu Yunanlılara ve onlara İzmir?e çıkış izni veren müttefiklere yüklüyordu. Rapor, Yunanlılar için o derece ağırdı ki, Yunan işgal kuvvetlerinin en kısa süre içinde İzmir?den çekilmesini istiyordu. Raporun bu derece gerçekçi olması yüzünden Fransız Başbakanı Cle-menceau, Yunanlılar?ın İzmir?e çıkarılması konusunda verdiği destekten ötürü pişmanlık duymaya başlamış, Venizelos?a bir not göndererek işgalin geçiciliği üzerinde durmuştu8. Soruşturma kurulunun verdiği raporun kopardığı fırtınayı yatıştırmayı başaran Venizelos, Yunanistan?ın acı sonunu hazırlıyordu9.

İzmir?in işgalinden sonraki birkaç hafta içinde, Türklerin içine düştüğü şaşkınlıktan yararlanan Yunanlılar, Aydın vilâyetine bağlı bulunan şehir ve kasabalardan bir çoğunu işgal ettiler. İşgalden sonra Yunanlıların, zorunlu olmadığı halde askerî kuruluşlar dışında sivil örgütlenmeler oluşturmaları, amaçlarının geçici işgal değil, bölgeyi Yunanistan?a ilhak, yani Enosis olduğunu gösteriyordu. 21 Mayıs 1919?da İzmir?e gelerek görevine başlayan Yunan Yüksek Komiseri Stergiadis, Yunan Konsolosluğunda kendisine bağlı ve içinde içişleri, dışişleri, eğitim, bayındırlık, gümrük, ekonomi, iaşe, muhacirler, haberleşme, tercüme, hukuk müşavirliği gibi kurumları barındıran 14 büro oluşturdu. Bunlardan İslâm işleriyle uğraşanının başına, önceleri Drama Valiliği yapmış, Giritli bir Müslüman olan Ali Naibzadeyi getirdi10. Sevr Antlaşmasının imza edilişine kadar örtülü bir şekilde devam eden ilhak hazırlıkları , Sevr Antlaşmasının imzalanmasından sonra su yüzüne çıktı. İlgili maddeye göre İzmir?de, Yunanistan?ın hazırlayıp, Milletler Cemiyetinin onaylayacağı bir seçim kanunu ile bölgesel bir meclis oluşturulacak ve bu meclis beş yıl sonra, İzmir ve çevresinin Yunanistan?a katılması işlemini tezgâhlıyacaktı. Bu madde, beş yıl sonra Yunanistan?ın İzmir ve çevresini ilhak etmesi için zemin hazırlıyordu. Yunanistan, İzmir problemini lehinde halletmek için temkinli bir adım atmıştı. Çünkü, bu aşamada Enosis ilan edilirse, Türk-Yunan savaşı şiddetlenirdi. Şimdi ise, Enosis için beş yıllık bir zaman ayrılmıştı. Öte yandan bu süre içinde Yunanistan, bölgeye çok sayıda Rum göçmen getirerek, Venizelos?un Paris Barış Konferansında verdiği, Batı Anadolu?da Rum nüfusun çok olduğuna dair uydurma rakamları doğrulayacak ve Enosis için meşru bir ortam hazırlayacaktı11. Antlaşmanın yürürlüğe girmesi için, tarafların Millet Meclisince onaylanması hükmünü çiğneyen Yunanlılar, vakit geçirmeden antlaşmayı uygulamaya koydular. İzmir hükümet dairelerinde çalışan birçok Türk memurun işlerine son verilerek, yerlerine Atina?dan gelen Yunan memurlar yerleştirildi. Belirtilmesi gereken nokta, Yunanistan?ın Sevr?den önce ve sonra, Vali Kambur İzzet Bey ve Belediye Başkanı Hacı Hasan Paşa gibi, Yunan çıkarlarına hizmet edenleri, görevlerinden almamış olmalarıdır12.

Yunanlılar, işgalden hemen sonra, Enosis?in meşruluğunu sağlamak için, daha önce Yunanistan?a ve Adalara göç etmiş olan Rumları, Aydın vilâyetine getirmek amacıyla girişimlerde bulundular. Stergiadis İzmir?e gelir gelmez, her kasabaya birer siyasî temsilci, Çeşme, Karaburun ve Foça ilçelerine ise birer iskân ve muhacir memuru gönderdi13. Yine Stergiadis?in teklifi üzerine Yunan hükümeti, Rum göçmenler için Aydın vilâyetinde barakalar yapmaya karar verdi ve bu işle ilgilenmek üzere Nafıa Bakanlığı Aleksos isminde bir mühendisi İzmir?e gönderdi14. Sevr Antlaşmasından sonra, bir taraftan vilâyete Rum göçmenler getirilirken, öte yandan Müslüman halk İç Anadolu?ya göçe zorlandı15. Yunanlıların yaptığı baskı nedeniyle sadece Aydın, Nazilli ve Manisa bölgesinden 50.000 kişi, İç Anadolu?ya göç etmek zorunda kaldı. Yunan Başbakanı Gounaris?in 12 Kasım 1921 tarihinde düzenleyip, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon?a sunduğu bir notada belirtildiği üzere, 1921 Ocağına kadar İzmir çevresine 126.000 Yunan göçmeni getirilip yerleştirilmişti16. Stergiadis bunlara kredi verdi, tarım araçları dağıttı, beslenmelerini temin etmek için Yunan Hükümetinden un ve zahire istedi17.

Yunanlılar, Anadolu?yu Helenleştirmede eğitimin oynayacağı rolün önemini görerek, özellikle Sevr?den sonra yoğun çalışmalar yaptılar. İşgalden sonra öğretim kurumlarındaki tahribat, bazı öğretmen ve öğrencilerin tutuklanması veya işgal bölgesi sınırlarının dışına çıkarılması, öğretmen maaşlarının ödenmesindeki sıkıntılar18 ve gerek Yunanlıların, gerekse yerli Rumların maddî ve manevî baskıları yüzünden eğitim önemli ölçüde aksadı. Sevr Antlaşmasının imzalanmasından hemen sonra Yunanlılar Maarif Müdürlüğünü, Mekâtib-i İslâmiye-i Maarif İdaresi şekline dönüştürerek, Yunan Fevkalâde Komiserliğine bağladılar. Yunanlılar, Maarif Müdürünün görevine son verdikleri gibi bazı memurları da işten çıkardılar. 1921 Şubatında Mekâtib-i İslâmiye-i Maarif İdaresinin kadrosu, bir müdür vekili, bir müfettiş, iki kâtip ve bir hizmetliden ibaretti. Gerçekte bu kuruluş, Yunan Fevkalâde Komiserliğine bağlı olarak çalışan Yunan Eğitim Müdürlüğünün İslâm Okulları şubesinden başka birşey değildi. Yunanlılar, Müslüman halkın tepkisini çekmemek için, yeni kuruluşun bir İslâm kuruluşu olduğu imajını yaratmak istemişler ve bu ismi koymuşlardır. Nitekim, bu kuruluşa girmek için az çok Yunanca bilmek kaydı konulmuştu ki, bundan amaç Maarif Müdür Vekilliğine atanan Hüsnü Beyin de belirttiği üzere, müdürlükte görev yapan Türklerin işlerine kademeli olarak son vermekti19.

Yunanlılar, bazı Türk okullarını hiçbir haklı gerekçeye dayanmadan kapatırlarken, bazılarının da kendiliğinden kapanmasını sağlamak amacıyla, ödeneklerini kestiler ve öğretmen maaşlarının ödenmesini engellemek için de ellerinden geleni yaptılar20. Diğer taraftan yerli Rumlarla işbirliği yapan Yunanlılar, işgalden birkaç ay sonra, Rum okulları açmak için faaliyete geçtiler. İzmir?de Rumca yayınlanan Amaltiya gazetesine göre, 16 Temmuz 1919?da İzmir Metropoliti Hrisostomos Efendi, yanında meclis-i cismani üyeleri olduğu halde Darağacı Mahallesine giderek, Ekim ayı başında bitmesi beklenen birkaç Rum okulunun inşaat projelerini inceledi. Bu okulların inşaatında, bölge Rumları önemli miktarda yardım yaptılar21. Stergiadis de, İzmir?de bir İyonya Üniversitesi kurulması için çalışmalarda bulundu. Bu amaçla Göttingen Üniversitesinden matematik profesörü Karatheodoris?i İzmir?e getirtti22.

İşgalden sonra Yunanlılar, şehirdeki Türk basınını denetleyen bir sansür heyeti kurdular23. Sansür heyetinin başkanlığını, mütareke döneminde Yunan propagandası yapmak için Anadolu?ya gönderilen Michael Rodos yapıyordu. Bu heyetin, Türk gazeteleri hakkında on beş günlük kapatma kararları vermesi ve gazete müdürlerini tutuklaması nedeniyle, işgal döneminde İzmir?in Türk basınını temsil eden ?Ahenk, Şark, Müsavat, Islahat ve Saday-ı Hak?24 gazeteleri üzerlerine düşen görevleri yerine getiremedi; Yunan Matbuat Müdürlüğünün verdiği bildirileri yayınlamaktan başka birşey yapamadılar. Bunlardan Köylü Gazetesi ise, doğrudan doğruya Yunan çıkarlarını savunan bir tutum içine girdi25.

İzmir?de işgal döneminde, mütareke dönemine ek olarak Taros, Proidos, Vima gibi Rumca gazeteler yayınlandı. Stergiadis?in Türkleri kışkırtacak yazı yazmaması için, Rum basınına yasak koymasına rağmen,26 Rumca gazeteler, Türklere karşı ortak bir yayın politikası izlediler; gazete müdürleri, 1 Nisan 1922?de yaptıkları bir toplantıda, bir matbuat kalemi kurmağa karar verdiler ve beş kişilik bir idare heyeti seçtiler27.

Yunanlılar, işgalden sonra vilâyette çalışan Türk memurlarının maaşlarını ve bordrolarını vilâyet muhasebe-i hususiyesine uğratmadan, doğrudan doğruya fevkalâde komiserlik veznesinden drahmi olarak ödeme yoluna gittiler ki bu, bağımsız olmak amacının bir göstergesi idi. Osmanlı Devleti bu duruma diplomatik yollardan itiraz etti. Amaç vilâyetteki daireleri Helenleştirmek, vilâyet muhasebe-i hususiyesini tasviye ederek para işlerini ele geçirmekti28. İşgal bölgelerinde sıkıyönetim mahkemeleri kuran Yunanlılar, Osmanlı kaza hakkını hiçe saydılar ve işgal altındaki bölgelerde Osmanlı mahkemelerini görev ve yetkilerini kullanmaktan yoksun bıraktılar29; bu mahkemeler kanalıyla halkı sindirdiler. Örneğin: Tire?de Kuva-yı Milliye ile temasta bulundukları gerekçesiyle, Tire eşraf ve memurlarından 40 kişi, Bayındır?daki Yunan Divan-ı Harbine sevk edildiler30. İzmir?deki Yunan askerî yönetimi, bölgede Tekâlif-i Harbiye Komisyonları kurarak, özellikle Yunan Ordusunun Ankara?ya doğru saldıracağı günlerde, halkın elindeki ulaşım araçlarına, kendi belirledikleri fiyattan zorla el koydular31. Yunanlılar, Sevr Antlaşmasıyla kendilerine bırakılan bölgeyi Helenleştirmek için yoğun çalışmalar yapıyorlardı.

Sonuçta, adalet dağıtmak için Batı Anadolu?ya geldiklerini söyleyen Yunanlılar, daha işgalin başladığı gün İzmir?i kana buladılar. İzmir ve artbölgesindeki Türk halkı, yaklaşık 40 ay ızdırap içinde yaşadı. Bu ızdırap, Yunan ordusunun Anadolu içlerine yürümeye karar verdiği dönemlerde daha da arttı. Oysa aynı dönemde, bölgedeki Rum ve Ermenilerin büyük bir kısmı işgalcilerle bütünleşerek, Yunan ordusuna maddî ve manevî her türlü yardımı yapıyordu. Ancak, ne İngiliz sermayesi ne de Anadolu?ya saldıran Yunan ordusunun çabaları, Ankara?da alevlenen millî uyanışı söndüremedi. Türk ordusu, 9 Eylül 1922?de İzmir?e girip Yunan ordusunu etkisiz hale getirirken, Yunanistan?ın Enosis düşüne, bir daha dirilmemek üzere son verdi.

İşgal döneminde Yunanlılar tarafından yapılan uygulamalar, Türk halkının vicdanında onulmaz yararlar açarken, bu uygulamaların doğal yansımaları, kurtuluşla birlikte kendini gösterdi. Millî Mücadele boyunca kurtarılması düşlendiği ve millî kurtuluşun simgesi haline geldiği içindir ki, işgal dönemine karşı oluşan tepkileri açıklamayı İzmir açısından ele aldık.

Türk Ordusu 9 Eylül 1922?de şehre girerken, Rumlar ve Ermenilerin bir kısmı evlerine çekildi, bir kısmı ise sahil ve büyük devletlere ait savaş gemileri arasındaki mavnalar üzerinde toplandılar. Taarruza başladığı günden, İzmir?e gelinceye kadar, geçtiği yerlerde yanmış ve yıkılmış köyler, şehirler ve burada yaşayan sefil bir halkla karşılaşan Türk Ordusu, İzmir?e girdiğinde ne yerli Rumların, ne de Yunan Ordusunun kalıntılarını, toptan yok etme hareketine girişmedi32. İzmir yangını sırasında da ordu, Rum evlerinin yağmalanmasını önlemeye çalıştı33. Yangından sonra evsiz ve sokakta kalan binlerce Rum ve Ermeni, Kemer İstasyonu yakınındaki barakalara, pavyonlara ve Alsancak İstasyonundaki demiryolu hangarlarına yerleştirildi ve beslenmeleri kolorduca sağlandı. Ordunun İzmir?e girdikten sonra, kırıcı davranmamasındaki en önemli etkenlerden biri, hiç şüphesiz Rumların kurtuluş sonrasında silâhlı direnişte bulunmaması idi34. Zaten kurtuluştan hemen sonra, Batı Cephesi Komutanlığının verdiği emir uyarınca, olay çıkmasını önlemek için Rum erkekleri toplanmaya başlandı35. Silâhla direnmeye kalkışan azınlıklara karşı ordunun davranışı sert oldu. İzmir Ermenileri, Türklerin kendilerini öldüreceklerine bağnazca inandıklarından, Türk askerlerine silâhlı ve bombalı saldırılarda bulundular. Olayları yakından izleyen görgü tanığı bir Fransız, 10 Eylül tarihini taşıyan mektubunda, kurtuluş sonrası Ermenilerin orduya karşı olan tavırlarını şöyle dile getirmiştir: ?Ermeniler, Basmahane civarındaki mahallelerinde Türk askerlerine el bombaları attılar. Tabii onlar da buna ateşle karşılık verdiler. Özellikle Ermeni kilisesi, oldukça iyi hazırlanmış bir direnme merkezi halinde idi. Takviye alan Türk polisleri, bugün yarın bu direniş merkezini düşürmek için, hücuma geçecekler. Bütün olarak İzmir şehri hele Basmahane bölgesi, ağlanacak bir görünüşte. Sokaklarda yürümek bile tehlikeli, çünkü her tarafı sıkıca sarılmış evlerine sığınan Ermeniler, pencerenin ardından el bombası atmağa ya da tüfekle ateş açmağa hazır bekliyorlar36. Türk askerleri, 11 Eylül günü Ermeni çetecilerin merkezi olan kiliseyi basarak, pek çok Ermeni çeteciyi etkisiz hale getirdi. Türk askerleri tarafından yakalanan Yunan askerlerinin büyük bir kısmı, Sarıkışla bahçesinde oluşturulan geçici esir kampında toplandılar37.

Anadolu?dan kaçamayan Yunan askerlerine ve işbirlikçi azınlık ve Türklere karşı en büyük tepki, İzmir?in Türk halkından geldi. Kurtuluştan sonraki günlerde, İzmir içinde ve çevresinde tarla, bağ ve bahçelerde korku içinde saklanan ve Türk Ordusuna teslim olmayan Yunan askerleri, halk tarafından yakalandıklarında öldürüldüler. Yaklaşık üç buçuk yıl süren işgal boyunca İzmir, Atina yönetiminin Batı Anadolu?daki merkezi durumuna getirilmişti. İşgal dönemi boyunca, yerli Rumların büyük bir kısmının, Yunanlılara destek olması ve Yunan yönetimi ile bütünleşerek, uzun yıllar yanyana yaşadıkları Türklere karşı takındıkları tavır, kurtuluş sonrasında hoş olmayan olayların meydana gelmesine yol açtı. Bu olaylar içinde İzmir halkının, işbirlikçi Rumlara karşı tepkisini gösteren en çarpıcı olay şüphesiz, İzmir Metropoliti Hrisostomos?un38, 10 Eylülde linç edilmesi idi.

Birinci Ordu Komutanı Nurettin Paşa İzmir?e girdikten sonra, Hrisostomos ve İzmir?li Rumların ileri gelenlerini vilâyet konağına çağırttı. Hri-sostomos, yanında Belediye Meclisi Üyesi Klimanoğlu, Çürükçüoğlu ve Türklerce sevildiği için paratoner olarak yanına aldığı Timoleon Efendi ile birlikte vilâyet konağına geldiğinde, orada bulunan Mustafa Kemal Paşa, Nurettin Paşa?ya ?Senin dostundur! Git görüş, ben görüşmek istemem?39 diyerek Paşayı dışarı gönderdi. Nurettin Paşa Hrisostomos?a artık kendisini Rum Metropoliti tanımayacaklarını, Mustafa Kemal Paşa?nın kendisini kabul edemiyeceğini, yerine bir vekil tayin etmesini söyledi. Hrisosto-mos?un dışarı çıktıktan sonra ölüsü bulundu. Metropolitin nasıl ve nerede öldürüldüğüne ilişkin değişik görüşler vardır:

A?Olayların görgü tanığı olan Fahrettin Paşa?ya göre, metropolit ve yanındakiler vilâyet konağından çıktıktan sonra, halk ile karşılaştılar. Halkın arasında bir yüzbaşı onun yolunu keserek, kendisini ?Zito Mustafa Kemal? diye bağırttı. Fahrettin Paşa devamla, ?Papaz güzel sözlerle kendisini savunmak istiyor, halkın heyecanı da bu arada artıyor, aleyhte sözler söyleniyordu. Metropolit, güzel sözlerle halkın heyacanını yatıştırmaya çalışıyordu?. Kalabalık içinde ilerlemeye koyuldu. O ilerledikçe halk onu takip ediyordu. Yavaş yavaş sıkışan ve çıkış yolu bulamayan Hrisostomos, nihayet halkın arasında sürüklenmeye başladı, biraz sonra da ezildi, cansız yere serilip kaldı40? demektedir. Fahrettin Paşa?ya göre olay, vilâyet konağı önünde meydana geldi.

B?Kurtuluş savaşı yıllarında ve daha sonraki yıllarda cellâtlık yapan Ali Ağa?ya göre olay şöyledir: Nurettin Paşa, Hrisostomos?la görüştükten sonra kendisini çağırttı ve onun ifadesiyle ?Alın bunu, kendisine bir zarar vermeden kararı yerine getirin? dedi. Papaz, muhafızların himayesinde, bulunduğu yerden çıkarıldı ve idam hükmünün yerine getirileceği Namazgah istikametine yürünmeğe başlandı. Ali Ağa devamla ?biz giderken pe-şimizdeki kalabalık da her dakika artıyor ve tehlikeli bir durum meydana geliyordu. Tam, yıkık minarenin yanına gelindiği zaman kalabalık had safhada idi ve bağrışmalar başladı. Bu gavuru, bu Türk düşmanını, bu casusu nereye götürüyorsunuz? Bırakın onun hesabını biz görelim! Gürültü gittikçe arttı ve kalabalık üzerimize yürümeye başladı. Jandarmalar ise ne yapacaklarını şaşırmışlar, galeyana gelenleri telkine çalışıyorlardı. Fakat nasıl olduysa oldu, kaşla göz arasında papaz birden ortadan kaybo-luverdi. Ne oluyor ey ahali? Ne yapıyorsunuz? Bu yaptığınız doğru değil. Zaten kanun onun cezasını vermiş bulunuyor demeye kalmadan, Hrisos-tomos parça parça edildi ve cesedi de bir kenara fırlatılıverdi41?? demektedir. Ali Ağa?ya göre metropolit, Namazgâh?a doğru gidilirken yolda öldürüldü.

Çalışmalarımızda, Hrisostamos?un bir mahkeme kararıyla idama mahkum edildiğine ilişkin hiçbir kayda rastlamadık. Kaldı ki, idam cezaları kışlaya yakın olduğu ve karışıklık çıktığı takdirde bastırılmaları amacıyla, genellikle vilâyet konağı önünde uygulanırdı. Hrisostomos?un, Namazgâh?a doğru giderken öldürüldüğünü varsayarsak, Türklerin kaynaştığı yerlerde yapılan bu uzun yürüyüş ve sonrasında meydana gelen bu linç olayını, Nurettin Paşa?nın tertiplediği konusundaki görüşlere ağırlık vermemiz gerekmektedir42.

Kurtuluştan sonraki günlerde, halkın işgal dönemine karşı tepkileri artarak devam etti. Bu yüzden vilâyet makamı, ?Ahalinin bazı kişileri tutarak karakollara getirmekte olduğu haber alındı. Yunan işgali esnasında kabahat işleyenlerin ve kötülük edenlerin şahsî hüviyetleri hakkında zabıta memurlarına ihbaratta bulunmak bir millî vazife ise de, ancak bu gibi şahısları takip ve yakalama görevi, sadece inzibatla görevli askerî ve mülkî memurlara ait olduğundan, ahalinin kendiliğinden bu gibi görevlere müdahale etmemeleri ve aksi harekette bulunacakların haklarında kanunî takibat yapılmak üzere Divan-ı Harbe sevk edilecekleri ilân olunur?43 şeklinde bir açıklama yapmak zorunda kaldı.

Yunan işgalinden kurtulan bölgelerde, kurtuluştan kısa bir süre sonra Divan-ı Harpler kuruldu44. Seyyar nitelikte olan bu mahkemelerin kurulup çalışmaya başlaması ile birlikte, hukukî olmayan yargılama ve cezalandırma işlemi, yerini mahkemelerin hukukî kararları ve uygulamalarına bıraktı. İzmir 1. Divan-ı Harb-i Askerîsinin basından saptadığımız kararları şunlardır:

1? Düşmanla birleşme ve işbirliği yaptığı cürmüyle maznunen, Köylü gazetesi sahibi ve müdür-ü mes?ulü Mehmet Refet müttehim olup şu anda firarda olmasından, ceza mahkemeleri usulünün özel maddesi uyarınca, kendisine on gün mehil verilmiş olmakla, adı geçen sürenin sonunda teslim olmadığı takdirde, hakkında gıyaben mahkeme yapılacağı ve malının haczedileceği bildirilmiştir45.

2? İzmir 1. Divan-ı Harp Başkanlığı, Hiyanet-i Vataniye suçlularından eski belediye reisi bilinen firari Hacı Hasan Paşa hakkında on günlük bir mehil kararnamesi yayınlamıştır46.

3? Düşmanın firarı esnasında, Arıkbaşı İstasyonunda, on sekiz İslâmı gazla yakan Atanas ve Yorgopulos, Bayındır?da asılarak idam olun muşlardır47.

4? Düşmanla işbirliği, Müslümanları kati, saygıdeğer kişilere taarruz, alıkoyma ve gasp, yakma, düşmana casusluk yapma halleriyle itham olunan, Sarınikolakioğlu Panayot,Sotirioğlu, Yorgi, Dimitrioğlu Yorgi, Markooğlu Panayot, Torbalılı İbrahim Şükrü, Tevhadioğlu İspiro, İzmirli avukat Yorgaki bu sabah, bayram yerinde asılarak idam edilmişlerdir48.

5? İşgal faciasında, düşmana silâhlı kılavuzluk ve üç rnüslümanı şehit eden bakkal Yorgi, çete halinde çeşitli İslâm hanelerine eziyetler yapan Todorioğlu Mihail, işgalde sekiz Müslümanı şehit eden kasap Yani, çetecilikle islâm ahaliye işkence eden Zaharioğlu Yorgi ve Mihalioğlu Ansati, düşmana hizmet ve yardım eyleyen Kilidosoğlu Vasil, düşmanla silâhlı işbirliği eden Kuleli Mehmetoğlu Ali Çavuş bugün saat beşte, pazar yerinde asılarak idam edilmişlerdir49.

6? Düşman askeri ile beraber Kuvve-i İslâmiyeye tecavüz ve asker ailelerine taarruz ve diğer sebeplerden Türk ve Rum birkaç kişi Divan-ı Harp kararıyla bugün asılarak idam edilmişlerdir50.

7? Sisam?dan Anadolu?ya geçerek, büyük ve küçükbaş hayvanları gasp, birçok Müslümanı şehit ve düşmana casusluk etmekle suçlanan, Söke?nin Bağarası karyesinden Dimitrioğlu Andoriko ve Kuşadalı Yorgioğlu Elki, Divan-ı Harp kararıyla Söke?de asılarak idam edilmişlerdir51.

8? İhtiyat zabiti İstanbullu Ali Galipoğlu İsmail ile Yozgatlı asker Ahmet ve Karaağaçlı Nuri?nin Yunan hükümetine iltica ederek, melun Çerkeş Ethem ve arkadaşlarının idaresindeki Anadolu İhtilâl Fırkasına katılarak çete teşkil ve silâhla Anadolu toprağına çıkarak müfrezelerimize silâh kullanma, millet ve hükümet aleyhine imza edilmiş beyannameler ve zararlı evrak çıkarmağa cüret ettikleri anlaşıldığından, mahkeme kararı uyarınca bu sabah park önünde asılarak idam edilmişlerdir52.

