Editörler : E.Kayı Han
19 Haziran 2010 18:28

Minhacüs-Sünnetin-Nebeviyye fi nakdi kelamiş-Şîati vel-Kaderiyye

bu başlık altın 'şia'nın iddialarını çürüteceğiz allahın izni ile...


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:30

Dalaletten (Sapıklıktan) kurtaran Hakka çağıran, dilediğini doğru yoluna kavuşturan Allah'a hamdolsun.

Bu faydalı ve nefis hakikatleri ?Minhacül-İ'tidal fi Nakdi Kelâmi Ehli er-Rafdi vel İ'tizal? adlı eserden seçtim.

(Eser 1321 de Mısırda, El-Emiriyyetül-Kürâ adlı matbaada ?Minhacüs-Sünnetin-Nebeviyye fi nakdi kelamiş-Şîati vel-Kaderiyye? nâmı ile basılmıştır. Şeyhül İslâm İbn-i Teymiyyenin eserlerine isim verdiği az görülmüştür. Eserlerini süratle yazarken, senet ve kaynaklarıyla beraber nassları, imamların sözlerini ve tarihi hadiseleri sağlam bir şekilde ezberleyen güçlü ve benzeri olmayan hafızasına güveniyordu. Sonra âlimler ve talebeleri bu eserleri ondan alıyor ve behemahal onları İslâm âlemine neşrediyorlardı. Eserleri okuyanlar mevzularına uygun bir isimle isimlendiriyorlardı. Bu sebepten dolayı bir eserinin birkaç ismi bulunabiliyordu. Hafız Zehebî Şeyhülislâmın özel talebelerinden olunca Onun isimlendirmesine itimad ettik. Bu kitabın başkaları yanında meşhur olan diğer bir ismi de ?Minhacüs-Sünne? dir. Böylece kitabı adlandırırken ikinci ismine de işaret ettik)

Kitabın müellifi Şeyhü'l İslâm İbn-i Teymiyye'dir. Allah Ona rahmet etsin.

Müellif, eserini kendi zamanında İbnül Mutahhar namında bir râfizînin, ilmî ve dinî açıdan câhil olan İmamiyye mezhebi ve kurucularına davet edici nitelikte olan bir kitabının kendisine getirilmesi üzerine O'na bir reddiye olarak te'lif etmiştir.

(İbnül Mutahhar Hasan b. Yusuf. b. Ali b. El - Mutahhar el-Hillî'dir. 648-726 yılları arasında yaşayan bu adam Şii zındıklarından biridir. Küfrün yardımcısı olan en-Nusayr et-Tasi'nin (597-672) talebeliğini yapmıştır. Sahabe, Tabiîn ve onlara tâbi olanlara karşı kalbini kinle doldurmuşlar, O da, O şekilde yetişmiştir. Bu yüce zâtlardan sudur eden ve tarihin müşahede etmediği bütün iyiliklerine düşmanca bakıyordu. Bu düşmanlığına delalet eden delilleri ve Şeyhülislamın onları nasıl çürütüp, Râfizînin gizliliklerini teşhir ettiğini göreceksin. Öyle ki, Onu gelmiş ve geleceklere de ibret kılmıştır.)

(Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)?ın sünnetine - O sünnet ki, ashab tarafından zaptedilerek tâbiin'e onlar da daha sonra gelenlere tevdi etmişlerdir. Allah cümlesinden razı olsun - aykırı olan her iş cahiliyye işlerindendir. Çünkü, her zaman ve mekânda bulunan bütün sistemler ikiye ayrılırlar:

- İslâmî ve

- Câhilî.

- Ashabtan aldığımız sünnetler, hükümler ve bütün Muhammedi mesajlar, İslâmî;

- Onlara aykırı olanlar da nerede ve hangi zamanda olursa olsun ve kimin tarafından uydurulmuşsa uydurulsun câhilidir).

İbnul Mutahhar Cengiz Han'ın torunlarından Hudâbende isminde bir sultana takdim etmişti. Eserdeki deliller nakli ve aklidir.

(?Huda?, farsçada Allah, ?Bende?; Kul anlamındadır. Hudâbende; Allah'ın kulu manasına gelir. Hudâbende İlhanlıların sekizinci, Cengiz hanın altıncı torunlarındandır. Asıl ismi Olcaytu'dur. Olcaytu (680-716) Ergu'nun (-, 690), O da Abğa (-, 681) nın, O da Hulagu'nun (-, 663), O da Toli'nin (-, 628), O da saffâh olan Cengiz Han'ın (549-624) oğludur. Cengiz'in bir başka lâkabı da İlhan'dır. Devletlerine de İlhanlılar deniliyor. Hudâbendenin babası Ergun putperest idi. Ergun Horasan'da amcası sultan Tokodar'a isyan ederek siyasi maslahatı İslama girmekte bulmuş ve ismini Ahmed Tokodar olarak değiştirmiştir. Hudâbendenin babası Ergun daha sonra tekrar Tokodar'a hücum ederek altıyüzseksen üçte öldürmüş ve memleketini istila etmiştir. Ergun babası olan Abğanın veziri Şemseddin el-Muhammediy'ye iftira ederek babasını zehirlemiş iddiasıyla öldürmüştür. Onunla beraber dört oğlunu da öldüren Ergun, daha sonra şehevî arzularının peşine düşerek idarî mekanizmayı doktoru ve yahudi asıllı olan Sa'd ed-Devle'ye bırakmıştır. Yahudi tabip idareyi kötüye kullanıp, fesad çıkarmaya başlayınca, devlet adamları ve memurlar ona karşı ayaklanarak onu öldürmüşlerdir. Daha sonra Ergun kahrından öldü. (690).

Ergun'un Olcaytu (Hudâbende) ve Gâzân adında iki oğlu vardı. Her ikisi de siyasi maslahatı, İslama girip idare ettikleri milletlere karşı iyi muamele etmekte buldular. Gâzân Ehl-i Sünnet mezhebini seçti. Kardeşi Hudâbende 703 de idareyi ele geçirince bir gurup şii ona yardımcı oldu. Rivayet edildiğine göre Hudâbende bir gün hanımına kızarak onu üç talakla boşamıştır. Sonra onu tekrar himayesine almak isteyince ehl-i sünnet fakihleri bu durumun mümkün olamıyacağını, ancak bir başka erkeğe nikahlandıktan ve ondan da boşandıktan sonra mümkün olacağını söyleyince, durum kendisine zor geldi. Bunun üzerine yardımcıları olan şiiler, Hille alimlerinden İbnül Mutahhar adındaki zâtı meseleyi çözmek için çağırmasını istediler. İşte Şeyhülislam İbn-i Teymiyyenin kendisine reddiye yazdığı adam budur. İbnul Mutahhar sultanın huzuruna gelince ona: Zevceni âdil iki şahidin huzurunda mı boşadın? diye sorması üzerine Sultan; hayır dedi. İbnül Mutahhar: Zevceni iki âdil şahidin huzurunda boşamadığın için talak vaki olmamıştır. Dilediğin gibi zevcenle muamelede bulunabilirsin; fetvasını verdi.

Hudâbende fetvayı alınca çok sevindi. İbnül Mutahharı özel ve yakın adamlarından yaptı. İbnül Mutahharın bu şeytanî hareketinden dolayı, Hudâbende bütün valilerine emirler göndererek, bundan böyle hutbelerin on iki imam adına okumalarını, isimlerini mescitlerin duvarlarına yazmalarını istedi. İbnül Mutahhar'ın verdiği bu bâtıl fetva ile Hüdâbende'nin devleti şiileşmiş oldu. İşte İran ve Horasan devletinin resmen şiileştiği ilk merhale budur. Bu hadisenin 707 de olduğu rivayet edilmektedir.

Bu tarihten üçyüz sene sonra İran'ı ikinci defa uçuruma götüren hâdise, Safavî devletini kurup ilk şîîler'in ?Aşırı? diye bilinen şii akidelerini yaymak olmuştur. Halbuki, daha önce ilk şiilerin rivayetlerini aşırı kabul ederek onları inkar ediyorlardı. Safavî devleti istikrar bulunca bütün şiiler aşırı ve bozuk inançlara kaydılar. Öyle ki, şiilerin bile daha önce aşırı diye nitelendirdikleri görüş ve akideler mezheplerinin zarurî inançlarından oldu. İkinci âlimleri olan El-Mekâni (1290-1351) ?Tenkihul Mekal? adlı eserinin bir çok yerinde bunu itiraf etmiştir. Mezkûr kitap, şîîlerin cerh ve tâdil de en büyük kitapları sayılır.)


torunbey06
Yasaklı
19 Haziran 2010 18:31

Ya EBU;

Bugün tam 10 şehit verdik!.. 20 kadar asker de yaralı!.. Ya EBU İçimiz kan ağlıyor.


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:32

Rafizîler haber nakletmede insanların en yalancısı, aklî delillerde de en cahilleridir.

(Çünkü, mezheblerinin esasları bâtıl, vehim ve müstahiller üzerine kurulmuştur. Bunları bu kitapta göreceksin. Bunun en açık misali onların: ?Bizler imamsız yaşıyoruz? demeleridir. Kendilerinin İmamiyye mezhebinden olup, onların bir imamı olduğunu ve fakat imamlarının bin seneden beri Samarra mağarasına girip çıkmadığını ve halen yaşadığını iddia ederek çıkmasını bekliyorlar. Kitaplarında da Allah'dan bunun çıkışını bir an önce gerçekleştirmesini taleb ediyorlar)

Bunlar gerçek âlimler indinde cahil zümre olarak addedilir. Bunlar vasıtasıyla dine sokulan batıl inançları ancak Allah (c.c.) bilir. Nusayrîler, İsmâilîler, Batiniler kapılarından geçerek, İslam beldelerini istila etmiş ve Harem-i Şerifte kan akıtmışlardır.

İbnül Mutahhar, eserine ?Minhacül Kerame fi ma'rifetil imame? adını verdi.

Kötülük yapmada yahudilere, aşırılık ve cehalette hıristiyanlara benzeyen rafiziler selefleri olan İbnül Mutahhar'ın yolunu takip etmişlerdir. İbnül Mutahhar'ın, selefleri olan:

İbn-i Nu'man El-Müfid (Muhammed b. Muhammed b. Nu'man b. Abdusselam El-Bağdâdidir. (336-413) Mezkûr kişi Hille alimlerindendir. İkiyüzden fazla kitap, risale ve makaleyi te'lif ettiği söylenmektedir),

El-Karacukî (Muhammed b. Ali b. Osman El-Karacukî (-, 449) olup, Şeyhi Mufîd'in talebesidir),

Ebulkasım El-Mûsevi (Ebul Kasım Ali b. Hüseyn b. Musa'dır. El-Murtaza (355-436) lakabıyla bilinir. Rıza Muhammed b. Huseyn eş-Şâir'in (359-406) kardeşidir. Bu iki kardeş Hz. Ali'nin hutbelerini tahrif ederek ziyadeleştirmeyi kendilerine vazife bilmişlerdir. Bu hutbelerde uydurulan herşeyin müsebbibi bu ikisi olup, Hz. Ali bu uydurmalardan uzaktır)

ve Et-Tûsî nin yollarını izlediği gibi. (Et-Tûsî Muhammed b. Muhammed b. Hasan El-Hoce Nasiruddin et-Tûsi (597-672)dir. Putperest Hülagû'nun İslâm başkenti Bağdadi istila ederken (655 H) giriştiği katliâmın müsebbiplerindendir. Çünkü, et-Tûsî, Hülâgû'yu bu işe teşvik etmişti. Daha önce bu hain adam dağlık bölgede bulunan dinsiz İsmailîlerle işbirliği yapıyordu. Tûsî, Nasîrîlerin lideri Nasîruddin adına ?El-Ahlâkun-Nasîriyye? adlı bir kitap te'lif etmiştir. Nasîrîler, Kohestan bölgesinde yaşıyorlardı. Tûsî, İsmailîlerin kralı olan Alauddin Muhammed b. Celal Hasanın en berbat adamlarından idi. Bütün bunlarla beraber Tûsi'nin münafıklığını açıkça gösteren delil Onun Abbasi halifesi ?EL-Mu'tasım? a yazdığı ve onu öven kasidesidir. Şüphesiz ki, Tûsî Bağdad'ı yıkmak, İslâmı ortadan kaldırmak için Hülâgû'yu kışkırtmıştır. Şiiler ise bu vahşice hareketi kendileri için en şerefli bir olay addederler. Şiilerin ?Ravdatül Cenne? adlı eserinin 578 ci sahifesinde bu durum açıkça görülmektedir. İslama ve tâbilerine büyük düşmanlığı olan Tûsî'nin diğer hainliklerini Hülâgû da keşfetmişti. Ona ihtiyacı olmasaydı öldürecekti)

Aslında rafiziler münazarada, delilleri açıklamada ve bunların gerektirdiği metodlarla uygulamada ehil değildir. Nakli delillerde de câhil oldukları gibi. Onların dayanakları isnadi kesilmiş tarihi olaylardır. Bu tarihi olayların çoğu da yalancılar tarafından uydurulmuştur. Lut b. Yahya, Hişam b. El-Kelbî gibi kimselerin haberlerine de itimad ederler.

(a - Lût b. Yahya, şîîlerin en az yalan söyleyenlerindendir. İbn-i Adiyy onun hakkında: ?Şîîdir, şîîlerin haberlerini uydurur.?, Hafız ez-Zehebi de ?Mizanül İ'tidal? adlı eserinde: ?Haberleri uydurma olup, güvenilmez. Ebu Hatim ve başkası haberlerini almamışlardır.? der. 157de ölmüştür.)

