Editörler : E.Kayı Han
«78910111213141516171819
30 Mart 2013 22:10

Bugünkü Türk Toplulukları

B
Baba……….. Kırgız / Tagay / Bugu
Baba Nazar……….. Kazak / Kiçiyüz / Bayoğlu / Maskar
Badanım ………….. Türkmen / Sarık
Baganalı ……………. Kundur / Kaspulat / Nayman
Bagıs ……………. Kazak / Ortayüz / Argın / Mumın
Bağa ………… Türkmen / Yavmut / Şerif
Bağış …………. Kırgız / Tagay
Bağşı …………Türkmen / Teke / Ödemiş / Daş Ayak
Bağşı …………Türkmen / Teke / Toktamış
Bakal …………. Kırgız / Edigene
Bakay …………..Kazak / Ortayüz / Argın / Mumın
Bakcan ……………..Kazak / Kiçiyüz / Alimoğlu / Kabasakal
Bakır …………….. Türkmen / Er Sarı / Ok
Baktı…………….Kırgız / Tagay / Cirik / Üç Tamga
Baktı Berdi……………. Kazak / Kiçiyüz / Alimoğlu / Karasakal
Balık ……………. Kırgız / Tagay / Bugun / Celden
Balıkçı …………… Kırgız / Ortayüz / Nayman
Balakçı ………… Kazak / Kiçiyüz / Bayoğlu / Aday
Balıkçı …………… Kırgız / Mündi
Balkarlar ………………Kabartay Balkar Cumhuriyeti – Kafkasya
Baltalı ………………. Kazak / Ortayüz / Nayman
Bargı…………… Kırgız / Edigene
Bargı ………….. Kırgız / İçkilik / Tayıt
Barın……………. Özbek
Barın…………….. Başkırt
Barmak…………… Özbek / Konrat / Koştamgalı
Barzaklı…………… Türkmen / Sarık
Bassagar …………….. Altay Türkleri / Kızıl
Bassız ……………….Kırgız / Tagay
Başkırt ……………….. Orta Volga Bölgesi
Baş Körük ………………. Kırgız / Tagay / Bugu / Belek
Batan………………….. Kazak / Kiçiyüz / Alimoğlu / Karasakal
Batrak……………… Türkmen / Yavmut / Çunı
Bavbek …………………… Kazak / Kiçiyüz / Alimoğlu / Karasakal
Bavbek……………..Kazak / Kiçiyüz / Bayoğlu / Aday
Bayat………………..Türkmen / Göklen
Bayat………………. İran Türkleri / Kaşkay
Bay Baktı………… Kazak / Kiçiyüz / Bayoğlu
Bay Ciket …………. Kazak / Ortayüz / Girey / Kara Girey
Baygunlu ………….. Kundur / Kasai
Bayındır …………………………..Türkmen / Göklen
Bayıs…………….. Kazak / Ortayüz / Girey / Kara Girey
Bayıs………………………Kazak / Kiçiyüz / Alimoğlu
Baylar……………….. Başkırt
Bayoğlu……………………Kazak / Kiçiyüz
Bayraç……………………Türkmen / Sarık
Bayramşahlı……………. Türkmen / Yavmut
Bay Sıyık…………………Kazak / Ortayüz / Girey / Kara Girey
Bay Sofı……………….. Türkmen / Teke / Toktamış
Bay Soyat…………….. Altay Türkleri / Şor
Babkey……………….. Kazak / Kiçiyüz / Bayoğlu / Aday

http://turkmens38.wordpress.com/category/uncategorized/page/4/

30 Mart 2013 22:11

Kazak Boyları

Ulu Jüz (Ulu Yüz)
Kanlı
Sirgeli
Jalayır (Celayir)
Sarı Üysin
Şanışkılı
Istı
Şapıraştı
Oşaktı
Alban
Suvan
Dulat
Orta Jüz (Orta Yüz)
Arğın (Argın)
Kıpşak (Kıpçak)
Nayman
Konırat (Kongrat)
Kerey
Taraktı
Uvak
Küçük Jüz (Küçük Yüz)
Alimulı (Alimoğlu)
Karasakal
Karakesek
Kete
Törtkara
Şömekey
Şekti
Bayulı
Aday
Altın
Jappas
Altıbas
Baybaktı
Maskar
Beriş
Taz
Esentemir
Isık
Tana
Kızılğurt (Kızıl Kurt)
Şerkeş
Jetiruv
Kerderi
Kereyit
Tabın
Tama
Jağalbayulı
Telev
Ramadan

http://turkmens38.wordpress.com/category/uncategorized/page/4/

14 Nisan 2013 21:19

Erken Müslüman-Arap Edebiyatında Türk Kimliği

M. Gamberli değerli çalışmasında Erken dönem Müslüman-Arap yazınında “Türk kimliği”ne ilişkin bilgileri bir araya getirmiştir. Müellif, daha önce üzerinde pek durulmamış ilginç bilgilere dikkat çekmektedir. Buradan anlaşılan, Erken Müslüman-Arap edebiyatında “Türk kimliği” çeşitli içeriklerde sunulmaktadır. Söz konusu derlenen hikayeler arasında geleneksel “asker, yönetmen Türk kimliği”nin yanı sıra “bilgili, düşünceli, gururlu, kendi soyuna bağlı Türk” kimliği dikkat çekicidir. Bu hikayelerden birini XII. Yüzyıl müelliflerinden İbn Sem’anî zikr etmektedir. İbn Sem’anî rivayetin edebi nitelikli bir mecliste gerçekleştiğini belirterek şunları anlatmaktadır: oturumu düzenleyen el-Gutabî yüzünü gençlere tutarak, her biri bir millete mensup olan genclerden kendi milletlerinin faziletlerini ortaya koyan iki beyitlik şiir söylemelerini istedi. Oturumdaki Türk, Fars, Arap ve Rum gençleri bulunuyordu. Önerini beğenen gençler kendi yeteneklerini sergilemeğe başladılar. İlk önce Fars söze başladı ve o şu beyti söyledi:

Biz hükümdarlarız ve şah evlatlarıyzı,
Bizim siyaset ilmimiz, tedbirimiz ve kitaplarımız vardır.
Biz kurbanlık İshak soyundanız ,
Peygamberlerin ünlerindeki ün perdesi, asıl ve necabetiyiz.

İkinci olarak Arap genci söz aldı ve soyunun İbrahim oğlu İsmail’e dayandığını vurgulayan ve ün bakımından kendi milletini öven bir şiir okudu:

Bizde tedbirin, zarifliğin ve edebin doğallığının yanı sıra,
Cesaret ve cömerlik de doğaldır.
Biz hepimiz İsmail soyuyuz,
Ona bağlılığımı sunduğumda insanlar beni inkar etmezler.
Ardından Rumlu genç söze başladı ve şöyle bir beyt okudu:
Rumlar öyle bir topluluk ki onda,
Akıl, tecrübe, ahlak güzelliği ve aydınlık, ilginç ilim vardır.
Onlar Eys ve Emlak’ın evlatlarıdır ,
Onların giyimlerinin ipek ve altın olması yalan değildir.
Sonuncu olarak sıra Türk gence geldi ve o şöyle bir beyt söyledi:
Türkler kendi yurtlarında (başkalarınca) yönetilmediler,
Farslar, Rumlar ve Araplar ise yönetildiler.
Bu senin yaşamın için bir fazilettir,
Bunu ancak ahlaksız, kıskanç ve çekemeğenler inkar edebilirler.

Türk gencinin okuduğu beyt çeşitli tartışmalara neden olmuştur. Ali b. Züreyk bu beyte ilişkin kendi düşüncesini şöyle ifade etmektedir: “Türkün sözlerinde kendisine yönelik gurura şaşırdım”. Ali b. Züreyk’in Türkçe karşı bu sarfettiği sözleri duyan ev sahibi şöyle demiştir: Eğer Arap,

Bizde tedbirin, zarifliğin ve edebin doğallığı yanı sıra,
Cesaret ve cömerlik de doğaldır.
Yol gösterici Pygamber Ahmedü’l-Mustafa.
Budur Arapların efendilik araçları olan övünçleri.

Veya,
Farslar, Rumlar, Türkler değil,
Biziz Adnan evlatları, bizdedir akıl, bizdedir cömertlik, bizdedir adep!

Bu, bize, Mustafa (Hz. Muhammed) nesebindendir, onunla Arap her birliğe önderlik ediyor diyorsa, o zaman Arap diğerlerinin susması gerektiğini ifade etmektedir ve daha fazla övgüye layık olduğunu belirtmektedir”. Anlaşılan, Züreyk’in “Türkteki gurura” şaşırmasına anlam vermeyen ev sahibi, aslında “Arapların gururlu ve kendilerini beğenmiş” olduklarına şaşırması gerektiğini ifade etmiştir. Diğer bir rivayet ise Taberî tarafından aktarılmaktadır. Burada Taberî, Hz. Ömer ile Hz. Ali arasındaki bir diyaloga dikkat çekmektedir. Buna göre, Ahnef b. Gays, Horasan ve İran’ın nahiyelerini fethettikten sonra Ceyhun (Amu-derya) nehrini geçip Türk topraklarını ele geçirmek için halife Ömer’e (634-644) bir mektup göndererek müsaadesini istedi. Hz. Ömer, Hz. Ali’i ile konuştuktan sonra ona şöyle bir mektup gönderdi: “Dur! Ceyhun nehrinin ötesine sakın saldırmayın. Nehrin bu yakasında durun. Horasan’a hangi koşullarla girdiğimizi iyi bilirsiniz, aynı koşullarla orada kalmağa devam edin. Zaferiniz bu olmalıdır. İleriye gidip nehri geçmek düşüncesinden vazgeçin. Aksi taktirde mahv olursunuz”. Ardından Hz. Ömer yüzünü Hz. Ali’ye çevirerek “Kaç o yerlere kadar ordu sevk etmeseydik. O nehrle bizim aramızda ateşten bir deniz olmasını isterdim”. Hz. Ali bunun nedenini sorduğunda Hz. Ömer, peygamberin Türklerle ilgili hadislerini hatırlattı ve verdiği tavsiyelerinden söz etti: “Çinkü oranın halkı (Türkler) yurtlarından çıkacak ve dünyayı üç kez fehtedeceklerdir. Üçüncüsü onların son istilası olacaktır. Bu (istilanın) Müslümanların üzerine değil, Horasan halkının başına gelmesini isterdim”.
Siyasi ve edebi konuların dışında Türk adı Arap değimlerinde de sıkça kullanılmıştır. Cahiz’e göre, “Araplar düşmanlık ve sertlik hakkında örnek vermek isterken şöyle derler: Onlar Türk ve Deylem’den başka kimseler değillerdir”. Benzer biçimde Arap deyimlerinde Türk “ibret” unsuru olarak kullanılmaktadır. Cahiz Beyan ve’t-Tabin adlı eserinde şöyle bir olay aktarmaktadır: “Hz. Osman karşıtlarının kuşatmasında iken Abdullah b. Abbas (öl. 687/88) Mekke’de geleyana gelmiş ve ayaklanmış kalabalığa karşı çıkarak şunları söylemiştir: şayet Türkler ve Deylemler bizi gözlemleseydiler Müslüman olurdular”. Görüldüğü gibi Arap deyimlerinde Türkler ile Deylemliler bir arada zikredilmekteler. Bunun gerekçesi onların “sert ve haşin” topluluklar olmalarına yapılan vurdudur. Sonuncu deyimde de, Müslümanların düştükleri acınılası duruma gönderme yapılarak daha sert görünümlü Türkler ile Deylemlilerin bu durum karşısında Müslüman bile olacaklarına vurgu yapılmakta ve Arapların konumu eleştirilmekteydi. Söz edilen “sertlik ve haşinliği” Makdisî şöyle açıkalamaktadır: “Çığlıkları yıldırım gürültüsünü bastıran Türkler öyle bir millet ki konuştukları zaman melekler gibi güzel, savaştıklarında devler gibi acımasız olurlar”.

Sertlik, haşinlik ve acımasızlık anlamında Türkler için söylenen hadislerin de içeriğinin bazen değiştiği görülmektedir. Örneğin, peygamberin bu konuda söylediği “Türkler size dokunmadıkça, siz de onlara dokunmayın, Türklerle barış içinde yaşayın” hadisi “Türkler size dokunmadıkça, siz de Türklere dokunmayın, çünkü onlar çok sert bir güce sahiptiler” biçminde de kullanılmıştır. Doğal olarak bu anlam değişikliklerinin nedeni Türklere karşı temasın boyutlarını ifade etmektedir. Benzer içerikte Hz. Ömer’in bir sözüne de atıfta bulunulmaktadır: “Türkler öyle bir acımasız düşman ki verecekleri ganimet az, alacakları ise fazladır”.

Türklere ilişkin Müslüman Araplar arasında kullanılan değimlerden biri de ulaşılması güç bir şeyi vurgularken kullanılan değimdir. Örneğin, Araplar herhangi birisinin yaptığını fazla abarttığını görünce ona şöyle derlermiş: “sen sanki hakanın kellesini eline geçirmiş öyle anlatıyorsun” veya “o sanki hakanın kafasını getirmiş”. Burada, Türk hakanının kafası kesmek Arap siyasi iktidarının asla ulaşamayacağı bir şey olarak vurgulanmaktadır.
Türklerle ilgili anlatılan ilginç bir olay ise Kerbela olayında Hz. Hüseyin’in safında yedi Türkün de savaşması olayıdır. Bu olay tarihçilikte uzun bir süre kuşkuyla karşılaşmıştır. Ancak Muhammed Fuzulî’den başka, Mirza Resul İsmail-zade tarafından ortaya çıkarılan Şeyh abbas Kumî’nin Müntehaü’l-Amal eserinde de geçmesi ve Taberî’nin de bu olaya vurguda bulunması söz konusu kuşkaları ortadan kaldırmıştır. Ayrıca, kaynaklar Hz. Hüseyin’in Türk gulamından da söz etmekteler. Şair Fuzulî, bu gulamın ismini “Müslim Azerbaycanî” olarak vermektedir. Burada kullanılan Azerbaycanî adı, Türklerle bu ülke arasındaki klasik Arap kaynaklarında da geçen sıkı bağlantıdan ileri gelmektedir. Nitekim, yedi Türk savaşçının Azerbaycan’dan geldiği ve onların Hz. Hüseyin’i Azerbaycan’a davet ettiklerini, bu davete karşılık Hz. Hüseyin’in “hasta oğlu Zeynelabidin’i götürmelerini istemesi” ve bunun üzerine Türklerin “Zeynelabidin’i Azerbaycan’a götürmeleri, orada onun iyileşerek geri dönemesi”, Azerbaycanî adının bu ülkede yaşayan bir Türk’e işaret olduğuna kuşku düşürmemektedir.

Peygamberin Handek savaşı sırasında “Türk çadırı”nda oturması dışında onun Türklere özgü Soğdiyye adlı bir zırh kullandığı da rivayet edilmektedir. Burada “Soğd” etnik bir kimlikten ziyade Türklerin denetimindeki bir coğrafi bölgeye işarettir. Bunu, Taberî ve İbnü’l-Esir’in “peygamberin, Türklere özgü Soğdiyye sırhlı giysisinin” olduğunu belirtmesi de doğrulamaktadır. Öte yandan Taberî, Türk Hakanı’nın Hz. Ömer’e bir zırh ve kılıç armağan olarak gönderdiğine ilişkin bilgisi bu söylediklerimizi pekiştirmektedir. Emevî dönemi halifelerinde Türklerle aktaba olmak veya onlardan kız almak bir övüç ve gurur kaynağı olmuştur. Örneğin Velid b. Abdülmelik’in (705-715) oğlu Yezid b. Velid’in Türk kanı taşımasıyla övünüyordu. Bir kasidesinde halife Yezid şöyle söylemiştir:

Ben Kisra’nın oğluyum, babam ise Mervan’dır,
Kayser de babamdır, diğer babam ise Hakan’dır.

Abbasîler döneminde Türkler’in Hilafet içinde bütün siyasi dengeleri ellerine geçirmesi Arap siyasi çevrelerinde büyük huzursuzluklara neden olmuştur. Türklerin, hilafette başlıca unsur olmaları daha hanedanın ilk döneminde gerçekleşmiştir. Örneğin, halife Ebu Cafer el-Mansur döneminde (754-775) Türklerin ülkedeki nüfusundan yakınan Arap bürokratlara halife şu yanıtı vermiştir: “Artık Türkler her şeye sahip ve malikler. Bütün diğer insanların onların sözlerini duymak ve onlara itaat etmekten öte başka çareleri yoktur”. Türklerin, hilafet içinde egemen konuma gelmesi Araplarla birlikte İranî bürokratların da rahatsız olmasına neden olmuştur. Bu durum karşısında İranîler Araplarla Türklere karşı ittifak dahi önermişlerdir. Kirvanî eserinde bu konuda şunları söylemektedir: “Ey amca oğulları, biz ve siz (İranlılar ve Araplar) tıpkı bir elin parmakları gibiyiz. Ey amca oğulları, Türkleri yönetimi ellerine almalarında desteklediniz. Bizse bu devletin temelinde ve oluşumunda onlardan daha önceydik. Allah’a yemin olsun ki (bundan böyle) arı (su) içmem, içsem dahi bu yaşamam içindir ta ki devletin direği Türkler yok olana kadar”.

İslam dönemi ortaya çıkan Deri edebiyatında İranî bürokratik çevrede görülen Arap düşmanlığının kaynağında da Türklerin birinci unsur olması yatmaktaydı. Örneğin, İranlı şair İbrahim b. Mümşaz, Abbasî halifesi el-Mutemid Billah’a (889-902) yazdığı şiirinde bu durumdan şöyle yakınmaktadır:

Biz sizi oklarımızla, öldürücü kılıç darbelerimizle hakimiyete ulaştırdık,
Sizi bu hakimiyete bizim atalarımız ve babalarımız layik bildiler,
Siz ise bu nimete şükr edip vefa kılmadınız.
Şimdi def olun Hicaz’daki topraklarınıza,
Orada kertenkele yemeğe ve koyun gütmeğe.

Bu isyan Firdevsî’de zirvesine çıkmaktadır. Sâmânîlerin isteğiyle yazılan Şah-name adlı ünlü eserinde Araplar’a açık bir dille hakaret etmektedir:

Deve sütü içip, çekirge yiyen
Bu Araplara bakın, görün ne hadde varıplar.
Keyan tahtını istiyorlar,
Lanet sana ey çerh-i devran, lanet.

İstanbul’un (Konstantiniye) fethi İslam tarihinde özel bir öneme sahiptir. Bu yönde peygambere istinaden hadisler de bulunmaktadır. Müslüman-Araplar İstanbul’u ele geçirmek için birçok kez feth girişimlerinde bulunmuşlarsa da X. Yüzyılın ikinci yarısından sonra Bizans karşısında bir dizi yenilgiler almışlardır. Arapları tedirgin eden ve korkudan gelişmeler ise 963 yılında Conistantin’in oğlu Armonos Tarsus’tan Şam’a kadar Müslümanların elindeki toprakları işgal etmiştir. Bu durumda Müslüman-Arap dünyasında Bizans’ın ilerlemelerine Türklerin son vereceği inancı yayılmıştır. Hatta o dönemde Muhammed b. Hazm ez-Zehirî bu içerikte bir şiir yazmıştır:

Biz Konstantiniye şehrini ve onun insanlarını muhakkak ele geçireceğiz,
Sizlerin cesetlerini kargalara ve kuzgunlara yem edeceğiz.
Sizin ülkenizin en kıyıdaki köşelerine bile sahip olacağız.
Sizleri karanlık ve acizlik içinde yaşamağa zorlayacağız.
Biz Türk ve Hazar ülkelerinden toplanan muzaffer orduyla,
Çin’i ve Hint ülkelerini dahi boğun eğdireceğiz.
Bu konuda Yüce Allah bize zemanet vermiştir.
Bunu sizin gibi hasta beyinler anlayamaz.
Ta ki keskin ılıçlarıyla yiğit Türk orduları sayesinde
İslam’ın hükümleri bütün ülkelere yayılana kadar mücadeleğe devam edeceğiz.

Kaydettiğimiz Türklerle ilgili genel bu bilgilerin yanı sıra Erken İslam kaynaklarında şahıs anlamında Türk komutanları, bilgileri, hükümdarları ve yöneticileri hakkında da özel bilgiler bulunmaktadır. Örneğin, Türk hakanının vasıfları hakkında Cahiz’in aktardığı geniş bilgi, Abbasî veziri Feth b. Hakan’la ilgili şair Behterî’nin şiirleri buna birer örnektir. Türkler hakkında Erken Arap kaynaklarında yer alan olumlu bilgilerin yanı sıra olumsuz görüşlerde bulunmuyor değil. Türkler hakkında en sert ve saldırgan ifadeler özellikle Kuteybe b. Müslim ve Yezid b. el-Muhalleb’in Horasan valiliği dönemine aittir. Örneğin Taberî, Yezid b. el-Muhalleb’in Dehistan ve Taberistan bölgesinde Türklere karşı seferini anlatırken, Arap komutanın şu yeminde bulunduğunu aktarmaktadır: “O, şayet kendisine zafer nasip olursa Türklerden akacak kanla yoğrulmuş undan hazırlanmış ekmek yemeğince oradan ayrılmayacağı ve Türklerin boyunlarından kılıcını çekmeyeceğine dair Allah’a yemin etmiştir”. Nitekim, Taberî, Yezid’in Cürcan bölgesinde 40.000 Türkü katlettiğini belirtmektedir. Kuteybe’nin yaptıkalrına gelince, Taberî, onun “Türkleri büyük küçük gözetmeden katlettiğini” yazmaktadır. Doğal olarak Türkler de Araplara karşı sert önemlere el atmış, Kafkasya’da Hazarlar, Orta Asya’da ise Türkişler yüz yıl boyunca Araplar karşısında sedd gibi durmuşlardır.

http://n-marmara.blogspot.com/2008/01/erken-mslman-arap-edebiyatnda-trk.html

14 Nisan 2013 21:32

OSMANLI DEVLETİ’NDE TÜRKÇÜLÜK AKIMININ ORTAYA ÇIKMASI - Mehmet KÖÇER

Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

ÖZET
Osmanlı Devleti, yapısı itibariyle ırk, dil, din bakımından farklılık arz etmekteydi. Devletin esas unsuru Türkler olmasına rağmen, Türkler devletin devamlılığı noktasındaki sorumlulukları gereği bu durumu kabullenmek durumunda kalmışlardır. Türkçülük, Tanzimatla birlikte gelişen, fikir hayatımızda ortaya çıkan yenilikçi-muhafazakâr çatışmasından doğan bir uzlaşmadır. Vatan, dil ve kültür kavramlarına dayanan Türkçülük hareketi 19. yüzyıl sonlarında gelişmiş, Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasında da esas roller oynamıştır.

