Bu şehirde Edip Cansever'le...
Biricik Edip Cansever'in de anılarında bir İstanbul vardı: İlk şiir heveslerinin üşüştüğü Kumkapı, ortaokul yılları. Fatih'teki Millet Kütüphanesine gidip gelişler, geçmiş zamanın edebiyat dergileri cilt cilt. Ekmek karneli yıllarmış...
'Şair' Edip Cansever'i, gençliğimin unutulmaz edebiyat dergisi Yeni Dergi'nin sayfalarında tanıdım. Bunlar, Çağrılmayan Yakup'ta (1966) yer alan şiirlerdir: Kitaba ad veren şiir, "Cadı Ağacı", "Dökümcü Niko ve Arkadaşları". Hemen vurgulamalıyım: "Çağrılmayan Yakup" bizim kuşakta şiirseverlerin ezbere bildiği şiirdi. Bazı kişiler tanıdım, 1970'lerde, o uzun, güzel şiiri ezberden söylerlerdi.
Yeni Dergi'deki şiirler gönlümü çeldiğinden, Sahaflar Çarşısı'na bu kez Edip Cansever'in kitaplarını devşirmek için gittiğimi hatırlıyorum. Soğuk güz öğleden sonrasıydı. Elif Kitabevi'nde Yer çekimli Karanfil, Petrol yoktu ama, Umutsuzlar Parkı'nı, Nerde Antigone'yi, Tragedyalar'ı elimle koymuşçasına bulmuştum. Umutsuzlar Parkı sadece adıyla bile beni çok etkilemiştir. Esinlenerek, suluboya bir resim yapmaya çalıştım, beceremedim. Sonra bir de pastel boyayla...
Tragedyalar'ın etkisi daha derin oldu. Şiirlerinde mekânı eni konu soyutlamayı seven Edip Cansever, Tragedyalar'da İstanbul'dan, yaşadığım, doğup büyüdüğüm şehirden, soyutlamayı bir yana bırakarak söz açıyordu.
Gerçi onun İstanbul'u yine adlandırılıp sanlandırılmış değildi. Ama Ermenileriyle, Beyaz Ruslarıyla, pasajları, taş yapıları, kiliseleri, dükkânları, hele piyano tamircileriyle bütün bir Beyoğlu belirir yiter, yiter belirir. Daha Tragedyalar'da Edip Cansever'in şiiri romanla haşırneşirliğini söyler. Bu uzun şiirde Virginia Woolf'un Dalgalar'ını çağrıştırır bir hava eser. (Esinlenme değil! Sadece hayatı alımlayışta aynı kaygı.)
'İnsan' Edip Cansever'i, 1968'de, Cumartesi Yalnızlığı'nı yayımladıktan sonra tanıdım. İlk kitabım aracı oldu: Şairleri, yazarları tanıdım. Romancıların, hikâyecilerin çevresindeydim artık, kıyısından köşesinden.
Edip Cansever çok farklıydı. Tanıştığımız gün, usta-çırak ilişkisini, ona hayranlığımı handiyse görmezden gelerek, yadsıyarak, ağbisiz mağbisiz "Edip" dedirtti kendine, önceleri çok utanırdım, öylece adıyla hitap etmek! Sonra alıştım. Belki bu yüzden, değer verdiğim genç yazar arkadaşlarımın bana "Selim" demelerini istiyorum şimdilerde. Aradan çekilsin diye yıllar...
Cumartesi Yalnızlığı'nı okudu. Yaz başlangıcı, bir gün Edip Cansever'e gittim, Kapalıçarşı'ya. Edip Cansever'in Kapalıçarşı'da, baba mesleği, antikacı dükkânı vardı. Nuruosmaniye kapısından girince, dümdüz yürüyün, ikinci sokağa sapın. Güzel bir dükkân, camekânında arada değişen seçkin antika parçalar...
Birlikte çıktık. (Edip Cansever antikacılık işlerini hepten ortağına bırakmıştı.) Ankara Yokuşu'ndan inerken, Cumartesi Yalnızlığı'na yönelik eleştirilerini söyledi. Yalnızca "Yürek Burkuntuları" hikâyesini beğenmişti. "Gerisini yazmasan da olurdu" diyordu. Yürüyorduk. İçim kan ağlıyordu; kırılmıştım. Sevdiğim bir şairden uzaklaşıyordum. Bir daha şiirlerini okumayacağım diyordum içimden.