Kurtuluş sonrası önemli sorunlardan biri de, Kurtuluş Savaşı döneminde Yunan işgal bölgesi içinde kalan Türklerin durumları idi. 20 Eylül 1922?de, İzmir milletvekili Tahsin Bey ve arkadaşları, işgal bölgesinde kalıp düşmanla işbirliği yapanlar dışındakilere af ilân edilmesi konusunda, T.B.B.M.?ne bir teklif getirmiş, teklif taslak haline getirilmesi için Başkanlığına takdim olunmuştur53. Bakanlar kurulu, Adliye Bakanlığının 7 Ekim 1922 tarihli ve 1930 numaralı tezkeresi üzerine, 12 Ekim 1922?de, işgalden kurtarılan bölgelerden işgal sırasında çıkmamış ve hiçbir memuriyet kabul etmemiş olanlarla, İstanbul?daki memur ve işçilerden millî isteklere muhalif davranmamış olanların, şu anda bağlı bulundukları bakanlıklarca yapılacak incelemelerden sonra istihdam edilmeleri kararlaştırıldı54. Yunanlılar ile işbirliği yapmış olan Türkler, İzmir 1. Divan-ı Harbî Askerîsi tarafından yargılandılar ve gerekli cezalara çarptırıldılar. Bunlardan, işgal döneminde Islahat Gazetesinde yazan Avukat Süreyya idam cezasına çarptırılırken55, Divan-ı Harp tarafından gıyabında muhakeme edilen ve yakalanamayan Köylü Gazetesi sahibi Mehmet Refet56 ile, işgal sırasında 17. Kolordu Komutanı olan Ali Nadir Paşa, eski İzmir Kadı Müşaviri Ahmet Asım, İzmir?de Avukat Sait, Lozan Barış Antlaşması sonucu, T.B.M.M.?nin 16 Nisan 1924 tarihli ve 487 sayılı genel af yasası kapsamında tutulmayan ve 150?likler diye bilinen listeye dahil edilmişlerdir. T.B.M.M.?si 28 Mayıs 1927?de kabul ettiği bir başka yasayla da, bu 150 kişiyi Türk vatandaşlığından çıkarmıştır57.

Öte yandan, 18 Eylül 1922?de kabul edilen bir yasayla, düşmandan kurtarılan bölgelerde, işgal ve kurtuluş tarihleri arasında işlenen suçlar hakkındaki davalara bakmağa yetkili seyyar hakimlerle, sosyal yardım (muavenet-i içtimaîye) komisyonlarının faaliyetlerini takip etmek için Bursa, İzmir, Balıkesir ve Kütahya?da birer denetleme heyeti teşkil edildi58. Yasaya göre bu heyetler, T.B.M.M.?den bir üyenin başkanlığı altında maliye, adliye, sosyal yardım ve dahiliye bakanlığından seçilmiş birer üyeden kurulmuş bulunacaktı. Denetleme heyetlerine geniş yetkiler tanındı. Bunlar, merkeze bağlı memurları işten çıkarma ve değiştirme veya mahkemede yargılatmak üzere gerekli kişiler ve ait olduğu bakanlığa bildirme yetkisine sahipti. Söz konusu makamlar, yapılan başvuruya üç gün içinde cevap vermediği takdirde, memurlara işten el çektirebilirlerdi.

Hükümetin ısrarı üzerine Encümen-i Mahsus, 2 Aralık 1921?de kurtarılmış bölgelerde geçici ceza mahkemeleri kurulması için bir tutanak hazırladı. Bu tutanakta bir başkan, bir savcı ve iki üyeden kurulu bir mahkeme önerildi. Encümenin geçici ceza mahkemeleri kurulması yolundaki teklifi, 14 Aralıkda reddedildi. Mecliste, kurtarılmış bölgelerde verilen kararları uygulama yetkisi ile İstiklâl Mahkemelerinin gönderilmesi konusu görüşülmeye başlandı. Dahiliye Bakanının, İzmir?de 130 polisin görev yaptığını bildirmesi iyi etki yaptı. 6 Aralık 1922?de işgal ve harpten sonra kurtarılan bölgelerde meydana gelen fevkalâde hâl için: 1-Bursa, Bilecik, Eskişehir ve Karesi, 2-Kütahya, Karahisar, Aydın, Denizli civarı, 3-İzmir ve Saruhan civarı olmak üzere üç İstiklâl Mahkemesi kurulması uygun görüldü59. İzmir İstiklâl Mahkemesi, kurulması için gerekli tüm yasal yükümlülükleri yerine getirmesine rağmen, zaferin getirdiği rahatlıktan dolayı çalışmadı. Bazı milletvekilleri oylamaya dahi katılmayacaklarını belirttikleri için bu konu mecliste bir daha görüşülmedi.

Sonuç olarak, kurtuluştan sonra İzmir ve çevresi Türk halkının, işgalcilere ve onların yerli işbirlikçilerine karşı tavrı, yaklaşık 40 ay süren işgal dönemi uygulamalarının doğal yansımaları idi. Ankara yönetimi, kurtuluş sonrasında intikam duyguları ile hareket etmedi. Bölgeye gönderdiği seyyar Divan-ı Harp Mahkemeleri ile yargı insiyatifini eksiksiz olarak eline aldı. İşgalcilere yardım etmiş olanların tümünün yargı önüne çıkarıldığı söylenemez. Mustafa Kemal Paşa T.B.M.M. Başkanı ve Türk Ordusunun Başkomutanı olmak vasfıyla ?Biz intikam ve mukabelede bulunmak fikrinde değiliz. Buraya eski hesapları araştırmaya gelmedik. Bizim için mazi gömülmüştür60? derken barışa duyduğu özlemi dile getiriyordu. Artık Cumhuriyet rejimine giden Türkiye?nin hedefi, çağdaşlaşmak için barış içinde kalkınma ve Mustafa Kemal?in de dediği gibi iktisat, ilim ve irfan zaferleri idi.

NOT: Bu makale, ?Kurtuluşundan Cumhuriyet?in İlânına Kadar İzmir? başlığını taşıyan Yüksek Lisans tezimizin, ?Kurtuluştan Sonra İzmir?de İşgal Dönemi Olaylarına Tepkiler? başlıklı bölümünün geliştirilmiş biçimidir.

1 1910 yılında Yunan Başbakanı olan Venizelos, 8 Ekim 1912?de başlayan ve 1913 yılına kadar devam eden Balkan Savaşlarında, Yunanistan?ın göz koyduğu Selânik?i almayı başardı. Bundan sonra Venizelos?un amacı Kuzey Epir, Trakya ve Batı Anadolu?yu Yunanistan?a katmaktı. Bu sebeple Yunanistan?ı 1917 yılında İtilâf Devletleri yanında savaşa soktu. İtilâf Devletleri savaşı kazanınca, savaşın kazanılmasında hiçbir etkili girişimi olmayan küçük Yunanistan bunun nimetlerinden yararlanmaya kalkıştı.

2 Michael Llewellyn Smith, Anadolu Üzerindeki Göz, İstanbul (1978), s. 47

3 Bu gizli pazarlıklarla ilgili yazışmalar, savaştan sonra yayınlanan diplomatik belgelerde yer almıştır. Burada dilimize çevrilmiş olan şu eseri anmakla yetiniyoruz. Anadolu?nun Taksimi Plânı, Çev: Kurmay Yarbay Babaeskili Hüseyin Rahmi, İstanbul (1972)

4 Adım adım Yunan ordusunun İzmir?e çıkarılması ve gelişen olaylar için bkz: G. Ja-eschke, ?İngiliz Belgelerinin Işığı Altında Yunanlıların İzmir Çıkartması?, Çev: Mihin Eren, Belleten, sayı: 32/128 (1968), ss. 567-76, Ergün Aybars, ?Bir Levanten?in Anılarında İzmir?in İşgali?, Besinci Milletlerarası Türkoloji Kongresi, Tebliğler, İstanbul (1986), ss. 87-94

5 Katliam ve öldürmeler konusunda ayrıntılı bilgi için bkz: Salâhi R. Sonyel, Türk-Yunan Anlaşmazlığı, Ankara (1985), s. 25, Sonyel, Türk Kurtuluş Savası ve Dış Politika I, Ankara (1973) , ss. 53-61, Kamil Su, Manisa ve Yöresinde İşgal Acıları, Ankara (1982), ss. 21-48, Smith, a.g.e. ss. 102-4, Bilge Umar, İzmir?de Yunanlıların Son Günleri, Ankara, (1974), ss. 107-85, Nurdoğan Taçalan, Ege?de Kurtuluş Savası Baslarken, İstanbul (1970), ss. 212-70, Türkmen Parlak, Yunan Ege?ye Nasıl Geldi, İzmir (1982), ss. 311-70

6 Sonyel, Türk Kurtuluş Savası ve Dıs Politika I, ss. 53-54, İzzet Öztoprak, Kurtuluş Savasında Türk Basını, (Mayıs 1919-Temmuz 1921), Ankara (1981), ss. 93-94

7 Sonyel, a.g.e, s. 54

8 Smith, a.g.e, s. 129, Soruşturma komisyonunun İzmir ve çevresindeki çalışmaları için bkz: Ahenk, 22, 24, 26, 27 Ağustos 1919, 15, 17, 21 Ekim 1919, 12 Kasım 1919.

9 Gerçekte, Yunanistan?ın İzmir?e çıkarılması ve işgal sonrasında meydana gelen olaylarda en büyük sorumluluk, İngiltere ve Yunanistan ile bu devletlerin başkanlarına aitti. İzmir?in işgalinden güdülen amaç, Hristiyanlara karşı yapıldığı ileri sürülen kırımı önlemek ve barışı sağlamaksa, İzmir müttefiklerce işgal edilmeliydi. Öte yandan Yunanistan, kuvvetlerini tecrübesiz bir albayın komutasında İzmir?e çıkartarak, kendi açısından gerekli önlemleri almamıştı.

10 Smith, a.g.e., s. 105, Su, Sevr Antlaşması ve Aydın (İzmir) Vilâyeti, Ankara(1981), s. 8

11 Venizelos?un Paris Barış Konferansında, Batı Anadolu?da Rum nüfusun çok olduğuna dair verdiği uydurma rakamlar için bkz: Yuluğ Tekin Kurat, ?Türkiye TopraklarınınPaylaşılması Sorunu-Sevr?, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Cilt: 10/58, İstanbul (1972), s. 14,Kurat, Osmanlı İmparatorluğunun Paylaşılması, Ankara (1986), s. 56

12 Parlak, a.g.e, ss. 363-64, Umar, a.g.e., s. 204?de İşgalden sonra İzzet Beyin görevden alındığı yazılarak yanlış bilgi verilmiştir. Nail Morali, Mütarekede İzmir, Önceleri ve Sonraları,İstanbul (1976), s. 146?da ?İzzet Bey işgal günü Yunanlılardan dayak yedi, utanmadan makamına döndü? denmekte, Ahenk, 7 Ocak 1920?de İzzet Beyin vefat ettiği 1920 yılının ilk haftasına kadar, İzmir valiliği görevini yürüttüğü, Ahenk, 8 Ocak 1920?de, Dahiliye Nezaretinin, İzzet Beyin yerine vilâyet mektubî Ali Saib Beyi vekâleten atadığını yazmaktadır. Ahenk, 13 Ocak 1920?de, Aydın vilâyeti valiliğine eskiden sadaret müsteşarı olan Emin Beyin getirildiğine dair irade-i seniyenin çıktığı yazılmaktadır.

13 Su, a.g.e, s. 8

14 Ahenk, 16 Kasım 1919

15 Sonyel, Türk-Tunan Anlaşmazlığı, s. 41?de 11 Eylül 1921?de Sir Harry Lamb?dan Curzon?a gelen telgrafta, ?Almış olduğum son derece inanılır haberlere göre, Aydın?a kadar Tire ve Ödemiş?te, 50 kadar köy Yunanlı askerler tarafından yakılmıştır. Köy sakinlerinin ekserisi evlerinden ayrılmışlardır. Katliam olayı yer almamış, sadece birkaç insan öldürülmüş ve sürüler yok edilmiştir? deniyor ki, katliam yapılmayışı, bu eylemin amacının sadece yerli halkı göçe zorlamak olduğu anlaşılıyor. Cengiz Orhonlu, ?Yunan İşgalinin Meydana Getirdiği Göç ve Yunanlıların Yaptığı Tehcirin Sonuçları Hakkında Bazı Düşünceler?, Belleten, Cilt: 37/148, s. 488?de, Yunanlıların yaptıkları zulüm sonucu Aydın vilâyetinde ilk aşama 80.000 civarında kişinin perişan ve sefil durumda, yaşadıkları bölgeden göç etmek zorunda kaldığı belirtilmektedir. R. Anhegger, ?Kurtuluş Savaşında İzmir? (1919-1923 yılları arasında İzmir Hollanda Başkonsolosluğunun gönderdiği raporlar). Tarih ve Toplum, sayı: 9, İstanbul (Eylül 1984), ss. 170-173?de, Dönemin İzmir Hollanda Başkon

solosu ülkesine gönderdiği raporlarda Yunan Ordusu ve Rumların, Türklere zulüm yaptığı, halkın zulümden kaçmak amacıyla İtalyan bölgesine sığındığı belirtilirken, Ahenk, 6 Temmuz 1919?da, vilâyet makamının yayınladığı bir bildiri ile halkın göç etmemesi isteniyordu, İrade-i Milliye, 13 Ocak 1919?da, Yunanlılar baskı ile Müslüman halkı göç ettirerek Batı Anadolu?da çoğunluğu sağlamak için, daha mütareke döneminde çalışmalar yapmışlardı. Bölgede yerli Rumlar tarafından bağımsız bir devlet kurulacağı ve bölge halkını göç ettirmek için Rum çetelerinin, Yunanistan?ın yardımıyla katliama kalkışacağını öğrenen İzmir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, müttefik komiserlere bir nota vermeğe karar vermişti.

16 Umar, a.g.e., s. 235, Smith, a.g.e., s. 114?de bölgeye yüz binden fazla Rum getirildiği belirtilmektedir.

17 Ahenk, 7 Aralık 1919

18 Ahenk, 9 Kasım 1919?da, bazı kazalarda öğretmenlerin beş aydan beri maaş alamadıklarının öğrenildiği, böyle bir zamanda değil beş ay, beş gün bile maaş alamamanın felâket olduğu vurgulandıktan sonra öğretmenlerin paralarının ödenerek bu perişan duruma son verilmesi, okulların ilerlemesi için bunun gerekli olduğu yazılmaktadır.

19 Su, a.g.e., ss. 19-23

20 Yunanlılar, öğretmen okulları, sultanî ve idadiler gibi modern eğitim yapan okulları kapatmışlar, medreselere dokunmamışlardır. Bunun nedeni halkın dinî inançlarına duydukları saygı değil, medreseleri Enosis yolunda engel olarak görmemeleridir.

21 Ahenk, 17 Temmuz 1919

22 İzmir?de Yunan Üniversitesinin kuruluşu ve çalışmaları hakkındaki 2251 sayılı ve 14 Temmuz 1920 tarihli yasa, Yunan Resmî Gazetesi sayı: 1347?den naklen Smith, a.g.e, s.107

23 Smith, a.g.e., ss. 384-85?de müttefiklere ait bir sansür kurulu da faaliyet gösteriyordu.

24 Bunlardan Şark, 1920 yılı başlarında yayına başlamıştı. 1920 Ekiminde yayma başlayan Müsavat Gazetesi ise, Islahat Gazetesi kadar olmasa bile itilâfçı idi.

25 İzmir basını ile ilgili derli toplu bilgi için bkz: Zeki Arıkan, ?Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinde İzmir Basını?, Tanzimat?tan Cumhuriyet?e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: 1, ss. 103-111

26 Smith, a.g.e, s. 105?de İzmir?de yayınlanan haftalık ?Kapanos? dergisinde Jön Türklerle alay eden bir şiir yayınlanınca, Stergiadis sansür heyeti başkanı Shepheris?in görevine son vermiş yerine Michael Rodas?ı getirmişti.

27 Islahat, 2 Nisan 1922

28 Su, a.g.e., s. 22

29 Su, a.g.e., ss. 7-8

30 Orhonlu, a.g.m, s. 494

31 Saday-ı Hak, 26 Nisan 1921?de, İzmir Askeri Komutanlığının yayımladığı askerî bildiride şöyle denilmektedir: Askerî yardıma dair olan 28 Mayıs 1887 askerî özel kanun değişikliğe uğradığı üzere ve Küçük Asya Ordusu Komutanlığının 29639-1919,1 numaralı emirnamelerini dikkate alarak ahaliyi aşağıdaki maddeleri uygulamaya davet ediyorum. Katır, binek araba ve beygir sahibi olanlar işbu beyannamenin neşrinden itibaren iki gün zarfında adı geçen hayvanlarını İzmir?de Bahribaba Meydanlığı ile Basmahane İstasyonu karşısındaki arazide toplanan Tekâlif-i Harbiye Komisyonlarına götürmelidirler. Tekâlif-i Harbiye suretiyle alınacak 4 ila 10 yaşlarındaki binek ve araba beygirleri için en çok 1400 drahmi tazminat verilmesi tayin edilmiştir. Hayvanlarını getirmeyen yahut saklayan veya sahte şahadetnameler kullananlar Divan-ı Harbe sevk edilerek kanun gereğince cezalandırılacak ve takip olunacaktır. İşbu emrim 27 Nisan 1921 tarihinden itibaren geçerli olacaktır. İzmir?de 21-8 Nisan 1921, İzmir Askerî Kumandanı Yorgi Meksas.

32 Atatürk?ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 3, Ankara (1954), s. 45?de, Mustafa Kemal, Chicago Tribune?nin İzmir?deki muhabirine verdiği demeçte, muhabirin ?Ordunun İzmir?e girmesinden beri Türk askerinin ve sivillerinin hareketi nedir?? sorusuna karşı- hk?Görüyorsunuz ki İzmir?de hiç bir katliam vaki olmadı. Münferit yağma ve kati olaylarını menetmek mümkün değildir. Bir ordu 450 km yürüdükten sonra bir şehre girer, bir de geçtiği yerlerde kendi yerlerinin yakıldığını, yağmaya uğradığını, akrabasının öldürüldüğünü kendi gözleriyle görürse böyle bir askeri zaptetmek zordur. Mamafih düzenin ihlâl edilmediğini görüyorsunuz. Biz intikam ve mukabelede bulunmak fikrinde değiliz. Buraya eski hesapları araştırmaya gelmedik. Bizim için mazi gömülmüştür? demişti. Fahrettin Altay, ?İzmir Faciasının Muhakemesi? Belleten, Cilt: 23/89 (1959), s. 156?da, 5. Süvari Kolordusu Komutanı Fahrettin Paşa ?İzmir?i Yunanlılardan geri aldığımız 9 Eylül 1922gecesi, üç tümenli kolordumuz şehirde konakladığımız esnada, elimizde birkaç bin Yunan askeri ve zabitleri esir bulunuyordu. Ne bunlara ne de Rum ahaliye hiçbir fenalık yapılmamış, intikam güdülmemiş, bütün halkın geceyi rahat ve neşe içinde geçirmesi temin olunmuştu? demektedir.

33 Yangın sırasında Türk askerlerinin, Rum mahallelerinin çıkış noktalarına makineli tüfeklerle mevzilendiği ve yangın bölgesinden kaçmak isteyen Rumlara ateş ettiği söylentisi yayıldı. Cemal Kutay, Ege?nin Kurtuluşu, İstanbul (1981), s. 117?de illustration dergisinin ya zarlarından Fransız Paul Tapponier,. yangın başladıktan sonra bir Türk subayının eşliğindekaraya çıktı ve yangın mahallini gezdi. Tappunier, Türk askerlerinin yanan mahallelerin talan edilmesini önlemek amacıyla bölgeyi kontrol altına aldığını belirttikten sonra ?Alevlerarasında insan siluetleri görüyordum. Bunlar Türklere teslim olmamak için evlerini yakan ve alevler arasında ölmek cinnetine kapılmış fanatiklerdi? demektedir. Parlak, Yunan Ege?den Nasıl Gitti, İzmir (1982), s. 468?de bu kişinin Fancon Messelaje olduğunu belirtirken, yinea.g.e., s. 472?de yazar ?Türkler, gemilere binmek ve ayrılmak isteyenlere istisnasız müsahama gösteriyorlardı? demektedir.

34 Smith, a.g.e, s. 327?de, kurtuluştan hemen önce Rumların kurduğu millî savunma teşkilâtı, direnmek için Rumlara silâh dağıttı ise de birkaç küçük olay dışında Rumlar Türk ordusuna direnmediler.

35 Türk İstiklâl Harbi, 2. cilt, Batı Cephesi, 6. kısım, 3. kitap, Ankara (1969) s. 122

36 Umar, a.g.e, s. 303-304

37 Batı Cephesi, s. 127?de, 9 Eylül günü öğleden sonra saat 15.00?de Batı Cephesi Komutanlığına gönderilen raporda, Yunan esirlerinin sayısının 400 olduğu bildirildi. Umar,a.g.e, s. 303-4?de bazı Yunan askerlerine esir muamelesi yapılmayıp öldürüldükleri görüldü ise de. bu şekilde ölenlerin sayısını tespit etmek mümkün değildir.

38 İnceleme eserlerde ismi ?Hrisostomos? veya ?Hristostomos? olmak üzere iki farklı şekilde kullanılmıştır. Hrisostomos Rumca?da ?Altın ağızlı? anlamına gelir. ?Hristostomos?un ise anlamı yotur. ?Hrisostomos? metropolitin takma adıdır. İşgal dönemine ait İzmir gazetelerinde ?Hrisostomos? şeklinde kullanıldığı için biz de aynen kullandık. Kutay, a.g.e., s. 172?de, İzmir metropoliti Hrisostomos, gençliğinde Ege kıyı şeridinin hemen hemen bütün kiliselerinde vazife görmüş, tipik bir Ortodoks papazıydı. 1906 yılında İzmir Archeveque Metropolitanı olmuş, sonraları bu makamdaki rütbelerin en büyüğü olan Mega?lığa yükselmiş ve Fener Patriğinin solunda yer almıştı.

39 Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş ve Sonrası 1912-1922,İstanbul (1970), s. 360

40 Altay, a.g.e, ss. 360-1

41 Teni Asır, 2 Ağustos 1975

42 Morali, a.g.e., s. 163, Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul (1984), s. 324

43 Şark, 29 Eylül 1922

44 T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Cilt: 23, Ankara (1960), s. 410?da, T.B.M.M.?de 14 Ekim 1922 günkü görüşmelerde, Afyonkarahisar Milletvekili Nebil Efendi, Başbakan Rauf Beye Divan-ı Harplerin kurulup kurulmadığını sormuş, Rauf Bey bölgelerini tayin etmemekle birlikte gerekli gördükleri yerlerde çalıştıklarını söylemiştir.

45 Şark, 18 Aralık 192

46 Yenigün, 23 Aralık 1922

47 Hâkimiyet-ı Mlliye, 28 Aralık 1922

48 Yenigün, 1 Ocak 1923

49 Hâkımiyet-ı Milliye, 9 Ocak 1923

50 Hâkımiyet-i Milliye, 7 Şubat 1923

51 Hâkimiyet-i Milliye, 5 Haziran 1923

52 Hâkimiyet-i Milliye, 6 Haziran 1923, Konunun arşivlerimizdeki belgelerin gün ışığına çıkmasıyla daha da zenginleşeceğini, yeni boyutlar kazanacağını sanıyoruz.

53 Ceride, Cilt: 23, s. 109

54 Düstur, Üçüncü Tertip, Cilt: 3, İstanbul (1929), s. 136

55 Morali, a.g.e, ss. 163-64

56 İlhami Soysal, 150?likler, İstanbul (1985), s. 57?de Bakanlar Kurulunun hazırlayıp 1 Haziran 1924?de Mustafa Kemal Paşa?ya sunduğu liste 149 kişi iken, Mustafa Kemal Paşa?nın önerisiyle 150. isim olarak Mehmet Refet listeye alınmıştır.

57 Soysal, a.g.e, ss. 59-62

58 Düstur, Cilt: 3, s. 128

59 Ergün Aybars, istiklâl Mahkemeleri, Cilt: 1, İstanbul (1975), s. 187, Tanin, 13 Aralık 1922

60 Atatürk?ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 3, s. 45


Bozkurt-1903
Yasaklı
12 Eylül 2012 17:24

Cumhuriyetimizin 81. Yılına Armağan, (Editör: Yrd.Doç.Dr.Enis Şahin), Sakarya Üniversitesi Rektörlüğü Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü, Adapazarı, Aralık 2004, s.57-63.

ALFABE DEĞİŞİMİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME - Mustafa Altun

1. Giriş

Türkler, eldeki yazılı kaynaklardan anlaşıldığına göre başta Göktürk, Uygur, Arap ve Lâtin asıllı olmak üzere, değişik alfabeler kullanmışlardır. Bu alfabeler içinde en uzun ve en yaygın kullanılanı Arap alfabesi olmuştur. Ancak özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu alfabenin yetersizlikleri, eksiklikleri

olduğundan hareketle değiştirilmesi ve ıslah edilmesi gündeme getirilmiştir. Aşağıda bu sürecin nasıl gerçekleştiği tarihsel bir sıra içinde verilmeye çalışılacaktır:

2. Arap Alfabesinden Latin Alfabesine

2.1. Tanzimat Dönemi

Tanzimat aydınlarının önde gelen isimlerinden ?Münif Paşa 1863?te Osmanlı Cemiyet-i İlmiyyesi?ne sunduğu projede Arap harflerinin bitiştirilmeden ayrı yazılmasını ve ?ses uyumu kuralı? nedeniyle sesli harflerin eksiksiz kullanılmasını öneriyordu. Latin harflerinin bilinmeyen ve kendini gizleyen bir taraftarı, Ali Vehbi

Bey?in yayınladığı hatırata göre Sultan II. Abdulhamid?dir. Ona göre, ?Halkımızın büyük cehaletine sebep, okuma yazma öğrenimindeki güçlüktür. Bu güçlüğün nedeni ise harflerimizdir.? Sultan, ?Belki bu işi kolaylaştırmak için Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur.? demektedir. Sabık Hakan?ın tersine bu konuda inandığını cesaretle savunanlar da vardır. Manastır Vilayeti?nin Görice sancağında Kur?an-ı Kerim ve Ulûm-ı Diniyye muallimi olan Hafız Ali Efendi, Latin harflerinin taraftarı olduğu için işinden atılmıştır. Taraftarlarının artmasına rağmen Latin harflerinin

kabulü sorunu uygulamada cesaretsizlik nedeniyle hasıraltı edilmekteydi (Ortaylı, 2001:103).