GİRİŞ
Millet; dil, soy, vatan, din, örf, adet ve ülkü birliği olan insanların oluşturduğu bir topluluktur. (Ayni, 1943: 22-23, İzzet, 1969: 45, Toker, 1979: 55.) Etnolojik olarak ırklardan daha geniştir. (Arsal, 35-36.) Tarihi ve siyasi gelişim sonucu şekillenmesini tamamlamış olması sebebiyle kavimlerden de farklıdır. (Resulzade, 1978: 24-25.) Milliyetçilik, tarihin yapıcısı, kültürün oluşturucusu ve taşıyıcısı olarak millet gerçeğini benimsemek, milleti tarihi gelişimi içinde oluşan özellikleriyle korumak ve yaşatmak temeli üzerine inşa edilmiştir. (Ertürk, 1952:5, Arsal, 1972: 64.) Bu tanımıyla milliyetçilik rasyoneldir, sosyolojik ve psikolojik esaslara dayanır. (Gökdemir, 1964: 28-29.) Milli inancını tarihindeki örnekleriyle bir şuur halinde topluma aşılayarak sosyolojik anlamda millet kavramına dönüştürmeye çalışır. Diğer milletlerinkine benzemeyen herkes için uygulanabilir, milli bir töre ortaya koyar. (Ataman, 1977: 74-76.) Sosyo-psikolojik özellikleri dolayısıyla ırkçılıktan apayrı bir ideolojidir. (Turhan, 1987: 126.) Avrupa medeniyetine XIX. yüzyılda girmeye başlayan milliyetçilik fikri, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren, millet şuuruna ulaşan Türklerde Hun Devleti’nden beri mevcuttu. (Cansever, 1959: 8, Daniş-ment, 1983:16.) Türkleri bir devlet çatısı altında toplayan Mete Han dönemi Türkçülüğün başlangıcı olarak kabul edilir. (Ögel, 1988: 95-97.) Türk adının Türk Milletinin adının geçtiği ilk Türkçe metin olan ve VIII. asırda dikilen Orhun Abideleri, Türkçülüğün ilk yazılı vesikasıdır. Bu kitabelerde adı geçen hakanlar adını koymadan Türkçülük yapmışlardır. (Elçin, 1978: 12.) Türkler İslamiyeti kabul ettikten sonra geçmişteki kimliklerini bir kenara bırakarak, inananların kardeş kabul edildiği ümmet prensibi içinde İslamî kişilik kazanmışlardır. (Kushner, 1979: 1.) Arap ve Fars edebiyatından etkilenen ilk Müslüman Türkler, işlenmemiş bir Türkçe ile yazmaktansa edebi değer verdikleri bu dilleri kullanmaya başlamışlardı. (Kabaklı, 1985: 192.) Diğer taraftan Müslüman Türkler arasındaki ilk milliyetçi hareketler Arap-Acem kültürlerinin tesirlerine tepki olarak olmuştu. (Banarlı, 1971: 247.) Bununla birlikte Karamanoğlu Mehmet Bey’e kadar Arap ve Fars kültürlerinin etkileri devam etmiş, Mehmet Bey 15 Mayıs 1277’de çıkardığı fermanla her yerde Türkçe konuşulmasını isteyerek öze dönüş hareketini başlatmıştır.
Osmanlı Devleti kuruluşunu takip eden yaklaşık üç asır boyunca genişleme devri yaşamış, sonra duraklama devrine, 1699 Karlofça Antlaşması’yla başlayan ilk toprak kayıplarıyla da parçalanma sürecine girmiştir. (Yavuz, 1999: 3.) Bu dönem içerisinde, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa devletleri, özellikle de Batı Avrupa’nın yeni gelişmekte olan ulus devletleri, Osmanlı devletini ekonomik, teknolojik ve askeri bakımdan geçmişlerdi. Bu hemen hepsi de Osmanlının ciddi yenilgileri ve toprak kayıplarıyla sona eren uzun savaşlar silsilesiyle açığa çıkmıştı. (Zürcher, 1995: 37.)
Osmanlı Devletinin dayandığı insan unsuru, etnik köken, dil, din bakımından oldukça farklılık arz eden “anasır-ı muhtelife” den oluşmaktadır. Bu unsurlar arasında milliyet meselesi, İslam gelenekleri ve pratik anlayışlar uyarınca düzene konmuştu. Bu gelenekler, Müslümanlarla Yahudi ve Hıristiyanlar arasındaki ilişkiyi düzenlemekteydi. Bireyler arasındaki sınırlar, etnik ya da sosyal değil, dinseldi. (Bayraktutan, 1996: 50.) Bununla birlikte Osmanlı Devleti, sosyolojik anlamda ümmetten-millete XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren girmeye başlamıştı. (Say, 1998: 151.) Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemine girmesi ile birlikte, devlet idarecileri ve aydınlar, çöküşü durdurabilmek için çeşitli çareler aramaya başlamış, Tanzimat fermanının ilan edilmesi ile birlikte, XX. yüzyıla damgasını vuracak fikir hareketlerinden birisi olan Osmanlıcılık akımı devletin bütünlüğünü ve halkın birliğini sağlayacak yaklaşım olarak ortaya çıkmıştır. Sultan II. Mahmud’un ağzından “Ben tebaamdan Hıristiyanı kilisede, Museviyi havrada ve Müslümanı camide fark ederim.” ifadeleriyle resmiyet kazanan bu hareket, ülkedeki müslim ve gayrimüslim ahaliye eşit haklar vererek devletin bütünlüğünü sağlamaya çalışmıştır. Ancak bu akım ortaya çıktığında önemli iktisadi faaliyetler gayr-i Müslimlerin elinde olduğu gibi yönetimde de Türk olmayan unsurlar önemli mevkilerde bulunmaktaydı. (Kushner, 1979: 1-3, Berkes, 1973: 361.) Buna rağmen, devletlerini koruma endişesi taşıyan Türk ahali, gerilemenin önüne geçebilmesi, ayrılıkçılığın önlenebilmesi umudu ile bu akımı desteklemişti. (Heyd, 1979: 87, Gökalp, 1990: 49.) Ancak bütün bu çabalar, gayrimüslim unsurları devlete bağlamaya yetmediği gibi ayrılıkçıları cesaretlendirip, dağılmayı körükledi. Türkleştirildiklerini iddia eden, başını Rum ve Ermenilerin çektiği gruplar, Osmanlı idaresinde bağımsızlıklarını kaybettikleri gerekçesi ile bu akıma karşı çıkmaya başlamışlardır. Avrupa devletleri de Hıristiyan ahaliyi Türk hakimiyetinden kurtarmak propagandasıyla bu ayrılık hareketini körüklediler. Bu durumda Müslümanların gayrimüslimlerle eşit tutulmaktan duyduğu rahatsızlık da eklenince, idareciler ve aydınlar, Osmanlıcılık akımından umudu keserek yeni arayışlara giriştiler. (Akçura, 1976: 7.) Osmanlıcılık akımının gözden düşmesinde I. Meşrutiyet denemesinin ve ardından gelen 93 Harbi’nde yaşananların da önemli katkıları olmuştu. Zaten dünyada yükselen değer olan ve sömürgeci Avrupa tarafından körüklenen milliyetçilik hareketleri de, farklı din, dil, kültür ve milliyetten oluşan Osmanlı toplumunun, Osmanlıcılık yörüngesinde toplanmasının en büyük engeliydi. Osmanlıcılık siyasetinden umduğunu bulamayan Osmanlı yönetimi tebaa ve reayasını birleştirmek politikasının yerine din ekseninde bir ortaklığı ve birlikteliği sağlayarak hiç olmazsa Müslümanları bir arada tutmak için İslamcı ve ümmetçi bir siyasete yöneldi. İslam birliği siyaseti, devletin resmi ideolojisi haline gelerek Müslüman ahali bir arada tutulmaya çalışılmıştır. II. Abdülhamid devrinde ön plana çıkan bu hareket, Genç Osmanlıların Avrupa’daki gelişmelere paralel olarak din ve ırk birliğinin önemini görerek Osmanlıcılığı terk etmeleri neticesinde daha da güç kazanmış ve devletin birliğini sağlamaya yönelik en büyük umut olmuştur. (Mardin, 1964: 12-13.) Müslüman tebaadan oluşacak sağlam bir yapı ile devletin devam ettirilmesi hedefine yönelik İslam birliği düşüncesi, dinî olmaktan daha çok siyasi nitelikliydi. Tanzimatla birlikte terk etmeye çalıştığı dinî devlet kimliğine tekrar bürünen Osmanlı Devleti, böylece tebaası arasındaki ihtilafları ortadan kaldırarak Müslümanlardan oluşan tek kimlikli bir yapı ortaya çıkarmaya çalışmıştı. Ancak içteki milliyetçilik hareketleri ve Avrupa’dan gelen baskılar, İslam birliği idealinin Osmanlı Devleti’nde yürütülmesini imkânsız hale getirdi ve Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in başlattığı Arap isyanları ve Arnavut ayaklanması, bu akımın geçerliliğini yitirmesine sebep olan siyasî hadiseler oldu. (Akçura, 1976: 21-23, 31-33.) Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarının devleti kurtarmaya yetecek çareler olmadığı anlaşıldığında, aydınlar, devletin bekasını sağlayabilecek yeni bir hareket olarak Türkçülük fikrine sarılmışlardır. Bu noktaya gelindiğinde Osmanlının, Müslüman Arap dünyası ve Balkanlar’da bir kısım bölgelerde siyasi hakimiyeti sürüyor olmasına rağmen, gerçekte Osmanlı Türk unsuru kendi kaderini çizme endişesiyle baş başa kalmıştı. Esasen, Osmanlıcılık akımının moda olduğu devirlerde bile, tarihçi ve edebiyatçılar arasında, kesin çizgilerle belirlenmemiş olsa bile, Avrupa demokrasisine hayran, romantik bir milliyetçi zümre ortaya çıkmıştı. (Arık, 1969: 88-91.) Özellikle Batılı Türkologların hazırladığı eserler Şinasi, Ahmet Vefik, Celaleddin Paşa gibi Osmanlı aydınları üzerinde derin etkiler bırakmıştır. (Sadıq, ?: 6.) Bu şahıslar arasında yer alan Ahmet Vefik Paşa, Osmanlı ve İslam tarihi dışında Türk tarihi üzerine çeşitli eserler çevirerek Türkçülük hareketinin doğuşunda büyük rol oynamıştır ki, Şecere-i Türkî bu tercümeler arasında en önemlisidir. (Güray, 1966: 36.) Ahmet Vefik Paşa Darülfünun’da bu çalışmalarını devam ettirirken, Süleyman Paşa da askerî okullarda Hunlardan başlamak üzere Orta Asya tarihi dersleri vererek Türklüğü ön plana çıkarıcı faaliyetler göstermişti. (Gökalp: 8) 1869’da Paris’te çıkardığı Ulum gazetesi ile Türkçülüğü Osmanlı aydınları arasında yaymaya gayret eden Ali Suavi ise, dönemin Türkçüleri arasında diğer önemli bir şahsiyetti. (Danişmend, 1942: 28, 32.) İslam Birliği fikrinin moda olduğu zamanlarda, Türk olmayan Müslüman unsurların bağımsızlık istekleri, özellikle Arap ve Arnavutların ayrılıkçı faaliyetleri Türk toplumunu derinden etkilemişti. (Sadıq: 5.) Aynı dönemde 1783’te yurtları işgal edilen Kırım Tatarlarının, XVIII. yüzyıl sonlarında Volga-Ural boylarındaki Tatar ve Çuvaşların Osmanlı Devleti’ne sığınmaları, kamuoyunda dış Türklere olan ilginin artmasına sebep olmuştu. Öyle ki 1860-1870 yıllarında Orta Asya’daki Rus ve Çin işgallerine karşı halkta büyük bir tepki doğmuş, dış Türkleri konu edinen eserler yazılmaya başlanmıştı. (Kushner, 64-65.) Aynı dönemde Kırım ve Azerbaycan’da faaliyet gösteren iki önemli aydın, Osmanlı münevverleri arasında etkili olmaktaydı. Bunlardan birisi Mirza Fethali Ahundzade’dir ki; İstanbul’a gelerek Osmanlıcadaki Arap harflerinin ıslahı konusundaki çalışmaları ile büyük ilgi görmüştü. (Gökalp: 9.) İsmail Gaspıralı ise, Slav baskılarına boyun eğmeyerek Türklüğün kurtuluşunun ancak Türk birliğinde yattığını ifade eden yazılar yazarak Türkçü aydınları yüreklendirmekteydi. (Orkun, 1977: 70-72.) Diğer taraftan, İstanbul’a yerleşerek Osmanlı aydınları içerisinde fikirleri ile büyük ilgi gören Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset adlı eseriyle Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük hareketlerinin Osmanlı Devleti’nin varlığını devam ettirebilmesi için ne derecede faydalı olabileceğini ayrıntılı olarak açıkladıktan sonra, Türkçülüğün ön plana çıkarılması konusunda çalışmalar yapmaktaydı. (Kuran, 1987: 46.) Osmanlı aydınları arasında ise, Ahmet Hikmet Bey ile Mehmet Emin Yurdakul, edebiyat sahasında yaptıkları faaliyetler ile öne çıkmıştı. (Akçura, 1978: 132.)

İslamcılık akımının etkili olduğu zamanlarda ilmî çalışmaları ile öne çıkmaya çalışan Türkçüler, İttihad ve Terakki Partisi etrafında birleşerek siyasî alanda da etkili olmaya gayret etmişlerdir(Bayur, 1983: 398.). Türkçülüğün siyaseten yaygınlaşmasında, özellikle II. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan örgütlenmeler ve bunların faaliyetleri önemli izler bırakmışlardı. 12 Aralık 1908’de neşredilen nizamnamesi ile faaliyetlerini başlatan Türk Derneği, Osmanlı Devleti’nde kurulan ilk Türkçü dernek olurken, 18 Ağustos 1911’de açılan Türk Yurdu Cemiyeti ve 12 Ocak 1912’de kurulan Türk Ocakları, Osmanlı Devleti’ndeki Türkçülük faaliyetlerine hız kazandırmışlardı. (Darendelioğlu, 1977: 41, 44, 48.) İslam Birliği fikrinin güç kaybetmeye başlaması ve Türkçü aydınların ilmî ve kültürel alanlardaki çalışmalarının hazırladığı ortamda, Türklerin oturduğu ve Türkçe’nin konuşulduğu ülkeler arasında kültürel ve siyasî birliği sağlama amacında olan Turancılık akımı ortaya çıkmıştır (Turancılık Ülküsü, 1978: 9.). Önderliğini İsmail Gaspıralı’nın yaptığı bu hareket, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve Hüseyinzade Ali Bey tarafından Osmanlı Türklerine aşılanmıştır. (Sadıq, 9.) Osmanlı aydınları içerisinde ise en çok Ziya Gökalp’in faaliyetleri dikkat çekmektedir. 1911’de Genç Kalemler Dergisi’nde yazı yazmaya başlayan Gökalp, 17 Şubat 1911’de, Türkçüler arasında büyük heyecan uyandıran Turan şiirini kaleme almıştı. (Tanyu, 1981: 62-63.) Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak adıyla formüle ettiği fikirleri ile Gökalp, bir taraftan Türklük bilincine ulaşılması için çaba sarf ederken diğer yandan da İslam inancı ile Türkçülük duygularını bir arada tutarak fikrî çatışmalara fırsat vermemiştir. (Gökalp, 1988: 176-177.) Bu fikirlerinin iyice anlaşılması için tezindeki kültür milliyetçiliğini ön plana çıkaran pek çok makale kaleme alan Gökalp, Osmanlı aydınları arasında büyük ilgi görmüştür. (Gökalp, 1980.)
Osmanlı Devleti’nin enkazında bütün Türklük alemini kucaklamaya çalışan Türkçü aydınlar, yukarıda bahsedilen ilmî faaliyetlerinin siyasî uzantısı olarak, Kuvvay-ı Millîye hareketine destek vererek bağımsızlık mücadelesi içerisinde aktif olarak yer almışlardır.Osmanlı Devleti’nin kurtuluşu için devreye sokulan Osmanlıcılık ve İslamcılık akımı kadar dünya ve Osmanlı gerçeklerinden uzak, biraz da duygusal ve hayalci olan Turancı yaklaşım da somut bir sonuç elde edememiştir. Osmanlı tamamen parçalanınca, daha gerçekçi bir yaklaşımla Osmanlı Türklüğünün kurtarılması hedefi benimsenerek, Türkçülük akımını kendine ülkü olarak kabul eden aydınlar, Türk Milleti’nin son bir hamle ile Türkiye üzerinde bağımsız bir devlet kurması için elden gelen tüm çabanın gösterilmesiyle yeni Türkiye devleti, kurulmuştur. (Arık: 97-101.) Birinci Dünya Savaşı sürecinde dağılan Osmanlının yerine kurulacak Türk devletinin siyasî, coğrafî, milli çizgileri belirlenirken, Turan hayali yerine daha gerçekçi, Osmanlı Türklüğünü ve Türk vatanını kurtaracak bir çerçeve çizilmiştir. Bu bilgilerden anlaşılacağı üzere, Osmanlıcılık ve İslamcılık fikirlerinin Osmanlı Devleti’ni kurtaracak çare olarak görüldüğü dönemlerde yapılan ilmî çalışmalarla filizlenen Türkçülük fikri, XIX. yüzyılın sonlarına doğru siyasî bir hareket halini almıştır. Osmanlı Devleti’nin yıkılmaya yüz tutması ile birlikte ise, Türkçü aydınlar, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlanacak Millî Mücadele’yi başlatanlar arasında en önde yer alarak fikren kavgasını yaptıklarını, ideallerini fiilen millet ve vatan hizmetine sunmuşlardır.

KAYNAKLAR
1. Akçura, Yusuf: 1976, Üç Tarz-ı Siyaset.
2. Arık, Remzi Oğuz: 1969, İdeal ve İdeoloji
3. Arsal, Sadri Maksudi, 1972, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları.
4. Ataman, Sebati, 1977, Milliyetçilik ve Türkiye.
5. Ayni, Mehmed, Ali, 1943, Milliyetçilik.
6. Banarlı, Nihat Sami, 1971, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C. I.
7. Bayraktutan, Yusuf:1996 Türk Fikir Tarihinde Modernleşme, Milliyetçilik ve Türk Ocakları.
8. Bayur, Yusuf Hikmet: 1983, Türk İnkılabı Tarihi, C. II, Kısım IV.
9. Berkes, Niyazi: 1973, Türkiye’de Çağdaşlaşma.
10. Cansever, Hasan Ferit, 1959, Türkçülük Nedir.
11. Danişmend, İsmail Hami, 1983, Türkçülük Meseleleri.
12. Danişmend, İsmail Hami: 1942, Ali Suavi’nin Türkçülüğü.
13. Darendelioğlu, İlhan: 1977, Türkiye’de Milliyetçilik Hareketleri.
14. Elçin, Şükrü, 1978, Türkçülük ve Milliyetçilik.
15. Ertürk, Selahattin, 1952, Türkçülük Nedir.
16. Gökalp, Ziya: 1980, Makaleler IX (Hazırlayan: Şevket Beysanoğlu).
-: 1978, Türkçülük.
-: 1988, Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak.
-: 1990, Türkçülüğün Esasları.
17. Gökdemir, Ayvaz, 1964, Millet Duygusunun Esasları.
18. Güray, Sevim: 1966, Ahmet Vefik Paşa.
19. Heyd, Uriel: 1979, Türk Ulusçuluğunun Temelleri.
20. İzzet, Mehmet, 1969, Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat.
21. Kabaklı, Ahmet, 1985, Türk Edebiyatı C. I.
22. Kushner, David: 1979, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (Çeviren : Şevket Serdar Türet v.d.)
23. Mardin, Şerif: 1964, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri.
24. Mohammad Sadıq: Baskı yeri ve yılı?, Türkçülük Cereyanı.
25. Orkun, Hüseyin Namık: 1977, Türkçülüğün Tarihi.
26. Ögel, Bahaeddin, 1988, Türk Kültürünün Gelişme Çağları.
27. Resulzade, Mehmed Emin, 1978, Milli Tesanüd.
28. Say, Ömer: 1998, Milli Devlet Kültürü.
29. Tanyu, Hikmet: 1981, Ziya Gökalp’in Kronolojisi.
30. Toker, Yalçın, 1979, Milliyetçiliğin yasal kaynakları.
31. Turancılık Ülküsü : 1978 (Yayınlayan: Turan Yayıncılık.)
32. Turhan, Mümtaz, 1987, Kültür Değişmeleri.
33. Yavuz, Ünsal: 1999, Atatürk İmparatorluktan Milli Devlete.
34. Yusuf Akçura Sempozyumu Tebliğleri: 1987.
35. Zürcher, Erik Jan: 1995, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi

https://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:pN-FuPrfKN0J:web.firat.edu.tr/daum/docs/13/03K%25C3%2596%25C3%2587ER.doc+Erken+M%C3%BCsl%C3%BCman-Arap+Edebiyat%C4%B1nda+T%C3%BCrk+Kimli%C4%9Fi&hl=tr&gl=tr&pid=bl&srcid=ADGEEShT-I8UgFXSn-HOn6XEJwsDpREV-isXX9n46DDtPE7ZZ4LAjgHj0zAHXtICopg8GwT0U3nRVkB07a5oCEouBxZh2R04rpjVSfiN-mf_YGIr55dvJwBkp1S6nJZuV0X3GsnAZ8xg&sig=AHIEtbQ6cW8JIk59JD7kVtAmFhazdggwLQ

14 Nisan 2013 21:48

Hz. Peygambere İltica Etmesi Önerilen Türk-Eftalit Ülkesi Neresidir?

