sevgili dostlar öncelikle hoşbulduk ve güzel yazılarınız için teşekkürlerimi ve saygılarımı sunarım...
meçhul asker
kıymetli akaid alimlerimiz allah dışında her ne var ise ki buna alem denir sonradan yaratılmış olduğunu gerek nakli gerekse akli deliller ile ispat etmişlerdir...
nakli deliller yani kitap v sünnet müslümanlar için delil olup yeterlidir...lakin ulemamız bununla yetinmeyip islam dairesi dışındakilerede gerçeği göstermiş ve alemin yani allahtan gayrı ne var ise herşeyin yaratılmış olduğunu HUDUS delili denen bir mantıkla izah etmişlerdir...
soru yine imani bir meseleye ilişkin olduğu için yorumsuz olarak nureddin sanbunini maturudiyye akaidinde yer alan ALLAHIN VARLIĞI VE ALEMİN HUDUSU(SINIRLI OLMASI) konusu nakledeceğim...
Âlemin Hudûsü ve Allah'ın Varlığı[1]
Âlem Allah'tan başka var olanların adıdır; çünkü (alâmet kökünden gelen) âlem Yaratıcı'sının varlığını gösteren bir belirtidir.
Âlem a'yân ve a'râz olmak üzere ikiye ayrılır. Ayn'lar kendi başına yer tutan ve kendilerini taşıyacak bir mevzu' (mahal) olmaksızın var olabilen şeylerdir. Arazlar ise ancak başkasına bağlı olarak yer tutan ve kendi varlığını hissettirecek mevzu'dan (mahalden) ayrılması düşünülemiyen şeylerdir.
Aynlar iki kısımdır, a) Basît. Buna cevher de denir, bölünemiyen en küçük parçadan ibarettir (cüz'-i lâ yetecezzâ). b) Mürekkeb. Buna da cisim denir. En küçük mürekkeb iki cevherden meydana gelir. İslâm filozofları ile Mu'tezileden bazıları en küçük parçanın mevcudiyetini kabul etmemiştir. Bu görüş yanlıştır; çünkü hardal tohumunu teşkil eden parçalarla (cüz'ler) dağı teşkil eden parçaların eşit olması (gibi bir muhali) gerektirir; zira bunların herbirinin parçaları (onlara göre) nihayetsizdir. Cisimdeki parçaların biraraya gelişi Allah'ın icadıyla olduğuna göre, sorarız : Allah taâlâ parçaların biraraya gelişine mukabil birbirinden ayrılmaları hâdisesini yaratmaya muktedir midir, değil midir? Şayet «değildin» dersen onu acz ile vasıf-iandırmış olursun; eğer «muktedirdir» dersen, bu defa da sözü edilen bölünemiyen parçanın varlığı ortaya çıkmış olur.
Cisim, bazı riyaziyecilere göre uzunluk, genişlik ve derinlik olmak üzere üç boyutu (sağlıyacak üç aded cevheri) bulunan şeydir. Bize göre ise iki cevherin birleşmesi onlara «cisim» diyebilmek için kâfidir. Çünkü (aynı hacımdaki) iki cisimden birinin sahib olduğu üç boyutun (cevherin) herhangi birine bir cevher daha ilâve edilse bu cisim için «ötekinden daha hacimlidir.» denebilir. Şayet iki cevhere «cisim» diyebilmek için mutlak ve asgarî bîr biriişme kâfi gelmeseydi sadece bir cevherin ilâve edilmesiyle sözü edilen çişimin ötekinden hacimli olduğunu kabul etmek doğru olmazdı. O halde cisim için yapılacak doğru tarif şöyle olmalıdır: Cisim iki vaaya daha fazla cevherden teşekkül eden veya biraraya gelen şeydir.
Araz lügatte, devamlı olmayan şey, demektir. Ta'rifi: başkasına bağlı olarak yer tutabilen ve devamlı olmayan şeydir. Çeşitleri otuz küsur kadardır; renkler, (hareket ve sükûn gibi) oluşlar tadlar, kokular, sesier,kudret ve irâdeler bunlardandır.