2.3. II. Meşrutiyet Dönemi

II. Meşrutiyet döneminde de alfabenin ıslahı veya değiştirilmesine yönelik örgütlü girişimlerde bulunulmuştu. 1911 tarihinde Milaslı Ismayıl Hakkı öncülüğünde kurulan Islah-ı Huruf Cemiyeti, bu amaçla Yeni Yazı adlı bir dergi bile çıkarmıştı. Yönetim kurulunda Recaizade Mahmud Ekrem, Celal Nuri (İleri), Süleyman Nazif, Celah Sahir (Erozan) ve Cenab Şahabettin gibi dönemin ileri gelenlerinin bulunduğu dernek, amacını ?harfleri tadil ve ıslah ile mükemmel hale

getirmek? olarak açıklamıştı(Sadoğlu, 2003:220).

II. Meşrutiyet döneminde alfabe tartışmaları içerisinde belki de en ilginç tutum, Türkçülerin Arap harflerindeki ısrarıydı. Oysa Türkçüler için Latin alfabesi, okuma-yazmayı kolaylaştırmasının yanında Arapça-Farsça kökenli sözcükleri orijinallerinden farklılaştıracak ve imlasını yeniden düzenleyecek bir avantaja

sahipti. Necip Asım, Milaslı İsmayıl Hakkı, Müftüoğlu Ahmed Hikmet ve hatta Gökalp; Arap harflerinden vazgeçilmesinin Müslümanlar arasındaki bağları zayıflatacağını savunuyorlardı. Arap alfabesi Türkçüler için aynı zamanda Türk lehçelerini yazıda birleştirebilecek bir işleve sahipti. Üstelik Arap alfabesi, Türk

lehçeleri arasındaki fonetik ayrımları da gizleyebiliyordu. Ancak 1926?da tüm Sovyet Müslümanlarının Latin alfabesine geçirilmesi kararının alındığı Bakü?deki I.Türkoloji Kongresi?nden sonra Türkçülerin Latin alfabesi konusundaki tavırlarını belirgin şekilde değiştirmeleri de bu açıdan anlamlıydı (Sadoğlu, 2003:221).

2.3. Cumhuriyet Dönemi

Cumhuriyet döneminde alfabe değiştirilmesine yönelik ilk öneri 1923?te İzmir İktisat Kongresi?nde işçi delegelerinden Ali Nazmi tarafından verilmiş, ancak başta Kongre başkanı Kâzım Karabekir olmak üzere delegelerden büyük kısmı tarafından sert tepkiyle karşılanmıştır (Korkmaz, 1963:37).

Kâzım Karabekir Hakimiyyet-i Milliyye gazetesinin 5 Mart 1923 tarihli

baskısında verdiği demeçte: Arkadaşlar, bugün hangi ecnebî ile görüşseniz ilk işiteceğiniz sözler: ?Türkçe gayet güzel bir lisandır, kolaydır, fakat harfler fenadır.? Bunlar bütün ecnebîlerin ağzında ve sizinle ilk görüşen bir ecnebînin size telkin

edeceği şeylerdir. Ve bu fikir ekseriyyetle gayr-ı İslâm insanlardan ibaret olan birtakım tercemanlar vasıtasiyle her tarafta ve hassat?an Istanbul?da ecnebîlere telkin edilmektedir... Bizim dilimizi terennüm edecek hiçbir Lâtin hurufu yoktur. Bugün

Fransızca huruf o kadar karışıktır ki bizim dilimizi kabil değil terennüm edemez.? (Levend, 1972:392-393) diyerek öneriye tepkisini dile getirmiştir.

Alfabe tartışmalarını Türkiye Büyük Millet Meclisi?ne ilk taşıyan İzmir milletvekili Şükrü Saracoğlu olmuştur. Saracoğlu, Maarif Vekâleti?nin bütçesinin görüşüldüğü 25 Şubat 1924 tarihli oturumunda gösterilen gayrete rağmen, yine de halkın okuma-yazma oranının düşüklüğünü Arap alfabesine bağlıyordu: ?Benim kanaatimce, bu büyük derdin en vahim noktası harflerdir. Eğer ben Arap harfi diyecek olursam burada da acaba benim fikrime tuğyan ve isyan edecek var mı?

Efendiler! Bunun yegâne kabahati harflerdir. Arap hurûfatı, Türk lisanını yazmaya müsait değildir. Hacımızın, hocamızın, amirimizin, memurumuzun gayretine, asırlardan beri yapılan bunca fedakarlıklara rağmen halkımızın ancak yüzde ikisi veya üçü okumuştur? (Levend, 1972:395)

Kültürel anlamda muhafazakâr aydınların alfabe değişikliği konusunda

duydukları rahatsızlığın gerekçesini anlamak mümkündü. Köprülüzâde M. Fuad ve Zeki Velidi (Togan) gibi Türkçüler, böyle bir değişikliğin uzun vadede bir ?kültür buhranı?na yol açacağını savunuyorlardı. Üstelik Latin harfleri Batı medeniyetine

dahil olmanın zorunlu bir koşulu da olamazdı. İlginç bir şekilde Musevi Avram Galanti de Latin harflerine aynı gerekçelerle karşı çıkıyordu. Galanti?ye göre ?ilerleme? ile alfabe değişikliği arasında kurulan bağıntı da tamamen temelsiz bir iddiaydı. Nitekim Japonlar, geleneksel alfabelerini korudukları halde hızla

modernleşebilmişlerdi (Sadoğlu, 2003:223).

20 Mayıs 1928?de Türkiye Büyük Millet Meclisi?ndeki bir oturumda

?beynelmilel rakamların? kabulü görüşmeleri sırasında, Kastamonu milletvekili Hasan Fehmi Bey?in sorusuna cevap veren Maarif Vekili Mustafa Necati, konunun en kısa zamanda oluşturulacak bir ?encümen? tarafından karara bağlanacağını ifade etmişti. (Levend, 1972:400) Kurulan Dil Encümeni?nin çalışmaları sonunda biri alfabe, diğeri dil olmak üzere iki ayrı rapor hazırlanmıştı. Alfabe raporuna göre Dil

Encümeni, Latin esasında bir alfabenin ortak ve ve edebî dilimizin dayandığı İstanbul Türkçesine uygulanabileceğine karar vermiş ve bu amaçla yeni bir harf sistemi meydana getirmişti (Levend, 1972:401.)

Bu raporun ertesinde 9 Ağustos 1928 akşamı Mustafa Kemal Atatürk,

Sarayburnun?daki büyük eğlentide de, etrafını saran halka hitaben, ilk defa harf inkılãbını açıklayarak yeni harflerin kabul edilmesi lazım geldiğini belirttikten sonra: "... Bir milletin, bir heyet-i içtimâînin (toplumun) yüzde onu okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmez, bundan insan olanlar utanmak lâzımdır. Bu millet utanmak

için yaratılmış bir millet değildir; iftihar etmek için yaratılmış bir millettir, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir. Fakat, milletin yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa bu hata bizde değildir. Türk'ün seciyesini anlamayarak kafasını birtakım

zincirlerle saranlardadır. Artık mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları tashih edeceğiz (düzelteceğiz)." diyerek yeni alfabe önerisinin onaylandığını ve yakında yasal bir düzenlemeye konu olacağının işaretini vermişti (Atatürk, 1997:272).

Mustafa Kemal, Sarayburnu söylevinden sonra çıktığı yurt gezilerinde yeni alfabeyi bizzat kendisi halka tanıtmaya başladı. Dolmabahçe Sarayı ?Başöğretmen?in daha seçkin öğrencilerine ev sahipliği yapıyordu. Atatürk, 1 Kasım 1928?de yaptığı açılış konuşmasında bu birkaç aylık alfabe seferberliğini hâlâ tereddüt yaşayanların

kuşkularını gidermeye yönelik ?basit bir tecrübe? sunacaktı.

Atatürk?ün konuşmasından hemen sonra ?Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun? teklifi Tekirdağ milletvekili Cemil (Uybadın), Afyonkarahisar milletvekili Ali (Çetinkaya) ve Erzincan milletvekili Saffet (Arıkan) tarafından meclis başkanlığına verilmiş ve aynı gün mecliste kabul edilmiştir. 1353 sayılı kanun

3 Kasım 1928?de Resmi Gazete?de yayımlanmış ve yürürlüğe girmiştir.

3. Sonuç

Yukarıdaki tarihsel süreç göz önüne alındığında alfabe değişikliğinin hem bilimsel, hem de siyasî bir görünüm kazandığını söylemek mümkündür. Alfabe değişikliğinin gerekli olduğuna dair akademik ve entelektüel çevrelerce yapılan değerlendirmeler şu noktalarda toplanmıştır: Bin yıla aşkın Türkler arasında kullanılan bu alfabe sistemi, Türkçenin ses sistemine uymayan özellikler içeriyordu. Türkçedeki temel 8 ünlüye karşılık Arap alfabesinde bunları karşılayabilecek üç harf vardı (elif, vav ve ye) Türkçede yer almayan, sadece Arapça ve Farsça asıllı sözcüklerde kullanılan harfler mevcuttu (peltek se, ha, hı, zal, zı, ayın). K (ke), g (ge) ve nazal n ünsüzleri için de tek bir harf atanmıştı: kef. Bunun yanı sıra ha-hı-he, peltek sesin- sad, te-tı, peltek ze-ze-zı gibi Türkçede tek sesle karşılanan birden fazla harf bulunmaktaydı. Harflerin yazımı sırasında da özellikle noktalı harflerde sorunlar yaşanıyor, nokta eksikliği ya da fazlalığı yanlış okumalara yol açıyordu. Siyasî noktadan bakıldığında geleneksel kalmayı ve eski kurumların devamlılığını isteyenler, Cumhuriyet sonrasında gerçekleştirilen hemen her değişim hareketinde olduğu gibi alfabe değişikliğinde de direnç göstermiş, alfabe değişikliğini eski medeniyetten bir kopuş olarak algılamıştır. Bu algılayış siyasî

olmanın ötesinde dinî bir söylemi de beraberinde getirmiş, Kur?an harflerinin Hıristiyan dünyaya ait Latin harfleriyle değiştirildiği yorumlarına yol açmıştır. Bu arada bin yıllık kültürel birikimin harf değişikliğiyle göz ardı edileceği de vurgulanmış, bu durumun ?kültürel erozyon?a neden olacağı ileri sürülmüştür.

Yenilikçi ve değişimci kanattakiler ise, çağın ileri toplumlarının düzeyine ulaşmada geleneksel yapıları bir engel olarak görmektedir. Bu bağlamda Arap alfabesinin de toplumun genelini okuma ve yazmadan dolayısıyla çağdaş bilgiden yoksun bıraktığı ifade edilmiştir. Medeniyet dönüşümünün sadece maddî planda kalmaması gerektiği, bunun bir zihniyet dönüşümü olduğu ve harf değişikliğinin bu dönüşümü hızlandıracağı belirtilmiştir. Alfabe değişikliğine gidilmesinde geri plana itilen bir yön de Türkiye dışındaki Türk topluluklarının Latin alfabesine geçişleri olmalıdır. 1926 yılında Bakû?de toplanan I. Türkoloji Kongresi?nin sonrasında, 1927 yılında ?Yeni Türk Elifbası Merkez Komitesi? adını taşıyan ve çeşitli Sovyet cumhuriyetleri temsilcilerinden oluşan bir kurul, ?Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi (Yañalif)? adıyla yeni bir alfabe

hazırlayıp yayınlamış, bu alfabe Sovyetlerde yaşayan bütün Türk halklarının ortak alfabesi olarak kabul edilmişti (Şahin, 2003). Ulusalcı yaklaşımı benimseyen Cumhuriyet kadroları, İsmail Gaspıralı?nın ifade ettiği ?Dilde, Fikirde ve İşte Birlik?

sloganına uygun davranma gereğini hissetmişlerdi. Bu açıdan alfabe değişimini çağdaşlaşma ülküsünün bir hamlesi olmaktan öte Türk birliğine dönük bir değişim olarak da yorumlamak mümkündür.

Sonuç olarak diyebiliriz ki tüm muhalif görüşlere rağmen Atatürk önderliğinde gerçekleştirilen alfabe değişikliği, Tanzimat?tan 1928?e kadar süren tartışmaların teoriden uygulamaya geçişi olarak kabul edilmelidir. Batılılaşmaya doğru giden yolda gerçekleştirilen bu hamle öztürkçeleştirme hareketinin de ivme kazanmasına

yol açmış, Türkçenin yabancı sözcük ve kalıplardan arındırılmasını hızlandırmıştır.

BİBLİYOGRAFYA

Atatürk?ün Söylev ve Demeçleri (1997), Atatürk Araştırma Merkezi

Yayınları, Ankara.

Cumhuriyet Gazetesi (1928), İstanbul, 11 Ağustos 1928 tarihli sayısı.

Korkmaz, Zeynep (1963), Türk Dilinin Tarihî Akışı İçinde Atatürk ve DilDevrimi, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrfaya Fakültesi Yayınları, Ankara.

Levend, Agâh Sırrı (1972), Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, TDK, Ankara.

Ortaylı, İlber (2001), Gelenekten Geleceğe, Ufuk Kitapları, İstanbul.

Sadoğlu, Hüseyin (2003), Türkiye?de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Sadri Maksudi (1930), Türk Dili İçin, İstanbul.

Şahin, Erdal (2003), ?Tataristan Cumhuriyetinin Latin Alfabesi Mücadelesi?, Tatarlar ve Tataristan Sempozyumu, İstanbul.

http://www.symposium27february2003.info/zila/presentation/

t_latinalf.htm#_ftnref3 (20 Aralık 2004)

Tulum, Mertol (1991), ?Alfabe ve Eski Alfabemiz Üzerine,Dil ve Alfabe

Üzerine Görüşler, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu Yayınları, Ankara, s.23-27.

http://www.dilbilimi.net/alfabedegisimi.pdf


Bozkurt-1903
Yasaklı
12 Eylül 2012 21:02

Sevmiyorlar bilginler, sizin Türkçe dilini,

Bilgelerden dinlesen, açar gönül ilini,

Ayet - hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar,

Anlamına erenler, başı eğip uyarlar,

Miskin zayıf Hoca Ahmet, yedi atana rahmet

Fars dilini bilir de, sevip söyler Türkçeyi

HOCA AHMET YESEVİ


Bozkurt-1903
Yasaklı
14 Eylül 2012 21:57

Kayseri'de Türkmenler ve Yörükler

http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=42979&start=0

http://turkmens38.wordpress.com/category/uncategorized/page/8/


Bozkurt-1903
Yasaklı
18 Eylül 2012 18:25

HOCA AHMED YESEVİ

Prof.Dr. H. ÖZDEMİR

Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı

Daha sağlığında, binlerce öğrenci, Yesevî mektebinden aldıkları inanç, bilgi ve bilinci Horasan'a, Deşti Kıpçak diye adlandırılan Kuzey Türklük bölgelerine, Diyâr-ı Rûm (Roma Diyarı) diye adlandırılan Anadolu'ya ve Avrupa Türklüğüne ulaştırmışlardır.

Kendisinden söz eden menâkıbnâmelere göre, Ahmed Yesevî tahmini 1093 yılında Batı Türkistan?daki Çimkent şehrinin doğusunda bulunan ve Tarım Irmağı?na dökülen Şâhyâr Nehri?nin küçük bir kolu olan Karasu üzerindeki Sayram kasabasında doğdu. Sayram?da İmâm Muhammed b.Ali neslinden gelenlere ?Hâce? denildiği gibi, onlara bağlı olanlara da aynı isim veriliyordu. Ahmed Yesevî, bu silsileye bağlı olduğu için Hâce Ahmed, Hâce Ahmed Yesevî, Kul Hâce Ahmed şekillerinde de anılmaktadır İspicab (İsficab) veya Akşehir adıyla da anılan Sayram kasabası eskiden beri önemli bir yerleşim merkeziydi. Sayram kasabası, bu dönemde Aksu sancağına bağlıydı ve Aksu?nun 176 km kuzeydoğusuna düşüyordu. Sayram halkını Türkler ve Acemler oluşturmaktaydı. (Sayram bugün Kazakistan sınırlarındaki Çimkent şehrine, 7 km mesafededir.) Sayram?ın tanınmış şahsiyetlerinden olan babası, kerametleri ve menkıbeleriyle tanınan ve Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilen, Şeyh İbrahim adlı kıymetli bir zattır. Şeyh İbrahim?in soyu Muhammed Hanefi kanalıyla Hz. Ali?ye dayanır. Nesebnâme adlı eserin onun tarafından yazıldığı düşünülmektedir. Annesi ise, Şeyh İbrâhim?in haleflerinden Mûsâ Şeyh?in kızı, Ayşe Hatun?dur. Annesi bugün hâlâ Karasaç Hâtun olarak anılmaktadır. Ahmed Yesevî?nin anne ve babasının türbeleri Sayram?dadır ve bunların Yesevî tarafından yaptırıldığı düşünülmektedir. Şeyh İbrahim?in Gevher Şehnâz adlı kızından sonra ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmed Yesevî; önce annesini, ardından da ilk eğitimini aldığı babasını kaybetti. Babası öldüğünde daha 7 yaşındaydı. Kısa bir müddet sonra Gevher Şehnaz, kardeşini de yanına alarak Yesî şehrine gitti ve oraya yerleşti (Şehrin adının Türkçedeki yassı kelimesinin ?yessi ? şeklinde telaffuzundan türediğini belirten görüşler vardır. Yesî şehri, bugün Kazakistan?daki Türkistan isimli şehrin sınırları içindedir). Yesevî adı, Hoca Ahmed?e, Yesî?de yaşamasından dolayı verilmiştir. Tahsiline Yesî?de başlayan Ahmed Yesevî, küçük yaşına rağmen birtakım tecellilere mazhar olması, beklenmeyen fevkaladelikler göstermesiyle çevresinin dikkatini çekti. Menkıbelere göre, yedi yaşında Hızır?ın delaletine nail olan Ahmed Yesevî, Yesî?de Arslan Baba?ya intisap ederek ondan feyiz almaya başlar. Arslan Baba, onun hem eğitimini üstlenir; hem de manevi babası olur. Arslan Baba?nın Yesî?ye gelerek Ahmed Yesevî?yi bulması Hz. Peygamberin manevi bir işaretine dayanmaktadır. Rivayete göre; Arslan Baba?ya, Hz. Muhammed'in emanet ettiği hurmayı Ahmed Yesevî'ye ulaştırma görevi verilmiştir. Mezâr-ı Şerifte bulunduğu bir dönem, İmâm Rızâ'nın öğrencisi olduğu belirtilen Arslan Baba?nın, Yesevî'nin manevi yücelmesinde önemli bir yeri vardır. Dîvân-ı Hikmet'te bu hadise şöyle dile getirilir: "Yedi yaşta Arslan Bab'a selam verdim, ?Hak Mustafa emanetini lutfedin? dedim. Hem o vakit bin bir zikrini tamam ettim, Nefsim ölüp lâ- mekâna yükseldim işte". Bir rivayete göre de Hz Muhammed'in verdiği hırkayı giydirir.

Ahmed Yesevî, Arslan Baba?nın terbiye ve irşadıyla, kısa zamanda mertebeler aşar, şöhreti etrafa yayılmaya başlar. Fakat kısa bir süre sonra, Arslan Baba vefat eder. Bugün Arslan Baba?nın türbesi Yesî yakınlarında bulunan tarihi Otrar şehrindedir.

Buhara ve Semerkand?daki yaşamı ve tahsili

Ahmed Yesevî, Arslan Baba?nın vefatından bir müddet sonra zamanın önemli İslam merkezlerinden biri olan Buhara ve Semerkand?a gider. Bu ziyaretlerinde devrin önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf El-Hemedânî?ye intisap ederek onun irşat ve terbiyesî altına girer. Buhara?da gerçekleşen bu intisabı; Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet?inde şöyle anlatacaktır: ?Yirmi yedi yaşta pîri buldum, gördüğüm her sırrı perde ile sarıp örttüm. Dergâhına sığınarak izini öptüm. O sebepten Hakk?a sığınıp geldim işte? (Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, s. 72.)

Yusuf El-Hemedânî?nin Ahmed Yesevî?nin yetişmesinde temel bir etkisi olmuş ve Yesevî, bütün tarikat usullerini ondan öğrenmiştir. Türbesi Merv'de bulunan El-Hemedânî'den yoğun bir tasavvuf eğitimi alan Yesevî, şeyhin dört halefinden üçüncüsü olmuş ve ilk iki haleften sonra şeyhinin yerine geçmiştir. Hemedânî'den aldığı bir işaretle buradaki irşat makamını Şeyh Adülhalik Gücdüvânî'ye bırakarak Yesî'ye dönen Yesevî, büyük bir etki alanına ulaşacak olan Yesevîye Ocağı'nı kurmuştur. Abdülhâlik Gücdüvânî ise, öğrencisi Muhammed Bahâüddîn Nakşibendî?yi yetiştirerek, o dönemde Yesevîye Ocağı dışında ortaya çıkan iki büyük tarikattan birinin öncülüğünü yapmıştır. Buhara'da kurulan Nakşibendîye tarikatı, zamanla Afganistan, Hindistan ve Anadolu'ya yayılmıştır.

Yusuf El-Hemedânî, büyük bir hadis bilginidir. O zamanın en saygın eğitim kurumlarından olan Nizamiye Medresesi?nde ders vermiştir. El-Hemedânî?nin hocası olan Ebu Ali Farmedi aynı zamanda büyük İslam düşünürü Gazali?nin de hocasıdır. Nakşibendiyye tarikatının silsilesinde yer alan Yusuf El-Hemedânî, Allah yolunda hizmet için Merv, Buhara, Herat, Semerkand gibi İslam merkezlerini dolaşarak halkı irşada çalışmaktaydı. Ahmed Yesevî?nin hangi kaynaklardan beslendiği bu isimlerle daha iyi anlaşılmaktadır.

Tarihi kaynaklarda kaydedildiğine göre devrin Selçuklu Hanı Sultan Sencer, Yusuf El-Hemedânî?ye bağlılığını her vesileyle göstermiştir. Bu bağlılık ölümle bile sona ermemiştir; bugün hem Sultan Sencer?in, hem de Şeyh Yusuf El-Hemedânî?nin kabirleri, Türkmenistan?daki Merv şehrindedir.

Olgunluk döneminde Şeyh Yusuf El-Hemedânî gibi bir mürşidin yanında devrin bütün ilimlerinde ilerleyen Ahmed Yesevî de şeyhi gibi İslam?ın zahiri esaslarına uygun hareket etti ve tarikatının esaslarını belirlerken İslam?ın hükümlerine ters düşebilecek hususlardan şiddetle kaçındı. Ahmed Yesevî?nin bu konuda ne denli titizlik gösterdiği, dile getirdiği hikmetlerin analiziyle kolayca anlaşılabilir. Ahmed Yesevî, tarikattaki sülûk adabını, İslam?ın zahir ve batın ilimlerini, şeyhi Yusuf El-Hemedânî?den öğrenmiş ve muhtemeldir ki şeyhiyle beraber Türkistan?ın çeşitli yerlerini dolaşmıştır.

Yusuf El-Hemedânî?nin vefatı üzerine irşat mevkiine önce Abdullah-ı Berkî onun vefatıyla Şeyh Hasan-ı Endâkî geçer.1160 yılında Hasan-ı Endâkî?nin de vefatı üzerine Ahmed Yesevî, irşat postuna oturur. Ahmed Yesevî, şeyhi Yusuf Hemedânî?nin ölümünden sonra dergâhın sorumluluğunu üstlenen üçüncü halef olarak bir süre Buhara?da hizmete devam eder. Bunu belirten kaynaklardan birisinde ?Yusuf Hemedânî?nin üçüncü halefi, Hoca Ahmed Yesevî?dir ki, keramet ve harikulâde haller âdetlerinden idi; her kim halis bir niyetle kendileri ile müşerref olursa Ehlullah?tan olurdu. Nasıl ki ?Niyetin koldaşın? buyururlardı. Kutlu makamları Türkistan?dadır, yüce dergâhı çok feyizlidir.? ibareleri yer almaktadır.

Yesî?ye dönüş

Ahmed Yesevî, Yesî?ye yerleştikten sonra Türkistan?ın her yerinden gelen müritlerine eğitim verir. Bütün Türk yurtlarında İslamı tebliğle görevlendireceği bu müritlere, İslam?ın zahirî ve Bâtıni ilimlerini öğretir. Rivayetlere göre, Ahmed Yesevî dergâhında yetişip Hint kıtasından İdil boylarına, Çin Seddi?nden Tuna kenarlarına kadar uzanan geniş bir coğrafyaya tebliğ ve irşat göreviyle gönderilen dervişlerin sayısı, doksan dokuz bindir. Bu doksan dokuz bin rakamı, sayı olarak tam tamına olmasa bile çokluğu ifade etmesi yönünden önemlidir.

Yine başka bir rivayete göre, Ahmed Yesevî?nin on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müridleri ve geleneğe uygun olarak hayattayken tayin ettiği pek çok halefi vardı. İlk halefi, Arslan Baba?nın oğlu Mansür Atâ?dır. Mansür Atâ, 1197 yılında vefat edince, yerine oğlu Abdülmelik Atâ; onun vefatından sonra yerine oğlu Tac Hâce, daha sonra da onun oğlu Zengi Atâ, irşat mevkisine geçtiler. Yesevî?nin ikinci halefi Harizmli Said Atâ, üçüncü halefi, Yesevî tarzındaki hikmetleri ve menkıbeleriyle Türkler arasında büyük bir şöhret ve nüfuzu olan Süleyman Hakîm Atâ?dır. Yesevviyye silsilesi, bilhassa Seyyid Atâ ile Sadr Atâ?dan gelmektedir.