Arap edebiyatında Türkler’le ilgili kullanılan yakıştırmalar, ifadeler çok daha eski dönemlere uzanmaktadır. Yani, Türk adı ve özelliği cahiliye dönemi şiirlerinde de konu edilmiştir. Örneğin, 542 yılında vefat etmiş cahiliye döneminin ünlü şairlerinden Şemmah b. Zirare, “Türk hakanı” tanımını şiirlerinde “umut ve yardım isteği” anlamında kullanmaktadır:
Benden Hakan’a (haber) ulaştıracak bir kimse yok mu?
(Ona söyleye) Sen, kış tüm şiddetiyle cereyan ettiği zaman bir bizi düşün.
Çocukları, zamanın darbesini yemiş ihtiyarları kendi kanatların altına al,
(Nice ki) kuluçyaka yatmış tavuğun yavruları da kargaşa çıktığında
Horozun peşine takılıp onun himayesine sığınırlar. (1)
Cahiliye dönemi, yani İslamiyet öncesi Türk-Arap ilişkilerinin olmadığını savunan tarihçilkteki yaygın tez söz konusu bu türden kıyıda köşede kalmış ufak çaplı bilgilerle tezat teşkil etmektedir. Bu türden bilgiler bir araya getirildiğinde Arap-Türk temaslarının İslamiyetten öncede uzun bir tarihi olduğu ortaya çıkmaktadır. Örneğin, cahiliye dönemi şairlerinden Nabiga ez-Zubtanî (öl. 604) bir şiirinde Gassanîler’le Türkler’in ve Eftalitler’in ilişkisine dokunmaktadır. O, şiirinde şöyle demektedir:
Gassanîler’de iki acemi kavim (yabancı boy) olan Türk ve Eftalitler de,
Oturup onun (İbn Haris’in öteki dünyadan) dönmesini bekliyorlar. (2)
Bu şiirde Gassanîler arasında Türk ve Eftalitlerden iki boyun yaşadığına vurgu yapılmakta ve onlar Arap olmayan acemi topluluklar gibi değerlendirilmektedir. Gassanîler’in Arabistan coğrafyasında yer aldıkları düşünülürse VI. Yüzyılda bu bölgede Türk ve Eftalit boylarının yerleşmesi ilginçtir. Bu ve benzeri bilgiler, Türklerin Ön Asya ile temasının oldukça eski döneme dayandığını göstermektedir. Bu bilgiler kuşkuyla karşılanabilir veya bir benzetme olarak tanımlanabilirdi, ancak bir diğer cahiliye şairi Tamim kabilesinden Beni-Numir’e bağlı Avsiyye şiir okulunun kurucusu Avs b. Hacer’in (öl. 620) Arap coğrafyasında “ellerinde av kuşları olan Türklere” rastlamasını betimleyen şiiri bu kuşkuları gidermektedir:
Ellerinde av katralları olan sarışın bıyıklı Türk yiğitlerini görünce,
Suyu onlar için terk ettim ve deveme atlayıp aradan çıktım (3)
Çok daha ilginç bir bilgiye ise el-E’şâ Hamdan’ın (öl. 621) kendi keyf meclisini anlattığı hikayesinde rastlamaktayız. O şunları aktarmaktadır: “Ben (o gecelerde) şerap içerken Türkler ve Eftalitler çevremde kaçışıyorlardı”. (4)
Adı geçen şairlerin Türk ülkelerinde olmadıkları göz önüne alınırsa, sözünü ettikleri Türk ve Eftlitlere kendi ülkelerinin sınırları içinde rastladıkları bir gerçektir. Bu da İslamiyet’in ortaya çıkışından epey önce Suriye bölgesine ve daha güneylere kadar Türk göçlerinin yapıldığını ortaya koymaktadır.
Türk-Eftalit (Ak-Hun, Uar-Hun, Hyon) adının Araplar için belirsiz olmadığını kanıtlayan elimizde bir bilgi daha bulunmaktadır. Söz konusu bu bilgi İbn Hişam’ın es-Suret adlı eserinde yer almaktadır. Bu bilgiye göre, düşmanları Hz. Muhammed’i sıkıştırınca, onun hamisi olan amcası Ebu Talib’e bir öneride bulunmuşlardır. Bu öneriye Hz. Muhammed’in Türkler’in ve Eftalitler’in ülkesine sığınmasından ibaretti. Ancak önerini geri çeviren Ebu Talib ölene kadar yeğenini koruyacağına söz vermiş ve din düşmanlarına 94 beyitten oluşan bir kaside yazmıştır. Hişam bu kasideni eserine almıştır. Kasidenin bir yerinde Hz. Muhammed’e önerilen Türk-Eftalit ülkesine sığınmasına da yer verilmektedir:
Düşmanlar bizim gücümüze boyun eğip zelil olurlar,
Her ne kadar onlar bizim Türk ve Eftalitlerin kapılarına soğınmamızı istiyorlar.
Allah’ın evine (Ka’be) yemin ederiz ki sizler yalan söylüyorsunuz,
İşlerinizi karıştırmayınca Mekke’ni terk eden değiliz.
Bütün bunlar İslamiyetten önce ve İslam’ı ortaya çıktığı sırada Araplar arasında “Türk-Eftalitler” hakkında ve onların ülkesiyle ilgili geniş tasavvurun yer aldığını göstermektedir. Ayrıca, peygambere yapılan öneri “Türk-Eftalit ülkesinin” Arap coğrafyasından pek uzakta, çağdaş Batılı kaynakların vurguladıkları gibi Orta Asya’da olmadığını da göstermektedir. Bu durumda ortaya şöyle bir soru çıkmaktadır: Arapların gayet iyi tanıdıkları, temasta bulundukları ve hatta peygamberin buraya sığınmasını önerecek kadar rahat ve sorunsuz buldukları Türk-Eftalit ülkesi neresiydi? Söz konusu bu ülke Ermeniyye olmuştur.
***
İslamiyetin ortaya çıktığı sıralarda sonradan Müslüman-Arap kaynaklarında tanımlanan Ermeniyye (eski Armini/Armeni) ve Arran (eski Albanya/Aran) bölgesinde, yani şimdiki Azerbaycan, Ermenistan ve Doğu Anadolu bölgelerinde kalabalık bir Türk topluluğu oturmaktaydı. M.Ö. IV. Yüzyıla kadar bu coğrafyada kalabalık İskit/İşguz nüfusu yer almaktaydı. M.Ö. IV. Yüzyılda bunlar kendi içlerinde çeşitli boylara ayrılmış ve yeni siyasi oluşumlar ortaya çıkartmışlardır. M.Ö. IV. Yüzyıldan itibaren bunlara Hun ve Ogur boyları da katılmağa başlamıştır. Miladi V. Yüzyıla gelindiğinde bu geniş coğrafyanın tamamı Saklar, Sisaklar, Gugar/Gogar, Pasianlar, Alban/Yüeban, Aran, Şirak/Sirak, Gargar gibi İşguz boyları dışında, Çinli/Cinli, Kenger, Peçenek, Bulgar, Hun, Sul/Çul, Hazar, Oğuz, Sabir, Katak/Gödek, Sadak/Sudak, Goroz/Gorus (Hurs/Horoz), Ogur gibi Türk boylarınca paylaşılmıştır. Bu Türk grupları arasında IV. Yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık hızla yayılması sonucunda Türkler yerleşik bir unsur konumuna gelerek diğer göçebe Türk grupları karşısında dinsel-yerleşik bir sosyal kimliğe dönüşmekteydiler. Bunlar zamanla coğrafi tanım olan Armini/Armeni/Ermeni adı altında anılmağa başlamışlardır.
Armini/Armeni/Ermeni adı ilk kez Biaini veya Urartu kaynaklarında geçmektedir. Armini adındaki Armi/Arme (bu Urme gibi de okunmaya müsaaittir) Şupria eyaletinin eski adıydı. Biaini (Asurîler onlara Urartu adını vermişlerdir) dilince “ini” – “yer, mekan bildiren” ektir. Urartuların kendi ülkeleri için kullandıkları Bia-ini, Kür nehri bölgesi için kullandıkları Kuriani coğrafi isimleri gibi. Bu durumda en eski kaynaklarda Armini/Armeni adı “Armi’de oturan, Arminili” anlamında karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan adı geçen eyalette oturmuş Hurri, Luviya, Haldeyler, İskitler, Türkler, şimdiki Ermeniler eyaletin adıyla anılmışlardır (5). Öte yandan Frigler’den küçük bir grup olarak bölgeye gelmiş şimdiki Ermenilerin cedleri önce Hayasa eyaletinde oturduklarından Hay, ardından Armini bölgesine yerleştirklerinden de Armeni/Ermeni adını almışlardır (6). Urartu Devleti ortadan kalktıktan sonra Armini adı tüm Urartu sahasına verilmiştir. Örneğin, Bisütun yazıtlarında artık Urartu değil, bölge için genel bir Armini adı geçmektedir. Persler Urartu karşılığı Armini adını Maday, Elam ve Babiller’den almışlardır. Coğrafi anlamda XI-XII. Yüzyıllara kadar bu adın kullanıldığı bu tarihten sonra ise unutulduğu görülmektedir. İlginçtir, Kitab-i Dede Korkut destanlarında bölge için Oğuz Éli adı kullanılmaktadır. Şimdiki Ermenilerin cetlerinin bölgeye nasıl geldiğine gelince bazı Ermeni tarihçilerinin de savundukları temel görüş şudur: Asur ve Urartu kaynaklarında adları Gamirri olarak geçen Kimmerler, M.Ö. 652 yılında Anadolu’ya sokulmuş ve Frigiya Devleti’ne son vermişlerdir. Kimmerler geri dönüşleri sırasında bir grup Frigi esir olarak kendileriyle birlikte Hayasa eyaletine göç ettirmişlerdir (7). Böylece şimdiki Ermenilerin cetleri bu şekilde tarih sahnesine çıkmış, ancak Rusya’nın XVIII. Yüzyılda bölgeye müdahelesinden sonra toplu halde derlenmeğe başlanmışlardır. Bu süre boyunca onların ayakta kalmasının en önemli gerekçe Grigoryenlik olmuştur. Bu dönem sürecinde Ermeniler ciddi etkileşim geçirmiş, XIV. Yüzyıldan itibaren Batı ekseninde kendi tarihlerini bölge tarihiyle bağlaştırarak Armini eyalet tarihini etniksel Ermeni adıyla bütünleştirmişlerdir. Nitekim Grabarca yazılı kaynaklarda bu durum en ince ayrıntısına kadar anlaşılmaktadır. Movsey Horenli gibi Ermeni müellifi dahi coğrafi anlamda Armini bölgesinin tarihini İskitlere bağlarken, küçük “Hay” topluluğu için şöyle bir açıklamada bulunmaktadır: “biz, küçük, sayısı az, zayıf ve genelde başkalarının egemenliğinde yaşayan halkız”. Öte yandan müelli, Armini bölgesinin tarihini ise “Sakordi” hükümdarlarıyla başladığını belirtmektedir (8). Nitekim, Armini bölgesinde ortaya çıkacak siyasi oluşumlar İskit/İşguz kökenlidir. “Büyük Armini” denilen bölgenin hakimleri de İskit/İşguz hükümdarları olmuşlardır. Onların hakimiyetine son veren Part kökenli Arşakların kurdukları Arşaguniler de İskit kökenliydi. Onları takiben bu coğrafyada ortaya çıkan Mamikonyanlar Türk “Çinli/Cinli” boyu olmuş Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Abbasiler döneminde bu bölgede kurulan Bagratuniler hanedanlığı ise Aşkenazi (İbraniliği kabul eden Türk) kökenliydi. Anlaşılan Batı, Sovyet ve çağdaş Ermenistan tarihçilerinin iddia ettikleri gibi Armini bölgesinde şimdiki Ermenilerin atalarına özgü siyasi bir oluşumun varlığı tarihe belli değildir. Bu iddianın destek görmesinin gerekçesi coğrafi anlamda Armini adıyla etnik anlamda Ermeni adının özleştirilmesidir.
Kimmer, İskit/İşguz, Sak boylarından sonra Armini ve Albanya bölgelerinde Türk oldukları kesin olan topluluklar yerleşmeğe başlamışlardır. M.Ö. IV. Yüzyılda Ksenefont Pasian adlı bir boyun Armini bölgesine yerleştiğini söylemektedir. Antik Yunan müellifinin, Pasianlar’ın hemen yanı başında Skiflerin yerleştiğinden söz etmesi, onların bir İşguz topluluğu olduğunu ve İskitlerle birlikte bölgeye geldiklerini ortaya koymaktadır (9). Eski Grekçe’de “ç” sesi olmadığından Paçian adı “Pasian” biçiminde geçmiştir. Bu ad Peçenek adının Grek ve Grabar kaynaklarında geçen biçimidir. Daha sonra Armini bölgesinde karşımıza çıkan Pasinuk ve Basian eyaletleri de Peçeneklerin adıyla başlıdır. Tarihçilerin Erken Ortaçağ’da bir Ermeni hanedanı olarak tanıttıkları Pasinuklar da Hıristiyanlaşmış-Gregoryenleşmiş Peçeneklerden öte başkaları olmamışlardır. Miladi başlarından itibaren Peçeneklere ait Baisan (şimdiki Kars) bölgesinde Bulgarları görmekteyiz. Peçenekler bölgede birden fazla boya ayrılmışlardır. Armini bölgesindeki Kol eyaleti de Peçenek boyu Kol/Gul boy adıyla bağlıdır (10).
Peçenekler eski kaynaklarda çeşitli isimlerle anılmışlardır. Antik çağ müelliflerinin eserinde Pasian adı dışında Panksan (Pamkçan), Bastarna (Baçtarna) adı, Eski Gürcü kayıtlarında Paçinik, VII. Yüzyıl Armini Coğrafyası eserinde ise Pokinak, Albanya kaynaklarında Pazkank, Arap kaynaklarında ise Bacunays isimlerine de rastlanmaktadır. Armini bölgesinde oturan Peçenekler kendileri de Kopon/Kapan, Kulpey/Kuloba, Kuyarçi/Gugarçi gibi boylara ayrılıyorlardı. Bu boylarla ilgili Ermeni kaynaklarında epeyce yer adları karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, ilk kez 1074 yılında kaydedilen Kapan adı Kopanlar’la, Kolb, Kolt, Kolman, Goğtan (Grabarca’da “l” sesi “ğ” sesine dönüşmektedir: Goltan-Goğtan) eyalet ve bölge adları bu boyların adıyla bağlantılıdır (11).
Miladi başlarında Karadeniz’in kuzeyi istikametinde yayılan çeşitli Ogur gruplarına (On-ogur, Bitigur, Hun-ogur, Sarı-ogur, Bulgar, Kutigur ved.) mensup bazı Türk boylarının Kafkasya’ya sarktıkları ve kalabalıklar halinde Azerbaycan ile Ermeniyye bölgesine geliğ yerleştirkleri bilinmektedir. Bunlar arasında dikkati çeken en kalabalık Türk topluluğu Bulgarlardır. Artık II. Yüzyılda Araz nehrinin kuzey başlangıcında yer alan topraklar (Kars) Peçeneklerin adıyla Pasiana/Basiana adını taşımaktaydı. Burası otlak bakımından oldukça verimli bölgelerdi. Güney Kafkasya’ya inen kalabalık Bulgar göçlerinin Basiana yurduna gelip yerleşitkleri bilinmektedir. Bir kısmı ise yine Peçeneklerden Kul/Kol boylarına ait Kol eyaleti elleribe geçirmişlerdir. Söz konusu Bulgarlar arasında yer alan en kalabalık Türk boyu Vanand veya Benend olarak gösterilmektedir. Bunlar Armini bölgesinin Tayk Dağlarında (şimdiki Ermenistan ile Gürcistan sınırındaki dağlık alan) ve Ağrı bölgesinde uzun bir süre kendi adlarını taşıyacak Vanand yurtunu kuracaklardır. Vanand, Grabarca kaynaklarda Vğnd biçiminde de geçer ki bunların Vgundur/Bayandur adlı bir Ogur Türk grubu olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Oğuzlarla birlikte Anadolu’ya gelecek Bayandur boyları daha sonra bunların mirasını paylaşacaklardır (12).
Bölgeye gelen Bulgalar eski Peçenek yurtlarının önemli bir kısmını da ellerine geçirerek bir sonraki dönemlerde Kazan, Çakar (13), Kol/Kul, Kuvyar ve Basil/Barsil boylar kümesini oluşturuyorlardı. Bunlardan Barsiller’in kalabalık bir kitle halinde İdil boylarından gelip bölgeye yerleştikleri (14), bazı kollarının da Aran’da yurt tuttukları bilinmektedir. Grabarca yazılı kaynaklarda bunlardan “kudretli Basiller” diye söz edilmesi onların güçlü ve kalabalık olduklarına işarettir (15). Ortçağlarda bu boylar geride isimlerini bırararak diğer Türk boyları arasında veya Hıristiyanlaşarak erimişlerdir. Eski Sürmeli ve İrevan bölgelerinde 8 civarında Kazancı, 4 civarında Çakar (16) ve 10 civarında Kol yerleşim alanları bulunuyordu.
Armini bölgesinde, aynı zamanda Aran ve Azerbaycan’da yerleşmiş en kalabalık Türk grubu Kengerler’dir. Nunların varlığı daha 482 yılı olayları sırasında Sâsânî ve Grabarca kaynaklarda belirtilmektedir. Bilindiği gibi Orta Asya’da da Kang, Kanglı adlı bir boydan ve Kangyu/Kangkü ismini taşıyan bir yurttan söz edilmektedir. Eski kaynaklarda bunların adı Kangares, Kangar, Kenger olarak geçmektedir. Bunlar varlıklarını uzun bir süre devam ettirmişlerdir. XVIII. Yüzyılda Nahçıvan bölgesinde Kengerlere, şimdiki Gürcistan coğrafyasındaki Boyahmedli, Cinli ve Sefikürd adlı Kenger boylarına rastlanmaktadır (17).
Kengerlerin Armini bölgesinde geniş yerleşim alanları edindikleri bilinmektedir. VII. Yüzyıl Armini Coğrafyası adlı kaynakta Kenger/Kangar eyaletinden söz edilmektedir. Çağdaş Ermeni tarihçisi N. G. Adons söz konusu eyaletin şimdiki Ermenistan’ın İberiya (Gürcistan) ile sınır şeridinde bulunduğunu belirtmektedir. Bunun dışında şimdiki Ermenistan’ın çeşitli bölgelerinde Ortaçağlarda Kenger adlı epey yerleşim alanı bulunuyordu. (18)
Şimdiki Ermenistan’ın XX. Yüzyılın başlarına kadar bir Türk yurdu olan Zengibasar bölgesinde Katak/Kotayk adlı bir Türk boyundan söz edilmetedir. Bunların varlığına ilk kez VII. Yüzyıl Grabarca kaynaklarında rastlanmaktadır. Kotak adının Ortaçağ kaynaklarında geçen Gödek olduğu ve bunların bir Türk topluluğu olduğu bilinmektedir (19). Katak/Gödeklerle birlikte şimdiki Ermenistan’ın Syuni (eski Gökçe) bölgesinede yerleşmiş diğer bir Türk boyu da Sadak adını taşıyordu. Sadak, Türkçe’de “ok kılıfı” anlamına gelmektedir. Grabarca kaynaklarda bunların oturdukları bölgeler Sodk olarak geçmektedir. Albaya kaynaklarında ise Sode ve Dovdey adlarına rastlanmaktadır. II. Yüzyıl Romalı tarihçi Ptolemeus Sodukene (Soduk-ene) yerleşim alanından söz etmektedir. daha 1727 yılında Karabağ bölgesinde Türklerin oturdukları Sadak-Tor denilen bir dağlık alan buluuyordu. Bu adı Soğdak/Soğd’la da eşleştirenler vardı. Ancak XVI. Yüzyıl Türkmenistan bölgesinde Sadak adlı Türk boyundan söz edilmektedir (20). Bu ad sonraki dönemlerde karşımıza Sadahlı olarak çıkmaktadır. Öte yandan bu isme sadece şimdiki Ermenistan bölgesinde değil, Aran ve Azerbaycan coğrafyasında da rastlanılmaktadır. Anlaşılan, Sadaklar geniş bir alana yayılmışlardır.
Erken Ortaçağ Armini bölgesinde önemli bir yer işgal eden en önemli Türk topluluğu Çinli veya Cinli denilen ve Hıristiyanlığı kabul etmelerine karşılık uzun bir süre Türklüklerini muhafaza eden ve üç yüzyıl boyunca bölgenin askeri idaresini ellerinde bulunduran Mamikonyanlar olmuşlardır. Çağdaş Ermenistan tarihçiliğinde Mamikonyanlara büyük atıflar yapılsa da nedense onların etnik kimliği üzerinde hiç durulmamış, benzer tavrı Batı ve Sovyet tarihçileri de sergilemişlerdir. Arap fetihleri öncesinde Ermeniyye’nin bir Türk yurdu olarak Müslüman-Arapların kafasında canlandıranlar da bu hanedan olmuştur.
Eski kaynakların verdiği bilgiye göre, sonuncu Armini’de hüküm süren Arşaklı hükümdarı Hüsrev döneminde (217-238) veya Sâsânî hükümdarı I. Şapur döneminde (241-272) Çenestan bölgesinden Mamigun ve Konak adlı iki Türk kalabalık bir kafileyle İran’a geldiler. İran hükümdarı onları ülke içinde barındırmayarak kuzey-batı yönünde yerleşmelerine müsaade etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Mamigun ve Konak da kendi çadırlarını toplayarak Armini bölgesine buradaki İskit-Part kökenli Arşaklı hanedanına bağlı topraklara yerleştiler. Bunlara Çin’den geldiklerinden dolayı genel anlamda Çinli, daha sonraları halk dilinde Cinli denilmekteydi. Mamigun ve Konak başkanlığındaki Armini bölgesine gelen bu yeni Türk kafilesi askeri bakımdan önemli bir güç teşkil ettiklerinden Arşaklı hükümdarlar tarafından askeri idarenin başına getirileceklerdir. Daha V. Yüzyılda bile bunların Türklüklerini sıkı biçimde muhafaza ettikleri Grabarca yazan eski dönem müelliflerden Favstos Buzand’da yer alan bir bilgiden de anlaşılamktadır. Buna göre, Manvel Mamikonyan kardeşi Muşel’i öldüren Armini hükümdarı Varazdat’a şunları söylemiştir: “Biz sizin köleleriniz değiliz, sizinle yoldaşız ve hatta sizden daha yüksekteyiz. Zira, bizim atalarımız Cinlilerin ülkesinin hükümdarları olmuşlar ve kardeşler arasında patlak veren çekişme sonucunda bundan dolayı kardeş kanı akmasın diye orasını terketmişiz. Amacımız sükunete ulaşıp gelip buralarda yerleşmek olmuştur” (21).
Buradan onların Çin’de egemenlik etmiş Hunlardan bir boy oldukları anlaşılmaktadır. Nitekim başbuğlarının taşıdıkları Mamigun ve Konak adlarına da Türkler arasında sıkca rastlamaktayız (22). Arşaklı hükümdar Hüsrev ilbeyi (naharar) unvanı vererek Taron (şimdiki Muş-Bitlis) bölgesini de tümden onlara tahsis etmiştir. IV. Yüzyıldan VIII. Yüzyılın sonlarına kadar Armini bölgesnin ordu komutanları (sparapet) Mamigun soyundan çıkmıştır. Bunların adı Ermeni kaynaklarında Mamikonian veya Mamikonyan’a (-an -yan Pehlevice –lar, -ler ekidir) dönüştürülerek sonradan Ermenileştirilmek istenmiştir.
Cahiliye dönemi arap kaynaklarında yer alan Türk-Eftalit işte Ermeniyye’de yerleşen bu kalabalık Mamigun ve Konak’ın emrindeki Türkleri ifade ediyordu. Tarihçilikte bunların Çin’den Ermeniyye’ye kadar yolculukları hakkında hiçbir şey denilmemektedir. Ancak bazı ufak çaplı bilgiler bu durumu aydınlatmak için yeterlidir. Her şeyden önce Ermeniyye/Armini bölgesine gelip yerleşen ve buradaki Arşaklı hanedanlığının askeri idaresini ellerine geçiren Mamikonyanlar’ın kökeni araştırılmalıdır. Yukarıda Favstos Buzand’dan altıladığımız bilgi, onların Çin tarafında ortaya çıkan bir iç kargaşa yüzünden yurtlarını terk edip geldiklerini ortaya koymaktadır. Zira, Mamigun ve Konak’ın Ermeniyye’de yerleşmesi Arşaklı Hüsrev (217-238) veya Sâsânî I. Şapur (241-272) dönemlerine denk geliyorsa, o zaman bunların Çin’den çıkması için uzun bir süre gerekmektedir. Bu sorunu çözmek için ilgimizi Orta Asya’daki gelişmelere çevirmemiz gerekmektedir.
Romalı tarihçi Ammianus Marsellinus’a göre, Sâsânî Devleti’nin kuzey-doğu hudutlarında Chionitae (Kionit/Hyonit) adı verilen kavimler oturmaktaydı (23). Batılı kaynaklar bunlardan Karmir Hyon, Kermichion, Hermichion olarak da söz etmekteler. Burada Karmir, Kermir, Hermi sözcükleri “kırmız” anlamında olup Kırmızı Hunlar kastedilmektedir (24). Bu durum Kırmızı Hun, Ak Hun ve Eftalitler arasındaki benzerlikler ve farklılıklar sorununu gündeme taşımaktadır. Bunlar her üçünün de Türk olduklarına kuşku duyulmasa da Türklerin hangi zümresine bağlı oldukları ve hangi tarihte ortaya çıktıkları tartışmalıdır. Prokopios’un bir kaydına göre, yaklaşık 550 yılında Hirkania (Hazar Denizi) çevresinde Ak Hunlar oturmaktaydılar. Daha da önemlisi müellife göre, bunlar göçebe olmayıp eskiden beri bu topraklarda oturmaktaydılar. Fiziksel yapıları da diğer Hunlardan farklı olup beyaz tenliydiler (25). Bu durum Kırmızı Hunlar ile Ak Hunlar arasında fiziksel olarak da bazı ufak farkların olduğunu düşündürtmektedir (26). Hyon (Hun) adı Avesta’da ve Viştasp hikayelerinde de geçmektedir. Hyonların Horasan sınırlarında gözükmeleri m.ö. I. Yüzyıla rastlamaktadır (27). Bu bilgiler Horasan civarına birbirinin peşi sıra üç farklı dönemde Türk göçünün gerçekleştiği ortaya çıkmaktadır.
I. Kırmızı Hyonların göçleri – M.Ö. I. Yüzyıl;
II. Ak Hunların göçleri – miladi 350 yılda;
III. Eftalit (Ak Ti veya Uar Hun) göçleri – miladi V. Yüzyılın başları;
Ermeniyye bölgesine gelen Mamigunlar bunlardan dönem itibariyle ilk Türk göçüne, yani m.ö. I. Yüzyılda yapılan Hyon/Hun göçüne rastlamaktadır. Muhtemelen Mamigunlar’ın göçü duraksamalar halinde Ermeniyye’ye kadar uzanmıştır. Öte yandan Favstos Buzand’ın sözünü ettiği Manvel Mamikonyan’ın (Mamigun) “Çin’de bir iç kargaşa yüzünden göçüp buralara geldik” ifadesi m.ö. I. Yüzyılda Büyük Hun İmparatorluğunun içine düştüğü karmaşayı ve siyasi krizi tanımlamaktadır. W. Samolin bir çalışmasında, 89-91 yılında Hunlar’ın aldıkları ağır yenilgiler yüzünden bazı kesimlerinin batıya kaydığını belirtmektedir. Ona göre, yurtlarını terk eden kavimler arasında Hyon/Kion boyları da bulunuyordu. bir Hun başbuğunun önderliğinde hızla batıya yol alan Hyonlar önce Soğdiyana (Soğdak), ardından da Partlar’ın ülkesine sokuldular (28).
Partlar İskit kökenli Turanit bir topluluk olduklarından sürekli dışarıdan gelen Türk göçlerini kabul etmişlerdir. Nitekim aldıkları bu destekle de uzun yıllar Roma’ya karşı koymuşlardır. Partlar’ın çözülmeğe doğru itildikleri bir dönemde Horasan’dan içeriğe dalan Hyon/Hun göçü Partlar için ülkenin güneyinde huzursuzluk çıkaran Sâsânîlere karşı hayati bir anlam taşımıştır. Partlar gelen Türk göçebelerine yerleşim alanları tahsis etmekte, onlarda buna karşılık Part askeri savaşlarında gönüllü olarak hizmet etmekteydiler. Mamigunlar Part devletinin sonları ile Sâsânîlerin hakimiyete gelişi sırasında ortaya çıktıklarından onların Hunlardan bir grup olduklarına kuşku duyulmamaktadır. Nitekim, onların hemen peşinden Ak-Hunlar 350 yılında gelip Horasan’a kadar olan bölgelerde yerleşmiş ve kendi devletlerini kurmuşlardır (29). Ancak Ak-Hunların ortaya çıktığı dönemde artık Part Devlet’i tarihe karışmış, Sâsânîler İran’ın merkezi bölgelerinde hakimiyeti ellerine almışlardır. Buna rağmen Sâsânîler de Horasan ve Güney Kafkasya’dan devleti sıkıştıran Türkler’le iyi geçinmeğe çalışmış ve onları Roma’ya karşı yürüttükleri savaşa ortak etmişlerdir. Örneğin, 350 yılında Roma’ya karşı bir Sâsânî – Hyon – Kuşan ittifakından söz edilmektedir. Romalı müellif Marcellinus’a göre, 358 yılında Amida kuşatması sırasında Roma karşısına dikilen Sâsânî ordularının sol cinahını tümden Hunlar oluşturmakta ve onların başında hükümdarları Grumbates (Kurumbat) durmaktaydı(30).
Ermeniyye’de yerleşen Mamigınlar da bu savaşta Sâsânîler safında yer almış ve kendi konumlarını tescillemişlerdir. Muhtemelen bu tarihten itibaren de Mamigunlar ailesi Ermeniyye’deki askeri yönetimi kendi ellerine geçirmişlerdir. Favstos Buzand, Ermeniyye’de ordu komutanlığı yapmış Mamigunlar ailesinden çıkmış komutanları listesini vermiştir: Vaçe, Vasik, Artavazd, Samuel, Muşel, Artaşes, Manvel, Vardan, Amayak, Vagan, Vard, Amazasp, Grigor, Behram ved. bunlardan Vaçe, Vasik, Amayak, Vasak, Vargan ve Manvel isimleri Eski Türkçe isimlere uygun düşmektedir. Diğerleri ise artık Hıristiyanlık izleri taşırlar (31).
Hazar’ın doğu ve batısını ellerinde bulunduran ve İran’ın içlerine doğru geniş bir toprak parçasını ellerinde bulunduran bu Türk toplulukları komşuları tarafından hep “Türk-Eftalit” olarak anılmışlardır. Nitekim, cahiliye dönemi Arap edebiyatına ve Erken İslam kaynaklarına da bunlar aynı isimle girmişlerdir(32). Her halde Eftalifler en son sahneye çıktıklarından Arap kaynaklarında da bu isimle kalmışlardır. Eftalitler, köken olarak Töleslerin cetleri Türklerin Ti gruplarındandı. Yaygın bir görüşe göre, Eftalit adı Ak-Ti adının bozulmuş biçimidir. Arap kaynaklarında bunlar Eptalit, Eftalit, Heptalit olarak geçmektedir.
Eftalitlerin tarih sahnesine çıkışları 400’lü yıllara tastlamaktadır. 450 yılında Sâsânî ve Arap kaynaklarında Eftalit adının Türk adının karşılığı olarak pekişmesi bunun eyani kanıtıdır (33). Bu dönemde Hunlar artık Sâsânî Devleti’nin varlığını tehdit edecek boyuta gelmişlerdir. Öte yandan tarihsel bilgilerin örtüşmesi bu tarihte Hazarın güney-doğusu ile güney-batısında yer alan kalabalık Türklerin ortak hareket ettiği gözükmektedir. Bunu kanıtlayacak en önemli olay 450-480 yılında Sâsânîler’in doğu ve batıda Eftalitlerle Mamigun ve Albanlarla 20 yıldan fazla kıyasıya bir savaş yapmaları ve bunun sonucunda Eftalitler’in siyasi iradesine boyu eğerek yıllık vergi ödemek zorunda kalmalarıdır (34).
Bunun üzerine Sâsânîler bölgedeki küçük toplulukları derleyerek Hun gücüne karşı koymaktaydılar. Örneğin, 364-368 yılında Hay kökenli Bizans’a ait toprakalrda yaşayan bir nahar Sâsânîlerle ittifak ederek Mamigunların vatanına saldırmıştır. Bunun nedeni, Türklerin daha bu dönemde Bizans’ın ortalarına kadar yarıp geçen akınlar yapmasıydı. Tıpkı Selçuklular döneminde olduğu gibi, kalabalık Hun grupları Horasan’dan İran’ın kuzeyi boyunca rahat hareket ederek Bizans’ın ortalarına ve Kuzey Suriye’ye kadar feth hareketleri düzenliyorlardı. Aynı saldırılar Avrupa cephesinde de yaşanmaktaydı. 430 yılında Basik isimli bir Hun komutanı Güney-Doğu Avrupa’nın tamamını eline geçirmişti. Tüm bunlar o dönemde Araplar dahil diğer çevre ülkelerinde Türk-Hunlar hakkında hiçbir tasavvur uyandırmadığını savunmak için yeterli değildir. 450-480 Turan-İran savaşlarında Hun-Eftalitler Horasan ve Azerbaycan yönünde Sâsânîleri peşpeşe büyük yenilgiye uğratmışlardır. Sâsânî orduları doğuda Nişabur’un, batıda ise Maku’nun ötesine geçemiyorlardı. 455 yılında Hunlar Horasan’ın tamamını ellerine geçirirken, 450 yılında Mamigunlardan Vasak Mamigun Halhal civarında Sâsânî birliklerini feci bir yenilgiye uğratmıştır. Bu savaşta İskit kökenli Alban kabimleri de onun yanında yer almışlardır. 451 yılında cereyan eden savaşlarda Vardan Mamigun başkanlığındaki Ermeniyye Türkleri Maku civarındaki Zengimar nehri kıyısında Avarar denilen ovada Sâsânîleri bir kez daha yenilgiye uğratmıştır. 482 yılında Vasak Mamigun Artaz bölgesinde bir kez daha Sâsânîlere yenilgini tattırmıştır. Tam bu sırada Hazarlar’ın Albanya üzerinden Aras nehrine kadar ilerledikleri ve Şirvan bölgesini elelrine geçirdikleri kaydedilmektedir(35).
Tüm bu bilgiler m.ö. VI. Yüzyılda bir İskit ülkesi haline gelen Armini bölgesinin miladi başlarında yapılan yoğun Türk yerlşemeleriyle Erken Ortaçağda artık bir Türk yurdu konumuna geldiğini göstermektedir. Nitekim, cahiliye dönemi Arapları ve İslam’ın ortaya çıkışı sırasında Hz. Muhammed’e önerilen “Türk ülkesine sığınması” önerisi Ermeniyye’ye denk gelmektedir. Ancak, Hıristiyanlığın hızla Ermeniyye’de yayılmasıyla buradaki yerleşik Türk unsuru erimeğe başlamış yerel kimlikle (bu kimlik sanıldığının aksine Hay/Ermeni kimliği olmayıp eski Hurri ve Urartuların kalıntıları olan Haldey kimliğiydi) bütünleşerek dilsel ve kültürel anlamda Türklüklerini kaybetmeğe başlamışlardır.

