Çalışma odamda, yazılarımı yazdığım masanın karşısındaki panoda bir kartpostal var. Görüntüde sırtı çantalı bir adam.....
Bir kayanın üzerine çıkmış denize bakıyor.
Güneşin kızıl renkleri sarmış denizi...
Tam da Ahmet Haşim?in tasvir ettiği manzara...
Sanki sular yanmış.
Adamın gözleri denizde, dalgalarda, kızıllıkta ve uzaklarda...
Ama eminim ki, kafasında da geldiği, şu anda bulunduğu ve birazdan gideceği yere ait duygu ve düşünceler var.
Bunu hissediyorum.
Bu adamın neler düşündüğünü anladığımı sanıyorum.
Neyi mi düşünüyor?
Kendi varlığını, sırtındaki ağır yükü, üzerinde durduğu kayaları, geçmişini yani, geldiği yeri, kabaran dalgaları, muhtemelen dünyayı ve denizin ötesini, geleceğini düşünüyor olmalı...
Mutlaka bir karar verecek ve bu yerde bulunmasıyla ilgili bir anlam arayışına girecek, bir amaç belirleyecek. Tabi ki düşünmekten ve hissetmekten vazgeçmediği sürece.
Bir yazarın yazma amacı ve çabası da bu adamınkinden farklı değildir. Dolayısıyla benim yazma amacım ve çabam da kendimi, dünyayı, öncesini ve sonrasını anlamak şeklinde özetlenebilir.
Bütün bunları anlayarak ve bütün bunlara anlam katma çabasıdır beni yazmaya sevkeden şey.
Ardından da bunları yaşama çabası başlıyor.
Böylece yazmak, hüsran?dan kurtulmanın bir yolu, bir imkanı olarak çıkıyor karşıma...
Bir kulluk eylemi olarak algılıyorum bu amaç ve çabayı.
Anlatılması gerekenleri anlama çabası ilk durak ama mesele burada bitmiyor doğal olarak. ?Hakk ve sabır? kavramları çerçevesinde duygu ve düşüncelerimi bir yürekten başka bir yüreğe taşımak ?hüsran? dan kurtulmanın bir başka yolu olarak görünüyor bana...
Bu kavrayış, bir sorumlulukla yüz yüze getiriyor beni.
Anlıyorum ki, aklım da kalbim de dilim de sorumludur.
Zira,
insan, tabiat ve hayat gerçeği olarak karşımda duran tabloda gördüklerim var: Aşkler, ölümler, zulümler, bazen yükseltilmesi gereken bir çığlık, bazen mutlaka söylenmesi gereken bir türkü yahut bir destan...
İnsan, hayat, eşya ve tabiat....
Bunları anlatmam gerekiyor. Çünkü onları anlamanın ve anlamlandırmanın bir yolu da yazmaktan geçiyor.
Sonra nasibim oranında alabileceği, içinden devşirebileceğim sır ve hikmet levhaları...
Doğum öncesi ve ölüm sonrası...
Böylece asıl gerçeğin alanına giriyoruz burada.
Böylece içerden dışarıya; dışarıdan içeriye sürekli bir yolculuk, sürekli bir alşı-veriş...
İşte bu yolculuğun imkanları şiir oluyor, hikaye oluyor, roman oluyor. Onlarla bir yürekten bir yüreğe hatta bin yüreğe taşınıyor.
Bir bebeğin ağlaması, bir ölünün son nefesi, bir şehidin al kanı, bir ihtiyarın duası, bir gencin hayali, bir mazlumun imdadı oluyor kelimeler....
Anlatırsanız, anlamıyor; anlıyorsanız anlatıyorsunuz. Bu gayret içerisinde oluyorsunuz.
Ama acziniz var.
İnsansınız ve acizsiniz.
Kudret sahibi olan ise O?dur.
Bunu anlayıp, buna iman ederek secdelere kapanıyorsunuz.
Artık söz?ün bittiği yerde ve vakittesiniz şimdi.
Kalbinizde ancak O?nun kelimeleri vardır ve o kelimelerle artık şükrünüzü eda edebilirsiniz.