Birlikte Gar Lokantası'na gittik. Daha doğrusu Edip Cansever beni dâvet etti. Üzüldüğümü elbette ayırt etmişti, ama eleştirmekten vazgeçmedi. İnanılmaz bir sezgi, duyuş! Nezihe Meriç'ten, Oktay Akbal'dan etkilendiğimi ilk Edip Cansever söylemiştir. Ekliyordu: "Etkilenmek edebiyatın gereği, kendinin kılabilirsen..." Sonra yine ısrarla "Yürek Burkuntuları"... Bugün düşünüyorum da, ne kadar haklıydı...
Edip Cansever'e kırgınlığım çabuk geçti. Arada yine gidiyordum Kapalıçarşı'daki dükkâna. Bir defasında, üstteki küçücük odaya çıktık: Şairin çalışma odası. Tepe penceresi gökyüzüne bakan bu odayı hiç unutmadım. Ufarak yazı masası, iskemle ve avuç içi kadar gökyüzü gören tepe penceresi.
Bir başka yer, unutamadığım, Taksim Gezisi içindeki koltuk meyhanesidir. Açık havada. Aslında şık bir barakaydı. Orada bazı akşamüzerleri oturduk. Yüksek tabureler, mermer tezgâh. Şairin edebiyata duyduğu ürperti verici bağlılığı yaşadım. Çağlar öncesiyle yarışmak da diyebilirim buna. Meselâ Hamlet'i yeniden yazmak isterdi Edip Cansever. Ancak o zaman, Shakespeare'le boy ölçüştüğünde 'şair' olduğuna inanabilecekti. Sonra, her defasında, umutsuzluk devreye girer, Hamlet tasarısı düşlerde kalırdı.
1970'te Kirli Ağustos yayımlandı. Kirli Ağustos, benim için, Türkçe'de Akdeniz duyarlığı için yazılmış en güzel şiir kitabıdır. Her Gece Bodrum'u yazarken Kirli Ağustos'u birçok kez okudum, başucumdan ayırmadım. Bir anlamda, "Kirli Ağustos" şiirinden esinlendiklerimin romanını yazmak istiyordum. Ya da, bu şiir, yazmaya çalıştığım romanın billûrlaşmış haliydi. Hele şu dizeler:
"Başka değil, yokluğu görmek için / Kirli Ağustos! Gözkapaklarımı da yaktım sonunda."
1976'da Her Gece Bodrum yayımlandı. Edip Cansever'e imzalarken çok kaygılıydım, sahne gözümün önündedir: Beyoğlu'nda, Galatasaray Lisesi'nin karşısındaki Degüstasyon Lokantası'ndayız. Çantamdan kitabı çıkarıp veriyorum. Kemküm bir şeyler de söylemeye çalışıyorum.
Edip Cansever kendinden sonraki kuşağa sevgisini hiçbir zaman esirgemedi. Romanı bitirir bitirmez beni aradı; (gerçi ortak dostumuz Armağan İlkin'den öğrenmiştim!) "Tamam! Artık kendinsin!" diyordu. 1978'de Füsun Akatlı "Edip Cansever'le Konuşma"yı yayımladı. Füsun Akatlı soruyor: "Hangi romanları seversin? İster örnek ver, ister genel olarak söyle." Akatlı'nın duraksayarak sorması, 'genel' demesi bile edebiyat dünyamızın cimriliğine işaret değil mi? Edip Cansever, "İkisini de yapayım" diye yanıtlıyor, "Tutunamayanlar, Raziye, Her Gece Bodrum, bunlar benim çok sevdiğim romanlar..." Sevinçten uçtuğumu söylememe gerek yok herhalde.
Zaman, Ben Ruhi Bey Nasılım'a, Bezik Oynayan Kadınlar'a -ikisi de bence şiir-romandır-, Şairin Seyir Defteri'ne hayranlıklarla geçti. Çok çabuk geçti. Cumartesi akşamları âdeta bir 'edebî salon' olan Nahit Hanım'ın evinde, yaz akşamları Rumelihisarı'nda, kimileyin Cansever'lerin Bebek'teki giriş katında, sonra Etiler'deki yeni evde.
Edip Cansever'i bugün çok özlüyorum. Hayatının tek ülküsüydü şiir. Bunu hemen hissederdiniz. Size de usul usul geçirirdi o duygusunu. Siz de artık edebiyattan başka bir şey düşünmez olurdunuz. Bebek'teki Şadırvan'da saatlerce söyleştiğimizi hatırlarım, Dıranas'ın "Kar" şiiri için.