Notlar:
1.Bu mısralar Cahiz’in Kitabü’l-hayvan adlı eserinde geçmektedir. Bkz. Gamberli, Türk, s. 81-82.
2.Aynı eser, s. 92.
3.Aynı yer; Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk, s. 50. Her iki kaynak bu şiiri Cahiz’in Selese Resail (Leyden 1903, s. 50) eserine istinat etmekteler.
4.Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk, s. 52.
5.Bu konuda geniş bilgi için bkz. Dyakonov İ. M, Predistoriya armyanskogo naroda, Moskva 1967, s. 220, 226, 234, 236 n. 116; Çağdaş Ermeni tarihçisi G. Kapansyan bu adı “Or(o)m” biçiminde okuyarak bu adı Balkan Frigleriyle bağlamak istemişse de kanıtlayamamıştır.
6.Şimdiki Ermeniler hâlâ kendi aralarında Hay adını kullanırken, Gürcüler Somheti (bu ad Gürcüce Yukarı Ülke anlamına gelmektedir), Batı ve Rus kaynakları Armeni, Türkler ise Ermeni demektedirler. Dyakonov, Predistoriya, s. 226-232.
7.Kapanyan G. A, İstoriko-lingvistiçeskie rabotı. K naçalnoy istorii armyan. Drevnyaya Malaya Aziya, Erevan 1956, s. 155.
8.Dyakonov, Predistoriya, s. 174; Horenli’de geçen ve Grabarca Sakordi olarak gösterilen bu isim genelde hep “Sak oğlu” olarak tercüme edilmiş ve açıklanmıştır. Ancak Grabarca’da “ordi” sözünün karşılığı yoktur. Ayrıca bunun neden “oğlu” gibi tercüme edildiği de naşirlerce belirtilmemektedir. “Ordi”, Ermeni kaynaklarına geçen Türkçe “yurt” sözcüğünün bozulmuş biçimidir. Bundan dolayı Horenli’deki “Sakordi” – “Sak yurtlu” olarak tercüme edilmelidir. Buradan da Armeni’deki ilk devlet kuran hanedanın “Sak yurtlu” hükümdarlar olduğu anlaşılacaktır.
9.Ksenefont, Anabasis, IV:18.
10.İstoriya Armenii Moiseya Horenskogo, Moskva 1893, II:56 (bundan sonra Horenli).
11.Kol/Kul boylarının bir Türk-Peçenek boyu olduğunu aynı isim altında Kıpçak Bozkırlarında oturan Türkler arasında da bu kavime rastlamamız kanıtlamaktadır. Gerek Peçenekler, gerekse de Kıpçaklar arasında Kul adlı bir Türk boyu bulunmaktadır. Geybullayev G, Gedim Türkler ve Ermenistan, Bakı 1992, s. 110.
12.Vanandlar hakkında bkz. Horenli, III:44.
13.Çakarlar daha sonra Erdebil bölgesinde karşımıza çıkacak Çakurlu boylarının cetleridirler.
14.Armyanskaya geografiya VII veka, SPb. 1877, s. 35.
15.Horenli, II:58.
16.Bu ad 1590 tarihli İrevan eyalet defterlerinde “Çakarşin” olarak geçmektedir. Bkz. İrevan Eyaleti Mufassal Defteri, İstanbul Başbakanlık Arşini, No: 633, s. 59.
17.Kengerlerle ilgili geniş bilgi için bkz. Klyaştornıy S. G, Drevnetyurkskie runiçeskie pamyatniki kak istoçnik po istorii Sredney Azii, Moskva 1964, s. 159; Geybullayev, Gedim Türkler, s. 111.
18.Adonts N. G, Armeniya v epohu Yustininana, SPb. 1908, s. 222.
19.Armyanskaya geografiya VII veka, s. 53.
20.Sadak hakkında bkz. Armyanskaya geografiya VII veka, s. 48; Eremyan S. T, “Rannefeodalnıe gosudarstva Zakavkazya v III – VII vv.”, Oçerki istorii SSSR, Moskva 1968, s. 303; Geybullayev, Gedim Türkler, s. 117.
21.İstoriya Armeniya Favsta Buzanda, Erevan 1953, V:34 (bundan sonra Buzand).
22.Çingiz Han’ın bir komutanı Çurmagun, onun oğlu ise Abugun adını taşımıştır. İlhanlılarda Argun adlı hükümdara rastlanmaktadır. Türk kökenli Basillerin hükümdarı Katargun adını taşımıştır. Yine Attila’nın Edegun adlı bir oğlu olduğu belirtilmektedir. Konak adına gelince özellikle Bulgarlar arasında Kunak isimli hükümdarlar bulunmaktadır. Bkz. Bakühanov A, Gülistan-i İrem, Bakü 1951, s. 43; Feofilakt Simokatta, İstoriya, Moskva 1957, s. 161.
23.Mcartney C. A, “On the Greek Sources for the History of Turks”, BSOAS, XI, 1943-1946, s. 266-275; Necef E. N – Annaberdiyev A, Hazar Ötesi Türkmenleri, İstanbul 2003, s. 91.
24.Czeglédy K, Bozkır Kavimlerinin Doğudan Batıya Göçleri, çev. E. Çoban, İstanbul 1998, s. 57.
25.Aynı eser, s. 59; Necef – Annaberdiyev, Hazar Ötesi, s. 92.
26.Eski Türklerin anlayışında yönlere, mistik anlamlara ve fiziksel yapılarına (hatta taktıkları başlıklarına) göre Türk topluluklarının Ak Ti, Kırmızı Ti, Yeşil Ti; Ak Hun, Kırmızı Hun, Ak Koyunlu, Kara Koyunlu, Kızılbaş, Akbaş (Osmanlı), Yeşilbaş (Şibanlı) tanımlandıkları bilinmektedir.
27.Czeklédy, Bozkır Kavimleri, s. 60-61.
28.Samolin W, “Hun, Gun, Turk”, CAJ, 1957-1958, III, s. 143-150.
29.Necef – Annaberdiyev, Hazar Ötesi, s. 94.
30.Shiratori K, “On the Territory of Hun Prince Hsiu t’u Wang”, MRDTB, 1930, s. 1-77.
31.Buzand, III:18.
32.Taberi ve Mes’udî onları “Türk” ve “Eftalit” olarak vurgulamaktadır. Bkz. Taberi, II, s. 867, 1879-1965.
33.Necef – Annaberdiyev, Hazar Ötesi, s. 99.
34.Aynı yer.
35.Balazurî, Futuh el-Buldan, Leyden 1876, s. 194; İbnü’l-Esir, el-Kamil, I, s. 319; Dunlop D. M, The History of the Jewich Khazars, Princeton 1954, s. 20.

http://n-marmara.blogspot.com/2008_01_01_archive.html

14 Nisan 2013 21:49

Sâsânî Ordusundaki Türkler

Muteber kaynaklarımız arasında yer alan Taberî ve İstahrî’de Arap-İslam ordularının Sâsânîleri Medain civarındaki savaşta tam yenilgiye uğratınca Orta Asya’ya kadar önlerinde hiçbir engel kalmadığını söylemektedir (1).
Sâsânîler’in hezimeti gerek Arap, gerekse de Bizans için beklenmeyen bir olaydı. Kadisiyye savaşı, adeta İskender kadrşısında perişan olan III. Darius’un aldığı m.ö. 331 Kavgamel hezimetine benzemektedir. Ancak, duruma Sâsânîler cephesinden bakıldığında Araplar karşısında kaybedilen her üç savaşın sonucu doğal gözükmektedir. Nitekim, Sâsânîler bir devlet olarak bütün fonksiyonlarını kaybetmiş bir konumdaydı. Hükümdar III. Yezdegert kendi emirlerine söz dinletemiyordu. Nitekim, o dönemde çeşitli yarıbağımsız eyaletlerden oluşan Sâsânî İmparatorluğu birleşik bir güç değildir. eyalet hakimleri oldukça güçlü ve geniş yetki sahibi olup hükümdarı dinlemiyorlardı. Hatta III. Yezdegert savaş için onlardan asker talep ettiğinde birçok eyalet hakimi bunu kulak ardı etmiştir. Sâsânî-Arap savaşlarında dikkat çekilmeğen bir durum daha vardır. Araplar her üç savaşta da Sâsânîler adı altında genelde Türklerden oluşan askeri birliklerle karşılaşmışlardır. Zira, her üç savaşta da Sâsânî ordularının komutanı Adurbadagan (Azerbaycan) hakimi Rüstem olmuştur. Rüstem’in emrindeki ordu önemli ölçüde Azerbaycan’da yerleşmiş İskit/Sak ve diğer Türk gruplarından oluşmaktaydı. Ona katılan Aran hakimi Cavanşir’in ordusu da Alban/Aran İskit kavimlerinden müteşekkildi. Çok daha önemlisi ise son savaşta (Medain’de) Sâsânîler safında Ermeniyye Türklerinin yer almış olmalarıdır. Burada Ermeniyye’deki Hun komutanı Muşek Mamigun’un yanı sıra İskit kökenli Sünük hakimi Grigor’da görev almıştır (2).
Buradan anlaşılan şu ki Sâsânî hükümdarı III. Yezdegert hakimiyetinin korumasını Eski İskit ve Türk güçlerine teslim etmiştir. Bunlardan Azerbaycan’daki İskit kökenlileri Zerdüştî, Aran, Sünük ve Ermeniyye’deki Türkler ise Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Arap kaynakları bunların hepsini “İranlı”lar olarak tanımlamışlardır. Bizans ve yerel Kafkasya kaynakları ise dini kimliği öne çekerek onları Türkler’den ayırmışlardır. Anlaşılan şu ki Araplar’la Türkler daha Kadisiyye savaşında yüzleşmişlerdir.
Bazı Bizans ve Suryani kaynakları Sâsânî-Arap savaşlarında Türklerin ihanetinden ve Müslümanlar safına geçmesinden söz etmekteler. Ancak duruma daha vakıf olan Arap, Sâsânî ve yerel Kafkasya kaynaklarında bu durum hakkında net ve açık bir fikir yoktur. Ancak Sâsânîlerle Ermeniyye, Aran ve Azerbaycan’ın ilişkilerine göz attığımızda bu söylentinin bazı ipuçlarına rastlamaktayız. Bunu her şeyden önce Ermeniyye Türklerinin komutanı Mamigunlar’la, Aran hakimi Cavanşir’in Araplar’la gerçekleştirdikleri barış anlaşmasından anlamaktayız()3. Nitekim, Sebeos, 654 yılında Ermeniyye’ni Müslüman-Araplara teslim eden Sak kökenli Hıristiyan Erştuni hanedanı temsilcisi Teodor Rştuni dışında “Albanları ve Sünükleri” Arapların müttefikleri olarak tanıtmaktadır(4).
Arap-Sâsânî savaşı boyunca III. Yezdegert’in hep Azerbaycan, Aran ve Ermeniyye’nin askeri güçlerine sırtını dayaması, Sâsânî askeri birlikleri içinde Türklerin önemli bir yer tuttuklarını göstermektedir.
Sovyet tarihçiliği, Sâsânîler dönemi İran tarihni tümden “Pers kimliği” altında inceledğinden sözünü ettiğimiz dönemin olaylarını da “İranlılaştırmışlardır”. Bu mevcut kaynakların Rus ve diğer yerel dillerdeki baskısına da yansıtılmış ve bir dizi tahriflere yol açmıştır. Sâsânîler’in çöküşünden sonra bu devletin askeri gücünü oluşturan kalabalık Türk askeri birlikleri Müslüman-Araplar’ın önünde bölgenin tamamına dağılmışlardır. Kaynaklarda adı Geçmazgi (5) olarak geçen Sâsânî ordusunda üst sıralara kadar yükselmiş muhtemelen bir Türk komutanın emrindeki askeri birliklerle kuzey eyaletlerine Azerbaycan ve Aran (Albanya) topraklarına saldırdı. Kalankaytuklu’ya göre, “düşmanın öncü birlikleri apar topar onun (Cavanşir’in) eyaletinin son hudutlarına vardığında, o alelacele silahlanıp ordunun komutanı ünlü Geçmazgi’ni bizzat kendisi öldürdü. Kendisi, onun ordusunu elinde kılıç olanları korkunç biçimde öldürdü. Onlar düşmandan çok sayıda esir, at, katır ve ganimet ele geçirdiler. Dağlarda onlar birkez daha çatıştılar ve bu gün zafer ona nasip oldu”(6).
Buradan anlaşılan Türk komutan Geçmazgi emrindeki Sâsânî ordusunun kalıntılarıyla Azerbaycan ve Aran ülkesini yağmalayarak Araplar’ın önünden kuzeye Türk ülkelerine kaçmaktaydı. Nitekim, Aran hakimi Cavanşir de onu “dağlarda” (Kafkasya dağlarında) yakalamış ve mağlup etmiştir. Bu, Geçmazgi’nin emrindeki birliklerin de Türkler olacağını göstermektedir.
Gürcü kroniklerinde verilen bilgi bu olayı daha da aydınlatmağa olanak tanımaktadır. Buna göre, Geçmazgi’nin emrindeki birlikler İberiya’ya (şimdiki Gürcistan’a) yapılan Hazar saldırısı sırasında Uti ve Sakasen’a (Saksin/Şeki) girmişlerdir. Bu Hazar komutanı Cebu ile Geçmazgi’nin ortak hareket ettiklerine de bir gönderme olabilir. Anlaşılan Cavanşir’le savaşta Türk komutan Geçmazgi mldürülmüştür. Ancak onun ordusu hâlâ mevcudiyetini sürdürmekteydi. Nitekim, Sünük hakiminin arabuluculuğuyla Geçmazgi birlikleriyle Cavanşir arasında anlaşma sağlanmışsa da, Geçmazgi birlikleri bu defa saldırıya geçerek onun babasını rehin almışlar. Bunun üzerine cereyan eden şiddetli savaşta Geçmazgi birliklerinin arta kalanı da yenilmiş ve ortadan kalkmıştır. Bunun üzerine Kalankaytuklu şöyle der: “Yezdegert’in hükümdarlığının 20. yılında İran imparatorluğu büsbütün çöktü. Bu, Haceroğullarının (Arapların) dünyada ünlü savaşlarının 31. yılı ve Cavanşir’in 15. yılında oldu”(7).

Notlar:
1. Müslüman-Arap birlikleriyle Sâsânîler arasında temel üç büyük savaş cereyan etmiştir. İlki tarihi hâlâ tartışma konusu olan Karşan (Kadisiyye) savaşıdır. Kaynaklar bu savaşın 635 ila 638 yılları arasında cereyan ettiğini söylemektedir. İbnü’l-Esir’e göre (el-Kamil, II, s. 235) Kadisiyye savaşı hicri 15 yılın sonlarında (Ocak 638) yılında olmuştur. Taberî de aynı tarihi vermektedir (Taberî, I, s. 2349). Abdü’l-Mu’nim Macid’e göre bu savaşın tarihi hicri 15 uılı, miladi 636 yılıdır (Abdü’l-Mu’nim Macid, et-Tarih es-Siyasiy li-d-davla el-Arabiyye, Kahire 1960, c. VIII, s. 201). Anlaşılan savaşın gerçekleştiği hicri 15 yılı tarihi doğru olup, ancak bu tarihin miladi hangi tarihe rastladığı tartışmalıdır. Hicri 15 yılı miladi tariyile Şubat 637-Ocak 638 yıllarına denk düşmektedir. Bu durumda Kadisiyye savaşının 637-638 yıllarında cereyan ettiğini söyleyebiliriz. Taberî’ye göre, Kadisiyye’de Arapların 35.000, Sâsânîler’in ise 80.000 askeri bulunuyordu (Taberî, I, 2351). Savaşta Sâsânî safında yer alan Alban/Aranlıların tarihçisi Musa Kalankaytuklu ise durumu şöyle anlatmaktadır: “Birkaç gün sonra Mehergan ayında (Hz. İsa’nın doğum günü, 6 Ocak – çev.) İsa’nın doğum gününde onlara (Araplara – çev.) karşı 30.000 atlı ve 20.000 yaya saldırıya geçti. Katşan’dan (Kadisiyye) gelen Haceroğulları (İsmail’in soyu Araplar – çev.) çok sayıda atlı ve 20.000 yaya kalkan takmış öne atılarak İran ordusuyla savaşmağa başladılar. Aran sparapeti (Aran hakimi Cavanşir) kendi yiğit askerleriyle onların (Arapların) saflarından içeriğe saldırdı, kendi düşmanlarından ikisini yere indirdi ve kendisi üç yerden ağır yara aldı. Düşman onu kuduz kinle nehre kadar takip etti, o ise saldırıları defedip nehri yüzerek geçti” (İstoriya Agvan Moisey Kagankatvatsi, Perev. s drevnearm. K. Patkanova, SPb 1861, s. 111).
İkinci savaş 642 yılında Nihavend yakınlarında cereyan etmiş ve Araplar birkez daha zafer kazanmışlardır. Üçüncü ve belirleğici savaş ise bizzat Sâsânî başkenti Ktesfon (Medain) yakınlarında olmuştur. Bu savaşta Sâsânî başkenti Arapların eline geçmiştir (İstoriya Agvan, s. 138; Taberî, I, 2322). Taberî, bu savaşta Sâsânî birliklerinin sayısını 120.000 olarak göstermiştir. Buna göre, Sâsânî ordularının merkezinde Adurbadagan (Azerbaycan) hakimi Rüstem durmakta ve onun emrinde 60.000 asker yer almaktaydı. Onun önünde 40.000’lik orduyla Calnus (muhtemelen Aran hakimi Cavanşir veya Çuvanşir), arkada ise Birzan/Borzan komutasında 20.000 birlik vardı (Taberî, I, 2249, 2258).
2. İstoriya Agvan, s. 138; İstoriya episkopa Sebeosa, Perev s drevnearm. St. Malhasyana, Erevan 1939, s. 119 (bundan sonra Sebeos).
3. Sebeos, (s. 159) Araplar’la ittifak içinde olan Doğu Ermeniyye hakiminden söz edilmektedir. Ancak Sebeos bu anlaşmanın Halife I. Muaviye döneminde olduğunu söylemektedir. Buna karşılık Musa Kalankaytuklu’da daha ayrıntılı bilgi bulunmaktadır. Ona göre, “654 yılında Halife Osman, (Bizans hükümdarı) II. Konstant’a karşı olan Teodoros Rştuni’ye (Doğu Ermeniyye’nin Sak kökenli Eriştunî hanedanının Hıristiyan hakimi – çev.) Ermeniyye, İberiya (Gürcistan), Sünük (Zengezur) ve Agvaniya (Alban/Aran) üzerinde Kafkas Dağları ve Çoga (Çul/Sul) kapısına dek hakimiyeti verdi (İstoriya Agvan, s. 153-154).
4. Sebeos, s. 151-155; Musa Kalankaytuklu, Cavanşir’in babası Varaz-Tridat’ın oğluna muhalefet ederek Araplar’la yaklaşmaktan yana olduğunu yazmaktadır. Kaynağın verdiği bilgiye göre, o “kendi isteğiyle düşmana boyun eğidi” (İstoriya Agvan, s. 115).
5. Sovyet ve Batılı tarihçiler bilinçli biçimde bu adı Gelanî olarak onarmak istemişlerdir. Ancak bu adı İranî dillerde hiçbir karşılığı bulunmamaktadır. Geçmezgi, Türkçe bir ad olup, büyük bir olasılıkla Sâsânî ordusunda hizmet eden Türk komutanı temsil ediyordu. Ortaçağ Grabarcasında bu ad Geçmazgi veya Kaçmazği olarak okunmaktadır. İstoriya Agvan, s. 113.
6. Aynı yer.
7. Buradan anlaşılan bu olaylar miladi 651-652 yıllarında gerçekleşmiştir. Bkz. İstoriya Agvan, s. 115.

http://n-marmara.blogspot.com/2008_01_01_archive.html

14 Nisan 2013 23:15

AVRUPA AYNASINDA TÜRK KIMLIĞI - Erhan AKDEMIR

Ankara Avrupa Çalışmalan Dergisi Cilt: 7, No:l (Giiz: 2007), s. I 31-148

Özet
Türk kimli ği, Avrupa 'n ın kendi kimli ğini tammlayabilmesi ve birlik ve bütünlü ğüne zemin te şkil edebilmesi için tehdit olarak gördüğü bir "öteki - olarak algdannuştır. Müslüman sözcü ğü ile eş anlamlı olarak ladlandan Türk kelimesi, Türk kimli ğinin başat bileşeninin İslam olarak algıknmasma da yol açm ıştır. Böylece Türkler ve İslam, Avrupa kimli ğinin negatif tammla.wcıları durumuna gelmişlerdir. Türk varlığı, Hıristiyan Avrupaldarm "ortak düşmana" karşı birleşmelerinin ve Avn ıpahların Avrupa çerçevesinde ortak bir bilinç olu şturmalarma da katda bulunmuştur.
Avrupa'nın Hıristiyan dinini benimsemesi ve bu anlamda k ıtanın Hıristiyankşması ve Türklerin de Miisliimanlaşarak Anadolu'nun büyük bölümünü egemenlikkri alt ına almalarmın tamamlanması ile birlikte, uzun yüzy ıllar boyunca devam edecek bir çatışmanın iki tarafı da ortaya çıkm ıştır.

Giriş
Türkler, sekiz yüz yılı aşan bir zaman önce Akdeniz k ıyı larına eri şmiş olan, büyük uygarlıkların son temsilcilerindendir. Akdeniz o dönemde hem dinsel hem de siyasal aynmlara bölünmü ştü. Ne var ki, bu bölünme yüzy ıllar boyunca devam etmi ştir. Ve belki de bugün bile bu aynmdan söz etmek mümkündür. Sekiz yüz yılı aşkın bir zaman önce buraya gelen Türkler, Akdeniz'in güney ve do ğu kıyı lannın egemen gücü olmuş lardır. Bu egemenlik Batı 'da, Osmanlı İmparatorlu ğu'nda yaşayan tüm halkların Türklükle özdeşleştirilmesine de sebep olmuştur. Aynı zamanda, Avrupalı lar için Türk sözcüğü Müslüman sözcüğü ile eş anlaml ı olarak da kullanılmıştır. Bununla birlikte, Osmanl ı ların Akdeniz'in içlerine kadar ilerlemeleri, Avrupa'nın karada kuzeybatı yönünde ilerleyerek kendini yeniden tan ımlamas ına neden olmuştur. İşte bu bağlamda Avrupa açısından tarih boyunca ötekini temsil eden unsurlardan biri "Müslüman Türk" kimliği olmuştur. Türk kimliği, Avrupa'nın kendi kimliğini tanımlayabilmesi ve birlik ve
bütünlüğüne zemin teşkil edebilmesi için tehdit olarak gördüğü bir "öteki" olarak algılanmıştır. Müslüman sözcüğü ile eş anlamlı olarak kullan ılan Türk kelimesi, Türk kimliğinin başat bileşeninin İslam olarak alg ılanmasına da yol açm ıştır. Böylece Türkler ve İslam, Avrupa kimliğinin negatif tan ı mlayıctlan durumuna gelmişlerdir. Türk varlığı, Hıristiyan Avrupalıların "ortak düşmana" karşı birleşmelennin ve Avrupalıların Avrupa çerçevesinde ortak bir bilinç oluştunnalanna da kat ıda bulunmuştur. Avrupa'nın Hıristiyan dinini benimseınesi ve bu anlamda k ıtanın Hıristiyanlaşması
ve Türklerin de Müslümanlaşarak Anadolu'nun büyük bölümünü egemenlikleri altına almalarının tamamlanması ile birlikte, uzun yüzy ıllar boyunca devam edecek bir çatışmanın iki tarafı da ortaya çıkmış oldu. Haçlı Seferleri'nden ve ardından Osmanlıların Avrupa'daki fetihlerinden 18. yüzyıl sonlarına kadar geçen uzun bir dönem ise Avrupa'da Türk ve Türkiye imajının oluşmasına zemin hazırladı.

Doğu - Batı Ayrımı
Tarihin derinliği içinde birçok uygarlık var olmuştur. Ama bütün bu uygarlıklardan yalnızca iki tanesi coğrafi adların yanı sıra bir de yön işareti taşımaktadır. Bunlar Doğu ve Batı'dır. Yön kişinin kendi konumuna göre belirlediği durumu ifade etmektedir. Yani her yer doğu veya her yer batı olabilir veya aynı yer farkl ı kişilere göre, hem doğu, hem de batı olabilir. Bu da bizi mutlak bir doğu ya da mutlak bir batının konumlandınlmasının imkânsızlığına götürün Bununla birlikte bu durum bizi doğu ile batının ancak birbirine nazaran ve birbirlerini karşılıklı kabulü halinde varlık kazanabilecekleri noktasına da ulaştırır. Yani burada durum, birinin di ğerini kendi aynasında üretmesinden kaynaklanmaktadır.' Yüzyıllar öncesine dayanan Doğu - Batı ayrımının ne zaman oluştuğu ve bu ayrımın kime göre tanımlandığı oldukça önemlidir. Doğu, Antikçağdan beri, gönül
ınaceralarının, egzotik varlıkların, akıldan çıkmayan anılarla görünümlerin, olağanüstü deneyimlerin mekân ı olarak Avrupal ı lar tarafından yaratılmıştır. Bununla birlikte Doğu, Avrupa'nın en geniş, en zengin ve en eski sömürgelerini kurduğu bir bölge olmuştur. Ortaçağ'la birlikte Batı kendini, Universitas Christiana (Hıristiyan alemi) ya da Christianitas (Hıristiyan evreni), İslamiyet'i ise "öteki" çerçevesinde tammlam ıştır. Bu da, Doğu'yu Avrupa'n ın kültürel rakibi ve kar şı tı durumuna sokmuştur. Yeni Çağ'ın başlarından itibaren ise Batı'nın yeni deniz yollarının bulunuşu ile
birlikte o güne değin varlıklan bilinmeyen toplumlarla karşı laşması, daha tarihin ilk günlerinden beri insanlığın karşısında bulunan Doğu-Batı sorununa yeni bir anlam ve yeni bir boyut kazandırmıştır. 18. yüzyıl ın ortas ından itibaren ise Doğu-Batı ilişkilerinin iki temel özelliği olduğu görülmektedir. Bunlardan ilki, Avrupa'nın Doğu üzerinde sistematik, geli şen bir bilgiye sahip olmas ıdır. Doğu-Batı ilişkilerinin yeni şekil içindeki ikinci özelli ği de Avrupa'nın üstünlük iddias ında bulunmasa dahi güç dengesini daima kendi tarafında tutuşudur. Politik, kültürel ve hatta dini alanda dahi Doğu-Batı ilişkileri temelde daima zayıf ve güçlü ortaklar arasında olduğu şekli ile kalmıştır. Bununla birlikte Doğulu her zaman düşüncesiz, hain, entrika ve kurnazlığa yatkın, Avrupalı ise buna kar şılık, erdemli, olgun ve normal olarak nitelendirilmişti. Bu çerçevede de Batının da, Doğu'nun da kendi kimlik ve özelliklerini kazanması karşılıklı ilişkiler içinde mümkün olmuştur. Görüldüğü gibi Doğu-Batı kavramının çıkış noktası aslında ötekini algılama ve anlama sorunsal ından kaynaklanmaktadır. Edward Said 1978 yılında yayınlanan Orientalism (Oryantalizm) adlı eserinde de belirttiği gibi Doğu, Batı'nın Doğu'yu Avrupa - merkezci bir şekilde algılaması üzerine oturtulmuştur. Yani Said'in çıkış noktası da ötekini alg ılama ve anlama sorunsal ından kaynaklanmıştır. Batı 'nın Doğu'yu çekip çevirmede gösterdi ğ i başarı ve ona ilişkin bilgisi, Doğu'yu yaratm ış ve Doğulu
böylece varlık kazanm ıştır. 2