Çalışma odamda, yazılarımı yazdığım masanın karşısındaki panoda bir kartpostal var. Görüntüde sırtı çantalı bir adam.....
Bir kayanın üzerine çıkmış denize bakıyor.
Güneşin kızıl renkleri sarmış denizi...
Tam da Ahmet Haşim?in tasvir ettiği manzara...
Sanki sular yanmış.
Adamın gözleri denizde, dalgalarda, kızıllıkta ve uzaklarda...
Ama eminim ki, kafasında da geldiği, şu anda bulunduğu ve birazdan gideceği yere ait duygu ve düşünceler var.
Bunu hissediyorum.
Bu adamın neler düşündüğünü anladığımı sanıyorum.
Neyi mi düşünüyor?
Kendi varlığını, sırtındaki ağır yükü, üzerinde durduğu kayaları, geçmişini yani, geldiği yeri, kabaran dalgaları, muhtemelen dünyayı ve denizin ötesini, geleceğini düşünüyor olmalı...
Mutlaka bir karar verecek ve bu yerde bulunmasıyla ilgili bir anlam arayışına girecek, bir amaç belirleyecek. Tabi ki düşünmekten ve hissetmekten vazgeçmediği sürece.
Bir yazarın yazma amacı ve çabası da bu adamınkinden farklı değildir. Dolayısıyla benim yazma amacım ve çabam da kendimi, dünyayı, öncesini ve sonrasını anlamak şeklinde özetlenebilir.
Bütün bunları anlayarak ve bütün bunlara anlam katma çabasıdır beni yazmaya sevkeden şey.
Ardından da bunları yaşama çabası başlıyor.
Böylece yazmak, hüsran?dan kurtulmanın bir yolu, bir imkanı olarak çıkıyor karşıma...
Bir kulluk eylemi olarak algılıyorum bu amaç ve çabayı.
Anlatılması gerekenleri anlama çabası ilk durak ama mesele burada bitmiyor doğal olarak. ?Hakk ve sabır? kavramları çerçevesinde duygu ve düşüncelerimi bir yürekten başka bir yüreğe taşımak ?hüsran? dan kurtulmanın bir başka yolu olarak görünüyor bana...
Bu kavrayış, bir sorumlulukla yüz yüze getiriyor beni.
Anlıyorum ki, aklım da kalbim de dilim de sorumludur.
Zira,
insan, tabiat ve hayat gerçeği olarak karşımda duran tabloda gördüklerim var: Aşkler, ölümler, zulümler, bazen yükseltilmesi gereken bir çığlık, bazen mutlaka söylenmesi gereken bir türkü yahut bir destan...
İnsan, hayat, eşya ve tabiat....
Bunları anlatmam gerekiyor. Çünkü onları anlamanın ve anlamlandırmanın bir yolu da yazmaktan geçiyor.
Sonra nasibim oranında alabileceği, içinden devşirebileceğim sır ve hikmet levhaları...
Doğum öncesi ve ölüm sonrası...
Böylece asıl gerçeğin alanına giriyoruz burada.
Böylece içerden dışarıya; dışarıdan içeriye sürekli bir yolculuk, sürekli bir alşı-veriş...
İşte bu yolculuğun imkanları şiir oluyor, hikaye oluyor, roman oluyor. Onlarla bir yürekten bir yüreğe hatta bin yüreğe taşınıyor.
Bir bebeğin ağlaması, bir ölünün son nefesi, bir şehidin al kanı, bir ihtiyarın duası, bir gencin hayali, bir mazlumun imdadı oluyor kelimeler....
Anlatırsanız, anlamıyor; anlıyorsanız anlatıyorsunuz. Bu gayret içerisinde oluyorsunuz.
Ama acziniz var.
İnsansınız ve acizsiniz.
Kudret sahibi olan ise O?dur.
Bunu anlayıp, buna iman ederek secdelere kapanıyorsunuz.
Artık söz?ün bittiği yerde ve vakittesiniz şimdi.
Kalbinizde ancak O?nun kelimeleri vardır ve o kelimelerle artık şükrünüzü eda edebilirsiniz.