"İnsanın insana verebileceği en değerli şey / Yalnızlıktır" dizelerinin şairi gibi yitirdiğim, kim bilir kaç yıldır yokluğunu yaşadığım bir başka yakınım, demin andığım çevirmen Armağan İlkin'dir. Armağan, kocası Altan, Edip Cansever, bazan eşi Mefaret Hanım, Nahit Hanım'a gidilmemiş cumartesiler, hele yaz mevsimiyse, Arnavutköyü'ndeki Kaptan'a giderdik. Tam Boğaziçi'ne özgü bir lokanta. O zamanlar önünden 'kazıklı yol' geçmemiş.
O lokantaların kendine özgü bir kokusu olur. Biraz deniz, yosun kokar, biraz deniz mahsulü, biraz da anason. Yazları pencere kenarında oturulur. Pencereler açıktır; yel, esinti, şıpırtılı deniz. Daha içeriye girerken serinlik tadılır. Güzel akşamlardı. Meselâ Armağan, E. M. Forster'dan Meleklerin Uğramadığı Yer'in çevirisini bitirmişti, Forster konuşuluyordu. Forster'ın roman sanatını çözümleme konusundaki uçsuz bucaksız sezgisi!.. Mesela Edip Cansever Sevda ile Sevgi'deki şiirlerinden birini yazmaktadır, daha o gün, taptaze o dize: "Anılar, anılar, belki hepsi bir kelime."
Biricik Edip Cansever'in de anılarında bir İstanbul vardı: İlk şiir heveslerinin üşüştüğü Kumkapı, ortaokul yılları. Fatih'teki Millet Kütüphanesi'ne gidip gelişler, geçmiş zamanın edebiyat dergileri cilt cilt. Ekmek karneli yıllarmış...
Bir defasında, gençliğinin anılarından bir oyun yazmak istediğini söylemişti. İsmini elbette hatırlıyorum: Gereksiz Bir Hüzün Sanki... Sonra, Gereksiz Bir Hüzün Sanki, yarım kalan son şiirinde bir dize oldu.
Selim İleri
2008
Bu şehirde Edip Cansever'le...
Biricik Edip Cansever'in de anılarında bir İstanbul vardı: İlk şiir heveslerinin üşüştüğü Kumkapı, ortaokul yılları. Fatih'teki Millet Kütüphanesine gidip gelişler, geçmiş zamanın edebiyat dergileri cilt cilt. Ekmek karneli yıllarmış...
'Şair' Edip Cansever'i, gençliğimin unutulmaz edebiyat dergisi Yeni Dergi'nin sayfalarında tanıdım. Bunlar, Çağrılmayan Yakup'ta (1966) yer alan şiirlerdir: Kitaba ad veren şiir, "Cadı Ağacı", "Dökümcü Niko ve Arkadaşları". Hemen vurgulamalıyım: "Çağrılmayan Yakup" bizim kuşakta şiirseverlerin ezbere bildiği şiirdi. Bazı kişiler tanıdım, 1970'lerde, o uzun, güzel şiiri ezberden söylerlerdi.
Yeni Dergi'deki şiirler gönlümü çeldiğinden, Sahaflar Çarşısı'na bu kez Edip Cansever'in kitaplarını devşirmek için gittiğimi hatırlıyorum. Soğuk güz öğleden sonrasıydı. Elif Kitabevi'nde Yer çekimli Karanfil, Petrol yoktu ama, Umutsuzlar Parkı'nı, Nerde Antigone'yi, Tragedyalar'ı elimle koymuşçasına bulmuştum. Umutsuzlar Parkı sadece adıyla bile beni çok etkilemiştir. Esinlenerek, suluboya bir resim yapmaya çalıştım, beceremedim. Sonra bir de pastel boyayla...
Tragedyalar'ın etkisi daha derin oldu. Şiirlerinde mekânı eni konu soyutlamayı seven Edip Cansever, Tragedyalar'da İstanbul'dan, yaşadığım, doğup büyüdüğüm şehirden, soyutlamayı bir yana bırakarak söz açıyordu.