Avrupa'da Türk Algılamaları

Alman dilinin günümüzdeki en tan ınmış araştırma - inceleme yazarlar ından olan
Helmut Uhlig "Avrupa'n ın Anası Anadolu" adl ı eserinde Anadolu'nun Katolik
dünyasınca Batılı ülkelerin anas ı olarak kabul edildiğini ancak, Müslüman Türklerin
egemenliğine girmesiyle, Avrupa'nın düşmanı sayıldığını ifade etmektedir. Uhlig bu
eserinde ayrıca, Avrupa'nın, Hı ristiyanl ığı ya da Müslümanl ığı seçmesiyle ilgili olarak
yaşadığı süreçlerin ve olayların, Osmanlı ların 1683'te Viyana önlerine kadar gelmesine

1 Mehmet Ali Kı lıçbay, "Fakir Akrabanın Talihi", Doğu Batı Düşünce Dergisi: Doğu Ne? Batı Ne?. Yıl: I, Say ı : 2, 1998, s. 47 — 53.
2 Edward Said, Oryantalizm, çev. Nezih Uzel, İstanbul. Irfan Yaylmcil ık. 1998.

neden olduğunu ve dolayısıyla da bunun Türkiye'nin Avrupal ılann gözünde pek de iyi
olarak görülmemesine neden olduğunu savunmaktadır. 3
Bununla birlikte Türkler 1853-1856 Kınm Savaşı 'nda ve 1856 Paris
Antlaşması 'nda olduğu gibi zaman zaman, iktidar mücadeleleri s ıras ında Avrupalı
hükümdarlar tarafından bir "müttefik" olarak kabul edilmi şse de, onlar daima korku
salan, yabani ve fanatik savaşçılar olarak görülmü ş lerdir4 . 14. yüzyıldan itibaren ise
giderek artan bir şekilde "Türkler" Hıristiyan bilincini, imgelemini ve düşünce
dünyasını meşgul etmiştir.' Türkler zaman zaman korkulan zaman zaman özenilen bir
imgeye sahip olmuştur.' Hatta "Türklerin devlet düzeni", "Türklerin yönetim biçimi"
"Türklerin ordusu" ve benzeri konular büyük bir merak, ilgi ve tart ışma konusu
olmuştur. Örneğin Rycaut, Türk ordusu konusunda t ımarlı sipahileri, ordunun en iyi
kısmı olarak nitelendirmi ş ve dünyanın büyük bir kısmını fethedenlerin bu askerler
olduğunu söylemiştin' Rycaut, Türklerin talim ve terbiye sistemine de de ğinerek bunun
Türklerin devletlerini ayakta tutan en önemli unsurlardan biri oldu ğunu belirtmi ştir.'
Selçuklu Türklerinin yükseli ş iyle birlikte Türkler diğer İslami unsurların gözünde,
"Islam' ın Kılıcı" konumuna eri şmişlerdir. Böylece Türkler Avrupa için her iki tehlikeyi
de içerir duruma geldiler. Art ık Avrupalıların gözünde yeni tehdit "Barbar ve Müslüman
Türkler" den geliyordu. Bunun nedeni ise, Türkler hem Orta Asyal ıydı lar hem göçebe
kabilelerden — ki bu sebeple Roma'y ı yıkan barbar kavimlerle benze ştiriliyorlardı -
oluşuyorlardı, hem de Müslüman idiler 10 . Yani Avrupal ının kötü, şeytan (evi1) olarak
adlandırdığı her şeyi üzerilerinde taşıyorlardı .
Bu dönemde Türkleri ötekile ştirici niteliğe sahip bir başka belge ise mektuplard ır.
Bu mektuplardan en önemlisi Bizans Imparatoru I. Aleksios'a ait 1088 tarihli
mektuptur. Mektup, Papa tarafından islâm' ın yayılmasını önlemek ve kutsal yerlere
sahip olmak amacıyla, Haçlı Seferi'ne ç ıkılması için başlıca gerekçe olarak
kullanılmıştır. Bizans İmparatoru'nun mektubunda yer verdi ği Türkler hakkındaki
anlatımlar, Hıristiyanl ığın ortak belleğine yerleşen olumsuz imgelerin oluşmasını

3 Helmut Uhlig, Avrupa'nın Anası Anadolu, çev. Yasemin Bayer, İ stanbul, Telos Yayıncılık, 2007, s.12.
4 Petra Kappert, Heinz Kramer, Wolf Schmidt "Avrupa İmajı", Avrupa'nın ince Eşiğinde, Hamburg, Körber Vakfı Türkiye Programı, 1999, s.350.
5 Reha Bilge, Siyah Beyaz Arasında Türkiye ve Avrupa, İstanbul, Evrim, 2001, s.85.
6 14. yüzyıldan itibaren Türkler hakk ındaki Hıristiyan bilinci, imgelerni ve dü şünce dünyası ilerleyen bölümlerde aynntilanyla incelenecektir.
Burada, "Türklerin devlet düzeni", "Türklerin Yönetim Biçimi" ve "Türklerin Ordusu" hakkında daha detayl ı bilgi için bkz. Paul Rycaut, The present state of the Ottoman Empire: Containing the maxims of theTurkish pobte, the mofi material points of the Mahometan Religion, Their Sects and Heresies, their Convents and Religious Votaries. Their Military Discipline, with an exact Computation of their Forces both bv land and Sea. Illustrated with divers pieces of scıdpture, reprefenting the variety of Habits amongst the Turks, Fanıboroııgh, Hants, England: Gregg International Pub., 1972.
Ibid., s. 172 — 182.
9 Ibid., s.1 — 25.
10 " Sedat Laçiner, "Türkiye Avrupa Ili şkilerinde Kültür ve Medeniyet: Tarihsel ve Ideolojik
Kökenler" , (13.01.2004) s.2-3.

sağlamıştır." Ancak bununla birlikte, İsmail Hami Dani şmend'in "Garb Menba 'kırma
Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlükt" adl ı eserinde de belirtildiği gibi yine bu dönem
içerisinde Türklere ili şkin olarak iyi yorumlara rastlamak da mümkündür. Örne ğ in, 1 1 .
yüzyılda Haçlı Seferleri'ne bizzat kat ı lmış bir yazar tarafından Latince kaleme al ınan
"Gesta Francorum et aliorum Hierosolitnitanortan" (Historie Anonyme de la Premiere
Croisade) ( İlk Haçlı Seferinin Anonim Tarihi) adl ı anoniııı eserde, Türklerin yüksek
zekasından ve yiğitliğinden söz edilmektedir. Yine ayn ı eserde Türklerin sava ş tekniği
ve nişancı l ıktaki hünerlerinden de övgüyle bahsedilir.' 2
14. ve 15. yüzyıllarla birlikte Bat ı Avrupa'daki Türk imgesini her şeyden önce,
Osmanlı ların Balkanların büyük kesimleri üzerinde egemenlik kurmalar ıyla ve 1453'te
Istanbul'u fethetmeleriyle sonuçlanan sava şlar belirlemi ştir. 1453'te Istanbul'un
Türklerin eline geçmesiyle birlikte, Türklerin Bat ıya akınlar düzenleyecekleri ve
Hıristiyanl ığı yok edecekleri korku ve endi şesi belirmeye başlamıştı r. Hatta İstanbul'un
fethinden önce 1445 tarihinde, Papa N. Bugen Danimarka'ya gönderdi ği elçi
arac ı l ığıyla gittikçe büyüyen Türk tehlikesine i şaret etmiş ve Türklerin bu hı zl ı
ilerleyi ş ini durdurmak için giri ştiğ i mücadelenin masraflar ının karşılanması için bu
ülkeden para istemi ştir. °3 Oluşan bu korku ve endi şe ise Türkler hakk ındaki Batı lı
imajın meydana gelmesinde en güçlü etken olmuştur". Bu itibarla, Osmanl ı
İmparatorluğu'nun gücünün süratle yay ıldığı bu dönemlerde, "korkunç Türk",
Hıristiyan Avrupa tarafından "öcü" olarak imgelendirilmiştir. Süratle ilerleyen
Müslüman dünyas ını hayal etmek tüm H ıristiyan aleminin zihinlerinde ş iddetli korku ve
dini dehşete neden olmuştur''. Bundan sonra Türkler, Bat ı Avrupa'nın birçok yerinde,
"Türk tehlikesi" propagandas ı aracı l ığı ile Deccal' in habercileri olarak deh şet uyandırı c ı
bir biçimde tan ı tılmaya başlamışlardır. Bunun üzerine temellenen Türk korkusu ba şka
Hıristiyan topraklar ının Müslümanlarca fethedilmesiyle daha da peki şmiştir' 6 .
Osmanl ı İmparatorlu ğu'nda uzun zaman kald ıktan sonra görüp yaşadı klarını
anlatan seyyahlar da "Türk tehlikesinin" etkisi alt ında kalm ış lard ır. Bu dönemin en
ilginç ve kendine has seyahatnamelerinden biri 1436'da Transilvanya'ya giren II. Murat
komutasındaki Osmanlı ordusuna tutsak dü şen ve Anadolu'ya getirilen Macaristan'l ı
Georg von Ungarn' ın "Türkeli — Trac tatus (Türklere Ili şkin Denen ıe)" dur.'_ 1458
yı lında özgürlüğüne kavuşan von Ungarn , Roma'ya döndükten sonra dinbilimsel bir
deneme yazmıştır. Ungarn bu denemesinde, Osmanl ı İmparatorluğu'nda şeytan ın

11 Onur Bilge Kula, Avrupa Kimliği ve Türkiye, Istanbul, Büke Kitapları , 2006, s.261.
12 Ismail Hami Danişmend, Garb Menba'larına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlaki, İstanbul, İstanbul Kitabevi, 1961, s.7.
13 Hadiye Tuncer, 17 ve 18. Yüzyıllarda Osmanlı imparatorluğu ve Danimarka ilişkileri, Ankara, Doruk Kitabevi, 1991, s.7.
14 Kemal Karpat, Osmanlı ve Dünya, Istanbul, Ufuk Kitapları , 2003, s.18.
15 Willam McNeill, "Dünya Tarihinde Osmanl ı imparatorluğu", Kemal Karpat (der.), Osmanlı ve Dünya, Istanbul, Ufuk Kitaplar ı , 2003,57.
16 Almut Höfert, "Vonı Antichrist Zum Mel ıscheıı", Jürgeıı Reulecke (der.), Spagat Mit Kopftuch: Essays Zur Deutsch-Türkischen Sommerakademie, Hambıırg, Körber Stiftung, 1997, s.67.
17 - Op. cit., Kula, s.230.

imparatorluğu ile karşı laşmayı beklerken, gayet düzenli ve H ıristiyanlara bile örnek
olabilecek bir toplum bulduğunu ifade etmi ş ve vicdanının düştüğü derin bunal ımı bu
eserinde dile getirmi ştir. Yazar bu çeli şkiyi Müslüman olmak ve Roma'ya döndükten
sonra tekrar H ıristiyanlığa geçmek yoluyla çözmüştür. Georg von Ungarn denemesinde
hayatının bu çelişkili çizgisini dinbilim yönünden temellendirmeye çal ışmış ve
Türklerde karşı laştığı erdemin şeytan iş i olduğunu, bununla dürüst H ıristiyanların kendi
gerçek dinlerinden ayart ılıp ruhlarının azaba sokulmas ının amaçlandığını ileri
sürmüştür. I8 Bu çerçevede ele al ınması gereken bir diğer önemli eser ise,
Bartholomaeus Georgievits'e ait "Türklerin Gelenek ve Görenekleri" adlı eseridir.
Georgievits de, Georg von Ungarn gibi on iki y ıl Anadolu'da tutsak olarak
bulunmuştur. Georgievits yapıtında, Osmanl ı/Türk kültüründe ibadet, şenlikler,
toplumsal yapı lanma, inancın gereklerini yerine getirmede uyulan kurallar, vak ıflar,
ölüm, insan — hayvan ili şkisi, zanaatç ı l ık, konut, tarım, toplumsal yapılanma ve
tabakalaşma gibi alanlarda aç ıklamalarda bulunmuştur. Bu eser de 1544'de Avrupa'n ın
birçok diline çevrilerek yay ımlanmıştır. 19
Seyyahları n eserlerinin yan ında ayrıca, I. Haçl ı Seferi esnas ında Haçl ı komutanlar
tarafından Avrupa'ya gönderilen birçok mektupta da Türkler ve dolay ısıyla İslffin
"ötekileştirici" olarak betimlenmiştir. Avusturya/Habsburg İmparatorluğu'nun
İstanbul'daki Büyükelçisi Ogier Ghiselin von Busbeck taraf ından 1554 — 1562 tarihleri
arasmda kaleme al ınan The Turkish Letters of Ogier Ghiselin De Busbecq adl ı eser bu
çerçevede oldukça önemlidir. Eser Busbeck'in Italya'daki ö ğrencisi ve daha sonra
Alman İmparatoru'nun Portekiz'de elçisi olan Nicholas Michault'a yazd ığı dört
mektuptan oluşmaktadır. Mektuplar Osmanlı İmparatorluğu'nun 16. yüzyı ldaki genel
görünümünü vermektedir. "Cart renklere e ğilimli", "mütevazı", "konutlanna özen
göstermeyen", "erki ele geçirmek için hile ve entrikaya ba şvuran", "yapışkan" ve
"henüz tam uygarlaşmamış" gibi kavramlar mektuplarda Türk imgesini betimlemi ştir.2°
ın içinde Türk Bununla birlikte mektuplar, olumsuz imgelemeler içerse de, bunlar
imgesini olumlu olarak yansıtanlar da vardır. 1554 — 1562 y ılları arasında Istanbul'da
görev yapan Busbeck k ısa zamanda Türk karakterine sevgi ve yak ınlık duymuştur. Elçi,
günlük yaşam içerisinde Türk halkının "az konuşma" ve "mütevaz ı lıklannı" övgüye
değer davranış biçimi olarak değerlendirerek, Türk savaşçılarının ve birliklerinin
düzenliliğini de övmüştür. Busbeck'in överek üzerinde durdu ğu bir başka olgu ise,
Türklerin "beden ve konut" temizli ğine gösterdikleri özendir»
16. yüzyılda Hollanda'da "Türkler" hakkındaki önyargılann, algılann
Hollanda'nın kendi siyasi çıkmazlan bakımından - ki gelecek yüzy ıllarda da Avrupa
güç dengesinin gereklerinden kaynaklanan bu tür olaylarla kar şılaşacağız —

18 Höfert, op.cit. s. 67-68.
19 Kula, op.cit. s. 231
20 Onur Bilge Kula, Alman Kültüründe Türk İmgesi I, Ankara Gündoğan Yayınları , 1992, s.31-35.
21 Ogier Ghiselin von Busbeck, The Turkish Ambassador at Constantinople 1554 - 1562, Oxford University Press, 1968, s.85 — 168. Letters of Ogier Ghiselin De Busbecq Imperial Latınceden çev. Edward Seymour Forster, Oxford,

sorgulandığını görüyoruz. Bu dönemde Hollandal ılar İspanyollara karşı yürütmüş
oldukları bağımsızlık mücadelesinde, Türkleri bir müttefik olarak alg ılamışlardır.
Hollandalı ların bu bağımsızlık mücadelesi sürecinde en s ık kullandı kları sloganlardan
biri "Katoliklerdense Türkler" slogan] olmu ştur. Bu slogan ın Hollanda'nın bağımsızlık
mücadelesinde s ık kullanılmasının en önemli nedenlerinde biri, Hollanda halk ının,
İspanyol idaresinin Hollanda'da h ızla yayılan Protestanl ığa karşı sıkça başvurduğu
engizisyon mahkemeleri uygulamalarına mukabil, Osmanl ı yönetiminin Hıristiyan
Yahudilere karşı göstermiş olduğu hoşgörüden haberdar olmas ıdır. Bununla birlikte,
yine de Hollanda'da "Türkler" hakk ındaki genel alg ı diğer Avrupa ülkelerinden farkl ı
olmamıştır. 22
Bu dönemde Türk kelimesinin Avrupalıda uyandırdığı ilk duygular korku ve
"tehdit" idi. Türklerle ba ş edebilmek için ise ile birle şmekten başka bir yol yoktu.
"Şeytan% defetmenin yolu büyük bir Avrupa koalisyonuydu. 23 Böylece Haçlı
Seferleri'ne ek olarak, Avrupal ı lar, Osmanlı'ya karşı oluşturdukları kutsal ittifaklar
sayesinde Avrupal ı olduklarını en geni ş anlamıyla hissedebildiler.
Bu yüzyıl içerisinde ayrı ca düşünsel anlamda da Türklere karşı Birleşik Avrupa
projeleri oluşturulmaya çalışılınıştır. Bunların önde gelenlerini şu şekilde s ı ralayabiliriz:
Dönemin İspanya imparatoru V. Carlos H ıristiyanlar için en kutsal sava şın
Türklere karşı verilen savaş olduğunu savunmuştur. V. Carlos 1523 y ı l ı baş larında
Sessa Dükü arac ı l ığıyla Papa VI. Hadrianus'a sunduğu raporunda, Hıristiyan dünyas ını
korumak için Türklerin saldırılarına karşı koymak gerektiğini söylemiş ve Bâbıâli'ye
karşı savaşmak için Papalık Devletinin askeri yard ımı artırmasını istemiştir. V. Carlos
ayrıca, Macaristan ve Rodos Krallar ına da yardım edilmesi ve Türk sald ınlarma
uğrayan Napoli ve Sicilya Krall ıklannın korunması için gerekli önlemlerin al ınması ve
İtalya kıyılarını korumak amacıyla Papa'nın kadırgalannın İspanyol kadırgalanyla
iş birliği yapmasını da önermiştir. Bu çerçevede Türk tehlikesine kar şı koymak için V.
Carlos'la s ıkı bir iş birliği içerisinde bulunan Papa VI. Hadrianus, Türklerin Roma için
gizli ama gerçek bir tehlike oldu ğuna inanıyordu. Papa VI. Hadrianus, V. Carlos'a
"Hıristiyan dünyas ının Türklerle beraberce mücadele edebilmesi ve H ıristiyan
prenslikleri aras ında bir barış anlaşması imzalanmas ı için her şeyi yapacağım" diye
yazmıştı . 24
Protestan Francis de La Noue da 1589'da yazd ığı "Politicke and Militarie
Discourses of the Lord La Noue" adl ı eserinde Türkler Tanrı'nın gazabı olsa bile, onlara
karşı savaşmak gerektiğini iddia etmi ştir. Ona göre Türkler H ıristiyanların ortak
düşmanıdı r, genel afetidir ve H ıristiyanlan Türklerin elinden kurtarmak her H ıristiyan' ın

22 İsmail Hakkı Kadı , "Hollanda'da Şarkiyat Araştırmaları", Doğu Batı Düşünce Dergisi, Doğu Batı Yayınlan, 2005, Y ıl: 5, Sayı : 20, s. 86.
23 Iver B. Neumaıın ve Jenifer Welsh, "The Other in European SelfDefinition: An Addendurn to the Literature on International Society", Oslo, Nupi Papers, 1991, s.14.
24 Paulino Toledo, "Osmanlı — Ispanyol imparatorluklannda Dünya imparatorlu ğu Fikri: 16. Yüzyıl", Pablo Maritn Asuero (ed.), Ispanya — Türkiye: 16. Yüzy ıldan 21. Yüzyıla Rekabet ve Dostluk, İstanbul, Kitap Yay ınevi, 2006, s. 15 -29.

öncelikli görevidir. 25 La Noue, Papa'n ın izni alınarak ve Avrupa'yı Türk tehdidinden
kurtarmak amac ıyla kolektif bir biçimde gerçekle ştirilecek yeni bir Haçl ı seferini
Hı ristiyanl ık birliğinin yeniden kazan ılmasını sağlayacak araçlardan biri olarak
görüyordu?'
Frans ız devlet adam ı Sully ise (1560 — 1641), Papal ık ve on beş Avrupa
ülkesinden kurulacak bir konfederasyon dü şünmüş ve Osmanlı imparatorluğu ile
Rusya'y ı bu konfederasyon dışında bırakmıştır...2-
Bu dönemde Bat ılı yazarın eserlerinde Türkler "ak ıll ı, olgun, normal" Avrupal ının
zıddı olarak sunuldular. Almancada, özellikle Luther'in söylemlerinde korku ve
barbarl ığı sembolize eden "Türk" kelimesi baz ı dinsel şark ılarda "Tanrı'nın cezas ı ,
tanrının kırbacı ve şeytan ı n hizmetçisi" olarak tan ımlandı . Hı ristiyanlar günah i şledikçe
Tanrı Türkler arac ılığıyla onları cezalandınyordu.28 Ayrıca Türkler, bu dönemin
edebiyat ve tiyatro eserlerinde "günahkârlan yarg ılayan Tanrı cezası olarak" da
anı lmışlardır. 29 Benzer şekilde, Francis Bacon da Türkler için "zalim, medeniyetsiz ve
kana susamış bir millettir" ifadelerini kullanm ıştıri°
Hatta Luther Türklerin Truval ı ların torunları olduğunu bile iddia etti. Luther için
Türkler, dünyanın sonunun yaklaştığını haber veren Daniel Apokalipsann'i
gerçekleşmesi anlam ını taşımaktaydı . 32 Martin Luther ayrıca, Türk tehdidinin
Hıristiyanlar üzerinde ilahi bir kamç ı olduğu iddiasında da bulunmuştur." Luther ayr ıca
yapıtlarında ı slâm'a ve Osmanlı tehlikesinin yay ılmasına ilişkin pek çok at ıfta da
bulunmuştur. Örneğ in, İslam, Ortaçağ'da Deccal'in hizmetindeki bir ş iddet hareketi
olarak görülmüş, islâm' ın akla kapal ı olduğu düşünülmüş ve bu nedenle de
dönüştürülemeyece ği kabul edilmi ştir. O dönemdeki anlayışa göre, islâm'a ancak k ı l ıçla
karşı konulabilirdi ve bundan da söz etmek her zaman mümkün de ğ ildi. Fakat zamanla
yaşanan değiş iklikler sonucunda İslâm' ın gerçek Deccal olmad ığı , ası l Deccal'in başka
bir yerde bulunduğu fikri kafalara yerle şmiştir. Bu fikir, Papa'n ın (Protestanlara göre)

25 Asl ı Cırakman, "Avrupa Fikrinden Avn ıpa Merkezcili ğine", Doğu Batı Düşünce Dergisi Ankara, Felsefe Sanat ve Kültür yay ı nlan, 2001, Vol.4 No.14, s.33.
26 Franco Cardini, Avrupa ve İslam, çev., Gürol Koca, İ stanbul, Literatür Yay ı nları , 2004, s. 191.
27 llber Ortaylı , Avrupa ve Biz, Ankara, Turhan Kitabevi, 2007, s.10.
28 Onur Bilge Kula, Alman Kültüründe Türk imgesi II, Ankara, Gündo ğan Yayı nları , 1993, s.72 — 77.
29 Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Istanbul, Remzi Kitabevi, 1996, s.299.
30 Andrew Wheatcroft, The Ottomans: Dissolving images, Londra, Penguin Books, 1995, s.231.
31 Geleceğe yönelik kehaııetleri ve vahiyle ı-i içeren bir edebiyat türüdür. Bu meti ııler Yahudi ve
Hıristiyan Kutsal Kitaplar ına dahil edilmemiş ler ve bu nedenle de önemlerini kaybetmi şlerdir.
Ancak, Eski Ahit'le yakı ndan ili şkili olan bu metinlerin, ilk dönem Yahudi ve H ı ristiyan
tarihleri ıı iıı anlaşı lması aç ı sından taşıdıkları önem de yads ıııamaz. Daha fazla bilgi için bkz.
James H. Charlesworth, Eski Ahit'in Apokrif Kitaplar ı, Çev. Muhammet Tarakc ı , Uludağ
Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 12, Say ı :2, 2003, s. 385 - 411.
32 Margret Spohn, "Luther ve Türkler", Avrupa'n ın İnce Eşiğinde, Hambıırg, Körber Vakfı Türkiye Programı, 1999, s.255.
33 Arnold. J. Toynbee, "Osmanl ı İ mparatorluğu'nun Dünya Tarihindeki Yeri", Kemal Karpat (der.), Osmanlı ve Dünya, İ stanbul, Ufuk Kitapları , 2003, s.52.

ve Türklerin " İsa'nın ve Kutsal Kilise'nin iki temel düşmanı" olarak alg ılanmalannı
doğurmuştur. Bu açıdan Türkler Deccal' ın bedenini, Papa ise onun ba şını temsil
etmekteydi. 34
Her ne kadar bu dönemin ayd ınları Türkler hakkında genelde olumsuz yorumlarda
bulunmuş olsalar da, Avrupal ılann ve H ıristiyanlann herhangi bir bak ımdan
Osmanlı lardan üstün olduğunu dile getirmemişlerdir. Aksine kendilerinin zay ıf,
bölünmüş, düzensiz, tehdit alt ında ve güvensiz olduklarını söylemişlerdir. Hatta
Luther'in bile, Osmanl ı imparatorluğu'nda keşfettiği ve kendi ülkesinde bulamadığı için
acıyla belirtmek zorunda kald ığı birkaç örnek bulunmaktad ır; Örneğin, ordunun
itaatkârl ığı ve disiplini, Türk dindarlığı , Türk kadınlarının iffetini ve sadakatini ve
çocukları açık yürekli yetiştiren eğitim sistemi Luther tarafından gı pta ile dile
getirilmi ştir.
Türk tarihi uzman ı ünlü İngiliz tarihçi Richard Knolles ise "Türklerin tarihi
Hıristiyanlann y ı kımının tarihidir" ifadelerini kullanm ıştır. 1621 tarihli "Türklerin
Genel Tarihi" adl ı eserinin girişinde Knolles, Türklerin dünyadaki en deh şet verici güç
olduğunu kaygıyla ifade etmiştir. Ona göre dünyada Türkler kadar imrendirici ve tuhaf,
ihtişaml ı ve kuvvetli, tehlikeli ve korkunç bir devlet bulunmamaktad ır. 35 Yine aynı
tarihlerde Izlanda'da bu tür Türk alg ılamalan ortaya ç ıkmıştır. Izlanda'da kiliselerde
okunmakta olan Lutheryen Dua kitab ı , Allah'tan, kendilerini "Papa'n ın kurnazlığından
ve Türklerin teröründen" korumas ını diliyordu. 36
16. Yüzyılda Osmanlı Devleti, Avrupa siyasi yapısını ve ekonomisini derinden
etkileyen faktörlerin ba şı nda gelmi ştir.' Hatta 16. ve 17. yüzy ıldaki Avrupa bütünle şme
tasarı larının gelişmesinde dış faktör olarak Osmanl ı Imparatorluğu çok önemli bir rol
oynamıştır. Bu yüzyıllarda Türk tehdidi d ışarıdan gelen ve Avrupa'y ı sarsan tehlike
olarak algılanmaktaydı . 38 Osmanlı İmparatorluğu'nun batıya doğru genişlemesi II.
Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birli ği karşısındaki Batı Avrupa örgütlenmesi
benzeri bir etki do ğurmuş ve bu temel tehdit alg ılamasına istinaden birleşme
giri şimlerine hız verilmiştir. 39 Bu dönem içerisinde de Avrupa kendini, kendi içinde
değil ötekiyle ili şkisi bağlamında tanımlaınıştır. Yani, 16. ve 17. yüzy ılda Osmanl ılara
karşı oluşturulmuş propaganda da tehdit unsuru üzerine temellendirilen bir Avrupa
fikrine rastlamak mümkündür. 4° 1686'da Osmanlı'ya karşı savaş ve taksim planı