Alperen, Ahî ve Bâcıyânlar, Yesevî?nin dervişleriydi

Daha sağlığında, binlerce öğrenci, Ahmed Yesevî mektebinden aldıkları inanç, bilgi ve bilinci Horasan'a, Deşti Kıpçak diye adlandırılan Kuzey Türklük bölgelerine, Diyâr-ı Rûm (Roma Diyarı) diye adlandırılan Anadolu'ya ve Avrupa Türklüğüne ulaştırmışlardır.

Anadolu'da ve Rumeli'de Türk varlığının kökleşmesinde en büyük hisselerden biri, Yesevî takipçilerinindir. Osmanlı Devleti'nin manevi kurucuları olan Şeyh Edebâli, Hacı Bektâş Velî, Geyikli Baba; Ahmed Yesevî'nin takipçileridir. Ahmed Yesevî'nin Anadolu'ya gönderdiği Hacı Bektaş Velî, Osmanlı ordusunun belkemiği olan Yeniçeriliğin piriydi. Yine, Ahmed Yesevî'nin Hacı Bektaş'a yardımcı olarak gönderdiği Sarı Saltuk, Balkanlarda Müslümanlığı kökleştiren kişidir. Bursa'nın fethini hazırlayan Geyikli Baba, bir başka Yesevî takipçisidir.

Yesevî öğrencileri, Anadolu'nun Türkleşmesi yıllarında, XII'nci, XIII?üncü ve XIV'üncü yüzyıllarda, gerektiği zaman savaşçı dervişler olmuşlar "Alperen" adını almışlar, savaşmışlar ve savaşın ruhu olmuşlardır. Gerektiği zaman ticarete ahlak ve disiplin getiren ahlâk savaşçıları olmuşlar "Ahî" adını almışlardır. Kadınların aydınlanması yolunda uğraşmışlar "Bâcıyân" olmuşlardır. Boş arazileri canlandırmak ve yeşertmek işini üstlenmişler, yolların güvenliğini sağlamışlardır. Gönüllerde inanç, zihinlere bilgi ışığını saçan aydınlatıcılar olmuşlardır. Osmanlı'nın temeli Gâziler, Ahîler, Bacılar ve Abdal'lardır.

Ahmed Yesevî, binlerce yıllık Türk töresinin verdiği doğru ölçülerle de donanmış bir kişi olarak; İslam?ı doğru anlamış ve dosdoğru anlatmıştır. Milliyetin temeli "dil" ve "din" ise, biz dilimizin edebî hayâtiyetini ve Müslümanlık anlayışımızı, Ahmed Yesevî'ye de borçluyuz. Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan'ın "Kolonizatör Türk Dervişleri" adlı eseri, bu konuda ayrıntılı bilgilerle doludur.

Uzleti ve Vefâtı

Ahmed Yesevî, Hz. Muhammed?in ömrünü tamamladığı 63 yaşına geldiği zaman, ondan daha çok yeryüzünde olmayı kabullenemedi. ?Artık bizim için yerin altı, yerin üstünden daha hayırlıdır diyerek? tekkesinin bir tarafına yaptırdığı yaklaşık 2 m derinliğindeki bir çilehâneye çekildi ve vefâtına kadar 10 yıl hiç gün yüzü görmedi. 63 yaşından sonra Hz. Peygamberin görmediği dünyayı görmemeyi tercih etmiş, yıllarca bugün hâlâ kullanılan bir yeraltı yoluyla cemaate katılmış ve cuma namazlarına devam etmişti. Ahmed Yesevî?nin sünnet-i nebevîye olan saygı derecesini gözler önüne seren bu davranışının kanıtı olan hücresinin kalıntıları, bugün de muhafaza edilmektedir.

Şiirlerinin toplandığı eser olan ?Dîvân-ı Hikmet?te Ahmed Yesevî? nin yeraltında uzlete çekilişini ve uzlet hayatı esnasında yaşadığı manevi halleri anlatan hikmetler, önemli bir yere sahiptir. Dîvân-ı Hikmet?ten anlaşıldığına göre, hikmetlerinin büyük bir kısmı da ilâhî ilhâmla bu mekânda Ahmed Yesevî?nin dilinden dökülmüş ve yanındaki dervişler tarafından tespit edilmiştir.

Eserin tertibi Ahmed Yesevî?nin vefâtından asırlarca sonra Yesevî dervişleri tarafından tertip edilmiştir. Bunun en büyük delili, eserde kullanılan dilin XI. asra değil, daha sonraki yüzyılların dil özelliklerine sahip olmasıdır. "Dîvân-ı Hikmet" kâfiye sistemi ve vezin bakımından koşmalara benzeyen dörtlüklerden ve aruz vezninde yazılmış gazellerden ibarettir.

Sultan Timur, Ahmed Yesevî?nin vefatından yaklaşık iki yüz otuz yıl sonra Buhara?yı fethettikten sonra Yesi şehrine gelmiş ve 1398 yılında Ahmed Yesevî?nin mezarına güzel bir türbe ve külliye inşa ettirmiştir. Bunu, Yesevî?ye duyduğu şükran borcundan dolayı yaptığını ifade etmiştir. Zira Timur rüyasında Yesevî?yi görmüş ve ondan Buhara?yı fethedeceği müjdesini almıştır. İki sene içinde tamamlanan türbe inşaatı, cami ve dergâhıyla tam bir külliye hâlini almıştır. Zamanla harap olan türbe, bir rivayete göre Özbek Hânı Abdullah Hân, bir diğer rivayete göre ise Şeybânî Hân tarafından tamir ettirilmiştir. Günümüzde bu türbenin bulunduğu camiye ?Cami-i Hazret? bu camiinin bulunduğu Türkistan şehrine de ?Hazret-i Türkistân? veya sadece ?Hazret? denilmektedir. Ahmed Yesevî?nin türbesi yılın her mevsiminde ziyaret edilmekle birlikte, bilhassa senede bir defa ?Zilhicce?nin onunda? bu türbede Türkmen, Özbek, Kazak ve Kırgız Türkleri tarafından görkemli merasimler düzenlenmektedir.

İslam Bilgini Yönü

Ahmed Yesevî, Hanefî bir âlimdir. Kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, din ilimleri yanında tasavvufu da iyice öğrenmiştir. Bununla beraber devrinin birçok âlim ve mutasavvıfı gibi belli bir sahada kalmamış, inandıklarını ve öğrendiklerini çevresindeki yerli halka ve göçebe köylülere anlayabilecekleri bir dille aktarmaya çalışmıştır. Bir mürşit ve ahlakçı hüviyetiyle onlara şeriat hükümlerini, tasavvuf esaslarını, tarîkatının adap ve erkânını öğretmeye çalışmak, İslamiyet?i Türklere sevdirmek başlıca gayesi olmuştur. Bu öğreticilik vasıfları sebebiyle hikmetleri, bazılarınca heyecan ve coşkudan uzak, sanat endişesi taşımadan söylenmiş şiirler olarak kabul edilmiştir.

Eserlerini, anlaşılır olmak uğruna Türkçe yazdı

751 yılında Türkistan?da, batıya yönelen Çinlileri durdurmak için Karluk Türkleri, Abbasîlerden yardım istedi. Bugünkü Kırgızistan topraklarındaki Talas Irmağı çevresinde yapılan savaşta Çinliler yenildi ve geriçekildi. Bu dayanışma, Türklerin İslamiyet?e geçiş sürecinibaşlattı.

Aradan 350 yıl geçip Ahmed Yesevî devrine geldiğimizdebu sürecin bittiğini ve kâmil bir İslam anlayışının bu coğrafyaya tamamenyayıldığını iddia edemeyiz. Aksine İslami fikirler canlı bir biçimdetartışılıyor, Müslüman, Şâmân, Mecûsî, Budist inanca sahip topluluklar aynışehirlerde, geniş bozkırlarda yan yana yaşamaya devam ediyor, bir yandan daİslam dini sofiler, âlimler, tüccarlar tarafından Türkistan?da anlatılıyor vetaraftar topluyordu. İslam öncesi inançların etkisi devam ediyor, bir yandan dahiç ilgisi olmayan öğretiler İslam inancı gibi kabul edilip İslamiyet zarfıiçinde çoğu göçebe, tarım ve hayvancılıkla uğraşan yeni Müslüman kitleyeveriliyordu. İşte tam bu noktada hurafelerden uzak, temel bakış açısıbozulmamış, yüksek ahlaklı insanlar tarafından temsil edilen İslam?ın kitlelereaktarılması ihtiyacı, şiddetle artıyordu. Ahmed Yesevî?yi farklı ve önemlikılan, genelde İslam?ın yayılması, özelde de tasavvuf tarihinde büyük birboşluğu doldurmuş olmasıdır. Onu bu kadar önemli ve büyük yapan hiç şüphesiz buboşluğu en güzel şekilde doldurmasıdır. Buhara?dan Yesî?ye dönmesinin ardında, bu gerçek yatıyordu. Onun zamanına kadar aşağı yukarı bütün büyük mutasavvıflarArapça ve Farsça eserler vermişlerdi. Onun amacı sadece, İslamı okuma yazma dahibilmeyen geniş kitlelere ulaştırmaktı. İşte bu yüzden şiir külliyatı olanDîvân-ı Hikmet, Fakirnâmeve en son Kazak araştırmacı Dr. Muhammedrahim Carhammed Uli tarafından bizlere ulaşanRisâleisimli eserlerini yerel dil olan Türkçeyle yazmıştır.

İslami ilimlerdeki derin bilgisini, o zaman çoğugöçebe olan toplumun anlayacağı bir biçimde yaşadığı topluma aktarmış olması, onu Türkistan?ın en fazla talebesi ve izleyeni olan dinî lider konumunagetirmiştir. Ahmed Yesevî, Taşkent ve Siriderya bölgesinde, Seyhun?un ötesindekibozkırlarda yaşayan göçebeler arasında büyük bir nüfuz sahibi oldu. Etrafınaçoğunlukla İslamiyet?e samimiyetle bağlı bilgisiz köylüler ile Müslüman olmayaistekli Kırgız ve Uygur Türkleri toplandı. Ahmed Yesevî eğitim faaliyetlerinde, bulunduğu Yesî bölgesinde bozkırlarda yaşayan göçebe insanlara sesleniyordu. Halka ulaşmanın sırrına ermiş, geniş halk kitlelerini etkilemeyi başarmıştı. Hintli İslam bilgini Şeyh Ahmed Serhendî?nin (İmam Rabbânî) bireyleri eğitmekiçin dostlarına yazdığı mektuplara karşılık; Yesevî, okuma yazma oranının düşükolduğu geniş Türkistan steplerinde, kopuz çalmak suretiyle okunan ilâhîlerlebilgilerini yayıyordu. Bir medreseli mutasavvıf olarak, şeriat ile tasavvufusünnî inanç doğrultusunda birleştirdiği şiirleri sanat yapma kaygısından uzaktı. Bu sebeple, Orta Asya ve Anadolu?da İslam?ınkabulü, tasavvufî bir nitelikteolmuştur. Talebeleri, Yesevî yaşarken (ölümünden sonra da vasiyeti üzerine), İslam dinini ve onun fikirlerini, sadece Türkistan?da değil, Afganistan, Hindistan, Bengal (bugünkü Bangladeş ve Hindistan?ın batısındaki bölge), Anadoluve Balkanlar?da tasavvufi bir anlayışla yaymışlardır.

Baş eseri olanDîvân-ı Hikmet?in şiir vemanilerden oluşması ve adınınHikmetolmasının sebebi de, bu amacahizmet etmektedir. Nahl suresi, 125?inci ayette ?Sen Rabbinin yoluna hikmetve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Rabbin kendiyolundan sapanları en iyi bilendir ve o hidâyete erenleri de çok iyi bilir? şeklindebuyrulduğu gibi, insanları hikmetli sözlerle en güzel şekildeİslam?a çağırmış ve bunu da o zaman topluma mesaj iletmenin geçerli bir metoduolan şiir formuyla yapmıştır. O şiir ve edebiyatı araç olarak kullanmış bunda daçok başarılı olmuştur. Onun dizelerinde insanlar; dini mesajları, ahlakidavranış normlarını, en yalın ve anlaşılır şekildeöğrenmişlerdir.

Bu şekilde Ahmed Yesevî?nin hayattayken yüzlerce talebesi ve binlerce müridi olmuştur. Onun ölümünden sonra da fikirleri günümüze kadar birçok tarikatta yaşayarak gelmiştir. Halen Kazakistan?da kendilerini Yesevî olarak niteleyen sûfî grupları vardır. Anadolu ve Balkanlar?da ise XIII. yüzyıldan sonra Yesevîye tarikati, aynı tasavvuf ekolünü benimseyen Nakşîlik içersinde hayatiyetini devam ettirmiştir. Zira Nakşîlik, Yesevîliğin devamı kabul edilmiştir. Yesevîyye tarîkati, Bektâşiliği de derinden etkilemiş, Hacı Bektâşi Velî, Makâlât adlı eserinde Ahmed Yesevî?nin prensiplerine geniş yer vermiştir. Ahmed Yesevî özellikle bu iki tarîkatın ilhâm kaynağı sayılabilir.

Kişiliği ve Yaşantısı

İslami ilimlerdeki derin kavrayışı ve tasavvuftaki yüksek mertebesi, Ahmed Yesevî?ye büyük bir tevazu kazandırmıştı. Uyku dışındaki vaktini üçe bölerdi. Üçte birini ibadet ve zikirle geçirir, üçte birinde öğrenci yetiştirir ve ilimle uğraşır, üçte birinde ise tahta kaşıklar yapıp satarak geçimini temin ederdi.

Yesevî?ye göre tasavvuf adamının da, mutlaka bir mesleği ve işi olmalıdır. ?Kabiliyeti olmayanın, kerameti de olmaz? görüşündedir. Nitekim kendisi hayatı boyunca bu ilkeye bağlı kalmış, kaşık yontarak geçimini sağlamıştır. Ona göre insan, kim olursa olsun başkasına yük olmamalı ve kendi elinin emeğini yemelidir. Onun bu davranışı kendinden sonra gelen sofileri etkilemiş ve hepsi ilmî faaliyetten ayrı olarak geçimlerini temin ettikleri bir meslek sahibi olmuşlardır. Yesevî?ye göre; hak etmediği lokmayla, haram yollardan beslenenin, ne kendisine, ne de başkasına saygısı yoktur.

Bir rivayete göre Yesevî, yaptığı kaşıkları, kepçeleri öküzün heybesine koyar, yola sürermiş. Buna alışkın olan hayvan, kendi kendine pazara gider, dolaşırmış. İnsanlar bilir, heybeden malı alır, takdir ettikleri bir miktarı da heybeye bırakırlarmış. Arada durumu bilmeyen biri heybeden bir şey aşırırsa, öküz onun peşine takılır, elindekini heybeye geri koyuncaya kadar da peşini bırakmazmış.

Ahmed Yesevî?den güzel sözler:

Ey dostlar! Cahillerle dostluk kurmaktan sakınınız.

Akıllı ve uyanık isen, kendini dünyâya kaptırma. Şeytân seni kandırıp emrine alır. Bundan sonra felakete sürüklenirsin de haberin bile olmaz.

Himmet (Allah?tan yardım dileme ) kuşağını beline sarmayan insân, dünyâ sevgisinden kendini kurtaramaz.

Kalp kırma. Allah kalp kıranları sevmez.

Müslüman olsun-olmasın, da hiç kimseyi incitme.

Düşünmek ve çalışmak ibâdettir.

Düşmanına iyilik et ve yaptığın iyiliği başa kakma.

İnsanın en büyük zaafı bencil olup iyilere değer vermeyişidir.

Erenlerin yolunda yürümek istersen, halk içinde alçakgönüllü ol ve cahillerden uzak dur.

Yesevîlik Öğretisi ( Yesevîyye )

Yesevîlikte mürit, kendinden ziyade yaradanın eseriyle ilgilidir. Dışa dönüktür. Buna seyri sülûk-i âfâkî denir. Bu usulde yaratılan eşyayı severek tarikatta seviye kazanılır. Yesevîliğin işte bu dışa dönük terbiye metodu, Müslümanlar arasında bu kadar yayılmasında motive edici güç olmuştur. Yesevîliğin devamı olan diğer tarikatlar da bu dışa dönükçü metot sayesinde geniş halk kitlelerinde kendilerine yer buldular.

Âfâkî metodun tasavvuf eserlerinde ise, eşya ve tabiattan ibret alınması tavsiye edilir. Zira her şeyde bir işaret vardır ve o da yüce Yaradan?ı gösterir.

Ahmed Yesevî İslam?ın hükümlerini (şeriat) hakkıyla yerine getirmeyenlerin tasavvufla ilgilenmelerine karşı çıkmıştır. Bu prensibini uygularken hiçbir zaman kırıcı olmamış ve şöyle demiştir:

Kalp kırmak Kâbe?yi yıkmak gibidir. Gönlü kırık zavallı birini görürsen, yarasına merhem ol.

Sünnet imiş, kâfir de olsa incitme sen, Allah uzaktır katı yürekli gönül incitenden.

Yesevî, öğretisini hocası Arslan Baba'dan aldığı "ehl-i beyt" sevgisi ve bu doğrultudaki tasavvuf anlayışı üzerine kurmuştur. Bir Türk sûfî tarafından kurulan bu ilk büyük Türk tarikatı, önce Mâverâünnehir, Taşkent ve çevresiyle Batı Türkistan'da etkili olmuştur. Daha sonra Horasan, İran ve Azerbaycan'da yaşayan Türkler arasında yayılan Yesevî tarikatı, XIII. yüzyıldan başlayarak göçlerle Anadolu'ya, oradan da Balkanlara ulaşmıştır.

Yesevî öğretisinin bu denli etkili olmasının temel sebeplerinden biri; Ahmed Yesevî'nin düşüncelerini anlatmak için, o dönemde gelenek olduğu üzere Arapça veya Farsçayı değil, Türkçeyi seçmesidir. Hece vezniyle yazdığı şiirlerle öğretisinin hızla yayılmasını ve kuşaktan kuşağa kolayca aktarılmasını sağlayan Yesevî'nin Hikmet olarak adlandırılan ve yüzyıllarca sözlü olarak yaşatılan şiirleri, XV. yüzyılda yazıya geçirilerek Dîvân-ı Hikmet adı altında toplanmış ve elden ele dolaşmıştır.

İslam'ın değerlerini Türk kültürünün değerleriyle kaynaştıran Yesevî öğretisi, özellikle bozkırlarda yaşayan Türk boylarının İslamiyet'i benimsemesini kolaylaştırmıştır. İslam'ı tanımalarına ve benimsemelerine karşın, var olan değerlerinden kopmayan bu topluluklar için, kentli din bilginlerinin sunduğu kuralcı İslamiyet'ten çok, dervişlerin sunduğu, dine esnek yaklaşan ve eski inançları yadsımayan bir İslam anlayışı, daha yakın gelmiştir. Böylece "Şaman" geleneklerinin bir kısmı az ya da çok değişikliklere uğrasa bile, varlığını sürdürmüştür. Kazakistan'da "Yesevî zikri" adı verilen törenlerde, geleneğin İslami değerlerle kaynaştırılarak bugün bile sürdürüldüğü görülebilir.

Bu örnekler, Yesevî'nin temsil ettiği İslam'ın, var olan inanç sisteminin tamamen terk edilmesini şart koşmadığını ortaya koymaktadır. Bu yüzden bugün yalnızca Kazakistan'da değil, eski Türkistan toprakları üzerinde yaşayan Türk topluluklarının çoğunda Şaman geleneklerinden izler görülür. Üstelik bu uygulamalar, Ahmed Yesevî'nin izinden gidenlerce Anadolu'ya ve Balkanlar'a da taşınmıştır.

Ahmed Yesevî, öğretisini "Dört Kapı" olarak bilinen şu ilkeler üzerine kurmuştur: Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat. Dört Kapı İlkesi, Hacı Bektâş Velî'nin öğretisine de temel oluşturur. Hacı Bektâş Velî, her bir kapıya onar makam ekler ve "Dört Kapı, Kırk Makâm" olarak adlandırılan ilkeler bütününü ortaya koyar.

?Fars dilini bilir de, sevip söyler Türkçeyi?

Sevmiyorlar bilginler, sizin Türkçe dilini,

Bilgelerden dinlesen, açar gönül ilini,

Ayet - hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar,

Anlamına erenler, başı eğip uyarlar,

Miskin zayıf Hoca Ahmet, yedi atana rahmet

Fars dilini bilir de, sevip söyler Türkçeyi

Türk milliyetinin hamurkârı olan Ahmed Yesevî, Türk aydınlarının Arapça ve Farsça yazdığı bir dönemde, ilk defa Türkçe şiirler söyleyen insandır. Türk dünyasında çok iyi tanınır ve bilinir. Büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı; "Şu Ahmed Yesevî kim? Bir araştırın göreceksiniz. Bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız?" diyor... Ahmed Yesevî'nin öğrencileri ve takipçileri, onun "Hikmet" denilen şiirlerini yüzlerce yıldan beri tekrarlayarak Türk dilinin gelişmesini sağlamışlardır.

Ahmed Yesevî, ilk Türk-İslam mutasavvıfı olarak, Türklere İslam?ı ve tasavvufu anlatmak için "Farsçayı çok iyi bilmesine rağmen" şiirlerini Türkçe yazdı, söyledi. Hikmetler, Türk Dünyasının her yerine yayıldı. Türkçe canlandı. Yesevî'nin yolundan gidenler, Türkçe söylediler. Yunus Emre, bir Ahmed Yesevî öğrencisi ve Yesevî izleyicisidir. Hak yolunun en büyük şairidir. Şiirlerinin ilham kaynağı Ahmed Yesevî'dir ve hatta bazı şiirleri Yesevî Hikmetlerinin tekrarlanmış şeklidir.

Sözgelimi Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet?indeki;

?Işkıng kıldı şeyda mini

Cümle alem bildi mini

Kaygum sinsin tüni küni

Minge sinok kirek sin...?

mısraları, Yunus Emre Divanı?nda;

"Aşkın aldı benden beni

Bana seni gerek seni

Ben yanarım tünü günü

Bana seni gerek seni"

mısralarıyla karşımıza çıkar.

İki şiirin tamamını karşılaştırdığımız zaman, temanın ve bazı mısraların birbirinin aynısı olduğunu görürüz. Ahmed Yesevî ve öğrencileri, henüz büyük kısmı Müslüman olmamış, olanları da yeteri kadar dini bilmeyen Türklere İslamiyeti anlatmak gayretiyle Türkçe söylemişler ve Türkçenin devamına ve gelişmesine en büyük hizmeti yapmışlardır.

Osmanlı padişahlarını da etkiledi

Beş yüz yıl önce Avrupa'da, dinlerinden ötürü işkenceye ve yok edilme tehdidine maruz bırakılan ispanya Mûsevîlerini gemiler göndererek İstanbul'a getiren Osmanlı Hükümdarı II. Beyâzıd, Yesevî anlayışının takipçisi ve uygulayıcısıydı. Ve II. Beyâzid bir Yesevî dervişiydi. Bu anlayışa bugün de bütün insanlığın ihtiyacı vardır.

Ahmed Yesevî'nin yaşamış olduğu Türkistan şehri, Uluğ Türkistan'ın kalbidir. Türkistan şehri aynı zamanda, Oğuz Han'ın da başşehridir. Hepsinden önemlisi, ilk adı "Yesî" olan Türkistan şehri, dünya Türklüğünün ortak manevi atası olan Ahmed Yesevî'nin şehridir. Bu şehir, önce kendi adını ona vermiş, daha sonra da Ahmed Yesevî'nin unvanını ad olarak almıştır. İslam dünyasında, Ahmed Yesevî için "Türkistan'ın Pîrî" ve "Türkistan'ın Hazreti" denilirdi. "Türkistan'ın Hazreti'nin Şehri" ifadesi zamanla kısalarak "Türkistan" olmuştur. Türkistan'da Ahmed Yesevî'nin türbesi ve Yesevî Dergâhı vardır. Ahmed Yesevî'nin türbesi bugün de Türk dünyasının her yerinden gelen ziyaretçilerle dolup taşmaktadır.

Ahmed Yesevî, bizim ruh hamurkârımızdır. Milliyetimizin temel insanıdır. Bugün, Türk Dünyası birbirine yeniden kavuşurken, buluşma ve birleşme noktası, Ahmed Yesevî'nin adı, fikirleri ve hizmetleri olacaktır...

Kaynakça:

Eraslan Kemal, Dîvân-ı Hikmet?ten Seçmeler, Ank. 1983.

Köprülü Fuat, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvuflar

TDV İslam Ansiklopedisi, CII S: 159-163, İstanbul 1989

Berkan Lütfi Ömer, Kolonizatör Türk Dervişleri


Bozkurt-1903
Yasaklı
18 Eylül 2012 18:46

HAZRETİ TÜRKİSTAN HOCA AHMED YESEVÎ

http://www.yenidenergenekon.com/1-hazreti-turkistan-hoca-ahmed-yesevi/


Bozkurt-1903
Yasaklı
18 Eylül 2012 20:08

GÖKTÜRK BAYRAĞI, gök renginde açık düz mavi renkte olup, orta yerinde bozkurt şekli bulunurdu. Kağan bayrağında, som alfandan dökülmüş Bozkurt başı, bayrak direğinin tepesine dikilirdi. Savaş birliklerinin taşıdıkları bayrakların tepelerinde ise, demirden dökülmüş bozkurt başı bulunurdu. Bozkurt, Göktürkler'in türeyiş efsanelerinde yer alan kutsal bir yaratıktır. Ergenekon Destanı ile de, ulusal bir değer ve anlam taşımaktadır. Tarih öncesinden gelen bu inanç, Göktürkler'in ulusal varlıklarının, özgürlük ve egemenliklerinin simgesi olmuştur.