Gerçi onun İstanbul'u yine adlandırılıp sanlandırılmış değildi. Ama Ermenileriyle, Beyaz Ruslarıyla, pasajları, taş yapıları, kiliseleri, dükkânları, hele piyano tamircileriyle bütün bir Beyoğlu belirir yiter, yiter belirir. Daha Tragedyalar'da Edip Cansever'in şiiri romanla haşırneşirliğini söyler. Bu uzun şiirde Virginia Woolf'un Dalgalar'ını çağrıştırır bir hava eser. (Esinlenme değil! Sadece hayatı alımlayışta aynı kaygı.)
'İnsan' Edip Cansever'i, 1968'de, Cumartesi Yalnızlığı'nı yayımladıktan sonra tanıdım. İlk kitabım aracı oldu: Şairleri, yazarları tanıdım. Romancıların, hikâyecilerin çevresindeydim artık, kıyısından köşesinden.
Edip Cansever çok farklıydı. Tanıştığımız gün, usta-çırak ilişkisini, ona hayranlığımı handiyse görmezden gelerek, yadsıyarak, ağbisiz mağbisiz "Edip" dedirtti kendine, önceleri çok utanırdım, öylece adıyla hitap etmek! Sonra alıştım. Belki bu yüzden, değer verdiğim genç yazar arkadaşlarımın bana "Selim" demelerini istiyorum şimdilerde. Aradan çekilsin diye yıllar...
Cumartesi Yalnızlığı'nı okudu. Yaz başlangıcı, bir gün Edip Cansever'e gittim, Kapalıçarşı'ya. Edip Cansever'in Kapalıçarşı'da, baba mesleği, antikacı dükkânı vardı. Nuruosmaniye kapısından girince, dümdüz yürüyün, ikinci sokağa sapın. Güzel bir dükkân, camekânında arada değişen seçkin antika parçalar...
Birlikte çıktık. (Edip Cansever antikacılık işlerini hepten ortağına bırakmıştı.) Ankara Yokuşu'ndan inerken, Cumartesi Yalnızlığı'na yönelik eleştirilerini söyledi. Yalnızca "Yürek Burkuntuları" hikâyesini beğenmişti. "Gerisini yazmasan da olurdu" diyordu. Yürüyorduk. İçim kan ağlıyordu; kırılmıştım. Sevdiğim bir şairden uzaklaşıyordum. Bir daha şiirlerini okumayacağım diyordum içimden.
Birlikte Gar Lokantası'na gittik. Daha doğrusu Edip Cansever beni dâvet etti. Üzüldüğümü elbette ayırt etmişti, ama eleştirmekten vazgeçmedi. İnanılmaz bir sezgi, duyuş! Nezihe Meriç'ten, Oktay Akbal'dan etkilendiğimi ilk Edip Cansever söylemiştir. Ekliyordu: "Etkilenmek edebiyatın gereği, kendinin kılabilirsen..." Sonra yine ısrarla "Yürek Burkuntuları"... Bugün düşünüyorum da, ne kadar haklıydı...
Edip Cansever'e kırgınlığım çabuk geçti. Arada yine gidiyordum Kapalıçarşı'daki dükkâna. Bir defasında, üstteki küçücük odaya çıktık: Şairin çalışma odası. Tepe penceresi gökyüzüne bakan bu odayı hiç unutmadım. Ufarak yazı masası, iskemle ve avuç içi kadar gökyüzü gören tepe penceresi.
Bir başka yer, unutamadığım, Taksim Gezisi içindeki koltuk meyhanesidir. Açık havada. Aslında şık bir barakaydı. Orada bazı akşamüzerleri oturduk. Yüksek tabureler, mermer tezgâh. Şairin edebiyata duyduğu ürperti verici bağlılığı yaşadım. Çağlar öncesiyle yarışmak da diyebilirim buna. Meselâ Hamlet'i yeniden yazmak isterdi Edip Cansever. Ancak o zaman, Shakespeare'le boy ölçüştüğünde 'şair' olduğuna inanabilecekti. Sonra, her defasında, umutsuzluk devreye girer, Hamlet tasarısı düşlerde kalırdı.
1970'te Kirli Ağustos yayımlandı. Kirli Ağustos, benim için, Türkçe'de Akdeniz duyarlığı için yazılmış en güzel şiir kitabıdır. Her Gece Bodrum'u yazarken Kirli Ağustos'u birçok kez okudum, başucumdan ayırmadım. Bir anlamda, "Kirli Ağustos" şiirinden esinlendiklerimin romanını yazmak istiyordum. Ya da, bu şiir, yazmaya çalıştığım romanın billûrlaşmış haliydi. Hele şu dizeler:
"Başka değil, yokluğu görmek için / Kirli Ağustos! Gözkapaklarımı da yaktım sonunda."