34 Albert Hourani, Avrupa ve Orta Doğu, çev. Ahmet Aydoğan ve Fahrettin Altun, Istanbul, Yöneliş , 2001, s. 27.
35 S Richard Knolles, The General) Historie of the Turkes, from the Beginning of that Nation to the Ottoman Families, Londoıı , Printed by Adam Islip, 1621, s.1 .
36 Bernard Lewis, Müslümanların Avrupa'yı Keşfi, çev. Ihsan Durdu, İstanbul, Ay ışığı
Kitapları , 2000, s.33.
37 Halil inalcık, "Türkiye ve Avrupa: Dün Bugün", Doğu Batı Düşünce Dergisi (Vol.1 No.2) Ankara, Felsefe Sanat ve Kültür yay ınları , 1998, s.7.
38 İbrahim S. Canbolat, Avrupa Birliği Uluslarüstü Bir Sistemin Tarihsel Teorik Kurumsal Jeopolitik Analizi ve Geni şleme Sürecinde Türkiye ile ilişkiler, İstanbul, Alfa, 2002, s.91.
39 Beril Dedeoğlu, Avrupa Birli ği Bütüıı leşnıe Süreci I: Tarihsel Birikimler", Beril Dedeoğlu (der.), Dünden Bugüne Avrupa Birli ği, Istanbul, Boyut Yayıncılık, 2003, s.28.
40 Çırakman, op.cit., s.31.

hazırlayan Rahip Coppin, Türklere karşı savaşta Avrupa devletlerinin bir koalisyonda
bir araya gelmelerini ve ortak bir kuvvet olu şturmalarını önermiştir. 4' 1693'de büyük
bir Avrupa Birliği'nin planlarını yapan William Penn ise, Türklerinde bu birlik
içerisinde yer alabileceklerini fakat bunun bir şarta bağl ı olduğunu bu şartın da
Türklerin dinlerini değiştirmeleri olduğunu ifade etmi ştir.42
16. ve 17. yüzyıl İspanya'smda da Türk alg ısı oldukça olumsuz biçimde ele
alınmıştır. Bu dönem içerisinde birçok İspanyol yazar, Türk'ü sistematik olarak şiddet,
kötülük ve zalimlikle kimliklendirmi ş ve Türk kelimesi her zaman olumsuz kavramlarla
beraber anılmıştır. Türkler ayrıca, siyasi düşmanlar ve din karşıtı günahkarlar olarak
tanımlanmışlard ır. Bu açıdan bu yüzyıllarda Türklere yönelik İspanyol bakış açıs ı
Habsburg ve Osmanlı İmparatorluklarının siyasi — askeri rekabeti ve mücadelesi
çerçevesinde kalm ıştır. Türkler hakk ında İspanyol metinlerinde ifade edilen ilginç bir
nokta daha vard ır. İspanyol metinlerine göre, "Büyük Türk" 43ün ilk zorbaca davran ışı
yerini sağlama alınak üzere sistemi istikrara kavu şturmak ve yönetimi sağlamlaştırmak
için uygulanan karde ş katlidir.44
Bu döneme ait bir diğer önemli eser de İngiliz yazar John Barcly'e aittir. Barcly
1631'de yazd ığı "Zihinlerin Aynas ı" adlı kitabında Avrupa'da yaşayan milletlerin
karakterlerini kendine göre iyi ve kötü yönleriyle kar şılaştırmıştır: Barcly'e göre
Fransızlar; savaşa yatkın ve cesur insanlar olmalarına rağmen bir yeri ele
geçirdiklerinde zafer sarho şluğuyla öyle kıskanç ve kibirli olurlar ki, güçleri sadece
kendilerini yok etmeye yarar. İtalyanlar ise; arkadaş canlısı olmalarına rağmen son
derece sinsi ve kincidirler. Ispanyollar; barbar bir millet olduklar ı için, son derece
mağrur, kendini beğenmiş , cahil ve kabad ırlar ifadelerini kullanm ıştır. Barcly, Türkler
için ise; "sanat ı, bilimi ve şehirleri yok eden barbarlard ır. Dinleri, kaba zihinlerini
yontmaya elvermedi ği için cahildirler" yorumunda bulunmu ştur.45
Bu dönem içerisinde de Türklerden övgüyle bahseden seyahatnamelere rastlamak
mümkündür. Henry Blunt'un 1634 tarihli seyahatnamesi bunlar ın en önemlilerindendir.
Blunt, 1634 yı lında İstanbul ve Doğu Akdeniz' e yaptığı seyahatin ardından kaleme
aldığı eserinde Türkler hakk ında şu görüşleri ortaya koymaktad ır: "Dünyamızın güney
doğusunda Türklerin yönetimi alt ındaki bölgelerde insanların yaşamları farkl ıdır.
Türkler (günümüzde) yegane modern millettir. Yeni at ıl ımlar ve işlerde büyüktürler,
onların imparatorluğu birdenbire dünyay ı istilâ etmi ştir."46

41 Halil inalcık, "Tarihte Avrupa Birliği ve Türkiye", Doğu Batı Düşünce Dergisi Vol. 8 No.31, Ankara, Felsefe Doğu Batı Yayııılan, 2005, s.72.
42 Neumann ve Welsh op. cit. s.20.
43 Burada "Büyük Türk" ten kastedilen Osmanlı Sultan' dır.
44 Femando Fernandez Lanza, "Habsburg — Osmanl ı Rekabeti Bağlamında 16. Yüzyılda Ispanya'da Türk İmajı", Özlem Kumnılar (der.), Dünyada Türk imgesi, İstanbul, Kitap Yayıııevi, 2005, s. 87 — 107.
45 Çırakman, op.cilt., s.32.
46 Gülgün Üçel — Aybet, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve insanları (1530-1699), İstanbul, İleti şim Yayınları , 2007, s.74.

Türk, özellikle de Osmanl ı imgesi 16. yüzyıl Fransız edebiyat ında sık sık
karşımıza çıkar. Bu dönem boyunca tüm yazar ve şairler, en çok da askeri ve dinsel
kavramlarla, Türklerden söz ederler. Osmanl ılar, korkunun yanı sıra merak ve cazibenin
de odağında bulunmaktadır. Ronsard, Du Bellay, Baif, Belleau gibi şairlere göre,
Osmanlı Türkü Doğuludur. Öte yandan o, onlar ın dizelerinde ancak belli belirsiz i şlenen
diğer Yakındoğu ve Ortadoğu halklarının çoğundan farklı görünür. Türk, ba ş düşman
rolü için Araplar ve diğer Müslümanlarla yarışır. Bu düşman iki bakış açısıyla ele al ınır.
ilki, bir savaşçı olarak gösterdi ği tavır ve Osmanlı devlet yönetimine özgü unsurlar,
ikincisi, onu geleneksel has ım haline getiren farkl ı bir dinsel cemaate ait olmas ı
bakımından. Ancak bu bağlamda çok daha s ık rastlanan durum, Osmanlıların tüm
Avrupa halkının düşmanı olarak gösterilmesidir 4'.
16. yüzyıldaki bir diğer ilginç saptama ise Alman dilindeki resimli bildirilerin
siyasi gerçeklik (Türk Savaş ları) ve Osmanlı karşıtı propaganda içermesidir. Bu resimli
bildiriler içerisinde Osmanl ı İmparatorluğu'nun Orta Avrupa ile olan temas ı ve çatışma
alanları ele alınmakta ve Doğu'nun Batı açısından ne ölçüde bir tehdit olduğu sorusu
ortaya at ılmaktadır." Ayrıca, 16. yüzy ıldaki "Türk sorunsalının" çeşitli siyasi ve dini
çıkar grupları tarafından bir propaganda arac ı olarak kullamlmasıyla, aslında
Osrnanlı 'mn, kilise ile devlet aras ında bir siyasi malzeme olarak kullan ıldığı da
görülmektedir.
17. yüzyıl İsveç' inde de Türkler, H ıristiyanl ığın can düşmanı olarak
görülmüşlerdir. Örneğin, Jönköping'deki Papaz Erland Dryselius'un 1694'de
yayımlanan "Luna Turcia eller Turkeske m'ane, anwijsandes lika som uti en spegel de
mohametiske vanskelige regementet, fördelter uti fyra qwarter eller böcker" (Türk ay ı,
dört bölümden oluşan ve tehlikeli Muhammedanlarm ordusuyla nas ı l başa çıkılacağını
anlatan kitap) adl ı eserinde bu konular ele al ınmıştır. Ayrıca, ülkedeki papazlarm
ayinlerinde okudukları vaazlarda Türklerin genel "gaddarl ıklarından" ve "kana
susamışlıklarından" söz edilmiş ve ele geçirdikleri yerleri nas ıl yakıp yıkıp, yerle bir
ettikleri anlatılmıştır."
17. yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı Devleti'nin 1683'teki Viyana bozgunu onun
Avrupa için askeri bir tehlike olmaktan ç ıkarmıştır. Bu gelişme ile birlikte Avrupa
aynasında "Türk" imajı biraz daha farkl ı lık arz etmiştir. İkinci Viyana kuşatmasıyla
gücünün son sınırlarına ulaşan Osmanlı için, 18. ve 19. yüzyıllar gerilemeyi ve h ızlı bir
çöküşü beraberinde getirmi ştir. Fakat Osmanl ı'nm askeri bir tehdit olmaktan ç ıkması
bile 18. ve 19. yüzyıllardaki Avrupa'daki Türk imaj ını deği ştirmeye yetmemi ştir. Bu
dönemde Türkler Avrupal ının zihninde askeri tehdit olarak de ğil "kültürel tehdit" olarak
yerlerini aldılar. Türk kelimesi "sap ık, eşcinsel, lezbiyen" gibi kavramlarla birlikte aml ır

47 Edith Mazeaud — Karagiannis, "16. Yüzy ıl Frans ız Şiirinde Türk İmajı : Ronsard, Du Bellay, Baif, Belleau", Özlem Kumrular (der.), Dünyada Türk imgesi, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2005, s. 301 — 309.
48 Uta Kural, "Imago Turci — Antiosmanische Propaganda", Spagat Mit Kopftuch: Essays Zur Deutsch-Türkischen Sommerakademie, Hamburg, Körber Stiftung, 1997, s.42.
49 Ingmar Karlsson, "Avrupa ve Türkler: Karmaşık Bir ilişki Üzerine Düşünceler", Istanbul, Homer Kitabevi, 2007, s.19.

oldu. Türk kahvehaneleri, harem gibi kurumlar, Avrupal ı larca anlaşılamayınca kolayca
sapık ilişkiler merkezi olarak görüldüler. Tüm bunlara az ınlık isyanlannın
bastınlmasında çıkan kanlı olaylar da eklenince "medeniyetsiz, vah ş i Türk" geri
dönmüş oldu. 5°
18. yüzyı l İngiliz yazarlar ından Lady Mary Montagu'nun "Brief asu dem Orient"
(Doğu'dan Mektuplar) adl ı eseri bu dönem aç ıs ından oldukça önemlidir. Lady Mary
Montagu'nun mektupları kocası Edward' ın 1716 yı lında Istanbul'a elçi olarak
görevlendirilmesi ile ba şlamaktadır. Bu görevle birlikte Lady Mary Montagu ve kocas ı
Edward, Istanbul'dan Honnover'e oradan Viyana'ya ve oradan da Istanbul'a geri
dönmüşlerdir. Mektuplarda bu döneme aittir ve Lady Montagu tarafından arkadaşlarına
yazılmıştır. Bu mektupların üç cildi 1763'de John Cleland tarafından, dördüncüsü de,
Sir Leslie Stephan tarafından yayınlanmıştır. Mektupların modern hali ise, 1931 y ılında,
Dr. Hans Heinrich Blumenthal tarafından Viyana'da yay ınlanmıştır. Lady Montagu,
farkl ı ve yabancı bir kültürü anlamaya, onlara kendi kültürü aç ısından bir anlam
vermeye çal ışmıştır. Burada "haınam" ritüeli mektuplarda ön plana ç ı kart ılmış ve
kültürel bir öğe olarak anlat ı lmaya değer bulunmuştur. Mektuplarda ayr ı ca, Yeniçeriler
ve Istanbul'da ya şayan Yahudiler ve Ermeniler üzerinde de durulmu ştur. Lady Mary
Montagu ayrıca, ilk defa Istanbul'da kar şı laştığı suçiçeği aşı sını Ingiltere'ye götürmü ş
ve aşının burada da kullan ılmas ını sağlamıştır. 5°
Bu dönemde de ayrıca, Türklere karşı Avrupa Hıristiyan birliğini oluşturma hevesi
devam etmi ştir. Bu döneme ait en dikkat çeken fikir ise Kardinal Alberoni'ye aittir.
1753'de de Ispanya'da Kardinal Alberoni "Testement Politique du Cardinal Jule
Alberoni" adlı eserinde, Türklere karşı Avrupa Hıristiyan birliğini oluşturma teklifinde
bulunmuştur. 52
18. yüzyılda Osmanl ı imgesi opera sanat ında da betimlenmi ştir. Bu döneme ait en
önemli eser W. A. Mozart' ı n "Saraydan Kız Kaçırma" operas ıdır. Saraydan Kız
Kaçırma operas ı Mozart' ın Türkiye ve Türk müzi ği ile ilgili olarak yazm ış olduğu
eserlerin en başında gelmektedir. Eser genel olarak Do ğu temas ını hissettirmeyi
amaçlamış , kabal ık, iradesizlik, erdemsizlik ve kötülük gibi özellikler Osmanl ı ve Türk
imgesiyle bağlantılandınlmıştır. 53
19. yüzyı la gelindiğinde ise Alman kad ın yazarlarından Ida von Hahn-Hahn' ın
"Orientalische Briefe" (Do ğu Mektupları ) da oldukça ilgi çekicidir. Ida von Hahn-
Hahn 1843 yı lında Doğu'ya gezilerini başlatmak için Dresden'den yola ç ıkmış , Viyana,
İ stanbul, İzmir, Rodos, Kı brıs, Beyrut, Lübnan, Kudüs ve M ısır'a gitmiştir. Ida von
Hahn-Hahn mektuplann ı kardeşine, akrabalarına ve arkadaşı Düşes Schönburg

50 Andrew Wheatcraft' ın bu yorumu için bkz. Laçi ııer.
51 Kadriye Öztürk, "Ida von Hahn-Hahn' ın "Orientalische Briefe" ve Lady Mary Montagu' ının "Briefe At ıs Dem Orient" Adl ı Eserleri ııde Doğu ile İlk Karşı laşmada Yabanc ı l ık", Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yı l: 2006, Say ı :16, Aral ı k 2006, s. 473 — 491.
52 Özkan Açıkgöz, "Avrupa Birli ği'nde Kültürel Entegrasyon ve Türkiye'nin Durt ımu", Stratejik Öngörü, Vol.1 No.1, İstanbul, TASAM Yay ınları , 2004, s. 62.
53 Elif Sanem Güleç, "W. A. Mozart' ın 'Saraydan K ız Kaç ırma' Operas ında Türk imgesi", Akademik Araştı rmalar Dergisi, 2007, Say ı : 33, s. 142-151.

Wechselburg'a yazm ıştır. Mektuplar 1844'de Berlin'de Alexander Dunckler taraf ından
yayınlanmıştır. Ida von Hahn-Hahn Istanbul'da bulundu ğu sıralarda mektuplar ında dar
sokaklardan, köpek ve e şek sürülerinden, çöplerden ve kanalizasyon sorunlanndan
bahsetmiştir. Bununla birlikte yazar Istanbul'dan Do ğu'ya açılan büyük ve sihirli bir
kapı olarak da bahsetmi ştir. Yazar Istanbul'un Do ğu — Batı arasında bir kültürel,
ekonomik, dini, sosyal ve politik köprü konumunu da ifade etmeye çal ışmıştır. Harem,
hamam kahvehane ve köle pazar ı gibi öğeler Ida von Hahn-Hahn'm kültürel ö ğelerle
ilgili saptamaland ır. 54
19. yüzyıla ait bir diğer önemli eserde Alman Mare şal Helmut von Moltke'nin
"Briefe über Zusffinde Begebenheiten in der Türkei aus den Jahren 1835 — 1389" (1835
— 1839 Yılları Arasında Türkiye'deki Durumlar ve Olgular Üzerine Mektuplar) adl ı
yapıtıdır. Moltke mektuplarında, Avrupa'daki yaşam tarzıyla kıyaslandığında
Istanbul'daki yaşam tarzını "tek biçimli, tek — düze" olarak tan ımlar. Moltke,
sokaklardaki kirlilikten, "ilginç meyvelerden" ve "lezzetli yemeklerden" söz etmi ştir.
Moltke mektuplarında, Osmanl ı devlet yönetiminde yaygın bir uygulamaya dönüşen
"rüşvet" konusuna da yer vermi ştir. Türklerin çevreye ve hayvanlara kar şı sevecen
tutumları da ayrıca mektuplarda ifade edilmi ştir. 55
Bu döneme ait son örnek ise 1854'de H ıristiyanlık açısından Türk tarihini
inceleyip yazan Irlandal ı Kardinal Newmann'a aittir. Kardinal Newmann, Türklerin
savaş gücü (zaferleri), onlar ı imanın ve uygarlığın düşmanı yaptı . Onun için Türklerle
savaşmak ve onları yok etmek zorunday ız yorumunda bulunmu ştur56 .
Yukarıdaki ifadelerden de aç ıkça anlaşılacağı üzere, tarihin ak ışı içerisinde
Türklerin Avrupa'daki imajı oldukça olumsuzdu. Fakat bunun istisnalar ı da olmuştur.
Daha öncede ifade edildi ği gibi, Osmanl ı ların zaman içinde askeri ve ekonomik alanda
zayıflaınaları onları Avrupalılann gözünde büyük bir tehdit olmaktan uzakla ştırarak,
dönemin konjöktörüne göre zaman zaman zay ıf bir düşman, zaman zamanda zay ıf bir
müttefik olarak görülmelerine neden olmu ştur. Bunun ilk örneği ise Türklerin Avrupal ı
kimliğinin onaylanmas ıyla sonuçlanan 1854 Kırım Savaşı ve sonrasında imzalanan
1856 Paris Antlaşmasıdır. Bu savaşta İngiliz ve Fransızlar diğer Avrupalı güçlerle
birlikte Ruslara karşı Osmanlıyı desteklemişlerdir. Bu antlaşmanın imzalatımasıyla
birlikte, Osmanl ı imparatorluğu, Avrupa devletler toplulu ğunun eşit bir üyesi olarak
Avrupalı devletler tarafından kabul edilmi ştir.' Fakat gerek bu destek gerekse de
imzalanan antlaşma Türkiye'nin Avrupalıl ığını sonsuza dek onay ı anlamına gelmiyordu.
Bu istisnalara verilecek ikinci örnek ise I. Elizabeth dönemi İngiliz eserleridir. Bu
dönemdeki bazı İngiliz eserlerinde, günlük ve seyahatnameler gibi, Türklere kar şı daha
yumuşak ve daha hoşgörülü bir yaklaşım bulunmaktad ır. Bunun en önemli sebebi ise,

54 Oztürk, op.cit., . s. 484 — 486.
55 Kula, op.cit., 2006, s. 265 — 266.
56 Bozkurt Güvenç, "Kimlik, imaj ve Türk Iman", Özlem Kumrular (der.), Dünyada Türk imgesi, İ stanbul, Kitap Yay ınevi, 2005, s. 173-178.
57 Hüner Tuncer, Doğu Sorunu ve Büyük Güçler (1853 = 1878) Osmanlı'nın Kader Yılları, Ankara, Ümit Yayıncılık, 2003, s.70.

Osmanlı ların düşmanı olan İspanya ve Fransa gibi Katolik ülkelerin İngiltere'ye rakip
olmalandır. Buna ek olarak, Akdeniz ticaretinden pay sahibi olmak isteyen İngiltere,
Venedik ve Ceneviz gibi Italyan kent devletleriyle mücadele içerisindeydi ve bu
anlamda Osmanlılar ile iyi geçinmeye dikkat etmekteydi. İngiltere, Osmanlılar',
"düşmanımın düşmanı" yani doğal müttefik olarak alg ılamaktaydı . sg
Bahsettiğimiz bu iki örnekten de anlaşı lacağı gibi, Türklerin baz ı dönemler
içerisindeki olumlu algılanmaları onun tabiat ındaki değişmelerden veya Avrupal ı
devletlerin onun imaj ı veya kimliği hakkındaki düşüncelerinin olumlu yönde
değişmelerinden değil tamamı ile Avrupa güç dengesinin gereklerinden
kaynaklanmıştır.
Modern dönemde Avrupa kimliğinin ortaya ç ıkışında üzerinde durulmas ı gereken
bir diğer hadise de Avrupa'n ın denizaşırı yayı lmas ıdır. Avrupa'n ın okyanusa doğru
genişlemesi, nihayetinde Avrupa'n ın küresel bir etkiye sahip olmas ına neden olurken,
bu olay ayn ı zamanda Avrupa kimliğini ve bilincini de derinden etkilemiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'nın en önemli "ötekisi" olması tabiidir.
Imparatorluk, kurulu şunun hemen ard ından Avrupa'ya yay ılmış , uzun yüzy ıllar Avrupa
coğrafyas ında hâkim olmuştur. Öyle ki 20. yüzy ıla bile gelindi ğinde Avrupa'nın dörtte
biri Osmanlı nüfuzunun alt ındadır. Yüzyıllar süren bu fiziksel varl ığın siyasi, toplumsal
ve kültürel etkisinin olmas ı ise gayet doğaldır. Birbiri ile hep mücadele içinde olan
Avrupalılar, Osmanlı'ınn doğudaki varl ığı ve baskısı sayesinde birlik ve bütünlük
düşüncesine ve bilincine sahip olmu şlard ır. 59
Sonuç olarak, Avrupa, Yunan ve Roma medeniyetleri, kültür ve din olarak
Hıristiyanl ık, Reformasyon, Rönesans, Ayd ınlanma, Fransız ve Sanayi devrimlerinin
üretti ği değerler üzerine kurulmuş olmasına karşın bu değerleri bir araya getiren ve
Avrupalılar' bu değerler çerçevesinde birle ştiren en önemli faktör d ışsaldı . Avrupa
kimliğinin ve medeniyetinin oluşumunda bu rolü Türkler üstlenmi şlerdir. Avrupa'nın
kültürel bir birim olarak meydana gelmesinde İslam - Hı ristiyanl ık çat ışması önemli bir
rol oynamıştır. Hatta Avrupa merkezli dünya görü şünün oluşması da bu çatışmadan
doğmuştur. Türk varl ığı, Hıristiyan Avrupal ı ların ortak düşmana karşı birleşmelerinin
yanında Avrupalıların Avrupa çerçevesinde ortak bir kimlik bilinci te şkil etmelerini
sağlamıştır.

Bütün Bir Avrupa Kimliği
Türklere ve Türkiye'ye kar şı olumsuz algı lamaların temelinde şüphesiz dinin
yanında, pratikte Osmanl ı ların Avrupa aleyhine yay ı lması ve Türklerin 18. yüzy ı l ın
sonuna kadar Avrupa'n ın en önemli güçlerinden birisi olması da yatar. Türkler
Avrupa'nın gördüğü en büyük tehdit olarak alg ılan ır. Nilgün Tutal' ın da ifade ettiği
üzere, günümüzde bile halen bazı Avrupa çevrelerinde "bugünün Türkiye'si ya Osmanl ı
İmparatorlu ğu'nun egzotikle ştirilmiş geçmişine bağl ı çekiciliğin ya da aynı

58 Güvenç, 1996, op.cit., s.300.
59 Nuri A. Yurdusev, "Avrupa Kimli ği'nin Oluşumu ve Türk Kimliği", Atilla Eralp (der.), Türkiye ve Avrupa, Ankara, İmge Kitabevi, 1997, s. 61.

imparatorluğun Avrupa'ya meydan okuyuşçusunun mirasçısı olarak hatırlanmaktadır.
Avrupa kolektif bilincinde, Türk, cezbedici ve barbar Do ğulu figürüyle
bağlantılandırılmaktadır".6° Yine günümüz itibariyle, Türkiye'nin 14 Nisan 1987
tarihinde AB'ne tam üyelik ba şvurusunda bulunmas ıyla birlikte içinde Müslüman bir
ülkenin de yer alabilece ği bir AB olası l ığı, yukarıda anlat ı lanlardan da anlaşılacağı gibi,
Avrupa'nın İslâm hakkındaki yerle şik ve kökleri çok derinlere giden kayg ı ve
korkularının da tekrardan su yüzüne ç ıkmasına neden olmuştur."
Netice itibariyle, bu değerlendirmeler Türkiye'nin kimlik ve kültür de ğerleriyle
Avrupal ıların kimlik ve kültür değerleriyle farkl ı olması uzlaşmaz oldukları sonucunu
doğurmaz. Türk ve Avrupal ı kimlikleri birbirlerinin "olu şturucu ötekileridir". 62 Zira
Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa topraklarında altı asırlık hakimiyeti olmuş ve
Avrupa medeniyeti, bu aç ıdan, Aydınlanma, Rönesans ve Reformasyon hareketlerinin
dinamiklerini ve yönelimlerini önemli ölçüde Do ğu ve İslam mirası na borçludurlar.
Bunun ötesinde, Türkler güçlü bir tehdit unsuru olarak Avrupa'da haçl ı seferlerini
hazırlayan siyasi ve toplumsal birlikteliklerinin olu şmasında etkili bir rolde üstlenmi ştir.
Bu seferler esnas ında Avrupalı lar Doğu medeniyetini tamm ışlar, ondan etkilenmi ş ler ve
Doğu'nun kültürel birikimlerini çeviri yoluyla kendilerine mâl etmi şlerdir.°
Bütün bir Avrupa kimli ğinin varlığı Avrupa içindeki farkl ılıkları ve diğer yerel
kimlikleri yok etmedi ğine göre, Türkiye ile Avrupa'nın beraber olmas ı farkl ılıkların yok
olmasını gerektirmez. Bilakis, farkl ı kimlikler birbirlerini zenginleştirmektedirler. Farkl ı
kimlikleri koruyan ve sayg ı gösteren bir yaşam biçimi ya da bir arada yaşama isteği ise
herkesin ç ı karına olacağı muhakkaktır.
11 Eylül 2001 sonrasında başlayan ve halen devam eden uygarl ıklar çatışması gibi
olguların tart ışı ldığı günümüz ortamında Türk ve Avrupal ı kimliğinin bir arada var
olması kaçını lmaz bir tarihi fırsattır." Aynı zamanda, Avrupa Birliği'nin iki lokomotif
ülkesi Almanya ve Fransa birbirlerine olan kinlerini zaman ında Avrupa Kömür ve Çelik
Topluluğu Antlaşması ile yok etmi şler ve kader birliğine gitmiş ler ise art ık Türk ve
Avrupa kimlikleri de aynı kader birliği içerisinde yer almal ıdırlar.
Günümüzde halen AB üyesi ülkelerin liderlerinden, Sarkozy ve Merkel gibi,
Hıristiyan demokratlar, AB'ni bir H ıristiyan kulübü olarak tan ımlamaktadırlar ve

60 Nilgün Tutal, "Doğu ve Amerika Aras ında Avrupa", Doğu Batı Düşünce Dergisi Vol.6 No.23, Ankara, 2003, s.169.
61 Meyda Yeğenoğlu, Avrupa Kimliğ inin ideolojik Arkaplan ı", Doğu Batı Düşünce Dergisi Vol.8 No.31, Ankara, Doğu Batı Yayı nları, 2005, s.89.
62 Hüseyin İnaç, "Avrupa Birliği Entegrasyonu Sürecinde Türkiye'nin Kimlik Problemleri", Doğu Batı Düşünce Dergisi, Vol.6 No.23, 2003, s. 189.
63 Ibid., s.190.
64 Çiğdem Nas, "Intercultural Dialogue Betwee ıı Civilizations: T ıırkey As A 'Bridge'? ", Nanette Neuwahl - Haluk Kabaalio ğlu (Edit.), European Union and Turkey: Reflections on the Prospects for Membership, TUNAECS-Turkish Universities Association for European Community Studies Publication No:2, 2006, s. 157-181.