(b - Hişam b. El-Kelbî 204 te ölmüştür. Hakkında en doğru sözü İmam-ı Ahmed söylemiştir: ?Neseb sahibi olduğu için çokça gece toplantıları düzenlerdi. Kendisinden hadis nakledeni görmedim. Dinle alâkası olmayan haberlerin kaynağıdır. Sünnetle ilgili haberlerde müslümanlar ona aldanacak kadar akılsız değildirler.? Hafız b. Asâkir onun hakkında: ?Râfizî ve güvensizdir? der.)

Yunus b. Abdil A'la, Eşheb'in şöyle dediğini rivayet ediyor :

Rafizilerin durumuyla ilgili olarak İmam Malik'e bir soru sorulması üzerine; Onları konuşturmayın, haberlerine inanmayın, onlar yalancıdırlar, cevabını verdi.

Harmele (Harmele b. Yahya et-Tüceybî (V. H 243) olup, Mısır'ın iftihara medar âlimlerinden ve İmam-ı Şafiî'nin talebelerindendir. İmam-ı Mâlik'ten rivayet ettiği yüzbin civarındaki hadisi Mısır'a nakletmiştir),

İmam-ı Şafiînin: ?Râfizîler kadar yalan şahitliği yapanı görmedim? dediğini, işittim diyor.

Müemmil b. İhâb (Müemmil b. İhâb er-Rub'î (V. 254) olup, Ebu Davud ve Neseî ondan rivayet etmişlerdir)

Yezid b. Harun (Yezid b. Harun es-Sülemi el-Vasitî olup, meşhur hadis hafızlarının ileri gelenlerinden ve İmam Ahmed'in üstadlarındandır. Yetmişbin kişi dersini dinlemiştir. Hicri 206 da vefat etmiştir):

?Râfizîler hariç bir bid'atçıdan nakiller yapılabilir. Çünkü, onlar yalancıdırlar.? dediğini işittim, der.

Muhammed b. Said el-İsfahanî (Muhammed b. Said el-İsfahani, Şüreyk'in talebelerinden olup, Buhari ondan rivayet etmiştir. H. 220 de vefat etmiştir),

Şüreyk (Şüreyk b. Abdullah en-Nehâî (95-177) Küfe kadısı olup, Abdullah b. Mübarek ve zamanındaki âlimlerin üstadıdır. Ebu Hanife ve es-Sevrî'nin muâsırlarındandır) in:

?Rafizilerden başka ilmi istediğinden al. Onlar hadis uydurur. Uydurduklarını da din telakki ederler.? dediğini işittim der.

Ebu Muaviye (Ebu Muaviye Muhammed b. Hâzim ed-Darir (V. 195) büyük âlimlerden ve el-A'meş'in talebelerindendir),

El-A'meş'in (Süleyman b. Mihran el-Kûfî'dir. (64-148). Kıraat ilmi ve hadis hafızlarının ileri gelen âlimlerindendir. Süfyan b. Uyeyne onun hakkında: ?Kur'ân-ı en iyi okuyan, ezberleyen ve mânâsını bilen bir zat idi.? der. Bunun üzerine kendisine ?El Mushaf? deniliyordu):

?Bütün insanları anladım. Yalancıları hariç? dediğini işittim. Bu yalancılarla da Râfizî Muğire b. Said ve etrafındakilerini kastediyordu.

Tabii ki, yalancının şahitliği ittifakla reddedilir.

Cerh ve ta'dil kitapları tetkik edildiği takdirde, rafizilerin diğer bütün zümrelerden daha çok yalancı oldukları görülür. Hâriciler dinden uzaklaşmalarına rağmen insanların doğru olanlarındandır. Hatta rivayet ettikleri hadislerin en sahih hadislerden olduğu söylenmiştir.

Rafiziler ise ?Dinimiz Takiyyedir? demekle yalancı olduklarını itiraf etmektedirler. İşte münafıklık budur. Üstelik, ancak kendilerinin mü'min olduklarını iddia ederek, geçmişleri mürtedlik ve münafıklıkla itham ediyorlar. Onlar şu veciz sözün tam aynasıdırlar.

?Beni derdiyle hastalandırdı, sonra o da vereme tutuldu.?

Rafizilerin bugünkü aklî dayanıkları Mu'tezile kitaplarıdır. Kader ve Allah'ın sıfatlarını inkâr etmede onlarla hemfikirdirler. Halbuki, Mutezile, Ebu Bekir ve Ömer (R. Anhuma) in halifeliklerine hakaret etmedikleri gibi, onların büyük bir bölümü mezkûr hâlifeleri yüceltip, onları tercih ederler. Şiilerin kelamcılarından Hişam b. Hakem, Hişam el-Ceavlikî, Yunus b. Abdurrahman el-Kummî ve benzerleri Allah'ın sıfatlarını maddeleştirmeğe kadar götürüyorlar.


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:34

Rafizi müellif İbnül Mutahhar şöyle diyor:

?Bundan sonra bilinmelidir ki, bu şerefli bir risale, güzel bir makaledir. Dini hükümleri ve müslümanların en şerefli konularından önemli olanları kapsar. Bunlardan biri İmamet konusudur ki, onun anlaşılmasıyla yüce makamlara erişilir. O imanın bir şartıdır ki, imanla ancak ebedî cennetlere hak kazanılır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ?Kim ki, zamanının imamını bilmediği halde ölürse, cahiliyye ölümü üzerine ölür.? buyurur. Bu eserle yüce sultana hizmet ettim. O sultan ki, arap ve acem sultanlarının sultanıdır...

Eseri bölümlere ayırdım.

Birincisi; Mezheplerin bu konudaki nakilleri,

İkincisi; İmamiyye mezhebine uymanın vâcipliği,

Üçüncüsü; Ali'nin (r.a.) imametine dair deliller,

Dördüncüsü; Oniki imam,

Beşincisi; Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın halifeliklerinin geçersizliği hakkındadır.?


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:36

Yukarıdaki iddialara birkaç yönden bakacağız :

?İmamet meselesi en önemli konudur? iddiası, icma ile yalandır. Çünkü iman daha önemlidir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında kâfirler müslüman olduklarında haklarında İslâmi hükümlerin icra edildiği, onlara imametin hatırlatılmadığı bilinmektedir. O halde imamet nasıl en önemli mesele olur?

Veya dörtyüzaltmış küsur seneden beri bilahere çıkmak üzere Samarrada sirdab (mağara)a gizlenen Muhammed b. Hasan el-Muntazar'ın imametine inanmak Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve cemâlinin müşahede edileceğine inanmaktan nasıl daha önemli olur?

Ey Rafiziler! Şayet elinizdekiler dini yönden yeterli ise, Muntazar'a ihtiyaç yoktur. Yok yeterli değilse eksikliğinize ve bedbahtlığınıza hükmetmişsiniz. Çünkü, saadetiniz ne emrettiğini bilmediğiniz bir âmirin emirlerine bağlıdır.

İbnul ûd el-Hillî şöyle der:

?İmamiyye ihtilaf ettiğinde iki görüşe ayrılırlar. Birincisinin kime ait olduğu bilinmektedir. İkincisinin ise kime ait olduğu belli değildir. İşte Muntazar ikinci guruptan olduğu için, ikinci görüş haktır.?

Bu cehalete bakınız ki, Muntazar'ın şu sözü söylediği bilinmemesine ve hiç kimse o sözü kendisinden nakletmemesine rağmen onun kendisine ait olduğunu nereden bileceğiz. İşte bunların dini meçhuller ve yokluklar üzerine kurulmuştur. Kendilerince imamdan maksat emrine itaattir. Emrini bilmeye gerek yoktur. Bunda da aklen ve naklen de fayda yoktur. Muntazar'ın varlığına ve onun günahsız olduğuna inanmayı vacip kılarak dediler ki:

Din ve dünya maslahatı ancak onunla hâsıl olmuştur. Halbuki, Muntazar'la onlara hiç bir maslahat sağlanmış değildir. Onu inkâr edenlerden de ne din ve ne de dünya ile ilgili hiçbir maslahat kaçmış değildir. Allah'a hamd olsun.

?Muntazar'a imanımız diğer iyi kullara olan inancımız gibidir. İlyas, Hızır, Kutb gibi varlıkları, emir ve yasakları bilinsin veya bilinmesin.? diyecek olursanız, size şöyle deriz:

Bunların varlıklarına iman, hiçbir âlimin görüşünde vacip değildir. Onlara iman etmenin vâcipliğini iddia edenlerin sözleri sizin sözleriniz gibi merduttur. Zahidin bunlar hakkındaki fikrinin gayesi, varlıklarını kabullenenin onları inkar edenden daha faziletli olmasıdır. İnsanları hidayete eriştiren, onları zafere kavuşturan veya onları rızıklandıranın Kutub veya Gavs olduğunu iddia eden ve bu işlerin ancak onların vasıtasıyla insanlara tevdi edildiğine inanan sapıktır. Onun bu sözleri hıristiyanların bu konuda söylediklerine benzer. Bu durum bazı cahillerin ?Rasulullah ((sallallahu aleyhi ve sellem)) ve kendi şeyhlerinin Allah'ın bildiklerini bilebileceklerini, gücünün yettiğine onların da güç yettirebildiklerini? iddia etmeleri gibidir.

İmamiyye mezhebine mensub birisi kendisiyle konuşmamı istedi. Ben de kendisine onlara ait aşağıdaki sözleri naklettim. Şöyle ki:

?Allah'ın insanlara emir ve yasakları vardır. Onlara iyiyi yapması Allah için vaciptir. İmam da onlar için iyi bir şeydir. Çünkü, insanların kendilerine iyiliği emredecek kötülükten alıkoyacak bir imamları olması, onların iyiliği yapmalarına daha yakındır. Şu halde, onlar için imamın bulunması vaciptir. Bunun da günahsız olması şarttır ki, onunla gaye tahakkuk etsin. Günahsızlık ise Rasulullah'tan sonra Ali'den başkasına kalmış değildir. Bu hüküm icma ile sabittir. Ali Hasan'ı, O da Hüseyn'i imamete tayin etmiştir. Sıra Muntazar'a gelinceye kadar bu böyle olmuştur.?

İmamî olan bu kişi nakillerimizin çok doğru olduklarını itiraf etti. Ben de devamla ona şöyle dedim:

İkimiz ilme, hakka ve doğruya talibiz. Halbuki, İmamiler ?Muntazar'a inanmayan kâfirdir.? diyorlar.

- Acaba sen onu gördün mü?

- Onu gören birisiyle karşılaştın mı?

- Hakkında bizzat bir şey işittin mi?

- Veya konuştuklarından bir şey biliyor musun?

Hayır dedi.

- Şu halde ona iman etmemizin faydası nedir?

- Allah c.c. ne emrettiğini ve ne yasakladığını bilmediğimiz bir şahsa iman etmekle bizi nasıl mükellef kılar?

- Bunu bilmemiz için de hiçbir yol yoktur. Halbuki, İmamîler gücün yetmiyeceği şeylerin emredilmesine diğer insanlardan daha çok karşıdırlar. Acaba gücün yetmiyeceği işlerin en açık misali bu değil midir?

Muhatap şöyle dedi:

Bunun isbatı biraz önce bana naklettiğiniz bizim o güzel (!) fikirlerimizledir. Dedim ki; Gaye o fikirlerden bizi ilgilendirenlerdir. Bizimle İlgili emir ve yasak olmadığı için yukarıdaki fikirler bize hüccet olamaz. O iddialar hakkında konuşmamız bize bir fayda sağlamıyacağına göre, Muntazara iman etmenin maslahat ve iyilik babından değil, cehaletten geldiğini biliniz.

İmamiyyeye göre Muntazar'ın babalarından nakledilenler doğru ise ve saadeti gerektiriyorsa, Muntazar'ı beklemeye gerek yoktur. Ama Muntazar'ın dedelerinden nakledilenler kurtuluşa ve saadete vesile olmayacaksa, Muntazar'ın hiç bir faydası olmayacaktır. Üstelik emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmadan mücerred olarak zamanındaki imamı tanıyıp veya görmek insana bir yücelik bahşetmez. Bu imamın Rasulullah'tan daha iyi olması da mümkün değildir. Kaldı ki, İmamı bilip de farzları yapmayan, aksine yasakları işleyen bir kimsenin hali çok vahim olur. Halbuki onlar Hz. Ali'yi sevmek kendisine günahın zararı dokunmadığı bir iyiliktir, derler. Şayet Ali'yi sevmekle günah işlemenin zararı yoksa, masum imama da ihtiyaç yoktur.


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:38

?İmamet imanın şartlarındandır? sözünüz tam bir cehalet ve iftiradır.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) imanı tarif ederken şartlarını da zikretmiştir. Fakat imameti imanın şartları arasında saymamıştır. Kur'anda da böyle bir âyet yoktur. Aksine Allah (c.c.) şöyle buyurur :

?Müminler, ancak o kimselerdir ki: (yanlarında) Allah anıldığı zaman kalbleri korkar ürperir; onlara Allah?ın ayetleri okunduğu zaman, imanlarını arttırır; ve onlar yalnız Rablerine tevekkül ederler (O?na dayanıp güvenirler). Mü'minler o kimselerdir ki, namazı gereği üzere kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. (Hak yolunda harcarlar.) İşte bunlar gerçek mü'minlerdir.? (Enfal: 8/2, 3, 4.)

?Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'a ve Peygamberine iman etmişlerdir; sonra (imanlarında) şüpheye düşmemişler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmışlardır. İşte böyle kimseler, imanlarında sadık olanlardır.? (Hucurât: 49/15),

?Yüzlerinizi doğu veya batı yönüne çevirmeniz birr değildir. Birr; Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve nebilere iman etmek, sevilen mallardan akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolda kalanlara, dilencilere, köle (ve esir) lere vermek, namazı ikame etmek, zekatı vermek, söz verdiğinde sözünde durmak, fakirlikte, kıtlıkta, hastalıkta ve savaşta sabretmektir. İşte (sözlerinde) doğru olanlar bunlardır. Muttaki olanlar da bunlardır.? (Bakara: 2/177)

Görülüyor ki, Allah c.c. imameti zikretmemiştir. İslâmın şartlarından da değildir.