(Kaynak: Ali Kemal Meram - Göktürk İmparatorluğu Tarihi)


Bozkurt-1903
Yasaklı
18 Eylül 2012 20:15

?Ben, Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağan, bu çağda tahtıma oturdum. Sözlerimi sonuna kadar dinle, iyi işit! Bütün küçük kardeşlerim, yeğenlerim, oğullarım! Bütün soyum, milletim! Yukarıdaki mavi gök çökmedikçe, aşağıda kara toprak yarılmadıkça, senin ilini ve töreni kimse bozamazdı... Ama sen düşmanın armağanlarına kandın; bölücülere, fesatçılara kandın; seni kurtaran atalarına isyan ettin! Yurdu böldün ve öldün!..?

Orhun Anıtları, Bilge Kağan ? Güney Yönü

Göktürklerin Türk tarihinde önemli bir yeri vardır; çünkü ?Türk? ismi ilk defa resmi devlet adı olarak Göktürkler tarafından kabul edilmiştir. Milleti ifade etmesi bakımından siyasi bir anlamı olan ?Türk? kelimesi, bu sayede bütün bir milletin adı olmuştur.

Türk soyunun en bilinçli boyu olduklarını her davranışlarıyla ortaya koyan Göktürkler, öyle bir tarih yarattılar ki, bu tarih bize ulusumuzun gerçek adını öğretti. Kurdukları imparatorluğa, kişisel ya da yöresel adlar yerine, ulusumuzun öz adını koydular.

Öyle bir tarih yarattılar ki, Asya?daki Türk gücünün kaynağını, o kaynağın neden ve nasıl kuruduğunu, aydınlık ve karanlık dönemlerini gösterdiler. Varoluşun ve yücelmenin gereğini, yok olmanın nedenlerini öğrettiler.

Sonunda Türkleri yüce bir onurla gururlandırıp, tarihten çekildiler.

(Göktürk İmparatorluğu Tarihi - Yazar Ali Kemal Meram)


Bozkurt-1903
Yasaklı
18 Eylül 2012 20:17

TARİHTE TÜRKLÜK - LÁSZLÓ RÁSÓNYI

Türkler, tarihin en eski ve sürekli kavimlerinden biridir. Dört bin yılı aşkın onurlu geçmişiyle Türkler; Asya, Avrupa ve Afrika kıt?alarına yayılmış büyük bir ulustur. Türklerin, tarihin çok eski dönemlerinde, Orta Asya topraklarında ortaya çıktıkları bilinmektedir. İlk topraklarının coğrafî sınırlarını çizebilmenin olanaksızlığına rağmen, Türklerin ilk yurtları, tarihsel kaynaklara göre, Altay dağları yöresidir. Tanrı dağlarıyla Altay dağları arasında yaşayan Türkler, Altay kavimlerinden sayılmışlardır.

Türklerin tarihi, kavim olarak, Çin yazılı belgelerinin Kunlar adını verdikleri, Hunlarla başlar. Ama, sözcük olarak Türk, çok eski çağlardan beri bilinmekte ve kullanılmaktadır. Çin kaynaklarında Türk sözcüğü T?u-kûe olarak yer almış, Tu-kin şeklinde yazılmıştır. Türklerden söz eden bir diğer eski yazılı kaynak da Asurlulardan kalmıştır. Ninova Kütüphanesinde bulunan ve M.Ö. 665 tarihini taşıyan bir tablette, kuzeyden inen Türk atlılarının Asur ülkesini ele geçirişleri anlatılmıştır. Türklerden söz eden en eski kaynaklardan biri de Herodot Tarihi?dir. Bu ünlü tarih kitabında Türk adı Trykae (Turkhia) olarak geçmektedir.

Türk sözcüğünün bir kavmi, bir topluluğu ve bir devleti belirtmek amacıyla ilk kullanılışı, dağınık ve göçebe Türk boylarının Göktürk siyasal birliği çevresinde toplanmasıyla başlamıştır. Göktürk devletinin kurulmasından sonra Türk sözcüğü tarihe, Orta Asya kavimlerinin büyük çoğunluğunu belirten bir isim olarak geçmiştir.

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=128758


Bozkurt-1903
Yasaklı
18 Eylül 2012 20:20

GÖKTÜRK İMPARATORLUĞUNUN EGEMENLİK ALANI

İMPARATORLUĞUN egemen olduğu 552-630 ve 680-745 dönemleri süresince, Aral, Balkaş ve Baykal gölleri bir iç deniz durumuna girmiş, Hazar Denizi'nin kuzey ve doğu kıyıları ele geçirilmişti. Batıda, Ural Dağları ve Ural Nehri'nden Volga'ya ve Kore'nin kuzeyinden Büyük Okyanus'a kadar dayanılmıştı. Güney'de Doğu-Türkistan'm tamamı ve Batı Türkistan'ın dörtte üç bölümü alınmış; Keşmir, Tibet ve Çin Seddi'ne dek ulaşılmıştı. Kuzeyde; 60. enlem çizgisine kadar uzanan 18 milyon km2 üzerinde, "Gök renkli, kurt başlı" Göktürk Bayrağı dalgalanıyordu. Çağın birer güçlü imparatorluğu olan Çin, İran ve Bizans imparatorlukları bile, bu oranda ve böyle bir görkemde egemenlik kurabilmiş değildi.

Göktürk İmparatorluğu'nun kuruluşundan, tarihten silinmesine kadar geçen 193 yıl içinde, imparatorluğun egemenliği altında şu devlet kuruluşları bulunuyordu:

Türk devlet kuruluşları:

1) Dokuz Oğuz (Üç Oğuz)

2) On Uygur

3) Kırgız

4) Basmil

5) Karluk

6) Türgiş (Türkeş/On Ok)

7) Ediz

Tatar, Moğol, Mançu, Tunguz ve Acem soylu toplumların devlet kuruluşları:

8) Otuz Tatar (Dukuz Tatar)

9) Avar (Apar)

10) Kıtay (Kıtany)

11) Kırukan (Üç Kırukan)

12) Bayırku

13) İzgil

14) Tangut (Toygut)

15) Tongra

16) Altı Çub Soğdak (Sogd)

17) Tezik

18) Az

19) Çik

20) Berçik

21) Tatabı

(Kaynak: GÖKTÜRK İMPARATORLUĞU TARİHİ - ALİ KEMAL MERAM)


Bozkurt-1903
Yasaklı
18 Eylül 2012 20:27

GÖKTÜRKLER DEVRİNDE ŞAHIS ADLARI

Türkler'in varlıklarının başından beri bir bozkır kavmi olmadıkları şüphesizdir. Onların bozkır bölgesinde seslerini erken duyurmamalarının en mühim sebebi de budur. Türkler yaşayışlarının başlarında bir orman kavmi eski deyimle "ağaç eri" idiler ve Sibirya'da, pek muhtemel olarak, Baykal (=Tenis), Kem (=Yeniçay=Yenisey) ve Angara ırmağı arasındaki geniş yörede yaşadılar. Orada çoğaldıkça kümeler halinde aşağıya, bozkır bölgesine indiler. Yakutlar ise kuzeye Tundralar'a göç etmek zorunda kaldılar.

Bu en eski Türk yurdundan bozkır bölgesine inen Türk soyundan ilk budun veya budunlardan biride Çinliler'in Hiung-nu dedikleri Hunlar'dı. Hunlar'ın Türk soyundan olduklarında şüphe yoktur. Çin kaynaklarında Gök Türkler ile Uygurlar'ın Hunlar'dan geldikleri açıkça ifade ediliyor. Buna karşılık aynı kaynaklarda Juan-juanlar ile Kıtay (=Hıtay) ların Hunlar'la akrabalığından ise asla söz edilmiyor.

Hunlar, M.Ö. III. yüzyılın son çeyreğinin başında güçlü bir devlete sahip olarak Çin için tehlikeli bir komşu haline geldiler. M.Ö. 214 yılında Çin Şeddinin tamamlanması bu hususla' ilgilidir; Türkler Çin şeddine Burkurka (Bukarka), Moğollar da Etkü (?) demekte idiler. Hunlar'ın siyasî hayatları halefleri olan devletlerinkine nisbetle uzun sayılabilir. Bu arada onlar mücadeleci ruhları ile Çinliler'in hafızalarında unutulmaz hatıralar bırakmışlar, Türk devletlerine bir çok gelenekler vermişler ve Aryan kavimlerinin Orta Asya'dan uzaklaşmalarında mühim bir âmil olmuşlardır.

M.Ö. 155'lerde Orhun bölgesindeki kuzey Hunlar'ı devletine Sien-pi'ler tarafından son verildi. Sien-pi'ler Moğol asıllı kabul edildiği gibi, V. yüzyılın başlarında kurulan Juan-juanlar, Mançurya sınırlarından Tarbagatay'a kadar uzanan toprakların sahibi idi'ler. Onların batı komşuları ise Heftalitlerdi. Heftalitler'in ülkeleri de Doğu Türkistan'daki Turfan-Karaşar yörelerinden başlayıp Horasan içlerine kadar gidiyordu. Heftalitler'in kavmî menşelerine gelince; ilim âlemine hakim olan görüş onların Moğol asıllı olduklarıdır'. Fakat sonra onların Ârî soyundan geldikleri ileri sürülmüştür. Bu durumda Heftaliter'in asıllarının yeniden esaslıca araştırılması, meselenin muhtemelen kesin bir şekilde halledilmesi ile sonuçlanabilir.

Kuzey Çin ise Türk asıllı Tabgaç (Çincesi T'o-pa) adlı bir kavmin idaresi altında idi. Fakat bunlar V. yüzyılın ikinci yarısında tamamiyle Çinli'leşmişlerdi.

Çin kaynaklarına göre (Juan-juanlar'a tâbi kavimler arasında Türk (daha doğrusu Türük) adlı bir bodun da vardı. Bu bodun, yine aynı kaynaklara göre, Altay dağlarında yaşıyor ve efendileri Juan-juanlar için demirden âletler yapıyorlardı. Fakat Çin kaynaklarının bu haberi Gök Türkler'den ancak bir bölüğü için doğru olabilir.

İşte bu Türkler'in başbuğu Bumin 552 yılında Juan Juan yahut Ju-ju'lar'ın devletine son verdi. Bumin ne yazıkki aynı yılda hayata veda etti. Fakat Bumın sadece 572-580 arasında dikilmiş olan Bugut kitâbesinde değil, 180 yıl sonra torunu Bilge Kağan tarafından Türkler'e şan şeref veren en büyük hükümdar olarak da kendisinden söz edildi6. Hatta bu büyük hükümdar Uygur hükümdarı İl İtmiş Bilge Kağan'ın kitâbelerinden birinde dahi anıldı.

Fakat kardeşi İstemi ile (ölümü 575) oğlu Mukan (553-572) onu aratmayacak derecede kabiliyetli hükümdarlardı. Gerçekten Mukan 555 yılında doğuda Juan juanlar'ın varlığına tamamen sonverdiği gibi, İstemi de 563-567 yıllarında kuvvetli ve büyük Heftalit İmparator'luğuna son verdi. Bu iki hükümdarın başarıları üzerine Gök Türk devletinin hududları doğuda Hıngaan dağlarına, batıda Ceyhun ırmağı ile Hazar Denizine kadar uzanmıştır.

İstemi de Bilge Kağan tarafından Bumin gibi kağan unvanı ile saygı duyularak anılıyordu. Kağan gibi fakat Mukan'dan söz edilmiyor. Bunlardan sonra büyük kağanlar görülmedi. Bu arada imparatorluk ikiye ayrıldı.

İmparatorluğun birbirine düşman iki devlete ayrılması Çin karşısında siyasî bakımdan zayıf düşürdü ve bu Doğu Gök Türk devletinin 630 yılında feci bir şekilde yıkılması ile sonuçlandı. Tutsak alınan kağan ve bodundan yüzbin kişi Çin'e götürüldü. Şanlı atalarının gururunu taşıyan Kie-li kağan bu tutsaklığa ancak 4 yıl dayanabildi. "Türk beylerine" gelince, onlar Tabgaç kağanının hizmetine girmişlerdir. Türkçe Unvanlarını atıp Çince unvanlar almışlardır. Halbuki bu "bölgeler" 630'da savaş esnasında Çin imparatorunu tek başına karşılarında görünce onu tutacakları yerde şaşkınlık ve korkudan atlarından inip imparatora yükünmüşlerdi. Böylece büyük bir zafer akıl almaz davranışları yüzünden büyük bir felâkete uğranılmıştı. Doğu Gök Türkleri, Batılılar için bir set idi. Doğu yıkılınca batı da kendisini koruyamadı. Çin 657 yılında Batı Gök Türk devletini de hâkimiyeti altına aldı.

Gök Türkler'in demirle ilgileri hakkında elimizde iki haber vardır:

a- 568 yılında Batı Gök Türk ülkesine gelen Z6marque başkanlığındaki Bizans elçilik heyetine bir çok Türk, demir satmak istediklerini söylemişlerdi. Zemarque bundan Türkler'in kendisine demir madenlerine sahip olduklarını anlatmak istediklerini sanmıştı .

b- Kapkan Kağan (692-716) barış yapılabilmesi için Çin imparatoriçe'sine getirilmesini şart koştuğu istekle-rinden biri de muazzam miktarda demir gönderilmesi idi (S. Julien, Documents, s. 417). Liu-mau-tsai'de: "10000 fûnd Eisen=5000 kilo demir" deniliyor.

682 yılında Doğu Gök Türk devleti hanedana mensup Kutlug Şad tarafından yeniden kuruldu. Kutluğ da büyük başarısı ile ilgili olarak İl-Tiriş Kağan ünvanını aldı. İl Tiriş, burada ülkeyi düzene sokan devlet kuran demektir. Kutluğ'un bu başarısında şüphesiz, Türk Kara Kamaç Budun'un yani halk kitlesinin şanlı maziyi unutmayarak daima tutsaklıktan kurtulmak özlemini taşıması harekete geçirilmesinde ve başarıya ulaşılmasında en mühim âmili teşkil etmiştir. Doğu Gök Türk devletin ikinci devri, 62 yıl sürmesine rağmen her türlü ilgiye layık bir devirdir. Bunun için Orhun âbidelerinin bu devirde meydana getirildiğini hatırlamak elverir.

Bilge Kağan'ın 734 yılında vefatından sonra kuvvetli bir şahsiyet çıkmadı. Bu yüzden 742'e kağanlık mücadelesi başladı. Bu mücadele Gök Türkler'in bilhassa mânen çok zayıf olduklarını açıkça ortaya koydu. Bunu gören devlete tâbi, Uygur, Karluk ve Basmıllar birleşerek isyan ettiler. İsyan gelişti ve Gök Türk devleti bu isyan sonucunda yıkıldı (744). Uygurlar müttefiklerini yenerek Gök Türkler'in yalnız başına halefi oldular.

Batı Gök Türkleri'ne gelince, onlarda Su-lu Kağan'ın ölümünden (739) sonra gittikçe zayıfladılar, öyleki yurtlarından Uygurlar tarafından kovulmuş olan Karluklar 766 yılında Sûyâb'i kolayca alıp Türgiş yahut Batı Gök Türk devletine son verdiler.

Gök Türkler'in Türk Tarihindeki yerleri üç maddede ifade edilebilir:

a. Gök Türkler İç Asya'da sınırları o zamana kadar görülmemiş genişlikte bir devlet kurmuşlardı. Daha önce de yazıldığı gibi Gök Türk devletinin batıdaki sınırları Ceyhun ırmağı ile Hazar denizine dayanmıştı. Hatta Çinli rahip Hivan Tsang 630 yılında Gök Türk sınırının Afgan içlerine uzandığını görmüştü. Bizans ve İranlılar ile olan münasebetler Türk adına kazandırdı. Türk adını taşıyan asıl bodun tarih sahnesinden çekildiği halde Türk adı bu yeni manası ile varlığını kuvvetle sürdürdü.

b. İstemi Yabgu Eftalitler'i yendikten sonra buyruğundaki on beyin başına Isıg Göl'ün doğu ve kuzey doğusundaki topraklarda yurt verdiği gibi, diğer beşine de aynı gölün batısında bulunan Çu ve Talaş ırmaklarının bulunduğu bölgede yurt vermişti. Bu on beyden her biri boyları ile birlikte bu yurtlarında oturdular. Böylece Batı'da çok geniş bir saha, kavmî bakımından Türk ülkesi halini aldı.

c. Gök Türk kağanları ve devlet adamları teşkilatçı, her konuda gelişmeyi seven bir kavim ile medeniyetçi insanlar idiler. Onlar pek tabiî olarak devletlerini kurarken birçok müesseseleri mevki ve şeref unvanlarının bir kısmını halef olduğu devletler ile komşu devletlerden aldılar. Çin kaynaklarında Gök Türkler'in devlet teşkilâtı, içtimaî dinî ve kültür hayatları hakkında bazı kısa bilgiler verilir. Bu bilgilerin hepsi Gök Türkler'in devletlerini kurup geliştirdikleri ilk yıllara aittir.

Burada Gök Türkler'de 20 memuriyetin bulunduğu ve bu memuriyetlerin babadan oğula geçtiği ifade edilir. Bu memuriyetler hakkında aşağıda unvanlar kısmında bilgi verilmiştir.

Gök Türkler'in uzun bir müddet Soğdça'yı devlet dili olarak kullandıkları şüphesizdir.

Çin kaynaklarındaki:

"Türkler'in yazıları yoktur. Sözleşmelerini ağaç levhalar üzerine yaptıkları Kertik ve Çentiklerle gösterirler" sözü hiç yazı kullanmadıkları zamana, yine aynı kaynaklardaki "yazıları Barbaroslar'ın (=Hu) ki gibidir" ifadesi ile Soğd alfabesini kullandıkları zamana aittir. İpek ticareti hakkında Soğd Muniah ile 567 yılında Bizans İmparatoru II. Justin'e İstemi Yabgu tarafından gönderilen mektup, Soğdça olduğu gibi", Çin imparatorlarına yazılan mektuplarda, şüphesiz aynı yazı ve aynı dilde idi. Bu arada 570-582 arasında dikilmiş olan Bugut kitâbesi de Soğd alfabesi ve dili ile yazılmıştı.

Gök Türk alfabesinden Çin kaynaklarında galiba hiç söz edilmiyor. Bu alfabenin İran şekilli Aramî veya Pehlevî gibi alfabelerden çıktığına dair görüşler vardır. Fakat bu görüşler kesin bir şekilde isbat edilemiyor. Bunun da sebebi, bu alfabede Türk katkısının fazla olmasıdır. Böylece bu alfabe millî bir alfabe hüviyetini kazandı. Fakat, bu alfabenin icadı bana göre VII. yüzyılın ikinci yarısındadır. Çünkü bu alfabenin daha önce kullanıldığına dair hiç bir delil yoktur. Sonra eğer bu alfabe VI. yüzyılda mevcut olsa idi, Bugut kitâbesi Soğd yazısı ile yazılmazdı.

Çin kaynakları Türkler'in takvimleri olmadığını yılları bitkilerin yeşillenmesine göre hesaplandıklarını yazarlar. Fakat yine aynı kaynaklarda Şapo-lıo (=Işbara) Kağan tarafından (584 yılında) Çin imparatoruna gönderilen bir mektubun Lu (Efderhu) yılının IX. ayının 10. günü yazıldığı kaydedilir. Bu Türklerin 12 hayvanlı takvimlerini kullandıklarına dair en eski haberdir. Böylece bu 12 hayvanlı takvimin kullanılması da Gök Türkler devrinde başlamıştır. Takvimin geçen yüzyıla kadar İran ve Turan'da resmen kullanıldığını biliyoruz. Oniki hayvanlı takvimi, Türkler'in Çinliler'den aldıkları ile ilgili görüş şimdi çok daha fazla ehemmiyet kazanmıştır.

Yine VI. yüzyıla ait bilgilerden olmak üzere, Çin kaynakları, Gök Türkler'i konar göçer olmakla beraber, onlardan her birinin bir toprak parçasına sahip olduğunu yazarlar. Bu toprak parçası çiftçilik yapmak için kullanılan tarla («tarıglag) olmalıdır. Kapkan Kağan barış yapılması için Çin imparatoriçesinden 300.000 darı ile 3000 adet ziraat aleti istemişti.

Daha kurucu kağanların; ticaretin ve bilhassa ipek ticaretinin ehemmiyetini kavrayarak 567'de Bizans imparatoruna elçi gönderdiklerini biliyoruz. Bundan çok daha mühim olan haber Bilge Kağan'ın (ölm. 734) bodundan, Ötüken'de oturup, ticaret ile meşgul olmasıdır. Bazı hudut şehirlerinde Türkler ile Çinliler arasında ticaret yapılmakta idi.

Kağanlar Çin medeniyeti ile yakından ilgilenmişler, Çin'in zenginlik ve kuvvetinin nereden geldiğini de düşünmüşlerdi. Tutsak Budist bir Çinli rahip T'a-po Kağan (572-581)'a bunun (Çin'in kuvvet ve zenginliğinin) Buda'nın ilkelerine riayet edildiğini söylemesi, onun bu dine girmesinde âmil olmuştu. Bilge Kağan'ın da aynı dine girmek istediğini biliyoruz.

Bazı kağanlar da şehir kurmak ve bodunları ile orada oturmak istemişlerdir. Bunların başında K'i-min Kağan geliyordu. Bilge Kağan'ında şehir kurmak istediğini, fakat Tonyukuk'un Kağan'ı bundan vazgeçirdiğini biliyoruz. Yine Bilge Kağan devrinde Tula ırmağı kıyısında veya ona yakın bir yerde "Toğu Balık" vardı. Buradaki Balık pek muhtemel olarak onun bir şehir olduğunu gösteriyor.

Türkler'in halk kitlesi yün ve deriden yapılmış elbiseler giyiyorlardı. Kışın mutlak deri elbiseler giyilirdi. Kışı keçe çadırlarda deri elbiseler giymeden geçirmek mümkün değildi. Anadolu'da da uzun müddet deri elbiseler giyilmiştir. Türkler kaftanlarının sağ kanadını sola atarlardı. Saçları da dalgalı olarak ortaya (galiba enseye kadar) sarkıtılıyordu. Halbuki Çinliler elbiselerin sol kanadını sağa atıyorlar, saçlarını da topuz şeklinde yapıyorlardı. Elbisenin sağ kanadını sola atmak Çinliler'ce barbar alametlerinden sayılıyordu. Bu sebeple bir iki kağan elbise ve saç hususlarında da Çinli'leri taklit etmeyi düşündüler ise de bodunlarının tepkisi ile karşılaşmaktan korktukları için bu düşüncelerini uygulamadılar. Tabiî kağanların bu düşüncelerinde, ülkelerini istikrarlı; zengin ve güçlü bir duruma getirmek arzusu âmil olmuştur.

Gök Türkler devletlerini kurdukları VI. yüzyılda ölülerini yakıyorlardı. Fakat VII.. yüzyılın ilk çeyreğinde toprağa gömmekte idiler. Bu devrin sonuncu hükümdarı Hie-li Kağan cin ve şeytanların varlığına inanmıyordu, inanmadığı içinde, kendilerinden başka herkese "hu" yani barbar diyen Çinli'ler tarafından tenkid edilmiştir.

Bütün bunlar arasında Gök Türkler'in Türk ve dünya tarihindeki en mühim rolleri, şüphesiz kendileri ve kendi alfabeleri ile kitâbeler bırakmalarıdır. Bu kitâbeler Türk dilinin, Türk edebiyatının ve Türk tarihinin en eski ve aynı zamanda bir eşleri olmayan en güzel, en değerli eserleridir. Daha umumî bir ifade ile Orhun kitabeleri Türk kültürünün şaheseridir.

Gök Türk kitâbeleri umumiyetle mezar âbideleri için yazılmış kitâbelerdir. Bu âbideler şimdi Moğolistan denilen eski Türk yurdunda bulunuyor. Konumuzu teşkil eden devirle ilgili olarak bugüne kadar altı kitabe keşfedilmiştir. Bunlardan dördü dört büyük devlet adamına aittir. Hanedana ait iki kitâbeden biri Köl Tigin öbürü de Bilge Kağan için yazılmıştır.

Bu kitâbeler şunlardır:

1. Ongin: Bu kitâbe Orhun yöresinin güneyindeki Ongin (eski Kök Öflg) ırmağı dolaylarında bulunmakta olup Orhun âbidelerine 100 mil uzaklıktadır. Kitâbe hanedana mensup İl İtmiş Yabgu için vefalı oğlu ve hanedanın saygın kişilerinden Bilge Işbara Tamgan Tarkan tarafından diktirilmiştir. L. Bazin'e göre kitâbelerin en eskisi olup 720 yılında dikilmiştir.

2. Köl İç Çor: Tula ırmağının kıvrımının güneyinde Ehe Hüşotu denilen yerdedir. Bu kitâbe de Gök Türk büyüklerinden İç Köl Çor'a aittir. Çok tahribe uğramış olan İhe Hüşotu kitabesi yine Bazin'e göre3" 723-725 yıllarında yazılmıştır.

3. Altun Tamgan Tarkan: bu kitabede Orhun ırmağı ile Koşo Çaydam yakınında Ihe Ashete'de bulunan bir mezar kitâbesi olup adı geçen tarhan için dikilmiştir. Bazin bu kitâbenin de 724 yılında dikildiğini yazıyor.