Türkiye'nin Müslüman kimliğinden dolayı üyeliğ ine karşı çıkmaktadırlar. Hatta bu
düşüncelerini açıkça dile getirmeyip; dileklerini siyasal, ekonomik gibi alanlara
yansıtmaktadırlar. Ayrıca, Avusturya ve Fransa'dan da yine ayn ı düşünce doğrultusunda
Türkiye'nin üyeli ğine karşı çıkan gruplar bulunmaktad ır.
Türkiye'nin AB üyeliğine karşı en büyük endişe onun kültürü ve dininden
kaynaklanıyor düşüncesi Avrupa'daki bazı siyasi partilerin ifadelerinde somutlaşıyor
olması gerçekten kayg ı verici bir durumdur. Bu tür dü şünce tarzı, Avrupa'nın
benimsediği ve özümsediği çok kültürlü düşünce anlayışına ters düşmekte ve tüm
dünyaya ihraç etmi ş olduğu Rönesans idealleri ile de aç ıkça çeli şmektedir. Bu
çerçevede Frans ız devlet adam ı Dominique De Villepin'in sözlerine yer vermek yerinde
olacaktı r:
"Avrupa aslında bir dinsel alan değildir. Aksine, bir değerler bütünüdür ki bu
değerlerden biri de dünyevi i şlerle dinsel sorunların birbirinden ayrılması gereğini
vazeder. Özgürlüklerin savunusu, ban şın korunması yolunda sars ılmaz irade, hak
eş itliğinin tanınması ; bütün bunlar farkl ı Avrupa halklarını birleştiren karakteristik
göstergelerdir. Bir devlet bu bütüne kat ılmak istediğinde, bizim gözümüzde ölçü, onun
dinsel kimliği değil, bu değerleri içselle ştirme yetisi olmal ıdır."65
Bu çerçevede, Avrupa Birli ği'nin içinden henüz kurtulamad ığı ve zaman zaman
tehdit edici boyutlara ulaşan birtakım akımlardan ve "Hıristiyan Kulübü"
nitelendirmesinden kurtulmas ında, nüfusunun çok büyük ço ğunluğunun Müslümanların
oluşturduğu dünyadaki tek laik, demokratik, modern ve serbest piyasa ekonomisi
uygulayan Türkiye'nin tam üyeli ği önemli bir rol oynayacakt ır.66 Ayrıca, Türkiye'nin
Avrupa Birliği'ne girmesi, Birliğin demokrasi, hukukun üstünlüğü, özgürlük ve insan
haklarına saygı gibi ortak değerlere dayal ı, çeş itlilikten güç kazanan, d ışlayıcı olmayan
ve başka dinlere ve kültürlere de ho şgörülü bir topluluk olduğunun ispatı olacaktır.
Kuruluşundan bu yana tek bir kültür modeli üzerine kurulu olmad ığını her
durumda ifade eden Avrupa Birli ği'nin Türkiye gibi kendi içinde geni ş bir sosyo —
kültürel zenginliğe sahip bir ülkeyi tam üye olarak almas ı, bu iddiasını kanıtlamak
içinde bir olanak sa ğlayacaktır. Esasen, Türkiye'nin farkl ı kültürü ve dini Avrupa
Birliği'nin yararlanabileceği bir güç te şkil etmektedir.
Ayrıca, Türkiye'yi AB'ye alarak Birli ğin sınırlarının Ortadoğu'ya kadar
genişlemesinden ve İran, Irak ve Suriye gibi sorunlu ülkelerden AB'ye mülteci ak ını
olacağı gibi endişelerde yine ayn ı çevrelerce payla şılmaktadır. Bu endişelerin de çoğu
geçersiz ve mant ıksızdır. Ne var ki, böyle bir dü şünce tarz ı AB'nin Genişlemeden

65 Jorge Semprun ve Dominique De Villepin, Avrupa insanı , çev. Aydın Cıngı , İstanbul, Agorakitaplığı, 2006, s. 41.
66 İktisadi Kalk ınma Vakfı , Türkiye'nin Tam Üyeli ğinin Avrupa Birliği'ne ve Türkiye'ye
Katkıları , İstanbul, İktisadi Kalk ınma Vakfı Yayınları no:168, 2002, s.32
67 Nedret Kuran-Burço ğlu, "Social And Culural Aspects of Turkey's lntegration To The EU", Haluk Kabaalioğlu, Muzaffer Dartan,M.Sait Akman, Çi ğdem Nas (Edit.), Europeanisation of South-Eastern Europe: Domestic Impacts of the Accession Process", Marmara University European Community Institute Publication No: l 2, 2005, s. 175-181

Sorumlu Üyesi 011i Rehn'in de ifade etti ği gibi, AB'nin zaten orada bulunduğu
gerçeğini gözden kaç ırmaktadır. Üstelik Türkiye'nin Ortadoğu'daki rolü yine Rehn'in
söylediği gibi olumsuz değil, aksine oldukça olumludur." Türkiye'nin Avrupa
Birliği'ne tam üyeliği, Avrupa Birliği'nin dış layı cı bir Batı kulübü olmadığı
ispatlamas ını sağlayarak, Yak ın ve Ortadoğu ülkelerinin Avrupa Birliği'ne duydukları
güvenin artmasını sağlayacak ve iki farkl ı kültür aras ındaki yakınlaşmaya fevkalade
olumlu etkide bulunacaktır. Aynı zamanda, Türkiye'nin Avrupa Birli ği tam üyeliği
Avrupa Birliği'nin Yakın ve Ortadoğu'daki etkin Amerikan politikas ına alternatif ya da
tamamlayıcı politikalar oluşturmasına yardımcı olacaktır. Esasen güvenlik aç ıs ından da
Türkiye'yi önemli bir ortak yapan zaten bu unsurlard ır.
Türkiye, Batı ve Doğu'nun tam ortasında yer almaktadır. Coğrafi aç ıdan Türkiye
hem Avrupa hem Ortadoğu'dadır; manevi açıdan ise Türkiye, Bat ı demokrasisini ve
İslam kültür ve geleneklerini benimsemektedir. Türkiye, İslam ve demokrasinin
bağdaşabildiğine dair bir örnek te şkil etmektedir. Türkiye'nin en önemli özelliklerinden
biri de, Batının temel tarihsel, kültürel, ekonomik birikimlerini Do ğu eksenine
bağlayabilecek nüfusunun büyük ço ğunluğu Müslüman tek laik devlet olmas ıdır.
Avrupa Birliği Türkiye'yi AB'ye alarak İslam dünyası ile AB arasında diplomatik bir
köprü oluşturup, Ortadoğu'ya yönelik AB politikalann ı daha da etkili hale getirmi ş
olacaktır.
Türkiye'nin reddedilmesi, ileride belki de Türkiye'nin Arap dünyas ına
yönelmesine ve Avrupa'nın demokratik değerlerine s ırtını dönmesine, aynca Bat ı ve
Doğu arasında gerginli ğin tırmanmasına yol açabilecektir. Kültürel ve dini aç ılardan
Türkiye'nin diğer Avrupa ülkelerinden farkl ı olması Türkiye'nin reddedilmesine neden
olmamalıdır. Ayrıca, herhangi bir dine aidiyet AB geni şlemesi bağlamında argüman
olarak kullanılmamal ıdır. Avrupa Birli ğ i, kendi geleceğine bakışını artık din ve ırk
tartışmalarından arındı rılmış bir bakış temeline dayand ırmalıdır.
Avrupalı olmanın artık sadece Avrupa'da dünyaya gelmekle
nitelendirilemeyeceğinin anlaşılması, kültürel çeş itliliğin ve kültürleraras ıcılığın giderek
önem kazand ığı günümüz dünyasında bu kültürel çe ş itlilikler ve kültürleraras ıl ıklar
aras ındaki diyaloga i şaret etmek çok büyük bir önem te şkil etmektedir. İşte bu
çerçevede, Avrupa Birli ği farkl ı kültürler arasındaki diyalogu genişletmeli ve
ilerletmelidir. Eğer Avrupa Birliği kendi varlığını çok daha uzun yı llara taşımak
amacında ise, Birliği kapal ı kapılar ardına kilitlememeli ve d ışlayıcı tutumlar içerisinde
bulunmamal ıdır. Bilakis, bu davranışların kendi evrensel değerleri çerçevesinde öteki
olarak nitelendirdi ği değerlerle kendisini her zaman yeniden olu şturmanın yollarını
aramalıdır.69
Türkiye'nin Avrupa Birli ği'ne tam üye olup olmamas ı Avrupa Birliği'nin
kendisini tanımlaması anlamına da gelecektir. Yüzy ıllardır kendisiyle ilişki içinde olan

68 0lli Rehn, Avrupa'nın Gelecek Sınırları, Istanbul, 1001 Kitap Yayınları , 2007, s. 171.
69 Betül Çotuksöken, "Avrupa: Öznenin Doğum Yeri", Doğu Batı Düşünce Dergisi Vol.4 No.I4, Ankara, Felsefe Sanat ve Kültür Yay ınları, 2001, s. 51.

ve gerekli kriterleri son y ıllarda süratle yerine getirmi ş olan Türkiye Cumhuriyeti'nin
Avrupa Birliği'ne al ınmaması ister istemez ba şka sorunların mevcut olduğunu akıllara
getirecektir. Böyle bir tercih ise, Avrupa Birli ği'nin çokkültürlülük iddias ının boşa
çıkmasına yol açacaktır. Çokkültürlülüğü, çok dinliliği ve bunların uyumundan söz eden
bir kulübün pratikte bunu hiçe saymas ı o kulübün inandıncı l ığına, samimiyetliğine ve
güvenirliliğine çok büyük zarar verecektir.

Sonuç
Hıristiyanl ığın tarihsel geli ş iminin temel belirleyicisi olan konsiller, mesela Iznik
(325, 787), İstanbul (382, 553, 680), Efes (431) konsilleri Anadolu'da gerçekleşmiştir.-°
ı llarında Macaristan'dan, 1394 y ı lında Fransa'dan, 1420 y ı l ında 1376 ve 1 527 y
Venedik'ten, 1492 y ı l ında Ispanya'dan, 1497 tarihinde Portekiz'den, 1537 y ı lında
italya'dan,' 1542 yıl ında Bohemya'dan, 1648 — 1660 tarihleri aras ında Polonya ve
Ukrayna'dan, 1877 yı l ında Kafkasya'dan, 1891, 1894 ve 1917 y ıllarında Rusya'dan ve
1933 yılında Almanya'dan koyulan veya göç etmek zorunda b ırakılan Yahudilere
sığınma hakkı çağrı sında bulunan Osmanlı imparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti de ğil
midir?-2 1324 yılında Bizans yönetimi alt ında ezilen Yahudi toplumuna bir te şvik olarak
Anadolu'da ilk Sinagog'u yapt ıran Sultan Orhan Gazi de ğil midir? Yaklaşık 2000 yı l
önce Roma zulmünden kaçan ilk H ıristiyanlar, bu topraklardaki Kapadokya
mağaralanna s ığınmamışlar mıdı r? Bugün sadece AB'nin de ğil tüm dünyan ın ihtiyacı
olan bir medeniyetin, dinin di ğer medeniyetlere, dinlere ho şgörüsü değ il midir? Sadece
AB'nin değil tüm yeryüzünün ihtiyac ı olan karşıl ıkl ı anlay ış ve barış değil midir?
AB'nin özellikle Bat ı Avrupa'nın "Türkler" ve "Türkiye" s ınav ı işte bu aşamada
çok büyük bir önem kazanmaktad ır. Eğer bu sınav baş arı lı bir biçimde verilir ise,
insanl ık için yeni bir dönemin başlangıc ından da söz edilebilecek; geçmi şte birbirleriyle
çatışır görünse de asl ında birbirlerine çok şeyler kalm ış olan farkl ı uygarl ıkların,
birbirlerini tamamlayarak yeni bir anlay ışa doğru gidildiğ i görülecektir.
Sonuç olarak, şu an iki farkl ı kültürün bir araya gelebileceği tek platform olarak
görünen Avrupa Birli ği, hem Hıristiyanl ığı hem de Müslümanlığı aynı birlik içerisinde
bir araya getirip, amac ını ve değerlerini de farkl ı l ıklarla ortak yaşam, hoşgörü,
çokkültürlülük kavramlanyla temellendirilebilir ise bundan sadece Avrupa k ıtas ı değil
tüm dünya da çok olumlu şekilde etkilenecektir.
Genelde Hıristiyan Müslüman, özelde ise Avrupal ı ve Türk kimliklerinin bir araya
getirilmesi kaçınlmaması gereken tarihi bir fırsatt ır. Dini bir farkl ı l ık Avrupa'ya güç
kalacaktır. Ortaya ç ıkacak bu güç ile de Avrupa, 'Medeniyetler Çat ışması 'nın
insanl ığın kaçınılmaz kaderi olmad ığı fikrini çok kuvvetli bir şekilde savunabilecektir.

70 Kula, 2006, op.cit., s. 111.
71 Portekiz, İspanya ve Italya'dan göçmek zorunda kalan Yahudiler: Selanik, Istanbul, Izmir ve diğer Osmanlı şehirlerine yerleştirilmişler ve bu Yahudilere Sefaridi denilmiştir.
72 Ali Arslan, Avrupa'dan Türkiye:1;e İkinci Yahudi Göçü, Istanbul, Truva Yay ı nları , 2006, s.31-78.


herşeyin_hayırlısi
Müsteşar Yardımcısı
14 Nisan 2013 23:18

gazneli mahmudu tercih ederim çağrı beye......

17 Nisan 2013 21:22

Anadolu'da M.Ö. 700'de Türk İzleri

ERZURUM Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Alparslan Ceylan, 10 yılda hazırladığı ‘Doğu Anadolu Araştırmaları’ adlı kitabında, Türkler'in M.Ö. 700'li yılların başında Kars’ın Kağızman İlçesi'nde yaşadığını iddia etti. Prof. Dr. Ceylan, Türkler'in Anadolu'ya ilk gelişlerinin 1071 olmadığını belgelerle ortaya çıkardıklarını söyledi.
Türklerin Anadolu’ya gelişiyle ilgili olarak bugüne kadar geniş kapsamlı bir çalışma yapılmadığını belirten Prof. Dr. Alparslan Ceylan, Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle hazırladığı ‘Doğu Anadolu Araştırmaları’ kitabının tarihe ışık tutacağını söyledi. Erzurum, Erzincan, Kars ve Iğdır’da 10 yıldır yaptıkları kazı ve araştırmalar sonunda Anadolu tarihi ile ilgili önemli bilgilere ulaştıklarını anlatan Prof. Dr. Ceylan, sadece Erzincan ve çevresinde 100’e yakın tarihi ve arkeolojik yerleşme yeri tespit ettiklerini kaydetti.
Araştırma kapsamında Kars’ın Kağızman İlçesi'ne bağlı Şaban Köyü yakınlarındaki Geyiklitepe’de bulunan kaya panolarını ve runik harflerini okuduklarını vurgulayan Prof. Dr. Ceylan, bunun sonucunda Türkler'in Anadolu’ya giriş tarihinin 1071 yılındaki Malazgirt Zaferi’nden önce olduğunu belirlediklerini ileri sürdü. Panolarda dağ keçisi, ceylan, geyik, at, deve, köpek, tilki, kuşlar ve tuzak sahnelerinin bulunduğunu dile getiren Prof. Dr. Ceylan, Türk tarihi açısından önemli olan hayat ağacı ve runik harflerinin Anadolu’ya ilk gelen Türk boylarına ait olduğunu düşündüklerini belirtti.

TÜRK İZLERİ KİTAPLAŞACAK

Bölgedeki araştırmalar sonunda Türkler'in Anadolu’ya ayak basışıyla ilgili olarak ‘Doğu Anadolu’da erken dönem Türk izleri’ konulu bir kitap hazırlayacağını da belirten Prof. Dr. Alparslan Ceylan, şöyle dedi:
“Doğu Anadolu’nun tarihi ve arkeolojisi bakımından detaylı bilgiye sahip değildik. Sadece yazılı kaynaklarda geçen bilgilerle yetiniyorduk. 10 yıl önce Kültür Bakanlığı’nın desteğini alarak bu araştırmayı başlattık. Bir dizi kazı ve çalışmalarımızın en önemli sonuçlarından birisi Anadolu’ya Türkler'in geliş tarihinin 1071 olmadığının belirlenmesiydi. Bununla ilgili daha önce birçok bilim adamı ortaya iddialar atmıştı. Ancak biz Türkiye’de ilk kez Türk tarihinin Anadolu’da var olduğunu belgeleriyle ortaya koyduk. Okuduğumuz runik harfleri ve kaya panolarında Türkler'in M.Ö. 700’lü yıllarda Kars bölgesinde yerleşim kurduğunu tespit ettik. Bu çok önemli bir bilgi. Bunun yanında yüzyıllardır tartışılan Kıpçak Türkleri'nin varlığıyla ilgili yeni bilgiler edindik.”
Erzurum’un Oltu ve Tortum İlçeleri'nde çok sayıda koyun- koç heykelleri bulduklarını söyleyen Prof. Dr. Ceylan sözlerini şöyle sürdürdü:
“Bunlar Kıpçak Türkleri’nden kalma eserler ve bölgede çok sayıda daha var. Kıpçaklar, Oltu, Tortum, Narman bölgelerine yerleşmiş, Anadolu’ya Hıristiyan olarak gelmişler. Sonradan Müslüman olmuşlar. Ama Gürcistan’daki Kıpçakları Hıristiyan oldukları için kabul etmemişiz. Bunun yanında Iğdır’da erken demir çağına ait bulgular, Ağrı’da bir Urartu yazıtı bulduk. Bu 3 bin yıllık yazıtı bilim dünyasına kazandırdığımız için çok mutluyuz. Ayrıca Kars Müzesi’ne verdiğimiz ilk tunç ve erken demir çağına ait bir çömlek var. Bu da çok önemli eserlerinden birisi.”

Rakamlarla araştırma
DOĞU Anadolu Araştırmaları kitabı, Erzurum, Erzincan, Kars ve Iğdır ile 36 ilçe ve 2 bin 114 köyde gerçekleştirilen tarihi ve arkeolojik araştırmalar sonucunda hazırlandı. Prof. Dr. Alparslan Ceylan ve 20’ye yakın bilim adamı 50 bin 784 kilometrekarelik alanda tarama yaptı. 365 sayfalık kitap için yaklaşık 300 bin kilometre yol katedilirken, 325 bin 783 kare fotoğraf, 5 bin 800 slayt, 800 gigabayt video görüntüsü çekildi. Ayrıca bin 86 mimari, 9 bin 823 materyal çizimi gerçekleştirildi. Araştırmanın verileri çok sayıda bilimsel çalışmaya da temel oldu. Elde edilen verilerden 11 yüksek lisans, 4 doktora, 5 kitap ve 63 makale hazırlandı. Ayrıca ekip üyeleri 35 sempozyuma katıldı ve 102 konferans verdi.

http://www.milliyet.com.tr/default.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1018097

26 Nisan 2013 22:25

PEYAMİ SAFA'DAN IRKÇI MIYIZ, MİLLİYETÇİ Mİ?

3 Mayıs 1961, Düşünen Adam

Bize saldırmak için, kendilerine muarız olmamızdan başka hiç bir sebep ve delil bulamayanlar, arada bir ırkçı olduğumuzu ileri sürerler. Irkçı mıyız, milliyetçi mi? Eğer ırkçılıktan ve milliyetçilikten, bütün öteki ırkların ve milletlerin varlıklarını, hatta onlara has kaliteleri inkar manası çıkarılıyorsa, ne biriyiz, ne de öteki. Bu dar mânasıyle ırkçı ve milliyetçi olmaktan çok uzağız. Ayrıca ırkın vasıflarını yalnız damarlarda arayan Biyolojik ırkçılık ilme ne kadar aykırı ise, bize de o kadar yabancıdır. Fakat bir milleti millet yapan çoğunluk unsurlar arasındaki ırkî cevherinin rolünü kabul etmek lâzım geliyorsa, bunu asla reddetmiş ve edecek değiliz. Her Fransız çoğunluğunda bir Latin, her Alman çoğunluğunda bir Cermen soyu bulunduğunu ve bu iki milletin tarihinde bu soy şuurunun oynadığı büyük rolü kim inkar edebilir? Bütün milletlerde ayni gerçeği görüyoruz. Gobineau'nun teorisi meşhurdur: «Irkların eşitsizliği üzerine deneme» adındaki eserinde, bu yazar, siyasi hastalıkların, ihtilallerin, hatta kaybedilmiş harplerin, milli felaketlerin derin ve esaslı sebepler olmadığını, bu felaketlerin daha devamlı, fakat göze daha az çarpan bir fenomenden ileri geldiğini anlatır: Irkın «soysuzlaşma»sı... Gobineau'ya göre, dünyanın en iyi idare edilen milleti, eğer bu iç dağılma haline düşmüşse, ölümden kurtulamaz. Bunun iki misalinden biri, istilaya uğradıkları halde ırki vasıflarını muhafaza ettikleri için ölmeyen Hintliler, öteki de Çinlilerdir. Bu­na mukabil «Kavmî cevherlerini tüketen» eski Romalılar ve Grekler tarih sahnesinden çekilip gitmişlerdir. Gaubineau'nun «kavmî» prensip veya cevher dediği şey, bizce ırki olmaktan ziyade milli cevherdir. «Millet» kavramını vücuda getiren şey, biyolojik olmaktan, kana ve ırka dayanmaktan ziyade, çoğunluğu vücuda getiren unsurlar arasında, ırk da dahil, tarih, dil, kültür ve din birliğinin de bulunmasıdır. Bir millet, yalnız hayatta bulunan insanlardan değil, ölülerinden ve doğacak çocuklarından da mürekkeptir. Türk milleti atalarından, torunlarımızdan ve bugün hayatta olanlardan mürekkep ma­nevi bir bütün teşkil eder. Her canlı varlık gibi üçzamana mensuptur ve biyolojik temelleri olduğu gibi manevî bir yapısı da vardır. Bir milleti yok etmek isterseniz, askeri istilaya lüzum yoktur. Ona tarihini unutturmak, dilini bozmak, dininden soğutmak ve dolayısıyla manevi değerlerini, ahlakını soysuzlaştırmak kafidir. Komünistlerin ve yardakçılarının bütün gayretleri de bu neticeyi elde etmek içindir. Milli varlığımızın köklerini kemiren düşman ideolojilere karşı tek müdafaamız, bu manada milliyetçilik olduğu için milliyetçiyiz. Fakat başka milletleri de içine alan milletlerarası ahengi reddeden, kapalı ve dar kafalı bir milliyetçilik, bizim daima tenkitlerimize ve hücumlarımıza uğramış ve uğrayacaktır.

Bir millet, milli şahsiyetine sahip olduğu nispette milletlerarası ailede itibar sahibi olur ve silik bir varlık olmaktan kurtulur. Dar mânasıyla ırkçı olmadığımız için, ayni prensipler ve haklar içinde başka milletlerin, gizli veya aşikar ırkçılıklarına da düşmanız. Biz Yahudi veya Slav ırkçılığını da hoş göremeyiz. Kendi ırkçılıklarını muhafaza edip, bizim milliyetçiliğimizi hoş görmeyenler, bizi milli intihara sevk etmek isteyenlerdir. Eğer bunlara bütün enerjimizle «Hayır!» diyorsak, bu sofu bir milliyetçi olduğumuz için değil, milli varlığımızı muhafaza etmek içindir.

Türk gençliğini de bunun için milliyetçi olmaya çağırıyoruz. Bu şuura sahip olmayan gazetelerin ve yazarların Atatürkçülüğüne de aldanmayalım. Bunlar Türkçü olmadıkları için hiç bir zaman samimi bir Atatürkçü de olamamışlardır.

http://www.turkocagi.org.tr/exweb/modules.php?name=Izbirakanlar&file=print&pid=37

26 Nisan 2013 22:28

‘Yavuz ırkçı’ ev sahibini bastırıyor!