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:40

?Kim ölür de zamanının imamını tanımazsa câhiliye ölümü üzerine ölür? mealinde olan hadis hakkında da sana şu soruları tevcih edeceğiz:

Bu hadisi kim rivayet etmiştir? Senedi nerededir? Vallahi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hadisi bu şekilde buyurmamıştır. Bilinen şu ki, Müslimin rivayet ettiği bir hadisle, Harre mevkiinde cereyan eden bir hadise üzerine İbn-i Ömer, Abdullah b. Mutin'e geldiğinde; Ebu Abdurrahman (İbn-i Ömer)?a bir döşek seriniz otursun; demesi üzerine İbn-i Ömer: ?size oturmağa değil, bir hadisi nakletmeğe geldim. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)?in şöyle buyurduğunu işittim:

?Her kim itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah'a fiili hususunda lehine hiç bir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Her kim de boynunda (emire) biati olmayarak ölürse cahiliyyet ölümü ile ölür:? (Müslim Kitabül İmare 13).

Bu hadisi İbn-i Ömer, zamanın emiri Yezid'in hal edildiği bir zamanda nakletmiştir. Hadis, Ulûlemre itaat etmeyenin, onlara karşı kılıçla çıkanların cahiliyye ölümü üzerine ölecekleri hükmünü ifade eder. Bu ise râfizilerin durumuna taban tabana zıttır. Olar âmirlere uymayan veya istemeyerek uyan insanlardır.

Bu hadis, ırkçılık uğruna savaşanları -ki râfizîler bunların başında gelir- içine alır. Fakat bu yolda savaşan bir müslümanı tekfir etmeyiz, her ne kadar itaattan çıkmış ise de, öldüğünde kâfir değil, cahiliyye bir ölüm ile ölür, hükmünün çıktığı bir başka yorumda ifade edilmektedir.

Cündüb b. Abdullah el Beceli'nin rivayet ettiği diğer bir hadiste de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

?Her kim, hak ve bâtıl olduğu bilinmeyen karanlık bir davanın bayrağı altında kavmiyet ve asabiyete çağırarak, yahut kavmiyet ve asabiyete yardım ederek öldürülürse onun bu ölümü tam bir câhiliye ölümü olur? (Müslim Kitabül İmare 13).

Ebu Hureyre (r.a.) den:

?Emire itaattan çıkıp, cemaatten ayrılan ve sonra ölen kimse cahiliyye ölümü ile ölür.? (Buhari Ahkam: 4; Müslim İmare: 13,Nesai, Tahrim: 28)

Rafiziler çoktan beri itaatten çıkmış ve cemaatten ayrılmışlardır. İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

?Kim ki, emirinde sevmediği bir hareketi görürse sabretsin. Muhakkak ki cemaatten bir karış uzaklaşıp da ölen, cahiliyye ölümü ile ölür.? (Buhari Ahkam:4, Fiten: 2, Müslim İmaret: 13)

Ey Rafizi! Naklettiğin hadis sahih olsa bile aleyhinizdedir. Sizden hanginiz zamanındaki imamını görmüştür? Hanginiz Onu tanımış veya onu göreni görmüş, veya ondan bir mesele nakletmiştir? Aksine siz, henüz üç beş yıllık iken sîrdab (mağara)a giren ve dört-yüz seneden beri eseri görülmeyen bir çocuğun imametine çağırıyorsunuz. Halbuki biz var olan, bilinen ve güçlü olan imamlara kötülükte değil, iyilikte uymaya emredilmişizdir.

Avf b. Mâlik'in rivayetine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

?Âmirlerinizin en iyileri sizin onları, onların da sizi sevdiği, sizin onlara onların da size dua edenlerdir. Âmirlerinizin en kötüleri sizin onlara onların da size buğzettiği, sizin onlara onların da size lanet edenleridir.?

?Yâ Resulullah:

(Bu kötü hallerinden dolayı) onlarla bozuşmayalım mı?? dememiz üzerine şöyle buyurdu:

?Namazı kıldıkları müddetçe hayır, namazı kıldıkları müddetçe hayır. Şunu iyi biliniz ki, kime bir vali tayin edilir de, kendisinden Allah'a isyan nitelikte bir fiil meydana geldiğini görürse, bu işi yaptığı müddetçe, yaptığı işi kınasın. Fakat bir el kadar da olsa itaatten ayrılmasın.? (Müslim İmare: 17)

Bu konuda imamların masum olmadıklarına dair bir çok hadisler vardır.

Ayrıca İmamiyye mensupları imametin aslî değil fer'î konularda gerekli olduğuna inanıyorlar. Halbuki mühim olan aslî konulardır. Böylece zamanın imamıyla hiçbir maslahatın elde edilmediğini itiraf ediyorlar. Birinin uzun bir yorgunluk ve çokça dedikodu ettikten sonra, müslüman cemaatten ayrılmasından, geçmişlere lanet ederek kafir ve münafıklara yardımcı olmasından, çeşitli hilelere baş vurarak en sapık yolda yürümesinden, yalancı şahitliğine güvenerek arkasından gelenleri aldatıcı iplerle kuyuya indirmesinden daha sapık bir işi olur mu?

Bununla beraber bu sapık kişi gayesinin kendisini Allah'ın hükümlerine davet edecek bir imam olduğunu iddia ediyor. Oysa ki, bu hareketinden dolayı bir menfaat ve maslahattan ziyade kendisine ancak hasretler, hatalara sapmalar, mağaraya giripte -Râfizinin inancına göre- ne işi ve ne de konuşması olmayan birisi için Muhammed ümmetine düşmanlıklar kalır. Muntazardan bir fayda geleceği inanılır bir şey olsaydı, bu ümmetin akıllıları nasıl olurda râfizîlere kalacak tek şeyin, iflâs olduğunu söylerlerdi. Zaten Muhammed b. Cerir et-Taberî , Abdulbaki b. Kani ve diğer neseb âlimlerinin ifadelerine göre Hasan b. Ali el-Askeri'nin çocuğu da yoktu.

(İbn-i Cerir et-Taberi H. 302 yılında meydana gelen bir hadiseyi naklederek şöyle diyor: Adamın biri çeşitli hilelerle halife Muktedirin yanına çıkarak kendisinin Muhammed b. Hasan b. Ali b. Musa b. Ca'fer olduğunu iddia ettikten sonra, Ebu Talip oğullarının huzuruna çağrılması için halifeye emrediyor. Bunun üzerine Ebu Talib oğulları başlarında başkanları Ahmed b. Abdissamed-ki İbn-i Tomar diye tanınıyor-olmak üzere hazır oluyorlar. Ancak İbn-i Tomar, Hasan b. Ali el-Askerinin çocuk bırakmadığını söylemesi üzerine Haşini oğulları bağırarak bu adamın halka teşhir edilerek en ağır cezaya çarptırılmasını istediler. Onu bir deveye bindirip tevriye ve arefe gününde halka teşhir ettikten sonra hapsettiler. Taberi bu hadiseyi Hasan el-Askerî'nin çocuk bırakmadığına delil olarak zikretmektedir.)

Bütün bunlardan başka rafizilere göre bu imam sîrdab'a (mağara) girerken iki, üç veya beş yaşında idi. Böyle bir çocuk Kur'ânın nassı ile yetim hükmünde olup, bakılması ve malının korunması gerekir. Yedi yaşına gelince namaz, ile emredilir. Abdest almayan, namaz kılmayan bir kimse nasıl yeryüzünün imamı olur? Ve nasıl; uzun zaman boyunca imamet maslahatı yok edilir?


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:42

---------------------------------------------------

buradan sonra yazılanları numaralandırarark devam edeceğiz ki herkes kaldığı yerden okuyabilsin...

------------------------------------------------------


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:44

1)Rafizi müellif şöyle diyor:

?İmamiyye mezhebi Allah (c.c.)'ın âdil, İşlerinde hikmetli olduğuna, kötü bir şey yapmadığına, zulmetmediğine, insanlara karşı merhametli olup, onlara faydalı olanı yarattığına inanır...

Sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in vefatıyla peygamberliği imametle devam ettirdi. Böylece hata ve unutkanlıklarından emin olmaları için insanlara ma'sum imamlar tayin etti. Tâ ki, Allah (c.c.) âlemi lütuf ve merhametinden paysız bırakmasın.

Rasulullah'ı risaletle görevlendirince Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da o ağır vazifeyi yerine getirdi. Kendisinden sonra halifenin Ali (r.a.), sonra sırasıyla oğlu Hasan, Hüseyin, Hasanın oğlu Ali, Muhammed, Ca'fer, Musa b. Ca'fer, Ali b. Musa, Muhammed b. Ali el-Cevad, Ali b. Muhamed el-Hâdi, Hasan b. Ali el-Askeri ve Muhammed b. el-Askeri olduğuna hükmetti. Aynı zamanda Rasulullah vefat etmeden önce imamet için vasiyyet etti.

Ehl-i Sünnet ise bütün bunların aksini iddia ederek şöyle diyorlar:

Allah (c.c.)'ın fiillerinde adalet ve hikmet aranmaz. O'nun kötülüğü işlemesinin caiz olduğunu, işlerinin bir hikmete mebni olmadığını, zulüm edebileceğini, kularına yararlı olanı değil de hakikatte bozuk olanı -âsîlik ve küfür gibi- yaratmasının caiz olduğunu söylediler.

Ehl-i Sünnet devamla; Âlemde meydana gelen bütün bozuklukların kaynağı (haşa!) Odur. İtaatkâr sevaba müstahak olmadığı gibi, isyankâr da mutlak olarak cezaya müstahak değildir. Peygamberi ta'zib eder, firavunu mükafatlandırır. Peygamberler ma'sum değildir. Onlardan hata, isyan ve yalan sâdır olabilir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) imam tayin etmeden vefat etmiştir. Ondan sonra Ömer'in (r.a.) biatıyla ve Ebu Ubeyde, Salim mevla Ebi Huzeyfe, Useyd b. Hudayr ve Bişr b. Sa'd'ın rızasıyla halife Ebu Bekir'dir. Ondan sonra Ebu Bekir'in (r.a.) hükmüyle Ömer'dir. Sonra Ömer'in (r.a.) emriyle seçilen ve aralarında Osman'ın da bulunduğu altı kişinin -bazılarının muhalefetine rağmen- hükmüyle Osman (r.a.), sonra halkın biatıyla Ali (r.a.)'dir.

(Yani Ali'nin (r.a.) hilafeti nass ile sabit değildir. Çünkü bu hususta nass yoktur. Ali (r.a.), Osman'ın (r.a.) şehid edilmesinin altıncı günü olan Cuma gününde, halka karşı irad ettiği bir hutbede şöyle demiştir:

Ey insanlar! Dikkatle dinleyiniz. Halife tayin etme işi sizin işinizdir. Siz tayin etmediğiniz müddetçe bunda hiç kimsenin hakkı yoktur. Her ne kadar önceleri Osman'ı (r.a.) tayin etmede ihtilafa düşmüş isek de, şu anda dilerseniz bu işi uhdeme alacağım. Aksi halde hiç kimseyi zorlamam...? Bu husustaki uzun bilgiyi Taberi 5/156-157 sahifelerinden almak mümkündür. Emirülmü'minin ?Halife tayin etme işi sizin işinizdir, onda kimsenin hakkı yoktur. Ancak tayin ettiğiniz müstesna? sözü şiiler'in on üç asırdan beri bu hususta uydurdukları iddiaları tamamen yok ediyor. Bu iddialarım ?El-Avâsım Minel Kavasım? adlı eserin 142-143. sahifelerinde açıkça görmek mümkündür.)

Sonra ihtilafa düşerek bazıları imamın Hasan , bazıları da Muaviye olduğunu sözlerine ekledikten sonra, imameti ümeyye oğullarına tevdi ettiler ki, böylece kan dökülmeye başladı.?

Ey Râfizî!

Ehl-i Sünnet ve râfizîlere nisbet ettiğin bu nakiller yalan ve tahrifle doludur.

Adalet ve kader konusunu bu mevzulara sokmak, hem ehl-i sünnet hem de râfizîler açısından da doğru değildir. Çünkü bu mevzuda her iki gurubun bazı kimseleri ileri geri konuşmuşlardır. Şiilerden bazısı kadere inanır fakat adalet ve kudretini inkar ederler. Ebu Bekir (r.a.), Ömer (r.a.) ve Osmanın (r.a.) halifeliklerini kabul eden şiilerden bazısı Allah (c.c.)'ın adalet ve kudretini de kabul ediyorlar. Bu ihtilafın kaynağı Mu'teziledir. Rafizilerin Mufid, Musevî, Tûsî, Karacikî gibi üstadları bu fikirleri mu'tezileden almışlardır. Halbuki ilk Şiilerin bu hususta fikirleri yoktur. Bundan dolayı müellifin kader konusunu imametle beraber zikretmesi doğru değildir. İmamiyyeden naklettiklerini de açıklamamıştır. Halbuki imâmiler şöyle diyor:

?Allah (c.c.) canlıların hiçbir fiilini yaratmamıştır. Onların fiilleri Allah (c.c.)'ın kudreti ve yaratması dışındadır. Allah (c.c.) bir sapığı hidayete erdiremez. Hidayete ermiş birisini de zorla saptırmaz. İnsanlardan hiçbirisi Allah (c.c.)'ın hidayetine muhtaç değildir. Belki Allah (c.c.) -onlara iyiliği ve kötülüğü göstermekle- insanlara rehberlik etmiştir. İnsan Allah (c.c.)'ın yardımıyla değil kendi arzusuyla hidayeti bulur...