4. Tonyukuk: Ünlü devlet adamına ait kitâbedir. Bu kitâbe Moğolistan'ın başkenti Ulan Bator'un (=Kızıl Bahadır) takriben 50 km. güney doğusunda ve Orhun âbidelerinin 350 km. kuzey doğusunda bulunuyor. Tonyukuk'un âbidesinin Ötüken'den çok uzakta bulunması dirliğinin yahut yurtluk-ocaklığının o bölgede olduğunu, gösterir. Böylece diğer kitabelerinde sahiplerinin dirliklerinde dikilmiş oldukları anlaşılıyor. Tonyukuk bilindiği üzere, kitâbesinde hayat ve başarılarını bizzat kendisi anlatmaktadır. Yani onunki mezar kitâbesi değildir. Üç büyük Gök Türk kitâbesinden biri olan Tonyukuk kitâbesinin W. Thomsen 725 yıllarında, Bazin ise 726 veya az sonra dikildiğini söylüyor.

5. Köl Tigin Kitâbesi: 731 yılında hayata veda eden Köl Tigin için 732 yılında dikilmiştir. Kitâbedeki sözleri Bilge Kağan söylemiş ve yine hanedandan Yollig Tigin yazmıştır.

6. Bilge Kağan Kitâbesi: Bu kitâbede 734 yılında vefat eden Bilge Kağan için 735 yılında oğlu tarafından diktirilmiştir. -Bu kitâbedeki sözlerin bir kısmını Köl Tigin kitâ-besindeki bazı bahisler teşkil eder. Geri kalan kısımda Bilge Kağan, yaşını zaman birimi olarak olayları, elli yaşına (yani ölümüne) kadar anlatmaştır. Yine orada, kitâbeyi diktiren ve kendisi gibi Türük Bilge Kağan unvanını taşıyan oğluna ait bazı kısa sözler vardır.

Gök Türkler'in tarihimizdeki yeri hakkında yazılan bu girişten sonra asıl konumuza geçebiliriz. Gök Türkler'de ad konma geleneği ile ilgili olarak, hiç bir bilgiye sahip olmadığımız gibi kitâbelerde görülen has isimlerin çoğuda unvandır.

Bilge Kağan Köl Tigin kitâbesinde:

"Kanım Kağan uçdukda inim Köl Tigin yiti yaşda kaltı... Umay teg ögüm Katun Kutına inim Köl Tigin erat boldı= Babam Kağan öldüğünde küçük kardeşim Köl Tigin yedi yaşında kaldı... Umay gibi annem hatunun talihine Köl Tigin er adını aldı.

Yenisey kitâbelerinde de bu er at sık sık geçmektedir. Er at, ibarenin de gösterdiği gibi, er adi demektir. Yine Yenisey kitâbelerinden birinde "oğlan at'ım" sözü geçiyor. Bu kayıt eski Türkler'in çocuklarına doğdukları zaman isim koydukları fikirlerini veriyor. Erkek çocuklar ergenlik çağına gelince "er at" alıyorlar. Bu er at erginlik yaşına gelen (14 mü 16 yaş mı?) her oğlan çocuğu tarafından doğrudan doğruya alınabiliyor mu idi, yoksa onu alabilmek için akıllıca ve yiğitçe bir hareket mi göstermek icabediyordu? Elde kesin deliller olmamakla beraber, ikinci şık çok daha muhtemeldir. Çünkü, er at kolayca alınıp kullanılsa idi, bundan sık sık övünülerek bahsedilmezdi. İkinci olarak Dede Korkut destanlarındaki "ol zamanda bir oğlan baş kesmese kan dökmese ad komazlardı" sözü herhalde bir masal unsuru değildir.

Bundan başka yine Yenisey kitâbelerinde bazan erdem atım=erdemli adım er erdemi atım= er erdemli adım sözleri de geçiyor. Bilge Kağan, hükümdar olmadan Tarduşları idare ediyor ve bununla ilgili olarak Tarduş Şad unvanı ile anılıyordu. O, 697 yılında 14 yaşında iken Tarduşlar'ın idaresine memur edilmişti. Fakat bu vazifeye tayin edilmeden önce, hangi unvanla anılıyordu? Bu, kesin olarak bilinemiyor. Çin kaynaklarında kağan olmadan önce ondan Küçük Şad ve Mo-kı-lien unvanları ile bahsediliyordu. Mo-ki-lien onun Tarduş Şad tayin edilmeden taşıdığı Türkçe unvanın Çince karşılığı olabilir.

(Kaynak: TURK DEVLETLERİ TARİHİNDE ŞAHIS ADLARI I - Faruk SÜMER)


Bozkurt-1903
Yasaklı
18 Eylül 2012 20:36

GÖK TÜRK DEVLETİ (552 - 743)

Kurulduğu yer ve kapladığı alan:

Gök Türk Devleti, Orta Asya'da kurulmuştur. Kapladığı alan; doğuda Japon denizinden, batıda Karadenizin kuzey alanlarına kadar, kuzeyde Sibirya'dan, güneyde Tibefe kadar uzanıyordu. Kapladığı alan 18.000.000 kilometrekare idi. Başkentleri Orhun nehri kıyısında Ötüken idi.

Zaman:

Gök Türk Devleti 552"de kurulmuştu. 582'de ise bu geniş ülke Doğu ve Batı Gök Türk Devletleri olmak üzere ikiye ayrıldılar. Bunlardan Doğu Gök Türkleri 630'a kadar yaşadılar. Bundan sonra Çin esaretine düştüler. Fakat 683'de İl-Teriş Kağan'ın verdiği istiklal savaşıyla bağımsızlıklarını kazandılarve 743'e kadar yaşadılar. Batı Gök Türkleri ise 582-659 yılları arasında yaşamıştır.

İnsan:

Gök Türk Devletini kuranlar, eski çağlarda Büyük Hunlar içinde yaşamış olan Tu-Cüe'lardı. Bu kavim, devletiyle ve tarihiyle bu adı (Türk) milli adımız, olarak yaymış ve yaşatmıştır. Kendilerinden "Gök Türk" diye bahsetmişlerdir. Buradaki "Kök" (Gök) kelimesi ilahi, semavi anlamındadır. Bu tabir W.Thomsen'e göre devletin parlak bir devresine işaret etmektedir.

Gök Türklerin kökeni hakkındaki görüşler şunlardır; Onla Şensi'nin batı tarafların da oturuyorlardı. V.yy. ortalarında Tabgaç'ları saldırısı ile (Çinde hakim olan Wei hanedanı. Aslı Topa Türklerindendi. Bunlarla münasebette bulunan Türkler, onlara Tabgaç derlerdi. Bu isim daha sonra bütün Çinliler için kullanılmıştır.) kuzeybatıya çekilmişler ve burada Avarlar'a (Juan-Juan) tabi olmuşlardı. Avarlar, Gök Türkleri Altaylara yerleştirmişlerdi.

Diğer Çin rivayeti de Gök Türklerin, Hiung-Nu'ların kuzeyinde bulunan "So" ülkesinden çıktıklarıdır. Gök Türklerin kendi rivayetleri de, Çin kaynaklarına intikal etmiştir. Buna göre Gök Türklereski devirlerinde Batı denizi'nin (Hazar veya Aral) kıyılarında oturmakta idiler. Burada büyük bir felakete uğramışlar, yalnız bir çocuk kurtulmuştu. Düşmanlar evvela bu çocuğun ellerini ve ayaklarını kesip bir bataklığa atmışlardı. Bir dişi kurt O'nu kurtarmış ve beslemişti. Daha sonra bu çocuğu düşmanlardan kaçıran bu dişi kurt, O'ndan on çocuk doğurmuş ve bunların nesli Gök Türkleri meydana getirmişti. Bu çocuklardan birinin adı "Asena" idi. Bu soydan gelen Ahien-Şe, Gök Türklerin başına geçtiği vakit bu kavim bulunduğu ülkeye (Ergenekon) sığamaz olmuştu. Ahien-Şe bu vadiden çıkarak Avarlar'a (Juan-Juan) tabi olmuştu.

Netice olarak, bu rivayetler GökTürklerin bu havalilere batıdan, sonradan geldiklerini efsanevi şekilde anlatmaktadır. Kurdun bir önder, bir lider motifi olduğu pek tabiidir. Muhtemeldir ki bu ilk devirlerinde büyükfelaketlere uğramışlardır. Rivayetlerde ilk yurt olarak gösterilen yerler, Hiung-Nu'ların da yurtları idi. Gelenekleri bu bakımdan Hiung-Nu'larınkiyle aynı idi. W.Eberhard Gök Türkler için "Hakiki Türk'türler" demektedir.

Bayrağı:

Mavi zemin üzerine kurt başlı bayrakları vardı. Bayrağın gönderinin üzerinde ise altından bir kurt başı bulunurdu. Bu suretle destanlarında da gördüğümüz gibi, kurdun hatırasını aşatırlardı. Destanlarda kurdu ata olarak, yol gösterici olarak, irleştirici bir unsur olarak görüyoruz. O bakımdan bu motifi sadece biyolojik bir unsur olarak değerlendirmek yanlıştır. Evvela tabiat şartlarıyla iç içe, yerine göre çoban olarak göçebe hayatı yaşayan Türklerin bunu böyle değerlendirmeleri mümkün değildir. O bakımdan kurt, daha sonraki edebiyat eserlerimizde de görülmüştür. Milli edebiyatımıza bir motif olarak girmiştir. Dede Korkut destanlarında "Kurt yüzü mübarektir." diye geçmektedir. Divan'ü Lügat-it Türk'te kurtla ilgili atasözleri vardır.

Karacaoğlanın iki ayrı şiirinde de kurt motifi vardır:

"Karacaoğlan der merd gibi, Yanar yüreğim od gibi, Bir ok yemiş bozkurt gibi, Sen de olasın benim gibi."

"Çıkıp bozkurtlayın ulaşamadım, Yalan dünya, sana çıkışamadım, Eşimle, dostumla buluşamadım, Var git ölüm, bir zamanda yine gel."

İstiklal Savaşımızın önderi Mustafa Kemal Atatürk'e verilen ünvanlardan biri de "Bozkurt" idi Bu da kurda verilen önderlik vasfından ileri geliyordu. Noin-Ula'da bulunan eserlerde kurt, kanatlı bir şekilde tasvir edilmiştir.

Siyasi tarihinin önemli olaylan:

GökTürklerin ilk hükümdarı ve devletin gerçek kurucusu Bumın Kağan'dır. Orta Asya'da hakim bir devlet olarak ortaya çıkan, kuvvetli bir gelenek ve teşkilata sahip olan Gök Türk Devletinin Bumın Kağandan önceki hükümdarı "Büyük Yabgu" ünvanını taşıyordu. Bu durum Gök Türklerin müstakil kabileler birliği olduğunu gösterir. "Büyük Yabgu"dan önceki önderleri de "Şad" ünvanını taşıyordu. Bu ünvan da askeri komutanlara verilirdi. Bumın ile "Kağanlık" olmuştur.

Bumın Kağan, daha 534 yılında kuzey Tabgaç idarecileriyle ilişkiler kurmuş, 545'de de Tabgaç hükümdarının elçisini kabul etmişti. O yüzden Gök Türk hakanı İşbara, 585'deki konuşmasında, devletin 50 yılönce kurulduğunu söyler. Ancak Bumın Kağan'ın, Avar hakanını yenip, Ötüken'i ele geçirmesi 552 yılındadır. Devletin batısını da kardeşi İstemi, "Yabgu" sıfatıyla yönetiyordu. Bumın Kağan ertesi yıl öldü. Yeıinegeçen oğlu K'o-LoKağan'ındaerkenölümü üzerine Mohan Kağan başa geçti.

(553-572)

Mohan Kağan devri, devletin en parlak devridir. Çinliler, O'nun için "O harbyapmaktan başka hiç birşeyle meşgul olmuyordu." diyorlar. O'nun zamanında Avar Devleti kesin olarak yıkıldı.

(555)

Kitan'ların ve Kırgız'ların ülkesi fethedildi. Batıda Gök Türk fetihlerini sürdüren İstemi Yabgu ise Bizans ve Sasani devletleriyle temasa geldi. Bu devletleri Gök Türk politikası hizasına sokmak suretiyle devleti, bir dünya devleti seviyesine yükseltti. Ak Hun Devletini yıkarak topraklarını Maveraünnehr, Fergana'nın bir kısmı, Kaşgar, Hoten bölgelerini Gök Türk Devletine kattı. Böylece İpek ticaret yolu bir kere daha Türklerin eline geçti. Yine O'nun zamanında Bizansla ilk diplomatik münasebetlerde bulunuldu.

(568)

Mohan Kağan'ın kardeşi ve kendisinden sonra yerine geçen Ta-Bo Kağan zamanında (572-591) ise Gök Türk Devletinin bir duraklama devrine girdiğini görüyoruz. Kendisinin Buda dinine temayülü vardı. Buda heykeli ve tapınağı yaptırdı. Bu halleri yüzünden milletinin sevgisini kaybetti. O'nun devrinin bir olayı da İstemi Yabgu'nun ölümü oldu.

(576)

İstemi'nin resmi ünvanı "Yabgu" olmasına rağmen, kitabelerde "Kağan" diye anılmıştır. O'nun Gök Türk devletine büyük hizmetleri olmuştu...

İstemi'nin yerine oğlu Tardu geçer.

(576-603)

Bu sıralarda da prensler arasında siyasi rekabet başlamıştır. Homan'ın oğlu Ta-Lo-Pien, Ta-Bo'nun oğlu An-Lo ve devletin doğu tarafını yöneten Ko-o'nun oğlu She-Tu arasındaki kavgalardan sonra An-Lo, Kağan Idu. Fakat O'nun kağanlığı da kısa sürdü. Bu sefer Ko-Lo'nun oğlu She-Tu, "İşbara" ünvanıyla Kağan oldu. Fakat İstemi'nin oğlu Tardu, O'nu tanımak istemedi. Bu çekişmelere ve iç mücadelelere Çin entrikaları da karışmaya başlamıştı. Çin hükümdarı, Tardu'ya altın kurt başlı bir sancak göndererek kendisini "Büyük Hakan" olarak tanıdığını bildiriyordu. Tabii Çin'in amacı Türk devletini daimi iç mücadele halinde tutarak onu zayıflatmak idi. Nihayet Gök Türk Devleti resmen ikiye ayrıldı.

a - Doğu Gök Türk Devleti (582-630)

İşbara Kağan yönetiminde kalan Doğu Gök Türkleri 587'den sonra, O'nun ölümüyle gerileme devrine girdi. Kendisinden sonra gelen kağanlar zamanında Batı Gök Türkleri ve Çinlilerle savaşlar yapıldı. Son Kağan, İl-Kağan devrinde (620-630) Çin'e büyük seferler yapıldıysa da, İl-Kağan 630'da esir düştü. 634'de öldüğü zaman yanındaki Gök Türk ileri gelenleri de intihar ettiler. Doğu Gök Türkleri için şimdi bir esaret devri başlamıştı. Çin'in bölücü, fitneci politikası nihayet semeresini vermiş ve Türk devleti yıkılmıştı. Kitabelerin diliyle beylik erkek evladı Çin'e kul oldu, temiz kız evlatları da cariye oldu.

Elendi millet dünya devletinin kurucusu Türk milleti böyle bir zillete, esarete boyun eğemezdi. Çin esaretinde geçen yıllar, Çin'in de yüreğini titretiyordu. Türkleri, Çin içlerine doğru dağıtıp, onları zayıflatmak, kendi içlerinde eritmek istiyorlardı.

Hakansız milleti Hakanlı yapmak, il'siz milleti il'li yapmak için sık sık ayaklanmalar görüyoruz. 639'da Gök Türk hanedanından Kür-Şad, 39 arkadaşıyla Çin sarayını basar. Amacı İmparatoru esir almaktı. Kür-Şad, Gök Türk Devletinin onuncu hükümdarı Ço-Lo Kağan'ın küçük oğludur. Bu istiklal hareketi maalesef başarılamadı. Çok kanlı bir vuruşmadan sonra Kür-Şad ve arkadaşları öldüler... Fakat Türkler arasında bir istiklal hareketi başlamıştı.

682'de İl-Kağan'ın akrabalarından olan Kutluğ Kağan'ın istiklal hareketi başarılı oldu. Böylece Türkler yeniden bağımsızlıklanna kavuştularvell.GökTürk Devleti kuruldu. Bu devlete, Kağamnadın-dan ötürü "Kutluk Devleti" de denmiştir. Kutluğ Kağan da, İl'i (Devleri deren, toplayan anlamına gelen İl-Teriş Kağan ünvanını aldı...

b - II. Gök Türk Devleti. (Kutluk Devleti: 682-743)

Kutluğ İl-Teriş Kağan hakkında Çin kaynakları şu bilgileri veriyor; "Türk kuvvetleri çoğalınca He-şa-çing şehrini zaptettiler, buradan Ping-çeu sancağına girdiler.

(688)

Ertesi sene daha geniş mikyasta Çin'e akınlar yaptılar. İmdada giden bir takım Çin küvetleri Türklerle başa çıkamadı. Hatta bir Çin valisi de Türklerin eline esir düştü. Artık her sene Türk kuvvetleri Çinin şimalinde gözüküyor, etrafa akınlar yapıyordu."

Orhun kitabelerinde anlatıldığı gibi Kutluğ İl-Teriş Kağan bir taraftan da içte birliği ve düzeni sağlamaya çalışmıştı. O'nun ölümünden sonra Gök Türk tahtına kardeşi Kapağan Kağan geçti. (692-716) Kutluğ İl-Teriş Kağan'ın çocukları Bilge 8 yaşında, Gültekin 7 yaşında idi. Tonyukuk da Kağan'ın danışmanı idi.

Kapağan Kağan, Türk tarihinin büyük hakanlarından biridir. O'nun devlet politikası üç noktada toplanır.

1 - Çin üzerine siyasi, askeri, iktisadi baskı kurmak. Böylece Çin'i hem yakın bir tehlike olmaktan çıkarmak, hem de Türk ülkesinin bazı ihtiyaçlarını buradan vergi ve mal olarak karşılamak mümkün olacaktı.

2 - Çin ülkesi içinde dağıtılmış olan Türkleri anavatana, Ötüken'e toplıyarak askeri ve siyasi gücünü artırma.

3 - "Asya'daki Türk boy'larını, Gök Türk Devletinin bayrağı altında toplamak. Bu husus Asya Türk devletlerinin geleneksel iç politikası olmuştur.

Kapağan Kağan, evvelce de olduğu gibi Çin'i işgal etmeyi düşünmüyordu. Aksine orada kalan Türk topluluklarını anavatana çekerek onların milliyetlerini, benliklerini korumak yolunu seçiyordu. Asyadaki Türk topluluklarını siyasi birlik altında toplamak hem siyasi bir güçlenme için gerekliydi, hem de Asya Türk evletlerinin iç politika hedefleriydi. Bu politika aynı zamanda Orta Asya"yı bir Türk kültür havzası haline getirmekteydi. Yine bu politika birlik ve mensubiyet duygularının kuvvetli olduğunun işaretidir. Kapağan Kağan zamanında Çin ve Kırgızlar üzerine başarılı seferler yapılmış, Maveraünnehr ele geçirilerek yukardaki politika gerçekleştirilmiştir.

Kapağan Kağan'ın ölümüyle taht'a İnal Kağan geçerse de başarılı bir yönetim gösteremez. İl-Teriş Kağan'ın oğulları Bilge ve Gültekin'le yaptığı mücadeleyi de kaybedince tahttan indirilir ve öldürülür. Böylece yine 716'da Bilge Kağan tahta geçer. Kardeşi Gültekin de orduların başkomutanıdır.

İçte yapılan mücadelelerle birlik sağlanır. Bu kargaşalıklardan yararlanmak isteyen Çin, Gök Türklerin 721'deki barış tekliflerine 300.000 kişilik ordu hazırlayarak cevap vermiştir. Bir taraftanda iç huzursuzlukları kışkırtarak, Türkleri yeneceğini ummuştu. Vezir Tonyukuk'un da büyük yardımıyla Çinliler 722-723'lerde San-Tan savaşında mağlup edilerek Gök Türk baskısı altına alındı. Bu zaferle, 724'de Çin barış yapmak zorunda kalmıştı.

Çin kaynakları bu üç kudretli Türk devlet adamı için:

"Gök Türklerin ne zaman, ne yapacakları bilinmez, Kağan Bilge iyidir, milletini sever, Türkler de O'ndan memnundurlar. Kültekin (Gültekin) harb sanatının ustasıdır. Ona karşı koyacak bir kuvvet güç bulunur. Tonyukuk ise otoriter ve bilgedir, niyetleri, kurnazlığı çoktur. İşte bu üç barbar aynı anlayışta olarak biraradadırlar."

Tonyukuk aynı zamanda Çin münasebetlerinin sosyal ve kültürel yönlerini de iyi biliyordu. Bilge Kağan'ın Buda dinini kabul etmek, şehirlerin etrafını surlarla çevirmek temayüllerini ileri görüşlü bir değerlendirme ile önlemiştir. Böyle bir hayat Türklerin sosyal, askeri ve iktisadi hayatlarına uymamaktaydı. Yoksa Çin'in yüzde biri kadar nüfusu olmayan Türkler, Çin içinde eriyebilirdi. Bu sebepten de zaten Türklerin Çin politikası bu toprakları zaptetmeye yönelmiyordu. Kudretli olduklarında akınlar yapıyorlar, yenildiklerinde yaylalara doğru çekiliyorlardı. Eğer etrafı surlu şehirlerde oturmuş olsalardı, kolayca Çin kuşatmasına düşerlerdi.

Tonyukuk'un 725'lerde veya onun yakın bir sonrasında öldüğü anlaşılıyor. O'nun hatırasına Orhun'da, Bayın-Çokto yöresinde bir kitabe dekilmiştir.

(726-727'ler.)

Bu kitabe milli tarihimizin kaynağı olmaktan başka, edebiyatımızın da ilk siyasi hatırat ve hitabet örneğidir.

Gültekin ise 731 yılında, 47 yaşında iken öldü. O'nun Türk milletine hizmeti yine kitabelerde anlatılmaktadır. Bilge Kağan, kardeşinin ölümüyle çok büyük üzüntüye düşmüştü. O'nun ifadesiyle insan ölmek için yaratılmıştı ama O, kardeşinin ölümüyle "görür gözüm görmez oldu, bilir bilgim bilmez oldu. Yaslandım, gözden yaş, gönülden feryad gelerek yanıp, yakıldım." demektedir.

Bilge Kağan ve Gültekin, Türk tarihinin örnek kardeş devlet adamlarıdır. Bundan sonra Bilge Kağan'ın 734 yılında Kitan'lara karşı bir zaferini görüyoruz. Fakat kendisi aynı yıl veziri Boyle-Çur (Buyruk-Çur) tarafından zehirlendi. Ölmeden evvel bu veziri ve suikaste katılanları öldürttü. Kendisi de 25 Kasım 734'de öldü. Onun ölümünden sonra kitabelerin diliyle küçükler büyükler gibi, oğul babası gibi yaratılmadığından, bilgisiz kötü kağanlar tahta oturduğundan, beyleri milleti ahenksizolduğu için, Çin milleti hilakarve sahtekar olduğu için bey ve milleti karşılıklı çekiştirdiği için Türk devleti yıkılmaya yüz tutmuştu.

Son Kağan Ozamış da 743-744'lerde öldürüldü. Aşina ailesinden gelen Basmıl başbuğu "Büyük Kağan" oldu. Bu kağanlığın sol yabgusu Uygurlar, sağ yabgusu da Karluk'lar oldu. 744'lerde de Uygurlar, Basmıl Kağanlığını yıkarak Uygur Kağanlığını kurdular.

c - Batı Gök Türk Devleti. (582-659)

İstemi Yabgu'nun ölümünden sonra yerine oğlu Tardu geçmişti.

Daha sonra yapılan mücadelelerde Gök Türk Devleti Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrılmıştı.

(582)

Batı tarafları da Tardu'ya kalmıştı. Batı Gök Türk Devleti, batıda İran ve Bizansla komşu idi. İstemi Yabgu zamanında Soğd ülkesi ve Ak Hun topraklarının bir kısmı Gök Türk topraklarına katılmıştı. Tardu ise, Doğu Göktürkleri ile de mücadelesini sürdürmek ve "Büyük Kağan" olmak amacındaydı. Fakat bu politika Çin'in işine gelmiyordu. Gök Türklerin parçalanmış halde bulunması Çin politikasına daha uygundu. Nitekim Tardu, Çin'e yaptığı bir seferde büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalmıştı.

(603)

Bu tarihten sonra artık Tardu'nun siyasi faaliyetleri görülmemektedir. Tardudan sonra Taman Kağan (Ni-küe-çu-lo Kağan) başa geçti. Zamanında Tie-ie isyanını bastırdı.

(606)

Bu isyanı bastırmış olması ve daha sonraki sert yönetimi diğer isyanların önünü alamadı. Sir-Tarduşların isyanını bastıramadığı gibi durum daha da kötüleşti. Durumu yakından izleyen, Çin, Batı Gök Türklere elçi göndermişti. Onun hileli politikası ile Kağan, Çin'e tabi olduğunu bildirmişti. Fakat Çinliler diğer taraftan Türk prensi Şe-Koei'yi kışkırtarak Taman Kağan üzerine sevketmişler ve Kağanı biraz sonra da yakalayarak Çin'e getirmişlerdi. Daha sonra Kağanı sarhoş ederek, Doğu Gök Türklere teslim etmişlerdi. Şe-Koei ise iyi bir yönetim gösterdi. Sınırlarını Hazar denizine kadar uzattı. İran'la ve Bizansla dostane geçindi. Tong-Şe-Hu Kağan (619-630) ise evvela içte düzenli bir yönetim kurmuş, kendini kuvvetli hissedince İran üzerine yürüyerek İranın doğu taraflarını istila etmişti. Çinlilerle dostane bir politika izlendiği görülür. Çünkü o sıralarda Doğu Gök Türkleri kuvvetleniyorlardı. Çinliler yakındaki Türkleri tehdit için uzaktakilerle iyi geçinme politikası güdüyorlardı. Çin kaynakları O'nun için "o zamana kadar batıda O'nun derecesinde kuvvetli olanı görülmemişti." diyor.