1976'da Her Gece Bodrum yayımlandı. Edip Cansever'e imzalarken çok kaygılıydım, sahne gözümün önündedir: Beyoğlu'nda, Galatasaray Lisesi'nin karşısındaki Degüstasyon Lokantası'ndayız. Çantamdan kitabı çıkarıp veriyorum. Kemküm bir şeyler de söylemeye çalışıyorum.
Edip Cansever kendinden sonraki kuşağa sevgisini hiçbir zaman esirgemedi. Romanı bitirir bitirmez beni aradı; (gerçi ortak dostumuz Armağan İlkin'den öğrenmiştim!) "Tamam! Artık kendinsin!" diyordu. 1978'de Füsun Akatlı "Edip Cansever'le Konuşma"yı yayımladı. Füsun Akatlı soruyor: "Hangi romanları seversin? İster örnek ver, ister genel olarak söyle." Akatlı'nın duraksayarak sorması, 'genel' demesi bile edebiyat dünyamızın cimriliğine işaret değil mi? Edip Cansever, "İkisini de yapayım" diye yanıtlıyor, "Tutunamayanlar, Raziye, Her Gece Bodrum, bunlar benim çok sevdiğim romanlar..." Sevinçten uçtuğumu söylememe gerek yok herhalde.
Zaman, Ben Ruhi Bey Nasılım'a, Bezik Oynayan Kadınlar'a -ikisi de bence şiir-romandır-, Şairin Seyir Defteri'ne hayranlıklarla geçti. Çok çabuk geçti. Cumartesi akşamları âdeta bir 'edebî salon' olan Nahit Hanım'ın evinde, yaz akşamları Rumelihisarı'nda, kimileyin Cansever'lerin Bebek'teki giriş katında, sonra Etiler'deki yeni evde.
Edip Cansever'i bugün çok özlüyorum. Hayatının tek ülküsüydü şiir. Bunu hemen hissederdiniz. Size de usul usul geçirirdi o duygusunu. Siz de artık edebiyattan başka bir şey düşünmez olurdunuz. Bebek'teki Şadırvan'da saatlerce söyleştiğimizi hatırlarım, Dıranas'ın "Kar" şiiri için.
"İnsanın insana verebileceği en değerli şey / Yalnızlıktır" dizelerinin şairi gibi yitirdiğim, kim bilir kaç yıldır yokluğunu yaşadığım bir başka yakınım, demin andığım çevirmen Armağan İlkin'dir. Armağan, kocası Altan, Edip Cansever, bazan eşi Mefaret Hanım, Nahit Hanım'a gidilmemiş cumartesiler, hele yaz mevsimiyse, Arnavutköyü'ndeki Kaptan'a giderdik. Tam Boğaziçi'ne özgü bir lokanta. O zamanlar önünden 'kazıklı yol' geçmemiş.
O lokantaların kendine özgü bir kokusu olur. Biraz deniz, yosun kokar, biraz deniz mahsulü, biraz da anason. Yazları pencere kenarında oturulur. Pencereler açıktır; yel, esinti, şıpırtılı deniz. Daha içeriye girerken serinlik tadılır. Güzel akşamlardı. Meselâ Armağan, E. M. Forster'dan Meleklerin Uğramadığı Yer'in çevirisini bitirmişti, Forster konuşuluyordu. Forster'ın roman sanatını çözümleme konusundaki uçsuz bucaksız sezgisi!.. Mesela Edip Cansever Sevda ile Sevgi'deki şiirlerinden birini yazmaktadır, daha o gün, taptaze o dize: "Anılar, anılar, belki hepsi bir kelime."
Biricik Edip Cansever'in de anılarında bir İstanbul vardı: İlk şiir heveslerinin üşüştüğü Kumkapı, ortaokul yılları. Fatih'teki Millet Kütüphanesi'ne gidip gelişler, geçmiş zamanın edebiyat dergileri cilt cilt. Ekmek karneli yıllarmış...
Bir defasında, gençliğinin anılarından bir oyun yazmak istediğini söylemişti. İsmini elbette hatırlıyorum: Gereksiz Bir Hüzün Sanki... Sonra, Gereksiz Bir Hüzün Sanki, yarım kalan son şiirinde bir dize oldu.
Selim İleri
2008