Allah (c.c.)'ın hidayeti mümin ve kafirlere karşı eşittir. Dini açıdan müminlerin kafirlere karşı daha fazla bir nimetleri yoktur. Ebu Cehl'e verdiği hidayetle Ali'yi (r.a.) hidayete erdirmiştir. Bir babanın iki çocuğuna para verip bunlardan birinin payını hayra, diğerinin de şerre harcaması gibi... Allah (c.c.)'ın dilediği halde olmayan, dilemediği halde olan şeyler vardır.?

Böylece Allah (c.c.) için mutlak irade ve kudreti, her şeyi içine alan yaratmayı kabul etmezler. Bunlar da mutezile görüşlerinin temelidir. Bundan dolayı şiiler bu hususta iki ayrı görüş ileri sürerek ihtilafa düşmüşlerdir.


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:46

2)Râfizinin;

?Allah âlemi lütfundan hissesiz bırakmaması için günahsız imamlar tayin etmiştir.? sözüne gelince, yine onlar diyorlar ki:

Ma'sum imamlar yenilgiye uğramışlar. Mazlum ve âciz kalmış, güç ve kuvvetleri bitmiştir. Aynı şeyi Peygamberin vefatından sonra halife seçilinceye kadar Ali (r.a.) için de söylüyorlar. Allah (c.c.)'ın, imamlarını güçlü kılmadığını böylece itiraf ediyorlar. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

?Oysa biz İbrahim ailesine kitab ve hikmeti vermiştik. (Bunlardan başka) onlara büyük bir hükümranlık da bahşettik." (Nisa 4/54)

Denilse ki: İmamları tayin etmekten maksat insanların kendilerine itaat etmelerini vacip kılmaktır. İnsanlar onlara itaat ettikleri takdirde hidayete kavuşurlar. Fakat onlara isyan ettiler.

Denilir ki: Mücerred tayin ile âleme bir lütuf ve rahmet inmemiştir. Üstelik insanlar Onları yalanladılar ve onlara isyan ettiler. Muntazar'dan ne ona inanan ve ne de onu inkâr edene bir fayda gelmiştir. Ali'den (r.a.) başka On iki İmamdan geri kalanlara gelince Onlardan edinilen istifade diğer din âlimlerinden edinilen istifade gibidir. Ulu'l-Emr'den beklenen menfaat yalnız onlarla elde edilmiş değildir. Böylece ?Lütuf? diye bahsettiğin şeyin şüphe ve yalandan ibaret olduğu anlaşılmış oldu.


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:48

3)Râfizi'nin

?Ehl-i Sünnet Allah (c.c.)'ın adalet ve hikmetine inanmadılar? sözü, Ehli- Sünnetten nakledilen bâtıl bir iddia olduğu iki yönden, anlaşılmaktadır.

Birincisi, Nazariyecilerin bir çoğu Nassı inkâr etmelerine rağmen Allah (c.c.)'ın adaletli ve işlerinin bir hikmete mebnî olduğuna inanmalarıdır.

İkincisi, Bütün Ehl-i Sünnet arasında ?Allah hikmetli iş yapmaz, kötü iş de işler? diyen yoktur. Müslümanlar arasında böyle bir iddiada bulunanın cezası ancak ölümdür.

Haddi zatında kader meselesinin temelinde ihtilaf vardır. Mutezilenin kabul ettiği görüşler üzerinde imamiyyenin son imamları, sahabe tabiîn ve Ehl-i beytin bir çokları ihtilaf etmemişler, Allah (c.c.)'ın adaleti ve hikmetinin tefsirinde ve tenzih edilmesi gereken zulüm konusunda münakaşa etmişlerdir. Allah (c.c.)'ın fiil ve hükümleri konusunda bazıları şöyle derler:

Allah (c.c.) zulmetmez. Zâtı için zulüm, zıd iki şeyin bir araya gelmesi gibi muhaldir. Olması mümkün olan bir şeyin yapılması zulüm değildir. Bunlara göre Allah (c.c.) itaat edenleri cezalandırır, âsileri de mükafatlandırırsa bu zulüm değildir. Çünkü zulüm bir kimsenin sahip olmadığı şeyde tasarruf etmesidir. Halbuki her şey Allah (c.c.)'ındır. Yukarıdaki görüşler kadere inanan bir çok kelamcılar ile bir kısım fakihlerindir.

Bazıları da şöyle diyor:

Allah (c.c.)'ın zulmetmesi mümkündür. Fakat âdil olduğu için zulmetmez. Adaleti ile zatını övmüştür.

Allah (c.c.) şöyle buyurur:

?Şüphesiz ki Allah, insanlara hiç bir şekilde zulmetmez. Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.? (Yûnus, 10/44)

Şüphesiz ki övgü yapılabilen bir kötülüğün ve fakat yapılmayıp terkedilmesine karşı yapılır Bunlar:

?Her kim de mü'min olarak salih ameller işlerse artık o, ne bir zulümden korkar ne çiğnenmeden (Hakkının zayi olmasından)?. (Tâha, 20/112),

?...Kullar arasında adaletle hüküm verilmektedir, hem onlara asla zulmedilmez.? (Zümer, 39/69)

?Benim katımda söz değiştirilmez ve ben bunlara zulmeden değilim.? (Kaf, 50/29)

Âyetlerini delil getirerek Allah (c.c.)'ın olması mümkün olmayan değil, mümkün olan bir işten dolayı zatını övdüğünü söylüyorlar. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) den bir rivayetle Cenâb-ı Allah bir Hadisi Kudsîde de şöyle buyuruyor:

?Ey kullarım ben zulmü zâtıma haram kıldım.? (Müslîm Birr: 55)

Allah (c.c.) zulmü zâtına haram kılarken rahmeti de vacip kılmıştır.

?...O, kendi üstüne rahmeti yazdı...? (En'am, 6/12) buyuruyor.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

?Allah mahlûkâtı yarattıktan sonra, yanında ve arşın üstünde bulunan bir kitapta şöyle yazdı: ?Muhakkak rahmetim, gazabımı kuşatmıştır.? (Buhari Tevhid: 15, 22, 28, 55, Bedu'l-Hak: 1, Müslim, Tevbe: 14/6, Ahmed: 2/242, 258, 260)

Dolayısıyla Allah (c.c.), nefsine vacip veya haram kıldığı şeyi yapar. Yapmıyacağı bir şeyi de kendisine ne vacip ne de haram kılar. Bu görüş de ehl-i sünetin cumhuru ile kaderi isbat eden hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf ehlinin görüşüdür. Bunların görüşlerinden de anlaşıldığı gibi Allah (c.c.)'ın adalet ve ihsanını kabul edenler tâ kendileridir. Kaderiyeciler gibi; Kebire işleyenin imanı gitmiştir, demezler. Aslında bu, Allah (c.c.)'ın kendisinden tenzih ettiği zulmü O'na isnad eden kaderiyenin görüşüdür.

Allah (c.c.) şöyle buyurur:

?Kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.? (Zilzâl, 99/8)

Kim ki: ?Allah (c.c.)'ın hidayeti kâfire değil yalnız mü'mine tahsis etmesi zulümdür.? diye inanırsa bu itikad iki açıdan yanlıştır.

Birincisi; bu bir tercihtir. Çünkü Allah şöyle buyurur :

?Eğer (imanınızda) sâdık kimseler iseniz sizi imana hidayet ettiği için Allah sizi (kendisine) minnetkar kılar." (Hucurat: 49/17),

?Peygamberleri onlara dediler ki: Evet, biz de sizin gibi ancak bir insanız; fakat Allah, Peygamberlik nimetini kullarından dilediği kimseye ihsan eder. Allah'ın izni olmadıkça da (isteğiniz üzere) size bir mucize getirecek değiliz. Ve mü'minler ancak Allah'a tevekkül etmelidirler.? (İbrahim: 11)

İkincisi; Allah (c.c.) cezayı ancak mustahakkına (hak edene) verir. Hiçbir zaman iyi adamı cezalandırmaz. Onun için O'ndan gelen bir nimet O'nun iyiliğinden; gelen her belâ da adaletinin tecellisindendir, denilir. Yine bunun içindir ki Allah (c.c.) insanları günahlarıyla cezalandıracağını, onlara verdiği nimetlerin kendisinden bir iyilik olduğunu haber veriyor.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

?Kimin başına bir iyilik gelirse Allah'a hamd etsin, kim de bir kötülüğe duçar olursa nefsinden başkasını kınamasın.? (Buhari)

Allah c.c. şöyle buyurur:

?Sana gelen her iyilik Allah'ın lütfudur.? (Nisa: 4/79)

Yani kavuştuğun iyilikler, zaferler, rızıklar; bunlar, Allahın sana bahşettiği nimetlerdir. Sevmediğin şeylerin başına gelmesi de işlediğin günahların neticesidir. Burada söz konusu olan iyilik ve kötülükler, nimetler ve belâlardır.

Allah (c.c.) şöyle buyurur:

?... Onları hem nimetle, hem de musibetle imtihan ettik ki, gerçeğe dönsünler.? (A'raf: 7/168),

?Sana bir iyilik (ganimet ve zafer) gelirse fenalarını gider...? (Tevbe: 9/50),

?Size bir iyilik dokunursa onları üzer ve kederlendirir. Başınıza bir felaket gelirse, onunla ferahlanır ve sevinç duyarlar...? (Âl-i İmran: 3/120)

Müslümanlar Allah (c.c.)'ın hikmet sahibi olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Bir kısmı bunun manası Allah (c.c.)'ın kullarının neyi ve ne şekilde yapacaklarını bilmesi ve istediği istikamette yapılmasını istemesidir, diyorlar. Ehli Sünnetin Cumhuruna göre bunun mânâsı, Allah (c.c.)'ın yarattıkları şeyleri bir hikmete mebnî (dayalı) olarak yaratmış olmasıdır. Çünkü Hikmet, mutlak dilemekten ibaret değildir. Böyle olsaydı dileyebilen herkesin Hakim olması gerekirdi. Bilindiği gibi irade iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Hikmet ise Allah (c.c.)'ın yaratmasındaki neticenin medhe medar olmasıdır.Tabiî ki, bu meselenin imametle hiçbir ilgisi yoktur.

Ehli sünnetin cumhuru Allah (c.c.)'ın işlerinin hikmetli ve bir sebebe mebnî (binaen) olduğuna inanırlar. Ehli sünnetten bunu kabul etmeyenler ise iki delil ile davalarını ispat etmeye çalışırlar.

Birincisi: İllet kabul edilirse bu durum teselsülü (peşpeşelik) gerektirir. Çünkü Allah (c.c.) işi bir sebebe binaen yaptığını farzedersek, o sebep de hadis olup bir başka sebebe muhtaç olur. Eğer her hadis için illet kabul edilecekse, hadis olan Allah (c.c.)'ın işleri için illete gerek yoktur.

İkincisi: Kim ki, bir sebebe binaen bir iş yaparsa o sebebe muhtaç olur. Çünkü sebebin varlığı yokluğundan daha iyi olmasaydı sebep olmazdı. Başkalarıyla tamamlanan ise bizâtihî noksandır. Bu da Allah (c.c.) için câiz değildir.

İlletin gerekli olduğunu iddia edenler de kendi aralarında ihtilaf ediyorlar.Onlar şöyle diyorlar:

Allah (c.c.) sever ve rıza gösterir. Bu umûmî olan mutlak dilemekten daha hastır.

Mutezile ve Eş'ârilerin çoğu ise: Sevgi rıza ve irade aynı mânâya gelir diyorlar.

Ehli sünnetin Cumhuru da şöyle diyorlar: Allah (c.c.) küfrü sevmediği gibi ona rıza da göstermez. Ancak diğer yaratılmışların bir hikmete mebni olarak Allah (c.c.)'ın iradesi çerçevesinde olduğu gibi küfür de O'nun yaratmasıyla olur. Allah (c.c.)'ın hoşuna gitmese de küfür hikmetten hali değildir. Aksine yarattıkları şeylerde Allah (c.c.) için bizce bilinmeyen bir çok hikmetler mevcuttur.

?Allah (c.c.)'ın yarattığı her işte sebep olursa teselsül meydana gelir? diyenlere de Ehli sünnetin Cumhuru iki cevap veriyor.

Birincisi: Bu teselsül geçmişte değil istikbalde, yapılacak işlerde oluyor. Binaenaleyh Allah (c.c.) bir işi yarattıktan sonra o işin hikmeti anlaşılmış olur. Bu hikmetten başka hikmet aranırsa istikbalde teselsül meydana gelir ki, bu da Cumhura göre caizdir. Çünkü cennetin nimeti ve cehennemin azabı içlerinde cereyan eden yeni yeni hâdiseler olmasına rağmen devamlıdır. Fakat Cehm b. Safvan bunu inkar ederek, cennet ve cehennemin ebedi olmadıklarını ileri sürüyor.

Aynı ekolden olan Ebul Huzeyl el-Allâf'da cennet ve cehennem ehlinin hareketleri kesilerek durgun bir halde yaşarlar. Onlara göre mazideki hadiselerde de teselsül mümkün değildir.

Bu hususta da müslümanların iki görüşü vardır. Bazıları, Ondan başka her şey sonradan olmakla beraber Allah (c.c.), istediği zaman konuşur ve yaratır. Alemde Ondan başka ezeli bir şey yoktur. Filozofların dediği gibi, felekler de ezelî değildir. Hem de Filozoflara göre Allah (c.c.) feleklerin varlığı için tam bir illettir. Bu ise tamamen sapıklıktır.

(Cehm b. Safvan Rasib oğullarındandır. Rasib oğulları da Hazrec kabilesindendirler. Küfede büyümüştür. Çok güzel konuşan ve ilimde rakibi olmayan bir âlim idi. Küfede zındıklarla işbirliği yaptı. Allah (c.c.)'ın, sıfatlarını inkâr edecek kadar onu sapıttırdılar. Cehm b. Safvan, insanın işlerinde mecbur olup bu işleri icra etmede hiç bir gücü olmadığını iddia etti. Daha sonra Irak'tan Horasana gidip Haris b. Sureycin yanında Nasr b. Seyar'a karşı mücadele ederek bu sapık fikirlerini etrafa yaymıştır.