Tong-Şe-Hu'nun iç karışıklıklar sırasında amcası Se-Pi tarafından öldürülmesi üzerine (630) Se-Pi, Kağan olur. Fakat bu hal karışıklıkları daha da artırır. Kartuklar ve On-ok'lar isyan eder ve öldürülen kağan'ın oğlu Se-Şe-Hu'nun etrafında toplanırlar. Töleslerin de ayaklanmasıyla süren kargaşalıklar devletin dağılıp, Çin esaretine girmesine kadar sürdü. Başa gelen kağanlar Çin'in bir valisi durumunda kalmışlardı. Nihayet Batı Gök Türk ülkesinin Çin'e katılması 658-659 da tamamlanmıştır.

Çinliler, Türk birliği mevcut oldukça onlarla asla başa çıkamıyacağını bildiği için daima nifak ve bölme politikasını uygulamışlardır. Boy beylerini daima birbirleri aleyhine kışkırtmışlardır. Kitabelerin diliyle "Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa, kabilesi, milleti, akrabasına kadar barındırmazmış... " İşte Çinliler böylece Türk ülkesini ele geçirmişler, birtakım eyaletlere ayırmışlardı. Bütün bu eyaletleri de Beşbalıktaki Çin genel valisine bağlamışlardı.

Türk tarihindeki önemi:

Türk devletleri kurucularından, kuran boy'un adından, coğrafyasından ve başkentinden ad alırlardı. Gök Türk Devleti, "Türk" milli adımızla kurulan ilk devletimizdir. Bu adı bütün bir milletin adı yapmış ve yaygınlaştırmalardır. Bu haliyle Gök Türkler, bir kültür devleti olmuşlardır.

Yine Büyük Hun Devleti zamanında gerçekleştirilen siyasi başarıyı Gök Türkler de tekrarlamışlardı; Orta Asya Türklüğünü siyasi bir birlik etrafında toplamayı başarmışlardır.

L.Ligetti Gök Türkler için:

"..teşkilatçı kudretine, devlet kurma kabiliyetine ne kadar hayran olsak azdır." diyor.

Türk tarihinin ilk yazılı belgeleri de Gök Türklerden kalmıştır. Önceki Türk devletleri hakkındaki yazılı belgelerin hemen hemen tamamı Çin belgeleridir. Türk tarihinin dilimizle yazılmış ilk belgeleri Gök Türk (Orhun) kitabeleridir. Bunlar aynı zamanda Türk edebiyatının da ilk örnekleridir.

Gök Türkler, batıdaki faaliyetleriyle de, Batı Türklüğünün ataları olmuşlardır. Buralardaki hakimiyetleri sadece siyasi olmamıştır. Bu bölgelere Türkleri iskan etmişlerdir. Doğuda Türk hakimiyeti bir müddet daha Uygurlarla devam ederse' de Moğollara geçince Türk tarihi artık Batı Türkelinde yepyeni bir enerji ve idealle hayat bulmuştur. Buradaki Türkler İslamiyetle temasa gelmişler, Müslüman olmuşlar hem Türk tarihinin en büyük devletlerini kurmuşlar, hem de dünya tarihini etkileyen büyük olayları yaratmışlardır.

(Kaynak: Tarihte Türkler ve Türk Devletleri - Nuri Yazıcı)


Bozkurt-1903
Yasaklı
18 Eylül 2012 20:42

ORHUN ANITLARI NASIL BULUNDU?

Tarih ve edebiyatımızda Orhun Kitabeleri, Orhun Yazıtları, Yazılı Orhun Anıtlar gibi değişik adlarla tanımlanan bu yazılı taş belgeler, bilindiği gibi, tarihimizde "Türk" adını taşıyan ilk Türk Devleti'ni kurmuş olan Göktürkler'in, 8. yüzyılın ortalarına doğru hüküm süren imparatorlarından Türk Bilge Kağan tarafından diktirilmiştir. Ne var ki, Türk ulusuna benliğini, tarihini, dil ve kültürünü belletmek, yönünü ve amacını belirlemek için günümüzden 1238 yıl, bulunup okunuşundan 1190 yıl önce Türk yurduna dikilen bu bengü (ölümsüz) taşların varlığından, biz Türkler 50 yıl öncesine kadar habersizdik. 1200 yıl sürece, tarihin karanlıkları içinde gömülü kalan bu yazılı taş belgeler, bir rastlantı sonucu 1730 yılında bulunmuş olmasına rağmen, ancak 164 yıl sonra 1894'te okunabilmiştir.

Bu tarihsel olayın öyküsü şöyledir:

1726-1730 yılları içinde, Sibirya'nın güneyinde "Yenisey" dolaylarının yukarı yöresinde ne oldukları bilinmeyen bir takım yazılı taşların bulunduğu, dünya bilim çevrelerince duyuldu.

Şimdi bir Moğol ülkesi olarak anılan bölgede, eski Karakurum Kenti'nin 60 km. kuzeyinde, eski Uygur Devleti'nin başkenti Karabalgasun'un 30 km. kuzey-doğusunda, Orhun Nehri ile Koşu-Çaydam Gölü çevresinde, boş bir alanda birbirinden bir kilometre kadar uzaklıkta bulunan bu yazılı taşlan ilk kez görüp ilgilenenler, Rus Çarı I. Petro döneminde yaşamış olan Remezov adlı bir Rus'la, Poltova Savaşı'nda (1709) Ruslara tutsak düşen İsveç subayı J. Von Strahlenberg olmuştur.

(1726-1730)

Bulundukları sırada, her iki anıt taşı devrilmiş, üstlerindeki yazıların bir çok bölümü zedelenmiş ve okunmaz duruma gelmişti. Birinin yüksekliği 332 santimdi. Yazılı bölümü 231 santim, tabanı 132, üstü 122 santimdi. Anıtların çevresinde, üzerleri işlenmiş taşlardan başka "Balbal" denilen heykel kalıntıları vardı.

Anıtlardan birinin üstünde 12 bin harf sayıldı. Öbüründe harf sayısı daha çoktu. Çevrede, kuruluşta birtakım yapıların varlığını gösteren Çin kiremitlerine rastlandı. Bu yapıların, "Bark" adı verilen türbe ya da dinsel yapılar olduğu kanısına varıldı.

Bu yazılı taşlar üzerinde, daha sonraları değişik bilginlerce incelemeler yapılmış, bunlardan Palas ile I. Spasskiy, izlenimlerini "Sibirya'nın Eski Eserleri" adı altında, 1818'de yayınlamıştır. Bir Rus gezgini olan Y. M. Yardrintsev, 1889'da, Koşu-Çaydam ve Köşkün-Orhun Vadisi'ndeki bu iki taş anıtı buldu ve Helsinki'deki Fin Bilim Akademisi, yazıları inceletmek üzere A. Heikel'i bu bölgeye gönderdi. A. Heikel, incelemelerini "Inscriptions de I'orkhon, recuellies par I'expdition finnoise 1890 et publie-es, 1892 " adlı bir atlasta yayınladı.

Şu kadar ki, bütün bu incelemeler ve yayınlar, anıt yazılarının kopyası olmaktan ötede bir anlam ve çözüm getirmiş değildi. Çünkü bu anıt yazılarından daha bir harf bile okunamamıştı. Bu sıralarda W. Radloff, anıtları ve üzerlerindeki yazıları incelemek amacıyla Petersburg Akademisi tarafından düzenlenen bir bilim kurulunun başında, Orhun Bölgesi'ne gönderildi.

(1891)

Toplanan malzeme yeniden yayınlandı. Dört fasikül halinde yapılan bu yayınların bir çözüm beklediği sırada, Danimarkalı Türkolog Wilhelm Thomsen tarafından, Orhun Anıtları üstündeki yazılara ışık tutacak olan alfabenin çözülmüş olduğu anlaşıldı. Vilhelm Thomsen başarısını ve çözüm anahtarını Radloff a bildirdikten sonra, Radloff 1894'te, bu alfabeye göre okuduğu ilk denemesini "Die Alttürkischen inschriften der Mongoli I. Das Denkmal zu Ehren des prinzen Kül-Tegin" adı altında yayınladı.

W. Radloff, Turfan gezisi sonunda da Uygur Anıt Metinleri'nin çözülmüş yazılarını yayınladı. Bizde, Orhun Yazıtları üzerine ilk çeviri denemesi 1924 yılında İstanbul Üniversitesi, Türk Dil ve Tarihi Profesörü Necip Asım tarafından yapıldı. Eski Türkçe diye adlandırılan Arap harfleriyle basılmıştı. İşte bütün bunlardan sonradır ki, biz bu ata mirası yazılı taşların varlığım öğrendik.

122 yıldır atmosferde yankılanarak Türk ulusuna seslenen Türk Bilge Kağan'ın, Türk ulusu için çarpan yüreğinden kopup, bir taş üstünde can bulmuş ölümsüz sözcüklerinin anlamına kavuşma mutluluğuna erişebildik.

(Kaynak: GÖKTÜRK İMPARATORLUĞU TARİHİ - ALİ KEMAL MERAM)


Bozkurt-1903
Yasaklı
18 Eylül 2012 20:46

Orhun Abideleri Hakkında Tespitler

Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin. İlk Türk tarihi. Taşlar üzerine yazılmış tarih. Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi, milletle hesaplaşması. Devlet ve milletin karşılıklı vazifeleri. Türk nizamının, Türk töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası. Türk askeri dehasının, Türk askerlik san'atının esasları. Türk gururun ilahi yüksekliği. Türk feragat ve faziletinin büyük örneği. Türk içtimai hayatının ulvi tablosu. Türk edebiyatının ilk şahaseri. Türk hitabet san'atının erişilmez şaheseri. Hükümdarane eda ve ihtişamlı hitap tarzı. Yalın ve keskin üslubun şaşırtıcı numunesi. Türk milliyetçiliğin temel kitabı. Bir kavmi bir millet yapabilecek eser. Asırlar içinden milli istikameti aydınlatan ışık. Türk dilinin mübarek kaynağı. Türk yazı dilinin ilk, fakat harikulade işlek örneği. Türk yazı dilinin başlangıcını miladın ilk asırlarına çıkartan delil. Türk ordusunun kuruluşunu en az 1250 sene öteye götüren vesika. Türklüğün en büyük iftihar vesilesi olan eser. İnsanlık aleminin sosyal muhteva bakımından en manalı mezar taşları. Dünyanın bugün belki de en büyük meselesi olan Çin hakkında 1250 sene evvelki Türk ikazı. vs. vs.

Orhun abidelerini vasıflandırmak isteyince, insanın zihninde işte bu gibi ifadeler sıralanmaktadır. Orhun abideleri Göktürk devrinden kalma kitabelerdir. Göktürkler, milattan önceki asırlarda Hunlar tarafından kurulup, değişen sülaleler ve boylar idaresinde devam edegelen Asya'daki büyük Türk imparatorluğunun 6. asırla 8. asır arasındaki devresinde hüküm sürmüşlerdir. 6. asrın ilk yarısında Türk devletinin başında Avarlar bulunuyordu. 552 tarihinde Bumın Kağan Avar idaresine son vererek Türk devletinin Göktürk hanedanı devrini açtı. O devirde büyük kağanlığın merkezi devletin doğu kısmında idi ve batı kısmı da doğuya bağlı tabi bir kağanlıkla idare ediliyordu. Bumın Kağanın kardeşi İstemi Kağan da 576'ya kadar bu batı bölümünün kağanı idi. Bumın Kağan, Göktürk hakimiyetini kurduğu sene içinde öldü ve sırasıyla üç oğlu, büyük kağanlık yaptılar. Birincisi 553'te, ikincisi 553-572'de, üçüncüsü de 572-581 tarihlerinde hüküm sürdüler. Bunlardan ikincisi olan Mukan zamanında devlet Mançurya'dan İran'a kadar uzanan kuvvetli bir imparatorluk haline geldi.

Daha sonra devlet, bir yandan kuvvetli hakanların yokluğu ve devleti teşkil eden kavimlerin çekişmeleri, öte yandan bilhassa Çin entrikası yüzünden bir sürii karışıklıklar geçirdi ve nihayet 630'da devletin asıl doğu kısmı Çin hakimiyetine geçti. Zamanla Çin hakimiyeti batı kısmına da sirayet etmeğe başladı. Fakat bu Çin esareti daha fazla devam etmedi ve Kutluğ Kağan veya ikinci adıyla İltiriş Kağan, Çin hakimiyetine son vererek 680-682 senesinde devleti yeniden toparladı. İltiriş Kağan ve 691'de ölünce yerine geçen kardeşi Kapgan Kağan idaresinde devlet yeniden eski haşmetini buldu.

İltiriş Kağan'ın Bilge ve Kül Tigin adlı iki oğlu vardı. Öldüğünde bunlar 8 ve 7 yaşlarında idiler. Kapgan Kağan 716'da ölünce idareyi onun oğulları almak istedi. Fakat Bilge ve Kül Tigin kardeşler buna mani olarak ve amcazadelerini tasfiye ederek babalarının devletine el koydular ve Bilge Kağan hükümdar oldu. İki kardeş babalarının ve amcalarının devrinden kalmış ihtiyar vezir, Bilge Kağan'ın kayınpederi Tonyukuk'un da yardımıyla devleti daha da kuvvetlendirdiler. Sonra 731'de Kül Tigin, 734'te de Bilge Kağan öldü. Bilge Kağan'ın ölümünden 10 sene kadar sonra da Uygurlar, devleti ele geçirerek 745'te Göktürk hakimiyetine son verdiler.

İşte bu kitapta sunduğumuz Orhun abideleri, bu Türk hanedanının Bilge Kağan devrinin mansulleridir. Birincisi olan Kül Tigin abidesini ağabeyisi Bilge Kağan 732'de diktirmiş, ikincisi olan Bilge Kağan abidesini de ölümünden bir yıl sonra 735'te kendi oğlu olan kağan diktirmiştir. Üçüncü olarak verilen Tonyukuk abidesi ise 720-725 senelerinde kendisi tarafından dikilmiştir. Orhun civarında Orhun yazısı ile yazılı daha başka kitabeler de bulunmuştur. Belli başlıları altı tanedir. Fakat bunların en büyükleri ve mühimleri bu üç tanesidir.

Orhun abidelerine Orhun kitabeleri de denir. Şüphesiz bunlar kitabedir. Fakat hem maddi bakımdan, hem manevi bakımdan bu kitabeler söz götürmez birer abidedirler. Muhtevaları gibi heybetli yapıları da abide hüviyetindedir. Onun için bunları ifade eden en iyi isim Orhun abideleri tabiridir. Kül Tigin abidesi, kağan olmasında ve devletin kuvvetlenmesinde birinci derecede rol oynamış bulunan kahraman kardeşine karşı Bilge Kağan'ın duyduğu minnet duygularının ve kendisini sanatkarane bir vecd ve coşkunluğun içine atan müthiş teessürün ebedi bir ifadesidir. Bilge Kağan bu ruh hali ile abide inşaatının başında oturup, eserin hazırlanmasına bizzat nezaret etmiştir. abidedeki ulvi ve mübarek hitabe onun ağzından yazılmıştır, abidede o konuşmaktadır, müellif odur.

Kül Tigin abidesi, kaplumbağa şeklindeki oyuk bir kaide taşına oturtulmuştur. Keşfedildiği zaman, bu kaidenin yanında devrilmiş bulunuyordu. Bilhassa devrik vaziyette rüzgara maruz kalan kısımlarında tahribat ve silintiler olmuştur. Sonradan yerine dikilmiştir. Yüksekliği 3,75 metredir. İtina ile yontulmuş, bir çeşit kireç taşı veya saf olmayan mermerdendir. Yukarıya doğru biraz daralmaktadır. Dört cephelidir. Doğu ve batı cephelerinin genişliği aşağıda 132, yukarıda 122 santimdir. Güney ve Kuzey cepheleri ise aşağıda 46, yukarıda 44 santimdir. abidenin üstü kemer şeklinde bitmektedir ve yukarı kısımda beş kenarlı olmaktadır. Doğu cephesinin üstünde kağanın işareti vardır. Batı cephesi büyük bir Çince kitabe ile kaplıdır. Diğer üç cephesi Türkçe kitabelerle doludur. Cepheler arasında kalan ve keskin olmayan kenarlarda ve Çince kitabenin yanında da Orhun yazısı vardır. Doğu cephesinde 40, güney ve kuzey cephelerinde 13'er satır vardır. Satırlar yukarıdan aşağıya doğru yazılmış ve sağdan sola doğru istif edilmiştir. Satırların uzunluğu aşağı yukarı 235 santim kadardır. Cetvelden çıkmış gibi, çok muntazam, düzgün ve güzel harflerle yazılmıştır. abidenin Çince kitabesinde Türk-Çin dostluğu, Türk imparatorluğu ve Kül Tigin methedilmekte ve tanıtılmakta, "Gelecek hadsiz, hesapsız nesillerin dimağlarında, onların müşterek muvaffakiyetlerinin şaşaası her gün yeniden canlansın diye, uzakta ve yakında bulunan herkesin bunu öğrenmesi için, bilhassa muhteşem bir kitabe yaptık" ve "Böyle adamların ebediyen payidar olacaklarının muhakkak olmadığını kim söyleyebilir? Uğurlu haberleri ebediyen ilan için şimdi dağ gibi yüksek bir abide dikilmiştir." gibi ifadeler sıralandıktan sonra, tarih kaydedilmektedir.

abidenin civarında türbe enkazı, pek çok heykel parçaları ve abideye çıkan iki tarafı heykeller, taşlar dizili 4, 5 kilometrelik bir yol bulunmuştur. Bu heykel parçaları arasında son zamanlarda Kül Tigin-'in başı ve karısının gövdesi ve yüzünün bir kısmı da bulunmuştur.

abidenin ve türbenin inşasında Türk ve Çin sanatkarları beraber çalışmışlardır. abidedeki kitabeleri Bilge Kağan ve Kül Tigin'in yeğeni Yollug Tigin yazmıştır.

Bilge Kağan abidesi, aynı yerde Kül Tigin abidesinin bir kilometre uzağındadır. Şekli, tertibi ve yapısı tamamiyle birincisine benzemektedir. Yalnız bu bir kaç santim daha yüksektir. Bu yüzden doğu cephesinde 41 ve dar cephelerinde 15'er satır vardır. Bunun da batı cephesinde asıl Çince kitabe vardır, Çince kitabenin üstünde ayrıca Türkçe kitabe devam etmektedir. Çince kitabe hemen hemen tamamiyle silinmiştir.

Bilge Kağan abidesi kendisinin 734'te ölümünden sonra 735'te oğlu tarafından dikilmiştir. Bu abidede de Bilge Kağan konuşmaktadır. Esasen abidenin kuzey cephesinin ilk 8 satırı Kül Tigin abidesinin güney cephesinin, doğu cephesinin 2-24 satırları ise Kül Tigin abidesinin doğu cephesinin mukabil satırlarına benzemektedir. Bu abidede ayrıca Kül Tigin'in ölümünden sonraki vakaların ilave edildiği görülür. Bilge Kağan abidesi hem devrilmiş, hem de parçalanmıştır. Onun için tahribat ve silinti bunda çok fazladır. Bu abideyi de yeğeni Yollug Tigin yazmıştır. Her iki abidede de Bilge Kağan'ın sözlerinin dışında Yollug Tigin'in kitabe kayıtları ve ilaveleri yer almaktadır. Bu abidenin etrafında da yine türbe enkazı ve daha az olmak üzere heykeller, balballar ve taşlar vardır.

Tonyukuk abidesi, diğer iki abidenin biraz daha doğusunda bulunmaktadır. Devrilmemiş, dikili dört cepheli iki taş halindedir. Birinci ve daha büyük olan taşta 35, ikinci taşta 27 satır vardır. İkinci taşta yazılar daha itinasızdır ve aşınma da daha çoktur. Bu abidenin yazıları Kül Tigin ve Bilge Kağan'ınki kadar düzgün değildir. Bu abidede de yazı yukarıdan aşağı yazılmıştır. Fakat diğer ikisinin aksine satırlar soldan sağa doğru istif edilmiştir. Tezyinatı da diğer kitabelerdeki kadar sanatkarane değildir. Tonyukuk abidesinin yanında büyük bir türbe kalıntısı, heykeller, balballar ve taşlar vardır.

Tonyukuk abidesini, İltiriş Kağan'ın isyanına iştirak eden ve o günden Bilge Kağan devrine kadar devlet idaresinin baş yardımcısı olarak kalan büyük Türk devlet adamı ve başkumandanı Tonyukuk, ihtiyarlık devrinde bizzat diktirmiştir. Bu abidede Tonyukuk konuşmaktadır, bu abidenin müellefı odur. Kül Tigin ve Bilge Kağan abideleri Baykal gölünün güneyinde Orhun nehri vadisinde Koşo Tsay-dam gölü civarında 47,1. arz ve 101 1/2 tul derecelerinde bulunmaktadır. Ötüken ormanının da buradaki Hangay sıradağlarının bir parçası olduğu anlaşılmaktadır. Tonyukuk abidesi ise biraz daha doğuda 48. arz ve 107. tul dereceleri arasında Tola nehrinin yukarı mecrasında Bayn Çokto denilen yerin yakınında bulunmaktadır.

Orhun abidelerinin bulunuşu insanlığın en büyük keşiflerinden biridir. Orhun harfleri ile yazılı kit-abelerden daha 12. asırda tarihçi Cuveyni Tarih-i Cihanküşa'sında bahsetmişti, ayrıca Çin kaynakları da çok eskiden bu abidelerin dikildiğini bildirmekte idi. Fakat 18. ve 19. asırlara kadar Orhun harfli yazılar ve abideler ilim aleminin meçhulü olarak kalmıştı. Önce Kırgızlara ait mezar taşlarından ibaret bulunan ve tek tük kelimelerle isimleri ihtiva eden Yenisey kitabeleri bulunmuştur. İlk defa nebatatçı Daniel Gottlieb Messerschmidt, kılavuzluğunu yapan Philipp Johan von Tabbert (Strahlenberg) ile birlikte 1721 yılında Yenisey vadisinde bu yazı ile yazılı bir taşı tesbit etmiştir. Fakat Orhun harfli kitabelerin yolunu açan ve bu hususta ilim aleminin dikkatini çeken Philipp Johan von Tabbert (Strahlenberg) olmuştur. 1709'da Poltava muharebesinde esir düşen bu İsveçli subayı Ruslar Sibirya'ya sürmüşlerdir. Sürgünde 13 sene kalan ve Messerschmidt'e kılavuzluk ederek serbestçe gezip dolaştığı yerlerde incelemelerde bulunan Strahlenberg 1722'de vatanına döndükten sonra 1930'da araştırmalarının neticesini yayınlamış ve bu arada eserinde meçhul Yenisey kitabelerinden de bahsederek bazılarını yayımlamıştır. 3u yayın derhal ilim aleminin dikkatini çekmiş ve Orhun abidelerinden bir iki asır öncesine ait bulunan Yenisey kit-abeleri arka arkaya bulunmaya başlamıştır.

Nihayet 1899'da Rus bilgini Yadrintsev, sonradan Kül Tigin ve Bilge Kağan abideleri olduğu anlaşılan Orhun kitabelerini bulmuş, bunun üzerine 1890 tarihinde He-ikel'in başkanlığında, bir Fin, 1891'de de Radloff'un başkanlığında bir Rus ilmi sefer heyeti mahalline gönderilmiştir. Her iki sefer heyeti de abideleri yakından tetkik etmiş ve fotoğraflarını alarak dönmüştür. Fin heyeti getirdiği mükemmel fotoğrafları Avrupa ilim merkezlerine dağıtmış, öte yandan hem Fin heyeti, hem de Radloff getirdikleri malzemenin fotoğraflarını büyük atlaslar halinde neşretmişlerdir. Bu atlas yayınları ile abidelerin okunması çalışmaları hızlanmış ve daha başka yazıları da çözmüş bulunan Danimarkalı büyük alim Vilhelm Thomsen, kısa bir zaman sonra, 1893'te Orhun yazısını çözmeye mu-vaffak olmuştur. Önce, abidelerde çok geçen Tengri, Türk ve Kül Tigin kelimelerini çözen Thomsen, sonra bütün abideleri okumuş ve böylece Türk milletinin ebedi minnettarlığına mazhar olmuştur.

Artık bu çözümden sonra bir yandan Thomsen, bir yandan Radloff abidelerin metni ve tercümeleri üzerinde adeta yarışa girmişler, bunu diğer alimler takip etmiş ve zamanımıza kadar bu büyük Türk abideleri elden düşmemiştir.

Amerika'dan Japonya'ya kadar Avrupa'da ve medeni alemde hemen hemen her dilde bu abideler üzerinde araştırmalar yapılmış, 6 tanesi büyük olan Orhun harfli yeni kitabeler ve metinler bulunmuş, neşirler birbirini kovalamıştır. Son olarak genç Türk alimi Talat Tekin Amerika'da Orhun Tiirkçesinin mükemmel bir gramerini ve kitabelerin yeni bir neşrini yapmıştır. Son zamanlarda Orhun sahası arkeolojik araştırmalarda da ön plana geçmiş ve burada yüzlerce heykel, balbal, çeşitli eserler .ve şehir harabeleri bulunmuştur. Bu arada Çekoslovak alimi L. Jisl Kül Tigin heykelinin başını da bulup gün ışığına çıkarmıştır. Bugün, Orhun kitabeleri üzerinde yapılan araştırmaların adları bile bir kitap teşkil eder. Biz kitabın sonunda bunlardan ancak kısa bir bibliyografya vermekle yetineceğiz.

Orhun abidelerinin manzum olduğunu ileri sürenler vardır. Hatta Rus bilgini İya Vasilyevna Stebleva bu hususta geniş bir deneme yapmış ve abideleri manzum olarak yayınlamıştır. Tabii, bu görüş doğru değildir. Fakat abidelerdeki dilin ve üslubun ahengini göstermesi bakımından dikkate değer bir husustur. Boğaziçi Yayınevi'nin ilk kitabı olarak, Orhun abidelerinin yeni bir neşrini yapıyoruz. Bu neşirde en büyük ve en mühim üç abideyi, Kül Tigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk abidelerini veriyoruz. Kitabımız Ön söz, bibliyografya, Orhun yazısı, metin, tercüme, sözlük ve vesikalar bölümlerini içine almaktadır. Orhun yazısı bölümünde eski Türk alfabesi hakkında bilgi verilmektedir.