Dehriyye, Seneviyye ve bir kısım Mu'tezile arazların, zattan ayn düşünülebilecek mânâlar olduğunu kabul etmemiştir. Bu görüş yanlıştır. Çünkü henüz üzerine ak düşmemiş saçlar için, bir gün beyazlaşınca, «bu saçlar o saçların aynıdır» demek mümkündür. Halbuki beyaz ile siyahın başka başka şeyler olduğunda ittifak vardır. Şunu da belirtelim ki siyah saçlar şayet kendi zâtından ötürü siyahlamış olsaydı aynı siyahlığı gerektiren zâtın varlığı devam ettiği müddetçe rengi değişmemeliydi. Fakat madem ki saçlar beyazlaşmıştır, o halde onlann (zattan ayrı) bir mânâ (bir araz) sebebiyle siyah bulunduğu ve nihayet bu mânânın değişmesiyle onlann da değiştiği anlaşılmıştır.
Kadîm varlığının başlangıcı olmayan, hadis de yokken sonradan var olan şeydir.
Bu hususları bildikten sonra deriz ki aynların arazlardan ayrı kalması düşünülemez, arazlarsa hadistir. Çünkü cevherler ya birleşik veya ayrılmış olarak bulunabilir. (Birleşmek de ayrılmak da birer arazdır). Yine mümkin vasfını taşıyan bir şey, var olduğu müddet içinde ya sükûn veya hareket hâlinde olacaktır; zira sükûn aynı mekânda iki oluş, hareket de iki ayn mekânda iki ayrı oluştan ibarettir. Hareketin hadis oluşu duyularla sabittir. Sükûnun hadis oluşuna gelince, o da hareketin meydana gelişi sebebiyle kendisinin yok olmasından anlaşılır, çünkü kadim hiç bir zaman zail oimaz.
Aynlann arazlardan ayrı kalmasının düşünülemiyeceğine ve arazların da hadis olduğu anlaşıldığına göre, aynların hadislerden önce bulunmasına (yani kadîm olmasına) ihtimal verilemez; çünkü aynlann hadislerden önce bulunması demek onlardan ayrı kalması demektir. (Arazlann devamlı - bâki - olamıyacağının isbatı ileride, «İstitâat» bahsinde inşallah gelecektir). Hadislerden önce bulunamıyan her şey ise yaratılmışla beraber olacağı için kendisi de hadistir. Hadis olunca yoklukla (ademle) sebkat edilmiş olur. Kendisine yokluğun sebkat ettiği(yani kendisi hakkında yokuluğun dşünülebildiği,imkan dahilinde olduğu) bir şeyin varlığı ise bizzat kendinden olamaz. Böyle bir şeyin varlığıyla yokluğu aklen müsâvîdir. O halde (varlıkla yokluktan ibaret olan) bu iki caizden birini diğerine tercih edecek bir tahsîs ediciye ihtiyaç vardır. Bu tahsîs edicinin varlığı mümkün değil, zarurî ve kendinden olmalıdır (Vâcibu'l-vücûd). Çünkü mümkin olsaydı bir tahsîs ediciye, o da bir diğerine... muhtaç olacaktı. Bu ihtiyaç zinciri ya sonsuz olarak sürüp gider (kî bu muhaldir-imkansızdır) veya varlığı kendinden olan bir zatta nihayet bulur, işte o, şâni yüce Yaratıcı'dır. Onun varlığı kendinden ve zarurî olunca kadîm olduğu ortaya çıkar. Çünkü onun varlığı başkasına bağlı değildir, o kendinden ötürü vardır. Ezelî ve ebedî olarak mevcudiyetini gerektirecek zâtı sabit olduğundan onun yokluğu da muhaldir.
Bütün bu anlattıklarımızla ortaya çıkmıştır ki Allah taâlâya cevher, cisim veya araz denilmesi mümkün değildir, çünkü bu isimlerin mânâlarını Allah taâlâ hakkında vârid görmek muhaldir. Bu isimleri yu-kanda belirtilen (hakîkî) mânâlarına almamak şartıyla Allah'a isnâd eden kimsenin görüşü de yanlıştır.Çünkü bir ismi asıl konulduğu mânânın dışında istimal etmek ancak mecaz yoluyla mümkün olur. Bunun da şartı hakîkî mânâ ile mecazî mânânın mevzu'ları (mahalleri) arasında bir benzerliğin bulunmasıdır. Halbuki Allah ile mahlûku arasında hiçbir benzerlik yoktur. O halde sözü edilen isimlerin ne haki kat, ne de mecaz yoluyla Allah'a isnad edilmesi caiz değildir.