İbn-i ebi Hatim, Salih b. Ahmed b. Hanbel'den rivayet ettiğine göre, Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir:

?Hişam b. Abdülmelik'in divanında okuduğuma göre, Hişam Nasr b. Seyar'a yazdığı mektupta O'na şöyle diyor: Senin civarında dehrîlerden Cehm isminde bir adam parlamıştır. Gücün yeterse Onu öldür.?

Hadisin taraftarları ile Nasr b. Seyar'm arasında meydana gelen bir savaşta Haris öldürülmüş, Cehm de esir olarak ele geçirilmiş. Nasr, kuvvet komutanı Selem b. Ahvaz'a verdiği emirle Cehm'in öldürülmesini istemiş, O da dinde yaptığı dinsizlik hareketlerinden dolayı Cehm'i 128 de öldürmüştür. Hafız ez-Zehebi ?Mi'zânül İ'tidal? adlı eserinde şöyle diyor: Sapık ve bid'atçı Cehm b. Safvan, Cehmiyyenin başıdır. Tabiînin gençleri zamanında helak olmuştur. Hadisten bir şey rivayet ettiğini bilmiyorum. Aksine büyük bir kötülük ektiğini biliyorum)

(Ebul Huzayl Muhammed b. Huzeyl b. Abdullah b. Mekhûl (134-228) dür. Abdülkays oğullarındandır. Basralı mutezilîlerin lideri, mezheblerindeki bidatların mucididir. Ancak bazı görüşlerde mutezileden ayrılmış ve tek başına kalmıştır. Mutezileden el Cubaî, Ca'fer b. Harb ve El-Murdar ona karşı gelmişlerdir. Cennet ve cehennemi inkar ettiği konusunda, Abdülkadir el-Bağdadi'nin ?El farku beynel Firak? adlı eserinin 73. sahifesine bakınız. Ebul Huzeyl uzun bir ömür yaşamış, sonunda da kör olmuş ve bunamıştır)

İbn-i Teymiyye, reddiyesine devam ederek Râfizîye şöyle diyor:

?(Ehl-i Sünnet) Allah (c.c.)'ın kötüyü işleyip, vacip olanı ihmal etmesini caiz gördüler.? sözüne gelince:

Hiçbir Müslüman Allah (c.c.) kötüyü işler, gerekli olanı da ihmal eder demez. Fakat siz kaderi inkâr edenler, kullara vacip olanı Allah (c.c.) için de vacip görüyorsunuz. Kullara haram olanı da Allah (c.c.)'a haram kılıyorsunuz. Allah (c.c.)'ı kullarına mukayese ediyorsunuz. O'nun işlerini de başkasının işine benzetiyorsunuz. Halbuki, kadere inanan Ehli Sünet ve Şiilerin bir kısmı Allah (c.c.), zâtında bize mukayese edilemiyeceği gibi işleri de işlerimize mukayese edilemez. Bize vacip veya haram olan Ona haram ve vacip değildir. Bizce kötü görünen Onun için de kötü olmayabilir. Ayrıca Va'dettiği bir şeyi yerine getirmesi yine Va'dinin hükmüyle vâcibtir...

Allah c.c. şöyle buyurur:

?Şüphesiz Allah va'dinden dönmez.? (Âl-i İmran 9)

Binaenaleyh Peygamberlerini ve velilerini cezalandırmaz, belki onları haber verdiği gibi cennetine koyar.? hükümlerinde müttefiktirler. Fakat iki meselede ihtilaf etmişlerdir.

Birinci mesele: İnsanlar akıllarıyla bazı işlerin doğruluğunu, Allah (c.c.)'ın fiil sıfatıyla muttasıf olup olmadığını, bazı fiillerin kötülüğünü ve Allah (c.c.)'ın o fiillerden münezzeh olduğunu bitebilip bilmeme meselesidir. Bunda da iki görüş vardır.

Birinci görüşe göre: Akılla iyilik ve kötülük bilinmez. Bu durum Allah (c.c.) için söz konusu ise zaten kötülük O'nun zatına mümteni'dir. Yani uygun değildir. İnsanlar için söz konusu ise bir şeyin iyi veya kötülüğü ancak dini bir delil ile bilinir. Bu görüşü Eş'arîler ve bir kısım fakihler, ileriye sürüyorlar. Bunlar bir şeyin dini bir delil ile iyi veya kötü bir sıfatla nitelendirildikten sonra, ancak akıl onun iyiliğini veya kötülüğünü bilir, diyorlar. Binaenaleyh hüsün ve kubuh akılla bilinip bilinmediği hususunda münakaşa etmezler.

İkinci görüşe göre: Akıl ister kullardan, ister Allah (c.c.)'tan sadr olsun, bütün fiillerin iyi veya kötülüğünü bilir. Bu görüş Mutezilenin görüşü olduğu gibi, Keramiyenin, Hanefilerin bir çoğu, Mâlikî olan Ebu Bekr el-Ebheri, Hanbelilerden Ebul Hasan et-Temîmî ile Ebul Hattab'ın da görüşüdür

İkinci Mesele: Allah (c.c.) bir şeyi nefsine vacip veya haram kılar mı, kılmaz mı meselesidir.

Bir gurup; Allah (c.c.)'a vacip veya haram olan bir şey yoktur derken, diğer bir gurup; da Allah(c.c.)'a vacip veya haram olan bir şey varsa yine kendisi o hükmü vermiştir.

Allah (c.c.) şöyle buyurur:

?Rabiniz size, rahmet ve merhamet vaad buyurdu.? (En'âm: 6/54),

?Mü'minlere yardım etmek üzerimize bir hak oldu.? (Rum: 30/47).

Kudsî hadiste de:

?Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım.? (Müslim Birr: 55) buyuruyor.

Ama biz ona herhangi bir şeyi vacip veya haram kılmayız. Allah (c.c.) için vacip veya haram olan bir şey yoktur,diyenlerin indinde Allah (c.c.)'ın kötüyü işlemesi veya bir şeyi ihlal etmesi mümteni olduğu gibi, Allah (c.c.)'ın bizzat koyduğu hükümle onun için vacip ve haram vardır diyenlerin indinde de Allah, kendisi için vacip kıldığını ihlal etmez. Dolayısıyla her iki gurup da Allah (c.c.)'ın va'dettiğini bozmayacağında, ittifak etmişlerdir.

Fakat sen ey Rafizi, arkadaşların gibi bir şeyi zorla iddia edercesine anlatıyorsun. Ehli sünnetin demediklerini demiş gibi kabul ediyorsun. Ehli sünnetin ?Allah (c.c.)'ın zâtına bir şey vacip değildir. Ondan kötü bir şey meydana gelmez? sözlerinden yukarıdaki iddialarını çıkarıyorsun. Yani Allah (c.c.) (hâşâ!) sence kötü olanı işler.

Yine ehli sünnet kaderin hak olduğuna inanarak onu ?Allah (c.c.)'ın dilediği olur, dilemediği de olmaz.? şeklinde tarif ederek hidayetin Allah'tan bir nimet olduğunu açıkça söylüyorlar.

Siz ise zannınızca Allah (c.c.) kendisine vacip olanı her kul için yaratması vaciptir, bunun zıddı Onun için haramdır diyorsunuz. Allah (c.c.)'ın zatına vacip veya haram kılmadığı veya serî bir delille bilinmeyen bazı şeyleri Allah (c.c.)'a vacip veya haram kılıyorsunuz. Dediklerinizi kabul etmeyenler için de; Onlar ?Allah vacibi yerine getirmez? dediklerini iddia ederek, konuyu karıştırıyorsunuz.


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:50

4)Ey Râfizî!

Ehli sünnet'in "Allah zulmü ve kötülüğü işler? dediklerini iddia ediyorsun.

Bunu hiçbir Müslüman söylemez. Allah bundan yüce ve münezzehtir. Ehli sünnet Allah (c.c.) kullarının fiillerini yaratır diyorlar.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

?O, her şeyin yaratıcısıdır.? (En'âm: 4/102)

Yaratılan şey zulüm ise yaratanın değil onu işleyenin zulmüdür. Allah (c.c.) kullarının ibadetini, haclarını, oruçlarını yaratıyorsa, haccı yapan, orucu tutan o değildir. Aynı şekilde Allah (c.c.) kulların açlığını yaratıyorsa Ona aç denmez. Allah (c.c.) bir yerde bir fiil yaratırsa onunla nitelendirilmez. Böyle olsaydı yarattığı her şeyle nitelendirilecekti.

Bu konuda da anlaşıldığı gibi, Allah (c.c.)'ın başkasında yarattığı kelamdan başka bizzat kelâm sıfatı yoktur ve kendisinden ayrı olan fiilinden başka da fiili yoktur diyen mutezile ve tâbîleri bu konuda hataya düşmüşlerdir. Onlar, Allah (c.c.)'ın zatında kaim olan kelam ve fiil sıfatını kabul etmiyorlar. Onlar Allah (c.c.)'ın melekleriyle ve peygamberleriyle olan kelamını peygamberlerine kitaplar halinde indirdiği kelamın başkalarında yarattığı bir kelam olduğunu iddia ediyorlar. (Yani onlara göre Kur'an mahlûktur.) Onlara da şöyle diyoruz:

Sıfat nerede tahakkuk eder(gerçekleşir)se, o yerin sıfatı olur. Allah (c.c.) bir yerde hareketi yaratırsa, hareketlilik Allah (c.c.)'ın değil onu işleyenin sıfatı olur.

Aynı şekilde Allah (c.c.) bir koku, renk veya bir kişide ilmi yaratırsa o yer kokulu, renkli veya o kişi âlim olur. Şu halde Allah (c.c.) bir yerde kelâmı yaratırsa mütekellim orası olur.


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:52

5)Ey Rafızi!

Ehl-i sünnetin; ?Allah (c.c.) kullarına mutlaka faydalı olanı değil, zararlı olanı da yapıyor. Çeşitli masiyetler ve küfür gibi. Bunların kaynağı Allah (c.c.)'tır? dediklerini iddia ediyorsun.

Bu sözüne cevap olarak şöyle diyoruz:

Evet bu söz bir kısım ehli sünnet ve şiilere aittir. Ama Ehli sünnetin cumhuru bu sözü kabul etmezler.

Aksine Ehl-i sünnetin cumhuru şunu diyorlar:

?Allah (c.c.) her şeyin yaratıcısı, mürebbisi (terbiyecisi) ve şahididir. Dolayısıyla kullarının fiillerini, ibadetlerini yaratan, iradelerini gerçekleştiren Odur. ?

Kaderiyye mezhebi mensupları ise:

Allah (c.c.)'ın mülkünde olan bütün varlıkların serbest olmadıklarını söylüyorlar. Peygamberlerin, meleklerin ve salih kullarının itaati gibi. Onlara göre bunların bu iyiliklerini Allah (c.c.) yaratmamıştır. Allah (c.c.) onları iyilikte istihdam edemediği gibi iyiliği de onlara ilham etmez. Onları zorla da hidayet etmeye muktedir değildir. Bunların görüşlerini de şu âyetler çürütüyor.

Allah (c.c.) şöyle buyurur :

?(İbrahim ve İsmail dualarına şöyle devam ediyorlar): ?Ey Rabbimiz! Bizi (senin emirlerine zahiren ve batınen boyun eğen) müslümanlar kıl ve bizim neslimizden de sana teslim olan kimseler çıkar (ki onlar da senin emirlerine zahiren ve batınen boyun eğsinler). Bize nasıl ibadet edeceğimizi göster ve tevbelerimizi kabul et. Çünkü sen Tevvab'sın, Rahim'sin.? (Bakara: 2/128)

?Rabbim, beni ve soyumdan gelecekleri namazı dosdoğru kılanlardan eyle! Duamı kabul et." (İbrahim: 14/40)

?Allah (c.c.) insanlara mutlaka iyi olanı yaratmaz? sözüne gelince:

Kaderiyyenin bir gurubu bunu iddia etmektedir. Onlara göre, Allah (c.c.)'ın yaratması yalnız dilemekten ibaret olup bir maslahata mebni değildir.

Cumhur ise; Allah (c.c.) kullarına maslahatlı olan işleri emretmiş, zararlısından da nehyetmiştir, diyorlar. Peygamberleri umumî maslahat için göndermiştir. Bunda bazı insanlar için zarar varsa bu bir hikmete mebnîdir. Bu fikir aynı zamanda çoğunlukta olan fakih, muhaddis, mutasavvıf ve keramiyeye aittir.

Kaderiyyeciler: Allah (c.c.)'ın yarattığı bazı şeylerde zarar varsa -günahlar gibi- mutlaka bunda bir hikmet ve maslahat vardır, sözünü de fikirlerine ekliyorlar.


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:54

6)Ey Râfizî!:

Ehl-i sünnetin ?İtaatkâr, sevaba müstahak olmadığı gibi, isyankar da cezaya müstahak değildir. Allah peygamberi cezalandırıp iblisi de mükâfatlandırır? dediklerini iddia ediyorsun.

Bu sözlerin de Ehl-i sünnete yaptığın açık bir iftiradır. Ehl-i sünetten hiç birisi Allah (c.c.), peygamberi cezalandırıp iblisi de mükafatlandırır demez. Ehl-i Sünnet:

?Allah (c.c.)'ın günah işleyeni affetmesi, büyük günah işleyenleri cehennemden çıkararak tevhid ehlinden hiçbirisini orada ebediyyen bırakmaması caizdir? diyorlar.

Müstahak olup olmaması meselesine gelince, Ehl-i sünnetin dediği şudur:

?Kulun hiçbir zaman Allah (c.c.)'tan isteyecek bir hakkı olmaz. Ama itaatkârı da mükafaatlandırır, çünkü Allah (c.c.) va'dini bozmaz.?