Metin kısmında abidelerin asılları ve belli başlı bütün neşirleri karşılaştırılarak son bir neşir yapılmış ve bu arada tereddütlü noktalar için bazı yeni tekliflerde bulunulmuştur. Kül Tigin ve Bilge Kağan abidelerinin benzeyen satırları şimdiye kadar umumiyetle Kül Tigin abidesinde çift satır halinde yayınlanmış veya farklara işaret edilmiştir. Her iki halde de Bilge Kağan abidesinin yalnız fazla kısımları müstakil yayınlanmıştır. Biz hem Bilge Kağan abidesinin bütünlüğünü göstermek maksadiyle, hem de kolay istifadeyi temin için hem metin, hem tercüme bölümünde abideyi bütün olarak verdik. İki abidenin benzeyen kısımlarını iki nüsha gibi kullanarak birbirini tamamladık. Türk çocukları 1250 sene evvelki Türk-çeyi bu metin bölümünde yakından göreceklerdir.

Tercüme bölümünde metnin kelime kelime çevrilmesine, aynen tercümesine itina edilmiş, serbest tercümeden ve tefsirlerden kaçınılmıştır. Buna mukabil sözlük bölümünde kelimelerin ikinci, üçüncü manaları ve tefsirleri de verilmiştir. Sözlük bölümünde bütün kelimeler verilmiştir. Metinler bölümünde ise abidelerin S. E. Malov ve H. N. Orkun yayımlarından bazı fotoğraflar verilmiştir.

Gerçekten Orhun abidelerini, bugün Türkiye'den binlerce kilometre uzakta eski Türk yurdunda, bugünkü Moğolistan'da Türklüğün şehadet parmakları olarak yükselen bu mübarek taşları kana kana okumak, her kelimesi üzerinde derin derin düşünmek, resimlerini huşu içinde seyrederek ruhu yıkamak, her Türk için milli ibadettir. İşte bu kitap, bu ibadetin hizmetine sunulmaktadır.

(Kaynak: ORHUN ABİDELERİ - Muharrem Ergin)


Bozkurt-1903
Yasaklı
18 Eylül 2012 20:52

GÖKTÜRKLER'İN ERGENEKON DESTANI

Göktürk efsanelerinde, tarih ile mitoloji birbiriyle kaynaşmış durumdadır. Daha açık bir anlatımla, başka milletlerin efsaneleri gibi, yalnızca "hayalle örülmüş" değildir. Bu mitolojik anlamdaki öykülerde, gerçek payı yüzde seksenin üstündedir. Gerek türeyiş efsanesi, gerekse Ergenekon Destanı ile ilgili araştırmalar bu kanıyı doğrulamaktadır.

Göktürkler tarih öncesinden başlayarak, tarihten silinmeleriyle sonuçlanan döneme kadar, demir, bakır ve altın gibi yeraltı madenlerine sahip bulunuyorlardı.

Moğollar, tarih boyunca savaştıkları Göktürkler'in hem düşmanı, hem de hayranıydılar. Devlet ve ordu düzenini Göktürkler'den aldılar. Göktürk özentisiyle, kendilerine Gök-Moğol dediler. Cengiz çağında da, "Ergenekon Destanı"nı kendilerine mal ettiler. Göktürkler'in türeyiş efsanesini de bozup değiştirerek, Moğol ırkının türeyiş efsanesi biçiminde vermeye çalıştılar. Tarihsel yaşamları, devlet düzenleri içinde hiçbir uygar aşama yapamamış, bilim ve sanat dallarında hiçbir başarı sağlayamamış olmaları bir yana, demir, bakır, altın gibi maden cevherleriyle ilintileri bile olmadığı halde, Göktürk destanının "demir-dağ" ile ilgili motiflerini benimsemekten çekinmediler. Çinli gezginlerin anılarında da, Moğollar'ın ilkel yaşantıları ele alınarak, bu yakıştırmaları kınanmaktadır.

Çağlar boyunca demiri, bakın ve altım eritip işlemesini bilen, bu madenlerden her çeşit eşya, tarım araçları, savaş silahlan yapıp satacak kadar büyük ölçüde üretim olanaklarına ve özellikle yeteneğine sahiptiler. Göktürkler, bu değerli maden cevherleriyle dolu dağların eteklerinde yaşamanın gereği olarak, bu alanda çağın uzman sanatçılarını yetiştirmişlerdi. Ergenekon Destanı da, bütün öteki Türk ve Göktürk efsanelerinde olduğu gibi, tarihsel gerçeklerle mitolojinin iç içe kaynaştığı öykülerden biridir.

Ergenekon Destanı, Oğuz Kağan Destanı'nın, Göktürkler'le ilgili bir bölümüdür. Destanın çok küçük olarak verdiğimiz özeti, tarih öncesi bir dönemi tüm aynntılanyla ortaya koyarken, Göktürkler'in ulusal varlıklanna ışık tutmaktadır...

"... Göktürkler, dört bir yöredeki ülkelere egemendiler. Onlara baş eğmedik bir toplum yoktu. Göktürkler'in böylesine güçlü kalmalarını çekemeyen yabancı toplumlar, ordularını birleştirerek Göktürkler'e karşı savaşa giriştiler. Amaçlan, Göktürkler'i ortadan kaldırmaktı."

Göktürkler, yurtlarının yöresinde hendekler kazarak, düşmanların yaklaşmalarını beklediler. Saldırıya geçen düşmanlar arasında başlayan savaş, 10 gün sürdü.

Düşman toplumları Beyleri ve Başbuğları bir araya gelerek şöyle konuştular:

"Göktürkler'i yanıltmazsak, yenik düşüremeyiz. Biz yenik düşersek, sonumuz geldi demektir, hepimizi öldürürler. Onun için, korkup kaçmış gibi yapalım, sonra birden geri dönüp vuruşalım."

Tan yeri ağarırken, konuştukları gibi yaptılar. Savaş alanını bırakıp geri çekildiler. Göktürkler, düşmanların düşündükleri gibi, bu çekilmeye inanıp yanıldılar. "Güçleri tükendi, kaçıyorlar." dediler.

Düşmanın savaş birlikleri, ansızın geri döndü. Yanılan Göktürkler yenik düştü. Düşmanlar, Göktürk erlerini öldürerek, yurtlarına kadar girdiler. Evlerini, barklarını yağmaladılar, büyük-küçük, kadın-erkek tüm Göktürkler'i kılıçtan geçirdiler. Sağ kalan kız ve erkek çocuklarını tutsak alıp, kendilerine köle yapmak için yurtlarına götürdüler.

Göktürkler'in Başbuğu İl-Han'ın çocukları, bu savaş sırasında öldürülmüş, yalnız bir tanesi sağ kalmıştı. Bu oğlunun adı Kayı'ydı. İl-Han'ın Dokuz Oğuz, adlı bir de yeğeni vardı. Kayı ve Dokuz Oğuz yine bu savaşta düşmana tutsak olmuştu. On gün sonra bir gece, her ikisi de karılarını atlarının terkisine alıp kaçarak, yurtlarına döndüler.

"Dört bir yöredeki toplumlar bize düşman, eğer kaçıp, dağların ardında bir yere saklanmazsak, bizi de yok edecekler." dediler.

Kayı ile Dokuz Oğuz bu tür konuşmalar üzerine, ellerinde kalan at ve koyunlarını önlerine katarak, yeni bir yurt edinmek için yurtlarını bıraktılar. Yolun bitiminde, aşılmaz bir dağ çıktı karşılarına, geri dönmekten başka yapılacak bir şey yoktu. Bu sırada, bir kurdun ayak izlerini gördüler. Bu izi sürerek bir yol buldular, dağın ardına ulaştıklarında, dört yanı bitkilerle kaplı yemyeşil bir ovayla karşılaştılar. Bu cennet örneği yerde yerleştiler.

Bu yeni yurdun adını, Göktürkçe'de:

"Göçülen yeni ülke" anlamına gelen "Ergenekon" koydular. Burada çoğalıp geliştiler.

Göktürkler 400 yıl kaldıkları bu ülkede öylesine çoğalıp güçlendiler ki, yöreye sığmaz oldular. Daha büyük yeni bir yurt edinmek için göçme gereğini duydular. "Atalarımız söylerlerdi," dediler; "daha ötelerde, Ergenekon'dan da büyük, yurt tutulacak yerler varmış, oralara göçelim, o yerler, eskiden bizim yurdu-muzmuş."

İçlerinden seçtikleri kişileri, böyle bir yurt bulup haber getirmeleri için yolladılar. Bir süre sonra geri 134 dönen bu kişiler, ötelerde bir yüce "demir dağ" bulunduğunu, o dağı aşmanın olanaksızlığını bildirdiler.

O zaman, bir demirci ustası, demir dağa gidip inceledi.

"Bu dağın demirini eritirsek, ötelere gidecek bir geçit buluruz." dedi. Göktürkler, dağın eteklerine bir kat odun, bir kat kömür koyarak ateşlediler. Deriden yaptıkları 70 körükle ateşi körüklediler. Demir dağın bir bölümü eridi, bu eriyen bölümde açılan geçitten, bir "Bozkurt"un geçip gittiğini gördüler. "Bozkurt bize yol gösteriyor, onu izleyelim" dediler. Kurdun peşine düştüler. Eski ülkelerine ulaşarak oraya yerleştiler. Dört bir yöredeki toplumlara yeniden baş eğdirip egemen oldular."

Göktürkler, bu mutluluğun gerçekleştiği 9 Mayıs gününü, kutsal ve ulusal anlamda benimseyip yücelttiler. Her 9 Mayıs'ta, Göktürk kağanlarının başkanlıkları altında törenler yapar, büyük şölenler düzenlerdi. Tören, Göktürk kağanının eline bir parça demir alıp, ateşte kızdırdıktan sonra örs üstünde çekiçle dövmesiyle başlardı.

(Kaynak: GÖKTÜRK İMPARATORLUĞU TARİHİ - ALİ KEMAL MERAM)


Bozkurt-1903
Yasaklı
18 Eylül 2012 20:57

GÖKTÜRKLER'İN SOSYAL VE KÜLTÜREL DURUMU

İSTER çağlar öncesinde, ister günümüz dünyasında olsun, bir ülkenin sosyal ve kültürel düzeyi, ekonomik gücüyle orantılıdır. Bilindiği gibi, bir ülkede ekonomik güç yeterince sağlanamamış, yoksulluk toplumun "yazgısı" biçiminde yaygınlaşmışsa, hiçbir yasa, kural ve koşul, o ülkede sosyal düzenin gelişmesini sağlayamaz.

Sosyal bir düzenin ileri düzeyde gelişim göstermediği ülkelerdeyse, eğitim ve öğrenimle ilgili bir kültürel aşama görülmez. Oysa Göktürkler'in sosyal, kültürel durumları ve saptanmış yetenekleri üstüne eğildiğimizde görüyoruz ki, toplumun özellikle Göktürk ulusunun sosyal ve kültürel yapısı, çağın en ileri düzeyine ulaşmıştır.

Bu durum, imparatorluğu egemenliği altında tutan, devleti oluşturan ulusun ekonomik gücünü de yeterince yansıtmış olmaktadır. Göktürkler'in sosyal yapısını belirleyen bireysel, toplumsal ve aile içi yaşantılarında uyguladıkları ilkeler gösteriyor ki, çağın öteki toplumlarından çok ilerde olması bir yana, yüzyıllar sonra ancak kurulabilecek yeni dünyalarda benimsenmesi öngörülecek kuramsal yöntemlere eşit örnekler niteliğindedir. Göktürkler'de kişi ve aile, birbirinden farklı sınıflar ortaya çıkarmıştı.

Kişi:

a) Soya göre,

b) Toplumdaki yerine göre (devlet hizmeti ve ordudaki görevi gibi),

c) Bilgi açısından değerine göre,

kazanma, gelişme, yücelme gibi olanak ve yeteneklerini kendi çabası karşılığında elde etme konusunda özgür ve bağımsızdı. Aile ocağı, en kutsal anlam ve nitelikte olup, aileyi oluşturan kişilerin saygı, sevgi ve yardımlaşmalarıyla güçlendirilmişti.

Aile ocağının iç görevini yürüten ana ya da karı, aile ocağının başı olarak güveni sağlayan baba ya da kocaya karşı sorumlu olmakla birlikte, tüm hak ve yetkilere eşit oranda sahipti.

Kadının aile içindeki ve toplum katındaki yeri, başka toplumların ancak bin yıl soma benimseyecekleri türde, en ileri çizgideydi. Bu hak, yetki ve saygı, aile ocağından hükümdar katına dek birbirinin eşiti biçiminde sürdürülüyordu. Göktürk kağanları, başkanlıkları altında toplanan kurultaylara, kraliçe anlamında "katun" deyimiyle tanımlanan karısıyla birlikte katılır, savaş, barış ya da yönetimle ilgili kararları birlikte imzalarlardı.

Göktürk töresi, toplum ve yönetim katlarının her kesiminde kadınlara eşitlik ve özgürlükle birlikte, değer ve saygının değişmez ilkelerini öngörmüştü. Namus anlayışının temel kaynağı olan ahlak, bireysel davranışlardan, toplumun her bir kesitine kadar, tabandan tavana oturmuş ve yerleşmişti. Fuhuş, cinayet, ihanet gibi eylemlerin ve davranışların cezası, başkalarının haklarına, mal, can ve namusuna saldırılarla birlikte, kesinlikle ölümdü. Kız ve erkek çocuklar, öğrenimle yükümlüydü. 15 yüzyıl sonra bile değerinden hiçbir şey yitirmeyen Göktürk alfabesi, yapılan genel ve edebi kültürü verebilecek üstün değerdeydi.

Göktürkler'de evlenmeler, kız ve erkek ailelerinin toplum içindeki yeri ve değeriyle eşit olmalarını gerektiriyordu. Soylu bir ailenin kızı, yine soylu bir aileden birinin oğluyla evlenebilirdi. Bu, aileler ve evlenen çiftler arasında uyuşma ve anlaşmayı, dolayısıyla evliliğin sürekliliği bakımlarından öngörülen ve günümüzde bile değerini koruyan ilkelerdendi. Evlilik öncesi tanışıp anlaşma gibi özellikler, ailelerin benimsedikleri koşullardandı. Günümüzde, başlık diye adlandırılan, erkek tarafının kız tarafına vermekle yükümlü olduğu para, altın ve eşya gibi değerli armağanlar, ailelerin maddi yetenekleri ve olanaklarıyla orantılı olarak verilirdi.

Göktürkler'de kadın giyiminin güzelliği, o çağın Çin kadınlarınca da benimsenmiş olmasıyla anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi, İslam Dini'nin ortaya çıkmasına kadar geçen zaman içinde, Arap dünyasında daha bir aile anlayışı bile idrak edilebilmiş değildi. Araplar, anaları, kız kardeşleri, teyze ve halalarıyla cinsel ilişkiler (evlilik tipi ilişkiler) kurabiliyorlardı. Cinayet, hırsızlık gibi davranışlar, en olağan eylemlerdi. Fuhuş ve ahlaksızlık, en yaygın türde, ülkeyi kasıp kavuruyordu. Kadın, en değersiz yaratıktı.

Arap dünyasının bu tür bir karanlık içinde, sosyal, kültürel ve ekonomik yöntemler dışında yaşamakta olduğu o çağda, Göktürkler, her alanda, uygarlığın en ileri düzeyinde bulunuyordu.

(Kaynak: GÖKTÜRK İMPARATORLUĞU TARİHİ - ALİ KEMAL MERAM)


Bozkurt-1903
Yasaklı
18 Eylül 2012 21:04

GÖKTÜRK ALFABESİ (Sağdan sola doğru yazılır)

http://imageshack.us/photo/my-images/208/turkler11.png/

(Kaynak: İsmail Arabacı - Türkler)


Bozkurt-1903
Yasaklı
18 Eylül 2012 21:08

Zırhlı Gök Türk Süvarileri

http://imageshack.us/photo/my-images/534/orhun11.png/

(Kaynak: ORHUN ABİDELERİ - Muharrem Ergin)

11 Ekim 2012 17:19

Kore savaşında Türk destanı; Kunuri savaşları Kore'de aldığı tepeye Türk bayrağı diken Türk askerleri

Bugünlerde N. Dündar Sayılan?ın ?Kore Savaşında Türklerle? adlı kitabı okuyorum. Müthiş bir kitap. Tavsiye ederim. Kitap Kore savaşının ayrıntılarını yaklaşık altı yıl Türk birliklerinde tercümanlık yapan SANG Kİ PAİK (Pek Sang Ki okunuyor) ya da askerlerimizin ona taktığı isimle KAMİL anlatıyor.

Genelde bilinen bir durum olan savaşın nedenlerine değinmeden kitaptan bazı bölümleri sizinle paylaşmak istiyorum. Kitabın sonunda sonuç olarak şunu da rahatlıkla söyleyebiliyoruz: Türk askeri olmasaydı bugün Güney Kore diye bir ülke olmayacaktı. Bu durumu özellikle konu ile ilgili ikinci bloğu okuyunca daha iyi anlayacaksınız.

Türk Birlikleri kısa bir intibak eğitiminden sonra cepheye sürülmüş, 2. Amerikan Tümeninin doğusuna, bozguna uğrayıp çekilen 2. Güney Kore Kolordusunun açtığı yeri doldurmak için görevlendirilmişti. Bu görevin zorluğunu ABD?li General S.L.A. Marshall?ın şu cümlesiyle anlatmak açıklayıcı olacak: ?Bir aspirin tüpünün kapağı ile büyük bir fıçının ağzı kapatılmak istenmiştir.?

Kunuri, Kuzey Kore?nin başkenti Pyonyang?ın daha kuzeyinde bir yerdir. BM ordusu Kuzey Kore ordusunu püskürtmüş, Kuzey Kore topraklarını da koministlerden temizlemek üzeredir. Fakat hesap edilmeyen Çin?in 1 milyonluk askeri ani bir baskın ile savaşa dahil olmasıdır.

Çin destekli Kuzey Kore ordusu karşı taarruza geçmiş, tüm BM askerleri genelde emir almadan ve haber vermeden geri çekilmeye başlamıştır. Bundan sonraki süreçte dikkat çeken bir husus, bu geri çekilmelerde Türk tugayına haber verilmemesi ya da en son haber verilmesinden dolayı, ancak emirle çekilen Türk Tugayının birkaç kez resmen yok olmaya terk edilmesidir.

İşte emirsiz ve habersiz ilk çekilmede mevzilerini koruyan Türk Tugayı kalabalık Çin ordusu tarafından Kunuri?de çift çembere alınmıştır. BM ana karargahı iletişimin de koptuğu Türk Birliklerinden ümidini kesmiş, haritalarda Türk Tugayının olduğu bölgeye tamamen imha oldular diye büyük bir çarpı işareti koymuşlardır. Durum öyle vahimdir ki Japon ve Amerikan radyoları Türk Tugayının tamamen imha olduğunu duyurmaya başlamıştır bile.

Pek Sank Ki, ilk düşman saldırısını şöyle anlatıyor: ?Düşman davul ve zurna çalarak hayvanlar gibi uluma sesleri çıkararak ani ve yoğun bir saldırıya geçti.Sayılarının çokluğu, taburumuzun bulunduğu yere doğru bir insan seli yaratması karşısında dondum kaldım.?

Türk subaylarının hiç telaşa kapılmadan tüm askerleri savunma durumuna geçirdiğini, süngü taktırdığını anlatıyor. Tüm Türk askerlerinin sözleşmiş gibi koyunlarından birer küçük paket çıkarıp öpüp öpüp alınlarına götürdüğünü, bunun sonradan Kuran olduğunu öğrendiğini söylüyor. Allah Allah! Sesleri arasında süngü hücumuna kalkan Mehmetçiğin 10 dakika kadar süren bir boğuşmaya girdiğini savaş alanının düşman ölü ve yaralıları ile dolduğunu, kalanların kaçmaya başladığını, ve bu durum karşısındaki şaşkınlığını anlatıyor. Yüzlerce ölü ve yaralı Çin askerine karşı ilk saldırıda sadece 1 şehit ve 3 yaralı verilmiştir.

İlk saldırı püskürtülmüş, herkes sevince boğulmuştur. Ancak aldıkları haberle sarsılmışlar, kurtulma ümitlerini kaybetmişlerdi. Habere göre Çin ordusu BM ordusunu yarmış, Türk Tugayını çift çembere almışlardır.

Pek Sang, Türk askerini ilk kez bir saldırıda görmüş, ve şu gözlemlerini aktarmıştır: ?Türk askerinin üstünlüğü açık bir şekilde görülmüştü. Fakat tanıdığım kadarı ile bu insancıl, cana yakın insanlar nasıl oluyor da böyle bir saldırıya geçebiliyor, kısa bir sürede sayıca üstün düşmanı yok edebiliyordu. Bu ne yüreklilik bu ne görkemdi!?

Pek Sank Ki, sonraki bölümlerde birçok çatışmadan sonra şöyle diyor: ?Şu gerçeği belirteyim. Türk askerinin uzaktan yakından birçok taarruzuna tanık oldum. Bütün hücumlarda düşmanı püskürttüler, yendiler, hiçbir zaman geri çekilmediler. Bu başarının sırrı neydi? Bu yumuşak başlı insanlar nasıl birden aslan kesiliyorlardı!?

Bu başarının sırrını yine kendi başka bir yerde açıklamaya çalışıyor. Türk askerinin başarısını iki şeye bağlıyor. Birincisi Türk Subayları hücumda hiç geri kalmıyorlardı. İleri fırlayıp tek başına saldıran subaylar gördüğünü, işte Türk askerinin burada devreye girdiğini, subayını korumak isteyen erlerin daha ileriye atıldığını anlatıyor. İkincisi olarak da düşmana saldıracakları zaman Allah Allah sesleri ile savaş alanını etki altına alıyorlar diyor. (Pek Sang Ki?nin Budist olduğunu hatırlatayım.)

Pek Sang Ki, ilk saldırıdan sonra Binbaşı Uluünlü?nün emir eri Ali ile bir çukurda beklerken birden iki Çinlinin saldırısına uğramışlar, Ali ile Çinlileri etkisiz hale getirmelerini tüm heyecanı ile anlatmış. Türk askeri düşman çemberi içinde iken bir de kurtarma harekatı düzenlemiştir. Bir gün önce askerleri ile esir düşen ABD?li Albay Gumby, Çinlilerin hiç beklemediği bir anda ani bir baskınla kurtarılmıştır. Bu durum ABD?liler tarafında hiç unutulmayacaktır.

Yok olduğu sanılan Türk askerleri iki yarma harekatı ile çemberden kurtulmuşlar, ana karargahlarına varmışlardır. Bu durum tüm BM askerleri arasında ve dünyada büyük yankı bulmuş, övgüler ile karşılaşmıştı. BM Başkomutanı Mac Arthur durumu öğrenince çok şaşırmış, ?Kutup Yıldızı? adını verdiği Mehmetçiklere çok sevinmişti. Yabancı basın ve radyolar sürekli Türk Zaferinden bahsediyordu. Türk askerinin başarılı çemberden kurtulma harekatının BM askerlerini kurtardığını anlatıyorlardı. Bu zaferin önemi de bundan kaynaklanıyor. Bizimkiler sonradan öğrendiklerine göre, düşman ordusu BM ordusunu yarıp hızla çembere alıp yok etmeyi planlamış, ancak geride Türk birliğinin yok edilememesi bunu engellemişti. Özellikle ABD?lilerden oluşan 8. Ordu bu sayede kurtulmuştu.

Kunuri Savaşlarında Türk Tugayı 741 şehit, 2068 yaralı, 163 kayıp, 244 esir ve 298 diğer olmak üzere toplam 3514 kayıp vermiştir.Çin kayıplarının sadece ölü olarak en az 5 bin civarında olduğu belirtiliyor.

Kunuri zaferini İngiliz General Martin şöyle anlatıyor: ?? Türkler 10 karşı birle aslanlar gibi savaştılar. Türkler uzun süre bu şekilde düşmanla çarpışırken ve ölürken İngiliz ve Amerikalılar geri çekiliyorlardı. Mermisi kalmayan Türk askeri süngüyle yumrukla büyük bir zafer kazandı.?

Sovyetler, Amerikalılara ? sizi bu sefer Türkler kurtardı? şeklinde yayınlar yapıyor, Türk askerinin başarısını onaylıyorlardı. Zaferden birkaç hafta sonra Türk tugayı için madalya töreni düzenlenmiş, tüm Türk askerleri adına seçilen 15 kişiye madalya verilmiştir. Türk askerlerine BM askerlerince ?Number One? adı takılmış, Türk askerlerini gördükleri yerlerde herkes ?Number One? diye onları selamlamışlardır.

Pek Sang Ki?nin verdiği ilgi çekici bir gözlem ile yazımızı bitirelim. ?Türk subay ve askerleri verilen emirleri gözü kapalı, geciktirmeden ve tam olarak yerine getiriyorlardı. Çok iyi askerdiler. Yalnız verilen iki emre ne subaylar ne de erler kesinlikle uymamışlardır. Birincisi, Ramazan aylarındaki oruç tutmama emrine uymadılar. İkincisi, esirlere sorgulardan önce kesinlikle su ve yiyecek vermeme emrine uymadılar. Bu yüzden çoğu zaman Amerikalılar ile ararları bozuluyordu. Türkler anlaşılmaz insanlar. Ölüyor, öldürüyor veya kendi elleri ile besleyerek yaşatıyorlardı.?

http://blog.milliyet.com.tr/kore-savasinda-turk-destani--kunuri-savaslari/Blog/?BlogNo=262067

Toplam 379 mesaj
«78910111213141516171819

Çok Yazılan Konular

Sözlük

Son Haberler

Editörün Seçimi