Muvaffakiyet ancak Allah'ın yardımıyla mümkündür.
sevgili dostlar öncelikle hoşbulduk ve güzel yazılarınız için teşekkürlerimi ve saygılarımı sunarım...
meçhul asker
kıymetli akaid alimlerimiz allah dışında her ne var ise ki buna alem denir sonradan yaratılmış olduğunu gerek nakli gerekse akli deliller ile ispat etmişlerdir...
nakli deliller yani kitap v sünnet müslümanlar için delil olup yeterlidir...lakin ulemamız bununla yetinmeyip islam dairesi dışındakilerede gerçeği göstermiş ve alemin yani allahtan gayrı ne var ise herşeyin yaratılmış olduğunu HUDUS delili denen bir mantıkla izah etmişlerdir...
soru yine imani bir meseleye ilişkin olduğu için yorumsuz olarak nureddin sanbunini maturudiyye akaidinde yer alan ALLAHIN VARLIĞI VE ALEMİN HUDUSU(SINIRLI OLMASI) konusu nakledeceğim...
Âlemin Hudûsü ve Allah'ın Varlığı[1]
Âlem Allah'tan başka var olanların adıdır; çünkü (alâmet kökünden gelen) âlem Yaratıcı'sının varlığını gösteren bir belirtidir.
Âlem a'yân ve a'râz olmak üzere ikiye ayrılır. Ayn'lar kendi başına yer tutan ve kendilerini taşıyacak bir mevzu' (mahal) olmaksızın var olabilen şeylerdir. Arazlar ise ancak başkasına bağlı olarak yer tutan ve kendi varlığını hissettirecek mevzu'dan (mahalden) ayrılması düşünülemiyen şeylerdir.
Aynlar iki kısımdır, a) Basît. Buna cevher de denir, bölünemiyen en küçük parçadan ibarettir (cüz'-i lâ yetecezzâ). b) Mürekkeb. Buna da cisim denir. En küçük mürekkeb iki cevherden meydana gelir. İslâm filozofları ile Mu'tezileden bazıları en küçük parçanın mevcudiyetini kabul etmemiştir. Bu görüş yanlıştır; çünkü hardal tohumunu teşkil eden parçalarla (cüz'ler) dağı teşkil eden parçaların eşit olması (gibi bir muhali) gerektirir; zira bunların herbirinin parçaları (onlara göre) nihayetsizdir. Cisimdeki parçaların biraraya gelişi Allah'ın icadıyla olduğuna göre, sorarız : Allah taâlâ parçaların biraraya gelişine mukabil birbirinden ayrılmaları hâdisesini yaratmaya muktedir midir, değil midir? Şayet «değildin» dersen onu acz ile vasıf-iandırmış olursun; eğer «muktedirdir» dersen, bu defa da sözü edilen bölünemiyen parçanın varlığı ortaya çıkmış olur.
Cisim, bazı riyaziyecilere göre uzunluk, genişlik ve derinlik olmak üzere üç boyutu (sağlıyacak üç aded cevheri) bulunan şeydir. Bize göre ise iki cevherin birleşmesi onlara «cisim» diyebilmek için kâfidir. Çünkü (aynı hacımdaki) iki cisimden birinin sahib olduğu üç boyutun (cevherin) herhangi birine bir cevher daha ilâve edilse bu cisim için «ötekinden daha hacimlidir.» denebilir. Şayet iki cevhere «cisim» diyebilmek için mutlak ve asgarî bîr biriişme kâfi gelmeseydi sadece bir cevherin ilâve edilmesiyle sözü edilen çişimin ötekinden hacimli olduğunu kabul etmek doğru olmazdı. O halde cisim için yapılacak doğru tarif şöyle olmalıdır: Cisim iki vaaya daha fazla cevherden teşekkül eden veya biraraya gelen şeydir.
Araz lügatte, devamlı olmayan şey, demektir. Ta'rifi: başkasına bağlı olarak yer tutabilen ve devamlı olmayan şeydir. Çeşitleri otuz küsur kadardır; renkler, (hareket ve sükûn gibi) oluşlar tadlar, kokular, sesier,kudret ve irâdeler bunlardandır.