?Bu mükafaatlandırma Allah (c.c.)'a vacib midir? Bu akılla biliniyor mu?? Meselesinde ihtilaf vardır.

Fakat Allah (c.c.), dilediği kimseyi -İtaatkâr veya isyankâr- dilediği şekide mükafaat veya cezaya tabi tutarsa kim ne diyebilir?

Alah (c.c.) şöyle buyurur:

?De ki: Eğer Allah, meryemin oğlu Mesih'i, anasını ve arzda bulunanların hepsini yok etmek isterse, Ondan kim bir şey kurtarabilir?? (Maide: 5/7)

Elbette Allah (c.c.) ile hesaplaşmaya kalkışanı Allah (c.c.) kolayca ta'zib (azab) eder.

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

?Hesabı soran Allah ile hesaplaşmaya kalkışan cezalandırılır?,

Başka bir rivayette de şöyle buyurulur:

?Sizden hiç biriniz mutlak ameliyle cennete giremez.?

Sen de mi ya Rasulullah? diye sorulması üzerine:

?Evet ben de. Ancak Cenabı Allah Rahmetiyle beni gark ederse? (yani bana kendinden bir rahmet ulaştırır) buyurdu. (Müslim Sıfati'l-Kıyame: 17)

Muhakkak ki, Allah (c.c.) bir kimseyi cezalandırırsa günahlarıyla cezalandırır. Muhakkak o zulümden uzaktır.


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:56

7)Ey Râfizî!

Ehl-i sünnetin ?Peygamberler, masum değildir? dediklerini iddia ediyorsun. Bu sözün tek kelime ile iftiradır.

Ehl-i sünnet, Peygamberlerin tebliğ ettiği risalet konusunda masum olduklarında ittifak etmişlerdir. Diğer konularda kendilerinde hatacıklar sâdır olabilir. Fakat onlar asla o hataya ve herhangi bir zelleye devam etmezler. Peygamberliğe zarar getirecek her şeyden uzaktırlar.

?Peygamberlerden zelleler -küçük hata- meydana gelebilir? diyenlerin umumu onların bu hatacıklara devam etmediklerinde müttefiktirler. Hiç şüphesiz ki, Davud (a.s).ın istiğfardan önceki hali, sonraki hali kadar faziletliydi.

Fakat Rafiziler hıristiyanlara benzediler. Cenab-ı Allah (c.c.), emredildikleri ve haber verdiği hususlarda Peygamberlere itaat ve onları tasdik etmek için emir buyurdu. Fakat hırıstiyanlar o kadar aşırı gitti ki, İsa'yı (a.s.) Allah (c.c.)'a ortak koştular, dinini değiştirerek Ona isyan ettiler. Bu aşırılıklarıyla dinden de çıktılar. Aynı şekilde Râfizîler de Peygamberler ve imamlar hakkında aşırı gittiler. Öyle ki onları Allah (c.c.)'tan başka rablar edindiler. Peygamberlerin tevbe ve istiğfarlarını haber veren nassı yalanladılar. Bir de bakarsın ki mescidlerde Cuma ve cemaate engel olup, kabirlerin başında büyük topluluklar meydana getirerek Onları yüceltirler, hacceder gibi yaparlar. Hatta bazıları daha aşırı giderek o kabirleri tavaf etmenin daha büyük bir ibadet olduğunu iddia ettiler.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur :

?Allah, yahudi ve hıristiyanlara lânet etti. Onlar Peygamberlerinin kabirlerini mescidlere çevirdiler. Allah Onların yaptıklarını yasaklıyor.? (Buhari Enbiya: 50, Müslim Mesacid: 22, Nesai, Mesacid: 13)

?İnsanların en şerlileri hayatta iken kıyameti görenlerle, kabirleri mescid yapanlardır,? (Ahmed: 1/435, İbn-i Hibban Mesacid: 340)

?Ya Rabbi Kabrimi tapılan bir put yapma, Allanın gazabı peygamberlerinin kabirlerini mescid yapan kavime karşı şiddetlendi.? (Muvatta Sefer: 85, Ahmed: 2/246, Ebu Nuaym Hilye: 7/317)

Ey Râfizî!, Üstadınız el-Müfîd ?Meşhedlerin haccı? adındaki bir kitap te'lif ederek, mahlûkatın kabirlerinin kâbe gibi haccedilebileceğini iddia ediyor.

(Meşhedlerle (Râfizîlerce mukaddes tanınan kabir ve mekanlar) ilgili olarak büyük üstadları el-Müfid'in te'lif ettiği Menâsik kitabından başka, putlarının te'lif ettikleri daha birçok menâsik kitapları vardır. Bunlar mushaflar gibi elden ele dolaşmaktadır. Bunlar meşhedlerini Mekke, Kâbe ve göklerden de üstün saymaktan çekinmezler. On Muharrem 1366 tarihinde ?Perçem-i İslâm? adı altında fakihleri Abdül Kerim Şirâzî'nin İran'da neşrettiği gazetede, Farsça satırlar arasında sardedilmiş bir Arapça şiirinde şöyle dediğini okudum :

O ?Tufûf?tur, lâyıkıyla yedi şavt tavaf et,

Onun mânası kadar Mekke'nin mânâsı yoktur,

O bir yerdir, fakat tahkim edilmiş yedi gök Ona eğilmiştir,

Semaların zirvesi O'nun en alçak yerine inmiştir.

Tufuf: ?Tuf?un çoğulu olup bu kelime ile Kerbela toprağı kastediliyor. İçinde kesinlikle kime ait olduğu bilinmeyen bir kabir vardır. Bunlar bu kabrin üstüne kubbe inşa ederek bu kabrin Ebi Abdullah el-Hüseyin (r.a.)'e ait olduğunu iddia ederek milyonlarca kişiyi oraya doğru çekiyorlar. Şâir dinleyicisine ve okuyucusuna bu kabre yedi şavt tavafı emretmekle küfrünü ve putperestliğini de aşılıyor. Ayrıca şiirinde müslümanların tavaf ettiği Kabe'nin, içinde bulunan (ve kime ait olduğu bilinmeyen) kabirden dolayı Kerbelâdan manâca daha üstün olmadığını da iddia ediyor. Elleriyle inşa ettikleri bu kabrin bulunduğu Kerbelânın en çirkin yeri göklerin en yüce makamına üstün olduğuna da inanmışlardır. Belki de (Hâşâ!) Allah (c.c.)'ın arşına işaret ediyor. Üstelik hayvanların dahi küfür kabul edecekleri bu şiiri Şîraz fakihi AbdülKerim, emniyet ve ihlasla Farsçaya terceme etmiştir.)


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 18:58

8)Ey Râfizî!

Ehl-i sünnetin ?Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) kimsenin halifeliği hakkında hüküm vermemiştir. O, vasiyet etmeden vefat etmiştir.? dediklerini iddia ediyorsun.

Bu söz, bütün ehli sünnetini sözü değildir. Bazılarına göre Ebu Bekir'in (r.a.) hilafeti nass ile sabittir diyorlar. Bu hususta da Ebu Ya'lâ, İmam Ahmed bu iki rivayeti naklediyor.

Birincisi Ebu Bekir'in (r.a.) hilafeti seçimle tahakkuk etmiştir.

İkincisi gizli bir nass ve işaret ile sabit olmuştur. Hasan el Basrî ve bazı haricîler ikinci görüştedirler.

İbn-i Hamid diyor ki:

Ebubekr'in (r.a.) halifeliğini isbatlayan nass Buharinin Cübeyr bin Mut'imden rivayet ettiği hadistir. Cübeyr bin mut'im şöyle diyor:

?Kadının biri Rasulullah'a (sallallahu aleyhi ve sellem) geldi. O da tekrar kendisine gelmesini emretti, kadın, bir daha geldiğimde sizi bulamazsam -vefatını kastediyor- demesi üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

?Beni bulamazsan Ebu Bekir'e git? (Müslim Fedail: 10).

İbn-i Hamid bir kaç hadis daha zikrederek bunların Ebu Bekr'in (r.a.) hilafetine nass teşkil ettiklerini söylüyor. Huzeyfe (r.a.) den gelen hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) :

?Benden sonra gelecek iki kişiye yani Ebu Bekir ve Ömer'e uyunuz? buyuruyor. (Tirmizi Menakıb: 16, 37, İbni Mace Mukaddime: 11, Ahmed: 5/382, 385).

Ali bin Zeyd bin Cud'â'nın Abdurahman bin Ebi Bekre'den O da babasından rivayet ettiği hadiste de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bîr gün:

?Hanginiz rüya gördü?? (Buyurması üzerine Ebu Bekre ben gördüm ya Rasulallah!) diyerek rüyasını şöyle anlatır:

?Gördüm ki, gökten bir terazi sarkıtıldı. Ebu Bekir'le tartıldınız, Ebubekir'e karşı ağır geldiniz. Sonra Ebubekir'le Ömer karşılıklı tartıldılar. Ebubekir ağır geldi. Sonra Ömer ve Osman tartıldılar. Ömer ağır geldi. Sonra da terazi kaldırıldı.? buyurdu. (Buhari Tefsir Sure: 7/3).

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

?Hilafet nübüvvettir -yani nübüvvetin işlerindendir, bu da kalkınca- sonra Allah mülkü dilediğine verir.? (Ahmed bin Hanbel'in müsnedi).

Ebu Davud, Câbir (r.a.) den şu hadisi nakleder:

?Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

?Bu gece sâlih bir zât rüyasında Ebubekir'in Rasûlullah'a, Ömer'in Ebubekir'e, Osmanın da Ömer'e bağlandığını gördü.? (Ebu Davud).

Câbir dedi ki:

Rasûlullahın yanından kalkacağımızda şöyle dedik:

?Salih kişi Rasûlullahtır. (Bu zâtların) birbirlerine bağlanmalarının manâsı ise Allah (c.c.)'ın Onunla Peygamberini gönderdiği İslâmı tatbik için onların mü'minlere imam olacaklarını ifade ediyor.?

Bu rivayetlerin bir benzeri de Salih bin Keysân'ın, Zuhrî'den, o da Urve'den, O da Aişe (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadistir ki, bu hadiste Aişe (r.a.) şöyle diyor:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın hastalandığı günde Onu ziyaret ettim. Bana şunu söyledi:

?Bana babanı ve kardeşini çağır ki, Ebubekir'e bir mektup yazayım.?

Sonra şunu buyurdu:

?Allah ve müslümanlar Ebubekir'den başkasını reddederler.? (Müslim Fedail: 11).

İbn-i Ebî Müleyke, Aişe'nin (r.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

Rasûluluh (sallallahu aleyhi ve sellem)in hastalığı ağırlaşınca şöyle buyurdu:

?Ebubekir'in oğlu Abdurrahman'ı bana çağırınız. Ebubekir'e öyle bir mektup yaz ki, Onun üzerine ihtilaf etmiyecekler.?

Devamla şöyle buyurdu:

?Mü'minlerin Ebubekir'de ihtilafa düşmelerinden Allah'a sığınırım.? (Müslim Fedail: 11).

İbn-i Hamid, Rasûlullah'ın Ebubekir'i (r.a.) namaza imam tayin etmesiyle ilgili hadisler yanında, dereceleri sıhhate varmayan daha birçok hadis rivayet etmiştir.

İbn-i Hazm diyor ki:

?Alimler imamet konusunda ihtilaf ettiler. Bir kısmı; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) imam tayin etmemiştir, bir kısmı; Ebubekir'i namaza imam tayin edince imamet ve hilafete en lâyık olanın kendisi olduğuna delildir. Diğer bir kısmı, fazilet bakımından en üstünleri olduğu için Onu öne geçirdiler. Diğer bir kısım âlimler de, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisinden sonra halifenin Ebu Bekir (r.a.) olacağını açık bir nassla ifade etmiştir, dediler. Biz de bu son görüşteyiz. Delillerimiz de şunlardır:

Birincisi: Halifeliğinde icma edilmesidir. İcma edenler hakkında Allah (c.c.) :

?Onlar sâdıklardır? (Hucurat: 49/15) buyuruyor.

Sadakatla isimlendirilen bu mü'minler, Ebubekr'e (r.a.) ?Allah Rasûlünün halifesi? ismini vermekte ittifak etmişlerdir.

Halifenin lügattaki manâsı; kişinin tayin ederek geride bıraktığı kimsedir. Tayin etmeden yalnız geride bıraktığı kimse anlamında değildir. Lügatte bu manadan başkası caiz değildir. Falan adam, falanı tayin etti. Yani Onu yerine geçirdi, denilir. Tayinsiz olursa, buna o kişinin halifesi değil halefi denir. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) henüz hayatta iken Ebubekir'e (r.a.) namaz kıldırdığı için Rasûlullah'ın halefi demek muhaldir. Ancak Rasûlullah'ın tayin ettiği kimse denilir. Bundan da anlaşılıyor ki Rasûlullah'ın Ebubekir'i (r.a.) tayini namazın dışında bir istihlâf, (tayin)dir.

İkincisi: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in bütün tayinleri; Tebukte Ali'yi (r.a.) Hendek'te İbn-i Ümmü Mektûm'u, Zâturrika'da Osmanı (r.a.) ve diğerleri için yaptığı bu tür tayinler şümullü ve mutlak tayin değildir. Bundan da anlaşılıyor ki, Rasûlullahtan sonraki hilafet ümmetin uhdesindedir. Rasûlullah Ebubekr'i (r.a.) nass ile tayin etmeseydi ümmetin Ebubekr'in (r.a.) hilafeti üzerine icma etmeleri muhal olurdu. Bunun gibi sahih rivayette kadın:

Geri gelip de seni görmezsem? -vefatını kastediyordu- dediğinde Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

?Ebubekr'e git? buyurdular. (Müslim Fedail: 10).

İbn-i Hazm, devamla şöyle diyor:

?Aşağıdaki hadis de Ebubekr'in (r.a.) halife olarak tayin edildiğine açık bir nasstır. Sahih rivayette sabittir ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) son hastalığında Aişe'ye (r.a.) şöyle buyurdu:

?İçimden şu geliyor, babanı ve kardeşini çağırayım, bir mektup yazayım, bir de yemin vereyim ki, biri kalkıp da ben daha lâyıkım demesin, diğer birisi de bir temennide bulunmasın. Allah ve mü'minler Ebubekir'den başkasını reddederler.? (Müslim Fedail: 11).

Yukarıdaki hadis, Rasûlullah'ın kendisinden sonra Ebubekr'i (r.a.) ümmete halife olarak tayin ettiğinin açık bir delilidir.

İbn-i Teymiyye de şöyle diyor:

Bu nass Rasûlullahın Ebubekir'i (r.a.) ümmete halife olarak tayin ettiğine delil değil de, belki Rasûlullahın halife olması için Ona rıza gösterdiğine ve ümmetin onun üzerine ittifak edeceklerine bir delildir. Allah (c.c.)'ın bu ümmeti Ebubekir'in (r.a.) hilafeti üzerine birleştireceğini bildiği için, bununla iktifa ederek açık bir nass söylememiştir.

İbn-i Hazm devamla şöyle diyor:

Rasûlullah, ? Ebubekr'i (r.a.) tayin etmemiştir.? Diyenlerin delilleri (r.a.) Ömer'in:

?Tayin edersem benden hayırlı olanı - Ebubekir'i (r.a.) kastederek- tayin etmiştir. Tayin etmezsem, yine benden hayırlı olan -Rasûlullahı kastederek- tayini terketmiştir.? sözleridir.

Diğer delilleri de: Aişe'ye (r.a.),Rasûlullah halife tayin etseydi kimi ederdi? sorusuna karşı Aişe'nin (r.a.) Ebubekir'i tayin edecekti, şeklindeki cevabıdır. (Müslim Fedail: 8).

İbn-i Hazm dedi ki;

?Ömer (r.a.) ve Aişe'nin (r.a.) sözleri yukarıda zikrettiğimiz iki hadis ve sahabenin icma'ı ile mütenakız değildirler. Ömer (r.a.) ve Aişe'ye (r.a.) bu durum kapalı kalmış olabilir. O ikisi tayinin yazılı bir fermanla olmasını istiyorlardı.?

Şeyhimiz İbn-i Teymiyye diyor ki:

?Şia'nın, Ali'nin (r.a.) tayini nassla sabittir, şeklindeki iddialarını te'yid edecek hiçbir delilleri yoktur. Râvendiyye'nin hilafet nass ile Abbas'a (r.a.) aittir demeleri gibi.?

Kadı Ebu Ya'la da şöyle diyor:

?Râvendiyye'den bir gurup:

Rasûlullah Abbas'ı (r.a.) bizzat halife olarak tayin etmiş ve tayinini de ilan etmiştir. Ümmet ise bu nassı inkar ile irtidat etmiş ve inadına devam etmiştir, derken diğer bir gurubu da:

Rasûlullah hilafeti Abbas'a (r.a.) ve kıyamet kopuncaya kadar çocuklarına vermiştir? diyorlar.

İbn-i Batte, Müberake bin Fudale'den rivayet ettiğine göre İbn-i Fudâle şöyle diyor:

Hasan'ın yemin ederek Rasûlullah'ın Ebubekiri halife olarak tayin etti, dediğini işittim.

Ebubekir (r.a.) açık nassla halife tayin edilmiştir, diyenlerin dayanakları sahabelerin onu ?Rasûlullah'ın halifesi? şeklinde tesmiye etmelerindendir. Bu tesmiye de ancak başkası tarafından tayin edilen kimse için yapılır. Bu da mutlak olarak böyle değildir. Çünkü başkalarının tayin ettiği kimseye ?Filanın halifesi? denildiği gibi, başkasına vekil olana da aynı tabir kulanılır.

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

?Allah yolunda cihad edecek olanı techiz edecek kimse, bizzat gaza etmiş gibidir. Gazaya giden kimsenin ailesini görüp gözeten kimse de bizzat gaza etmiş gibi sevaba erişir.? (Buhari Cihad; 38, Ebu Davud Cihad: 21)

?Ya Rabbi sen seferde arkadaşım, ehlimde vekilimsin.?

Allah (c.c.) şöyle buyurur:

?Allah, O'dur ki, sizi arzın halifeleri yaptı.? (Enam: 6/165),

?Sonra, onların arkasından sizi arzda halifeler yaptık.? (Yunus: 10/14)

?Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.? (Bakara: 2/30)

?Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık.? (Sa'd: 38/26)

Yani insanlar arasında hak ve adaletle hükmetmek, insanları Allah (c.c.)'ın yolundan başkasına saptırmamak için seni halife tayin ettik. Mülhidlerin dediği gibi Davud (a.s.), mutlaka Allah (c.c.)'ın yerinde değildir.

(Söz konusu olan Mülhidler, Mümkin-i Vücud (Yani yaratılan varlık) ile vacibul vücud (yani Yaratıcı)un varlığını birleştirenler ve ?Vücut birliğini? iddia edenlerdir. Böyle bir Vahdet-i Vücutçuluk Yaratıcı ile yaratığın vücudu bir olması demektir. Buna göre kainat (Hâşâ!) Allah'tır. Aslında bu itikat Brahma inancının bir gereğidir. Brahmanist Tâğur'un eserleri bu inanç sistemi üzerine kurulmuştur. Bu inancıyla doğu ve batının bütün dinsizlerini etrafına çağırıyor. Bu dinsizlerden en zararsız olanları küfürleri açık olan ve insanları aldatamıyanlardır.)

Onlar'a göre Davud (a.s.) Allah (c.c.)'a nisbetle, gözün insana nisbet edilmesi gibidir. Daha ileriye giderek Davud'un esma-i hüsnası olduğunu (Hâşâ!) iddia ettikten sonra;

?Allah Adem'e bütün isimleri öğretti? (Bakara 30) âyetini de delil olarak getirirler.

Böylece o halifenin Allah (c.c.) gibi olduğunu saçmalıyorlar. Şüphesiz ki Allah (c.c.) benzerlikten ve başkasının kendisine halef olmaktan münezzehtir. Çünkü hilafet kaybolmuş, birisi adına yapılır. Allah (c.c.) ise her zaman hazırdır, kulların işlerini görür ve halkı idare eder. O, ehlinden ayrı kaldığı zaman kulunun halifesi olur.

Yine rivayet edilir ki, Ebubekir'e (r.a.):

?Ey Allah (c.c.)'ın halifesi? denildiğinde O ?Ben Rasûlullah'ın halifesiyim. Bu bana kâfidir? buyurmuştur.

Ebubekir'in (r.a.) hilafeti gizli bir nass ile sabittir diyenlerin dedikleri şunlardır :

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur :

?(Rüyamda) gördüm ki, kuyu başındayım. Ondan su çekiyorum. Ebu Kuhâfe'nin oğlu kovayı alarak bir veya iki kova su çekti. Yalnız suyu çekmekte metanet gösterdi. Allah onu bağışlasın. Sonra İbnül Hattab, kovayı aldı. Fakat kovayı sertçe çekince, su etrafa saçılmaya başladı. Onun yaptığını gerçekleştirecek bir kimse dâhi görmedim. Ve etraftakiler kenara çekildiler?.

(Buradan işlerinde metanetli ve mü'tedil olan Ebubekir'in (r.a.) hilafete layık olduğu, anlaşılırken, hiç bir zaman ondan sonra halife olacak Ömer'in (r.a.) bu işi yapamıyacağı anlaşılamaz.) (Mütercim).

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

?Ebubekr'e söyleyin namazı kıldırsın.? (Buhari Ezan: 39, 46, 68, İ'tisam: 5, Müslim Salat: 169, Tirmizi Menakıb: 16 )

Ebubekir (r.a.) Rasûlullah'ın hastalığı boyunca namazı kıldırdı. Hatta vefaat edeceği gün kapının perdesini aralıyarak cemaata baktı. Ashabın Ebubekir'in arkasında namazı kıldıklarını görünce buna çok sevindi.

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

?Eğer yeryüzünde halil (samimi bir dost) edinseydim, Ebubekir'i edinirdim. Ebubekir'in penceresinden başka mescide bakan açık pencere kalmasın. Hepsi kapatılsın.?

Ebu Davud'un Süneninde ve Ebi Bekre'den rivayet edilen bir hadiste, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün şöyle buyurdu:

?Sizden hanginiz rüya görmüştür??

Ashabtan biri gördüğü rüyayı anlatmaya başladı:

?Semadan indirilen bir terazi gördüm. Siz ve Ebubekir karşılıklı tartıldınız ve siz ağır geldiniz. Sonra Ebubekir ve Ömer tartıldılar, Ebubekir ağır geldi...?

Aynı hadisi Ebu Davud Hammad b. Seleme, O da İbn-i Cüd'â'dan, O'da Abdurrahman İbn-i Ebi Bekre'den, O'da babasından aynısını rivayet etmiştir. Bu hadiste:

?Hilafet nübüvvetin bir parçasıdır. Sonra Allah -Hilafet kalkınca- mülkü, gücü, saltanatı, dilediğine verir.? ibaresi de vardı.

Yine Ebu Davud'un Zuhri'den, O'da Amr b. Ebân'dan, O'da Câbir'den rivayet ettiği hadiste Cabir (r.a.), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini naklediyor:

?Bu gece sâlih bir kişiye rüyada Ebubekir'in Rasûlullah'a, Ömer'in Ebu Bekr'e, Osman'ın da Ömer'e bağlandığı gösterildi.?

Cabir dedi ki, Rasûlüllahın huzurundan ayrılırken şöyle dedik:

?Sâlih zat, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dır. Diğer üç zâtın birbirlerine bağlanması ise Allah (c.c.)'ın Peygamberini gönderdiği hususlarda Onların mü'minlere imam olacaklarına işarettir.?

Yine Ebu Davud Hammed b. Seleme'den, O'da Eş'as b. Abdurrahman'dan, O da babasından, O'da Semure'den rivayet ettiğine göre, bir zât. Yâ Rasûlallah şu rüyayı gördüm:

Gökten bir kova su indirilmiş, Ebubekir gelerek kovanın kulpçuklarından tutup biraz içti. Sonra Ömer gelerek kulplarından tutup kana kana içti. Sonra Osman gelerek kulaklarından tutup kana kana içti. Sonra Ali gelerek kulplarından tuttu ve kulpları koptu. Üzerine biraz da su döküldü.?

Şüphesiz ki yukarıda saydığımız Ehl-i sünnetin görüşleri, hilafet hakkı Ali (r.a.) veya Abbas'a ait olduğu nass ile sabittir diyenlerin görüşlerinden daha isabetlidir. Bunların bilinen yalanlarından başka hiçbir delilleri yoktur. Elbette ki bu iddiaları tamamen bâtıldır. İslâm tarihini ve Rasûlullah'ın yaşadığı günleri bilen bunu pek iyi bilir. Delilleri olsa da delâleti kâfi olmayan bazı hadislerdir. Tebük seferinde Ali'nin (r.a.) Medine'ye vekil tayin edilmesi gibi.

Gerçek olan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın doğrudan halife tayin etmeyip, bir çok işlerde Müslümanları Ebubekir'e (r.a.) yönelmelerini istemesi, Ona rıza göstermesi, halife tayin edilmesi için bir vasiyyeti yazmak için azmetmesi, sonra müslümanların Ebubekir'in (r.a.) hilafeti üzerine ittifak edeceklerini bilmesi, Onun halifeliğini istediğine bir işarettir.

Rasulullah, arzu ettiklerinin ümmet içinde ihtilâfa yol açacağından şüphe etseydi, bunu bertaraf etmek için o hükmü kesin bir şekilde açıklayacaktı. ?Allah ve Mü'minler Ebu Bekir'den başkasını reddederler? gibi sözleri Ümmetin Rasûlullah'ın rızasına uygun olarak ittifak edeceklerini gösteriyor. Bu da vasiyyetten daha açıktır.


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 19:00

9)Ey Râfizî!

Ehl-i sünnet ?Rasûlullah'tan sonra imam, Ömer'in biati ve dört kişinin rızası ile Ebubekir'dir.? dediklerini iddia ediyorsun. Deriz ki:

Hiç de senin iddia ettiğin gibi değildir. İnadına Ebubekir'in (r.a.) imameti müslümanların icmâı ve rızası ile tahakkuk etmiştir. Halbuki, Ali'ye (r.a.) sahabi ve tabiînden sayılarını Allah (c.c.)'tan başka kimsenin bilemediği birçok kimseler biat etmemiştir. Bu da hilafetinde mütecaviz midir? (Hâşâ!) Ehl-i sünnete göre imametin gayesi tahakkuk etmesi için güçlü kişilerin muvafakati gerekir. Bunun için de şöyle diyorlar:

?İdareciliğin gayesini gerçekleştirebilecek güçlü ve kuvvetli kişiler; kendilerine itaatle emrolunan Âmirlerin en lâyık olanlarıdır. Bu kişiler Allah (c.c.)'a isyan teşkil edecek bir şeyi emretmedikleri müddetçe itaat edilirler. İmamet hükümdarlık ve kuvvettir. İmam, ister âdil ister fâcir olsun üç veya dört kişinin muvafakati ile hükümdar olamaz. Bunun içindir ki, Ali'ye (r.a.) biat edilince kendisinde bir güç meydana geldi ve imam oldu.

İmam Ahmed bin Hanbel, Abdus el-Attar'a yazdığı mektubda şöyle diyor:

?İnsanların ittifakı ve rızasıyla veya kılıç ile halife olup, emirül mü'minin adını taşıyan kimse ister itaatkâr, ister asî olsun zekâtın kendisine verilmesi caizdir.?