Dehriyye, Seneviyye ve bir kısım Mu'tezile arazların, zattan ayn düşünülebilecek mânâlar olduğunu kabul etmemiştir. Bu görüş yanlıştır. Çünkü henüz üzerine ak düşmemiş saçlar için, bir gün beyazlaşınca, «bu saçlar o saçların aynıdır» demek mümkündür. Halbuki beyaz ile siyahın başka başka şeyler olduğunda ittifak vardır. Şunu da belirtelim ki siyah saçlar şayet kendi zâtından ötürü siyahlamış olsaydı aynı siyahlığı gerektiren zâtın varlığı devam ettiği müddetçe rengi değişmemeliydi. Fakat madem ki saçlar beyazlaşmıştır, o halde onlann (zattan ayrı) bir mânâ (bir araz) sebebiyle siyah bulunduğu ve nihayet bu mânânın değişmesiyle onlann da değiştiği anlaşılmıştır.
Kadîm varlığının başlangıcı olmayan, hadis de yokken sonradan var olan şeydir.
Bu hususları bildikten sonra deriz ki aynların arazlardan ayrı kalması düşünülemez, arazlarsa hadistir. Çünkü cevherler ya birleşik veya ayrılmış olarak bulunabilir. (Birleşmek de ayrılmak da birer arazdır). Yine mümkin vasfını taşıyan bir şey, var olduğu müddet içinde ya sükûn veya hareket hâlinde olacaktır; zira sükûn aynı mekânda iki oluş, hareket de iki ayn mekânda iki ayrı oluştan ibarettir. Hareketin hadis oluşu duyularla sabittir. Sükûnun hadis oluşuna gelince, o da hareketin meydana gelişi sebebiyle kendisinin yok olmasından anlaşılır, çünkü kadim hiç bir zaman zail oimaz.
Aynlann arazlardan ayrı kalmasının düşünülemiyeceğine ve arazların da hadis olduğu anlaşıldığına göre, aynların hadislerden önce bulunmasına (yani kadîm olmasına) ihtimal verilemez; çünkü aynlann hadislerden önce bulunması demek onlardan ayrı kalması demektir. (Arazlann devamlı - bâki - olamıyacağının isbatı ileride, «İstitâat» bahsinde inşallah gelecektir). Hadislerden önce bulunamıyan her şey ise yaratılmışla beraber olacağı için kendisi de hadistir. Hadis olunca yoklukla (ademle) sebkat edilmiş olur. Kendisine yokluğun sebkat ettiği(yani kendisi hakkında yokuluğun dşünülebildiği,imkan dahilinde olduğu) bir şeyin varlığı ise bizzat kendinden olamaz. Böyle bir şeyin varlığıyla yokluğu aklen müsâvîdir. O halde (varlıkla yokluktan ibaret olan) bu iki caizden birini diğerine tercih edecek bir tahsîs ediciye ihtiyaç vardır. Bu tahsîs edicinin varlığı mümkün değil, zarurî ve kendinden olmalıdır (Vâcibu'l-vücûd). Çünkü mümkin olsaydı bir tahsîs ediciye, o da bir diğerine... muhtaç olacaktı. Bu ihtiyaç zinciri ya sonsuz olarak sürüp gider (kî bu muhaldir-imkansızdır) veya varlığı kendinden olan bir zatta nihayet bulur, işte o, şâni yüce Yaratıcı'dır. Onun varlığı kendinden ve zarurî olunca kadîm olduğu ortaya çıkar. Çünkü onun varlığı başkasına bağlı değildir, o kendinden ötürü vardır. Ezelî ve ebedî olarak mevcudiyetini gerektirecek zâtı sabit olduğundan onun yokluğu da muhaldir.
Bütün bu anlattıklarımızla ortaya çıkmıştır ki Allah taâlâya cevher, cisim veya araz denilmesi mümkün değildir, çünkü bu isimlerin mânâlarını Allah taâlâ hakkında vârid görmek muhaldir. Bu isimleri yu-kanda belirtilen (hakîkî) mânâlarına almamak şartıyla Allah'a isnâd eden kimsenin görüşü de yanlıştır.Çünkü bir ismi asıl konulduğu mânânın dışında istimal etmek ancak mecaz yoluyla mümkün olur. Bunun da şartı hakîkî mânâ ile mecazî mânânın mevzu'ları (mahalleri) arasında bir benzerliğin bulunmasıdır. Halbuki Allah ile mahlûku arasında hiçbir benzerlik yoktur. O halde sözü edilen isimlerin ne haki kat, ne de mecaz yoluyla Allah'a isnad edilmesi caiz değildir.
Muvaffakiyet ancak Allah'ın yardımıyla mümkündür.