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in:

?Kim (bir imama) biatsiz ölürse, câhiliyyet ölümü üzerine ölür.? mealindeki hadisin açıklaması Ahmed bin Hanbel'e sorulduğunda şu cevabı verdi:

?İmamın kim olduğunu bilir misin? İmam, imametinde bütün müslümanların ittifak ettiği kimsedir.?

Binaenaleyh Ebu Bekir (r.a.) es-Sıddîk müslümanların icma'ı ile imamete müstehaktır. İmamete Allah ve Rasûlünün rıza gösterdiği cinstendir. Sonra güçlü ve kuvvetlilerin biatıyla imam olmuştur.

Aynı şekilde Ömer (r.a.) müslümanların biat ve itaati ile imam olmuştur. Müslümanlar Ebubekir'in (r.a.) Ömer (r.a.) hakkındaki vasiyetini yerine getirmediklerini farzedersek, Ömer (r.a.) imam olmayacaktı. Bunun caiz olup olmaması ayrı meseledir. Çünkü helâl ve haramlılık, fiillere bağlı bir şeydir. Ama velayet güç ve kuvvetle tahakkuk eder. O da Allah ve Rasûlünün sevdiği bir yöntem ile tahakkuk eder. Dört râşid halifenin hilafetleri gibi. Bazen bunun dışındaki bir yöntemle de tahakkuku mümkündür ki, zâlimlerin saltanatları gibi.

Ebu Bekir'e, (r.a.) Ömer (r.a.) ve bir gurup müslümanlar biat etmiştir, diye farzedilirse bununla imam olmaması gerekirdi. Durum hiç de böyle değildir. Ebubekir (r.a.) cumhurun biatıyla imam olmuştur. Bu biatta Ömer'in (r.a.) acele ettiği deniyorsa, şüphesiz ki, her biatta önde olan biri olacaktır. Eğer bazıları bu biati istemeyerek yaptıklarını iddia ediliyorsa bu da imamete zarar vermez. Çünkü imamete müstehak olduğu şer'î delillerle sabit olmuştur.

Ebubekir'in (r.a.) Ömer (r.a.) hakkındaki vasiyeti ise Ebubekir'in (r.a.) vefatından sonra müslümanların Ömer'e (r.a.) biat etmeleri ile gerçekleşmiş, böylece Ömer (r.a.) imam olmuştur.


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 19:02

10)Ey Râfizi!

?Sonra bazıları Osman'ı seçtiler? sözüne karşı şunu söylüyoruz:

Söylediğinin tam aksine Osman'ın (r.a.) hilâfetinde hepsi ittifak etmiş, hiç birisi ihtilaf etmemiştir.

Ahmed b. Hanbel, Hamdan b. Ali'nin ?Osman'ın (r.a.) imameti kadar sağlam bir imamet yoktur. O'nun imameti cümlesinin ittifakı ile gerçekleşmiştir.? dediğini rivayet ediyor.

Ahmed ne doğru söylemiştir. Abdurrahman O'na biat etmiş, fakat Ali, Talha, Zübeyr ve diğer güçlü şahsiyetler O'na biat etmemiştir, diye farzedilirse o zaman imam olamazdı. Çünkü Ömer (r.a.), imametle ilgili işi altı kişilik bir şûra meclisine havale etmiştir. Sonra Talha, Zübeyr ve Sâd istekleriyle çekilince, Osman, Ali ve Abdurrahman b. Avf kaldı. Bunlar da kendi aralarında Abdurrahman'ın halife olamıyacağı, Halifenin geri kalan bu iki zâttan birisi olacağı üzerine ittifak ettiler. Bilahare Abdurrahman yemin ederek, üç gündür uyumadığını, Ensar ve Muhacirlerle istişaresi neticesinde Osman'ın (r.a.) imamete gösterildiğini ifade etti. Bunun üzerine Osman'a (r.a.) biat ettiler. Bu biat ne bir mükafat ve ne de bir korku neticesinden olmuştur.


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 19:04

11)Ey Râfizi!

?Sonra bütün halkın bîatıyle Ali İmam oldu.? Sözün, mühassısı olmayan bir tahsistir.

Çünkü ondan önceki üç halife için cereyan eden biat ona yapılan biattan çok daha üstündür. Osman'ın (r.a.) şehid edilmesinden sonra henüz kalpler üzgün iken birlik ve beraberlik yokken Ali'ye (r.a.) biat edilmişti. Hatta Talha'yı zorla getirip Aliye (r.a.) bîat için mecbur ettiler. Fitneyi çıkaranlar ise Medine'de henüz güçlü ve kuvvetli idiler. Bununla beraber birçok sahabi Ali'ye (r.a.) biat etmemişti. İbn-i Ömer bunlardan birisidir.

Hal böyle iken ey Râfizî!

Nasıl olur da (r.a.) Ali için ?Bütün halk biat etmiştir? diyorsun ve fakat bu sözün aynısını ondan önceki üç kişi hakkında söylemiyorsun? Üstelik ) Ali'ye (r.a. biat edenlerin bir bölümü onunla bozuştular, bir bölümü de Ona karşı harp ilân ettiler. Şam ehli de Osman'ın (r.a.) öcünü alıncaya kadar biat etmediler. Hatta bazıları Ali (r.a.) ve Muaviye'nin (r.a.) beraberce halifeliklerinin sıhhatine kail oldular.

Diğer bir gurup da o zaman müslümanların umumî bir imamlarının olmadığını, belki o zamanın bir fitne zamanı olduğunun görüşünde idiler. Bu görüş bir kısım Basra ehli muhaddislerinindir.

Üçüncü bir gurup da mutlaka (r.a.) Ali'nin halife olduğunu, Talha ve Zübeyr gibi O'na karşı gelenlerle savaşmada isabet ettiğini söylüyorlardı. Halbuki Talha ve Zübeyr de isabet edenlerdendir. Ebu'l-Huzeyl, Cübbâî, O'nun oğlu, İbnü'l Bâkillânî ve Eşarîlerin bir kısmı bu görüştedirler. Bunlar aynı zamanda (r.a.) Muaviye'yi de isabet eden bir müctehid kabul ederler.

(Ebubekir Muhammed b. et-Tayyib el-Bakillânîdir. , (v. 403) Mutezileye karşı gelebilmesi için hocası Ebu Hasan el-Eş'arî'nin ilmî dirayetine vâris olmuştur. Mücadele yollarını gayet iyi bilen bilgili bir zât idi. Birçok eserleri olup bazıları basılmıştır. ?İ'cazül Kur'ân ve't-Temhid? bunlar arasında sayılır.)

Dördüncü bir gurup da Ali'nin (r.a.) imam ve içtihadında isabetli, onunla savaşanın hata etmiş müctehid olduğunu söylediler. Bu görüş de Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeiîlerden bir bölümünün görüşüdür.

Beşinci bir gurup da şöyle diyor:

Halife (r.a.) Ali'dir. (r.a.) Muaviye'den çok hakka yakındır. Her ikisinden de ayrılıp savaşa katılmamak daha hayırlıdır. Çünkü Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

?Öyle bir fitne olacak ki, O'na karışmayan karışandan daha hayırlıdır.? (Müslim Fiten: 3)

Hasan (r.a.) hakkında da şöyle buyuruyor:

?Benim şu oğlum Seyyiddir. Allah (c.c.) Onunla iki büyük müslüman gurubun arasını Islâh edecektir.? (Buhari, Sulh: 9 , Fedail: 22, Fiten: 20, Ebu Davud Sünet: 12, Tirmizi , Menakıb: 30)

Bu hadis ile O'na ?Islah = Sulh? sıfatını vermiştir. Kitâl vacip veya müstehap olsaydı. Rasullullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onu terkedeni methetmezdi. Bunlar devama şöyle dediler:

?Allah (c.c.) saldırgana karşı hemen savaşı emretmemiştir. Hem de her sadırganla da değil. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

?Eğer mü'minlerden iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzelterek barıştırın. Eğer Onlardan biri tecavüz ediyorsa, o vakit tecavüz edenle Allah (c.c.)'ın emrine dönünceye kadar savaşın.? (Hucurat 49/9)

Cenab-ı Allah önce barıştırmayı emretmiştir. Onlardan biri tecavüze devam ederse, Allah (c.c.)'ın emrine dönünceye kadar Onunla savaşılır. Bunun için her iki birliğin de savaşması maslahat değildir. Allah (c.c.)'ın emrettiği ve mütecavize karşı olan savaş da şüphesiz ki mefsedete tercih edilen bir maslahattır. (O da fitneyi ortadan kaldırmaktır.)

İbn-i Sîrin, fitneye düşüp de akibetinden korkmayan bir kişi varsa, o da Muhammed b. Mesleme'dir. Çünkü Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in O'nun hakkında ?Fitne ona zarar veremez? buyurduğunu işittim.

Şû'be, Eş'as b. Süleym'den, O'da Ebu Bürde'den, O'da Sa'lebe b. Dabi'â'nın şöyle dediğini rivayet ediyor:

Huzeyfe'nin yanına gittim. O da şöyle dedi:

?Ben öyle bir adam bilirim ki fitne Ona hiç zarar vermez.? sonra çıktığımızda içinde Muhammed b. Meslemenin tek başına bulunduğu bir çadırı gördük. O'na bu durumu sorduk. O da ?Olan oluncaya, herşey açığa çıkıncaya kadar, şehirlerinden hiçbir yerin beni içine almasını istemiyorum.? dedi.

İbn-i Mesleme, hiç savaşa iştirak etmemiş, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in haber verdiği gibi fitne de O'na zarar verememiştir.

İbn-i Mesleme gibi Sa'd bin Ebi Vakkas, Usâme b. Zeyd, İbn-i Amr, Ebubekr'e, İmran b. Husayn ve daha bir çok ileri gelen sahabi Ali (r.a.) ve Muaviye'nin karşılıklı savaşlarına katılmamışlardır. Bu durum bir tarafı tutup savaşmanın ne vacip ve ne de müstehap olduğunu gösteriyor.

İşte bu son görüş ehl-i sünnetin cumhuru, hadis ehli, Mâlik, Süfyan es-Sevri, Ahmed b. Hanbel ve daha birçoklarının görüşüdür.

Bütün bu görüşlerden başka Osman (r.a.), Ali (r.a.) ve taraftarlarını tekfir eden haricîlerin görüşü, Râfizilerin Ali (r.a.) ile savaşanlarla bir çok sahabeyi fâsık ve kâfir kılan görüşleri,Ali (r.a.) ve taraftarlarını fâsık ve zâlim kabul eden Nasîbî ve Emevîlerin iddiaları vardır. Mutezilenin bir bölümü ise Cemel vakasının karşı guruplarından birini -ismini vermeden- fasıklıkla nitelendiriyorlar.

Binaenaleyh ey Râfizî!

Ali'ye (r.a.) yapılan biat ondan öncekilere yapılan biattan daha umumi olduğunu nasıl iddia edebiliyorsun?! Kaldı ki sen, Ali'nin (r.a.) imameti nass ile sabit olduğunu iddia ediyordun. Şimdi ise halkın çoğunluğu ile tahakkuk ettiğini söylüyorsun. Bu nasıl olur?!


Ebu Hanife
Müsteşar Yardımcısı
19 Haziran 2010 19:06

12)Ey Râfizî!

Ehl-i sünnetin ?Sonra imamette ihtilafa düştüler. Bazısı Ali'den sonra imam Hasan'dır. Bazısı da Muâviye'dir? dediklerini iddia ediyorsun.

Bu sözüne cevabımız da şudur:

Ehl-i sünnet bu konuda hiç ihtilaf etmemiştir. Onlar şunu iyi biliyorlar ki Irak ehli babasının yerine geçmek üzere Hasan'a (r.a.) biat etmişler, fakat Hasan (r.a.) imameti gönül rızasıyla Muaviye'ye teslim etmiştir.

(?El-Avâsım Mine'l-Kevâsım? adlı eserimizin talikinde şöyle demiştik:

Râfizîlerin başta gelen inançlarından biri Hasan'ın (r.a.), babasının, kardeşinin ve kardeşinin soyundan gelen dokuz kişinin masum olduklarına inanmaktır. Onlara göre yukarıda saydıklarımız kişiler asla hata etmezler. Onlardan sâdır olan her şey haktır. Halbuki hak olan şeyler hiçbir zaman mütenakız değildir. Halbuki Hasan (r.a.)'dan sâdır olan en önemli şey Onun kendi isteğiyle babasından sonra ( Ali'nin (r.a.) vefatından sonra) emîru'l mü'minin Muaviye'ye biat etmesi olmuştur. Onların da bu biata iştirak etmeleri hak olduğuna da inanmaları gerekirdi. Çünkü bu biat masum olan bir zâttan sudur etmiştir. Halbuki onlar bu biati inkâr ederek masum olan imamlarına muhalefet ediyorlar. Bu durum ancak iki şekilde izah edilebilir:

a - Ya oniki imamlarının masum olduklarına dair olan iddiaları yalandır. Ki böyle bir iddia ile bütün inançları sarsılmış olur. Çünkü masumiyet onlarda esastır.

b - Veya Hasan'ın (r.a.) masum olduğuna inanıyorlar. Onun biati da masum bir kişinin amelidir. Fakat onlar bunu kabul etmezler. Masumun uygun gördüğüne muhalefet ediyorlar. Bunu da nesilden nesile aşılıyorlar. Şu halde masuma muhalefetleri küfürdür.

Biz de bu iki şıktan hangisinin onlara uygulanacağını bilmiyoruz. Ama üçüncü bir şıkkın olmadığını da kesinlikle biliyoruz.)

Toplam 155 mesaj

Çok Yazılan Konular

Sözlük

Son Haberler

Editörün Seçimi