Varlığı, fetihler ve dolayısıyla başka kavimlerle temasla geçen Türk milletinin başka toplulukları izole edeceği ‘getto’ ları hiç olmadı... Zamanında o küçük sömürgeci Belçika’ya verilen Ruanda’daki gibi ırmaklarımızdan insan ölüleri akmadı...
Başka devletlerin kimlik bile vermediği, insan yerine koymadığı kavimlere biz ‘Paşa’lıklar verdik... Kılıcımızın en keskin olduğu zamanda bile ‘adalet’ten ayrılmadık... Hiç gaz odalarımız olmadı; ‘saf ırk yaratacağız’ diye insanların gözlerine şırıngayla ilaç vererek, onları mavi gözlü yapmaya çalışan Doktor Mengelelerimiz de...
‘Neslin sağlıklı devamı’ için hasta, sakat ve zayıfların öldürülmesi gerektiğini savunan filozof ve bilim adamları yetiştirmedik, Batılılar gibi... Amerika kıtasını ‘keşfettikten’ sonra yaptıkları katliamları ‘onların insan bile sayılamayacak kadar ilkel’ oldukları gerekçesine sığdıracak çapta aşağılık tecrübemiz hiç olmadı...
Azteklerin, Mayaların, İnkaların mirası nerede? Kızılderililere ne oldu? Brezilya haricinde, Meksika’dan Arjantin’in güney ucunu kadar Orta ve Güney Amerika neden İspanyolca konuşur? Bu dilin fonetik yapısına bayıldıkları için mi? Ya da 190 milyonluk koca Brezilya, neden eskinin namlı sömürgecilerinden 10 milyonluk Portekiz’in dilini konuşur?
Fatih Sultan Mehmet bütün Haçlı tarihi boyunca eşine rastlanamayacak Bosna Kanunnâmesi’ni çıkardığı devirde, Batı’nın sömürgecilik ve ırkçılık ruhu pusuda baş kaldırmayı bekliyordu... Biz ise nizam-ı âlem derdindeydik... Önceliğimiz her şart altında ‘adalet’ti...
Aman dileyene hiç vurmadık, yardım isteyen bütün mazlumlara elimizi uzattık... Bazen de “Yarın canımıza batar mı, batmaz mı” diye hesaplamadan ‘kıymık’ları kucağımızda taşıdık... Öyle komplekssiz ve rahattık ki, fethettiğimiz şehirlerin isimlerini bile değiştirmedik... Cami, köprü, kervansaray yaptık ama kale yapma ihtiyacı pek hissetmedik...
En acımasız, en vahşi saldırı altındayken bile ‘biz’ kalmayı becerdik... Biz Çanakkale’de düşmanımıza su verirken, savaşta esirlere ve sivillere nasıl davranılacağını kurallara bağlayan Cenevre Sözleşmesi’nin imzalanmasına daha 35 yıl vardı...
Önceki yüzyılın başında coğrafyasının her tarafında yangınlar çıkarılırken, o yangınları bir mezalime çeviren etnik unsurların İstanbul’daki soydaşlarından intikam almayı aklımızdan bile geçirmedik, ne Ermeni’den, ne Bulgar’dan, ne Rum’dan...
Sefarad Yahudilerine İspanya dar edilirken de biz vardık el uzatan, 1991 Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin’den kaçan Kürtleri topraklarında misafir edip, ekmek paylaşırken de... Şu çağda bile Güney Asyalı veya Afrikalı kaçak mültecileri topraklarına ayak basmadan imha etmek için Adriyatik’te veya Ege’de kurşunlayanlara hiç benzemedik...
Türklerin hâkimiyeti altındaki topraklar, tarih boyunca zulüm altında kalan ve kırılmakta olan kavimlere sadece ‘misafirhane’ değil, ‘yurt’ oldu; Çarlık Rusyasının kırımından kurtulmak için Kafkaslar’dan göçmek zorunda kalanlar gibi... Geleni ayırmadık, ötelemedik, paylaştık, yoldaş olduk, kardeş olduk...
‘Ahali eğlensin’ diye maymunlarla aynı kafeste gezdirilen Pigmelerimiz de, Aborjinlerimiz de olmadı... ‘Zenci’ kelimesinin Türkçe karşılığı hiç türetilmedi... İngiltere’den Bulgaristan’a kadar yayılan taraftar ırkçılığı bizim sahalarımızda hiç görülmedi, küfrün her türlüsü akla gelirken bile kimseye siyah olduğu için hakaret edilmedi, maymun sesi çıkarılmadı, futbol sahalarına muz kabuğu atılmadı...
Atılamazdı, çünkü tarihimizde, siyahların su içeceği ayrı musluklar yoktu, sonra eşitlik sağlıyoruz diye, siyah bir öğrenciyi üniversiteye kabul edip, sandalyesini sınıfın dışına koyarak, ders dinleme hakkı verilen Oklahoma örnekleri hiç yaşanmadı...
‘Irkçılık’ve ‘sömürgecilik’ ancak güçlüyken hayata geçirilebilen kavramlar... Biz en güçlü zamanımızda bile bu kavramlardan uzak durduk, ‘hak ve adalet’i esas aldık... Tarihin gördüğü en kanlı iki savaşı topraklarında başlatanların ideolojisidir, ırkçılık ve sömürgecilik...
Ama kaderin garip tecellisi şimdi siyasî lejyonerler tarafından hesaba çekiliyoruz, “Irkçılık yapmayın” diye... Bu çerçevede, ‘Türk’ kavramını anayasadan çıkarmaya, Türkçe’nin altını oymaya, parçalanmaya itilmek isteniyoruz...
Açık açık Türk ve Türkçe düşmanlığına dayalı örtülü ırkçılığın ve tam anlamıyla gerçek bir asabiyyenin tehdidiyle karşı karşıyayız... Bu kadar müşfik, bu kadar komplekssiz ve bu kadar hakka riayet eden bir milletin adı eğer hedef tahtası haline getiriliyor ve bundan rahatsızlık duyanlar ‘ırkçılık’ la suçlanabiliyorsa, bunun tek bir anlamı vardır: ‘Yavuz ırkçı’ ev sahibini bastırmaktadır...
Başka bir şey değil, olsa olsa hayalî ırkçılığa karşı adı konulmamış ‘kontr-ırkçılık’tır bu...

Servet Avcı - Yeniçağ

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yg/yazargoster.php?haber=25537

30 Nisan 2013 23:10

3800 Yaşındaki Türk Kraliçe Lolan Güzeli

http://www.youtube.com/watch?v=uvPP2_f2RlQ

Beauty of Xiaohe, yani “Xiaohe’nun Güzelliği”, Çin’in kurak Doğu Türkistan eyaletindeki Tarım Havzası’nda bulunan onlarca mumyadan sadece biri.

İleri teknolojide bir mumyalama sistemi olduğu görülüyor. Dahası, bir mumyanın üzerinde ameliyat izi var, at kılıyla dikilmiş. Amerikalı doktorların tespiti, dünyada ilk ameliyat veya operasyonlardan bir tanesi olarak kabul ediliyor. Ayrıca burada ekose ve boyalı kumaşlar bulunmuş. Bütün bunlar şu anda Doğu Türkistan da Urumçi de teşhir ediliyor.

Dünya yaşam ve kültür tarihinin Türklerle başladığına artık bir şüphe kalmamıştır. Her ne kadar saklasalar da yine de Türk tarihinin izlerini yok edemeyeceklerdir…

“Yarından Sonra Her şey Çok Geç Olabilir” diyerek bu konuda bilgi vermeye çalışalım. Bizim araştırmadığımız bir konu ve bunu araştıranlar bambaşka bir tarih yazıyorlar.

Lolan Güzeli’nin bir Çinli olmadığı kabul ettiler ancak bir Türk olduğunu da söylemediler. Onun için batıdan gelen bir kavmin üyesi deniliyor buradan batı derken neyi söylemeye çalıştıkları bellidir… Medeniyet ışığı batıdan yükselir! Hangi batıdan gelmiş olduklarını tam olarak söyleyemediler DNA yapısı çünkü kendilerini ele verdi onun için sadece şunu diyebildiler: O Tarim Topluluğuna mensup ve bu toplumun yakın zamana kadar var olduğu bilinmiyordu bu toplumun özelliği Bronzu doğuya taşıdılar, Dokumacılıkta çok iyiydiler ve Lolan Güzeli’nin üzerindeki elbisenin ancak Batı toplumlarınca yapılabileceği söylendi, Atı evcilleştirdiler. Mezarlarında değer verdikleri varlıklarıyla gömülürlerdi ve bunların içinde atları da vardı.
Lolan güzeli 3800 yaşındadır, üzerinde ameliyat izi vardır ve bu dünyadaki ilk ameliyat olarak kabul görmüştür. Bir yandan bu mumyalar üzerinde çalışan bilim adamları üstün mumyalama tekniği olmadığını, mumyalama görevini çölün oluşturduğu şartlardan dolayı olduğunu söylemekteyken diğer yandan konu ile ilgili konuşurken ağızlarından hep kaçırdıkları; çok önem verilerek mumyalandıklarını, bundan dolayı bu mumyanın toplumun ileri gelenlerinden biri olduğu kanısına vardıklarını söylemektedirler.
Ayrıca çeliştikleri diğer bir konu ise burada buldukları her şey dışarıdan göçebe olarak gelen bir kavim (bu kavim Tarim Kavmi demektedirler) tarafından bu bölgeye getirilmiştir demektedirler, mesela piramitler bu bölge piramit bölgesi değil derken piramit bölgesi olarak Mısır’ı kastetmektedirler yani piramit yapımını Mısırdan geldi bu bölgeye derken bahse konu olan Beyaz Piramit’in yapım tarihinin Mısırdaki piramitlerden daha eski olduğunu göz ardı etmektedirler. Ayrıca buraya göç etti dedikleri bu kavim neden diğer kavimler bu bölgeden iklimin zorlaşması çöl iklimin hakim olmaya başlamasından dolayı diğer kavimler bu bölgeden göçerlerken neden buraya gelmişlerdir? Yoksa onlar zaten ordalar mıydı? Bahsettikleri Türkler mi aslında?
Tarım Toplumu diye bahsedilen toplum dünya üzerinden kalkmış bir toplum ve pek adı bilinmeyen bir toplum olarak tanıtılmaktadır bizlere. Bahsedilen bu toplumun birçok yerle bağlantısı var denilmektedir mesela İsviçre’de…
TÜRK MÜ ?
Çin’in kurak Sincan Eyaleti’ndeki Tarim Havzası’nda bulunan mumya hâlâ Avrupalı mı, Türk mü diye tartışılırken, asırlardır bu topraklarda yaşayan Çinlileri de bu söylentiler kızdırıyor. Üstelik ‘Lolan Güzeli’nin yakınında bulunan birçok mumya da yine tıpkı onun gibi özellikler taşıyor. Bir çok arkeolog mumyanın Avrupa kökenli olduğunu söylerken, Pekin yönetimine karşı bağımsızlık mücadelesi veren Uygurlar’a göre hem Lolan Güzeli, hem de civarında bulunan mumyalar Türk kökenli.
LOLAN (LULAN-LOU-LAN) OYMAĞININ GENEL TARİHÇESİ
Lolan kelimesinin anlamı, ne kitaplarda vardır ve ne de yaşamış büyükler arasında bilinmektedir. Ancak, Lolan dendi mi, bir büyük tarihî oymağın ve boyun adı olarak bilinmektedir. Bu isim, Orta Asya’da bir zamanlar büyük bir imparatorluk kurmuş olan Hun İmparatorluğu dönemine kadar uzanmaktadır.

“an” eki Türkçe gramerde yer almakla beraber, genelde Farsça’dan geçen işlek bir ektir. “Lol” kökü ise, “lal-lâl-lul-lol” değişimi ile Lol olduğunu göstermekte ise de, kanımızca bu kök, oturulan bölgenin yer isminden kaynaklanan “Lul” dan bozma olsa gerek.
Orta Asya’da ve şimdiki Çin toprakları içinde olan Doğu Türkeli’deki Altın Dağ’ın kuzeyinde bulunan LOP GÖLÜ yakınlarındaki (LUL-AN) kazılarında “LOU-LAN” kasabasının ortaya çıkışı; Lolanlıların tarihçesindeki başlangıç noktasına dikkati çekmektedir.
Anadolu’daki yerli hâlk, Lolan oymağının hâlkına “LOL” ve bu hâlktan olan kişilere veya bireylere “LOLIC” demektedir. Çin kaynakları, dillerinin özelliği bakımından tek heceli dil grubuna girdiğinden, Lolanlıların “LOU-LAN” göstermektedir. 1985 yılında TRT televizyon kanallarında yayınlanan “İPEK YOLU” dizisinde de Lolanlılar, aynı şekilde “LOU-LAN” olarak yayınlandı. Yöre hâlkı, Lolanlılarla meskûn olan bölgeye de “LOLA” demektedir.
Günümüzde Varto’da, Pülümür’de Bingöl’de, Erzincan’da, Aşkale’de, Kars’ın Selim ilçesi köylerinde yer alan Lolanlıların kabile ve soy adlarında görüldüğü gibi, Doğu Türkeli’nde “LOU-LAN”, Doğu Avrupa’nın Valday sırtlarında “NEU DANZİG”, Polonya’nın kıyı şeridinde kurulmuş olan Danzig kenti ile Pülümür-Bingöl ve Varto’daki Danzig köy isimlerinin bulunuşu, Lolan oymağının Hun göçleriyle birlikte bu yerlere kendi adlarını verdiklerini göstermektedir. Bu gün belki bu yerlerde Lolanlılar bilinmese bile ilk dönenlerinde bulundukları, Anadolu’dakilerin kendi kimliklerini yitirmedikleri anlaşılmaktadır.
Gaziantep’in Araban ilçesinde birbirine yakın iki köyü de “yukarı Lolan ve Aşağı Lolan” olarak belirlenmiştir. Bunların, Varto-Tunceli ve Erzincan’daki Lolanlılar ile akraba olup olmadıkları bilinmemektedir. Ancak, aynı soydan ve aynı kökenden geldikleri ve önceleri Alevi inançlı iken, çevrelerinin baskıları sonucu Sünnileştikleri bilinmektedir. Bu konuda Fırat Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Seydi ÖZYİĞİT, hazırlamış olduğu lisans tezi araştırmasında şu bilgiyi vermektedir: “Anadolu’daki Lolan aşiretinin küçük bir kısmı da Gazi Antep ilinin Araban ilçesine bağlı “Lolan” ismiyle bilinen iki küçük köyde yaşamaktadırlar. Her iki köyde tamamen Lolanlılar oturmakta olup, bunların birbirine çok yakın akrabadırlar.
Araban ilçesinin birçok kilometre doğusunda bulunan verimli ovada yer alan Lolanlılar, çiftçilik yapmakta olup, az da olsa büyük ve küçük baş hayvan beslemektedirler. Türkçe konuşan bu Lolanlı köyler, Sünni Hanefî mezhebindedirler.fakat Aşağı Lolan köyü eski muhtarı olan Mustafa Demir ve Yukarı Lolanlı Mehmet Özyiğit’in verdiği bilgilere göre, çok eskiden Alevi olduklarını, bunu dedelerinden duyduklarını tespit ettim. Biz de buna dayanarak bu iki Lolan köyünün ilk sakinleri olan Lolanlılar’ın Alevi olan Erzincan ve Varto Lolanlıları ile ilgilerinin olabileceğini tahmin etmekteyiz. Araban’daki Lolanlılar’ın eskiden Alevi olmaları ve Türkçe konuşmaları da gösteriyor ki, bu Lolanlılar, çok büyük bir ihtimalle Yavuz Selim zamanından önce ayrılmış ve buralara gelmiş olmaları muhtemel.”(1)
Varto’daki Lolan kabilesinin bütün büyükleri, Erzincan ve şimdiki Tunceli ilinin Pülümür ilçesinin Danzig bölgesinden geldiklerini ve oradaki Çirik ve civar köylerinde oturdukları, bunu da babalarından ve dedelerinden duyduklarını söylemektedirler. Danzig bölgesine ise, İran’ın Horasan bölgesinden göç ettiklerini, bu göçün, Selçuklu akınları ile birlikte veya sonra olduğu belirtilmektedir.
Hâlen Pülümür’ün Danzig bucağı ile Bingöl, Göle, Selim ve Varto’daki Lolanlılar, birbirlerine gidip gelmekte ve birbirlerini yakından tanımaktadırlar.
Kaynaklar, Lolan oymağının Miladi 4. yüzyılda anayurtları olan Türkistan’daki “Lu-lan” Lolan kentinden batıya göç etmiş olduğunu belirtmektedir. Lolan şehrinin harabeleri, hâlen Lop Gölü yakınlarındaki kazılardan anlaşılmaktadır. Hicri 10. yüzyılda Varto’ya gelen ve ilçenin yerli hâlkından sayılan bu oymak hâlkı, Dersim ve Erzincan bölgelerinden Varto’ya geldiklerine ve Akkoyunlular zamanında burada yerleşik bir kabile olarak Karaballı oymağına mensup oldukları bilinmektedir. Köylerindeki mezar taşlarında koç ve koyun başları resimlerinin bulunuşu, bunu belgelemektedir. Bu kabile hâlkı, Varto’da Kalıbal-Kasım-Kacer ve Hıdan boylarına ayrılmış olup, eski gelenek ve göreneklerini, inanç ve yaşam özelliklerini korumaktadırlar.(2)
Aynı şekilde araştırmacı/yazar rahmetli Salih San da, Hun güçleriyle birlikte Orta Asya’dan Batı Türkistan’a ve Horasan bölgesine, orandan da Selçuklu akınlarıyla birlikte Anadolu’ya Erzincan bölgesine geçtiklerini bildirmektedir.(3) bu üç ayrı açıklama, birbirinden alıntılı olsa bile, gerek Prof. Dr. Osman Turan’ın Selçuklular Tarihi ve gerekse T. Yılmaz Özturan’ın Türkiye Tarihi ile Hunlar’ın parçalanmasından sonra Kuzey Hunlar’ın Ön Asya’ya ve Doğu Avrupa’ya göçleri ile göç yolları birbirini tamamlayan tarihi olgudur.
Hunlar zamanındaki “Lolan şehir devletlerinin yeri üzerinde yabancı araştırmacılar tarafından çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu araştırmacılardan Albert Herman, Condray, Sven Hedin ve Aurel Stein araştırmalarıyla bu konuya değinmişlerdir. Lolan şehri Hunlar zamanında Lobnor-tuslu bataklıklarının (şimdiki Lop Gölü çevresi) kuzeyinde olup aynı gölün güneyinde de “Şanşan” adında bir şehrin olduğu belirlenmiştir.
Hâlen Lop Gölü civarında bulunan Lolan Harabeleri meşhur olup bir çok Doğulu ve Batılı şarkiyatçının ilgisini çekmiş, üzerinde çeşitli yayınlarla birlikte defalarca kazılar yapılmıştır.
http://www.havadis24.com/kultur/3800-yasindaki-turk-kralice-lolan-guzeli-h2934.html

http://imageshack.us/photo/my-images/10/frfwr.jpg/

Lolan Güzeli'nin temsili çizilmiş resmi
http://imageshack.us/photo/my-images/404/lolanguzeli81.jpg/


herşeyin_hayırlısi
Müsteşar Yardımcısı
03 Mayıs 2013 02:19

3 mayıs türkçülük günü kutlu ola....

27 Temmuz 2013 18:54

Moğolistan’dan Yeni Abideler

http://n1307.hizliresim.com/1c/v/quysd.jpg

Moğolistan’daki runik harfli Eski Türk Yazıtları’nın çözülüşünün 120. yılında konuyla ilgili yeni yeni belgelerin, abidelerin bulunması sürüyor. Bunlardan ilki 4-5 yıl evvel Moğolistan’da bir çalgı aletinin (Mo. morin huur) üzerinde runik harfli kısa bir metnin bulunmasıydı ki bu konuda P. ZIEME’nin iki ayrı çalışması vardır. Diğeri ise bu yılın Nisan ayında Çin’in Xi’an (Şian) şehrinde bir Uygur şehzadesine ait mezar yazıtının bulunmasıdır (eski tabirle “kitabe-i seng-i mezar”; bu konuda C. ALYILMAZ’ın Teke dergisinde, 2013’te çalışması vardır). Bunlardan başka Çin, Kazakistan ve Almanya’dan arkeologların Moğolistan’da konuyla ilgili alan araştırmaları sürmektedir. Bu çalışmaların semeresi olarak önümüzdeki günlerde, yıllarda Türk ve Uygur Hakanlıklarından kalma yeni yazıtların çıkacağını umut ediyoruz.
Bu iki sevindirici keşfin arkasından çok daha fazla sevindirici bir başka haber bugünlerde geldi. Japon araştırmacıların Asahi Şimbun (朝日新聞) gazetesinde Temmuz'un 17'sinde yayımlanan kısa açıklamalarına göre, araştırmalarının bu yılki çalışmaları sonuç vermiş ve Temmuz'un 6'sında, Ulanbator’un 400 km. güneydoğusunda, Delgerhaan (Дэлгэрхаан) dağı yakınlarında 3 ve 4 metre yüksekliklerinde iki adet abide bulmuşlardır. 20 satır metin içeren yazıtta (yazıtlarda?) toplam 2832 “işaret” vardır.
Bu yazıtların kalıplarının alınması ve yayımlanmasıyla konuyla ilgili çalışmalar başlayacak, eski Türk dili ve tarihiyle ilgili bilgilerimiz de artacak ve zenginleşecektir. Şu an bize düşen heyecanla Japon araştırmacıların çalışmalarının sonucunu beklemek, mümkünse ilgili bölgeye bir araştırma seferi düzenlemektir.
Aşağıda Takaşi ÔSAVA’nın gazeteye verdiği fotoğraflar ve morin huur ile Xi’an yazıtının resimleri yer almaktadır.
Prof. Dr. Mehmet ÖLMEZ
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=376&catid=34&fb_source=message

03 Ağustos 2013 19:18

Gök-Türkler her yıl belirli zamanlarda ”Ecdat mağrasında” Ata’larına kurban kesiyorlardır. Bu bayram kutlamaları beşinci ayın ikinci yarısında yapılmaktaydı. Gök-Tanrı, kutsal yer ve su için kurbanlar kesilirdi daha sonrada en sevdikleri spor’u at yarışı yaparak eğlenirlerdi. Özelikle kızlar tepük (futbol) oynarlardı. Daha sonra şarkılar söylerek bayram kutlaması yaparlardır.
(Kaynak: Lui Mau Tsai - 1958)

http://turktarihi.tumblr.com/

03 Ağustos 2013 19:25

TATUNG-FU (ÇİN SINDIĞI) SAVAŞI (M.Ö 201)
Mete (Mao-tun) döneminde gerçekleşen Tatung-fu Savaşı, Türk askerlik ve strateji dehasının en önemli örneklerindendir. Babası Teoman’ın yerine Hun Devleti’nin başına geçen Mete Han, kısa sürede devlet yönetimi ve askerlik alanlarında gösterdiği başarılarıyla imparatorluğunu güçlendirmiş ve gözünü Çin’e çevirmiştir.
Mete Han, Çin’e karşı askerî bir harekâta girişmeden önce Çin’in kışkırtmalarıyla hareket eden Tunghuları ve Yüeçileri kendi boyunduruğu altına almıştır. Kuzeye ve güneye doğru genişleyerek 26 hanlığı Hun ülkesine katmıştır. Çin sınırına yakın tarlaları ektirerek Çin’i kuşkulandırmadan lazım olan yiyecek ihtiyacını tamamlamıştır. Ordusunu daha da büyüten Mete, ıslık çalan oklar diye bilinen oklarla ordusunu donatmıştır.
Kalabalık Çin ordusuna karşı yapılacak bir harekâtın çok iyi planlanması gerekiyordu. Mete Han’ın planı şöyleydi: Uzun mesafeli, yorucu yürüyüşler yerine; başlangıçta temas kuracak kadar ilerlemek, daha sonra kaçar gibi yaparak geri çekilmek ve düşmanını harekât üssünden uzaklaştırarak kesin sonuçlu bir muharebeyle düşmanı yok etmek. Mete Han’ın asıl ordusu geride, Çin ordusunu çekmek istediği Tatung-fu güneyindeki Sankan-Ho Nehri havzasının arkasındaki dağlarda saklanacak ve diğer küçük bir birlik de Çinlilerle gerçek bir muharebeye girmeden geri çekilecekti. Kış ayları geldiği için Çin İmparatorunun Hunlar üzerine saldırmama olasılığı da vardı. Bu durumu da düşünen Mete Han, ilk olarak Maye şehrine saldıracak ve bu şehrin idaresinde bulunan Han Kralı Tisi’yi kendi yanına çekmeye çalışarak Han Kralı ile Çin İmparatoru Kao-Ti’nin arasını açacaktı. Böylelikle Han Kralına duyacağı öfkeyle Kao-Ti’nin savaştan kaçması muhtemel gözükmüyordu.
Sonbaharın sonuna doğru Tiyanşan Dağları’ndaki yığınağından hareket eden Mete Han’ın ordusu, Çin sınırını aşmıştır. Bir kol; kuzeyden inen yolları gözetmek, Mete’nin harekât üssünü ve asıl ordunun yan ve gerilerini korumak için Tatung’a gitmiştir. Asıl kol da Han Krallığının merkezi Maye şehrini sarmıştır. Han Kralı bu durum üzerine İmparator Kao-Ti’den yardım istemiştir. Fakat bu kadar hızlı bir kuşatma harekâtının olamayacağını düşünen imparator, Mete ile Han Kralının anlaşmış olabileceğinden şüphelenerek yardım etmemiştir. Yalnız kalan Han Kralı, Hunlar ile anlaşmak zorunda kalmış ve ordusunu Mete’nin ordusuna katmıştır. Böylece Mete’nin planlamış olduğu Çin imparatorunu kışkırtma durumu gerçekleşmiştir. Han Kralını Çinliler üzerine salan Mete, krala Çinlilerle kesin bir çarpışmaya girmeden geri çekilme emrini vermiştir.
Sayısı 120 bini aşan birinci ordusunun başında olan İmparator Kao-Ti, Singan-Fu yönünde Han Kralı Tisi’nin ordusunu durdurmuş ve kuzeye doğru kovalamaya başlamıştır. Geri çekilen birlikler, kesin bir muharebeye girmedikleri için yıpranmamış ve Çin ordusu Mete’nin asıl ordusunun olduğu yere doğru çekilmiştir. Çinliler akın kollarını Hansin Geçidi’nde sıkıştırmış, İmparator Kao-Ti bu başarı üzerine Hun ordusunu tamamen dağıtabileceğini düşünerek daha süratli ve hırslı bir şekilde saldırmıştır. Fakat kış şartlarının ağırlaşması ve saldırıdan sonuç alınamaması üzerine askerler umutsuzluğa kapılmışlardır. Kao-Ti, Mete’nin ordusuna iyice yaklaştığını düşünerek Mete’ye elçiler göndermiştir. Mete, asıl ordularını saklamış ve elçileri yanıltmak için yaşlı ve hasta insanları toplayarak onları Hun askerleri gibi tanıtmıştır. Elçiler Kao-Ti’ye verdikleri raporda, Hun ordusunun zayıf ve bitkin olduğunu söylemişlerdir. Kao-Ti, Hunları geriden kuşatmak ve Tatung’a ulaşmak için hareket etmiştir. Bu, Mete’nin planladığı durumdur. Tatung Ovası’na giren 120 bin kişilik Çin ordusu, bir anda çevredeki yamaçlardan gelen 40 bin kişilik Türk askerleriyle karşı karşıya kalmıştır. Mete, askerlerini dört birliğe ayırmış ve her birliğe farklı renkte doru atlar vermiştir. Muharebe tamamlandığında Tatung Ovası’nda koca bir ordu imha edilmiş ve Çin imparatoru kaçarak Peteng Kalesi’ne sığınmıştır. Bu zafer sonunda Çin imparatoru, Mete’nin şartlarını kabul ederek anlaşma yapmak zorunda kalmıştır. Buna göre; Çin prenseslerinden birisi Hunlara gönderilecek ve Çin her yıl vergi verecekti.
Tatung-Fu Muharebesi, Türk askerinin kendisinden sayıca üstün kuvvetlere karşı verdiği savaşlardan sadece biridir. Toplamda 240 bini bulan Çin ordusuna karşı 48 bin Türk askerinin göstermiş olduğu başarı, dünya harp tarihinde Tatung-Fu Muharebesi’nin önemini ve Türk askerî zekasının üstünlüğünü ortaya koymaktadır.
Kaynak: Genel Kurmay Başkanlığı

http://www.tsk.tr/8_tarihten_kesitler/8_4_turk_tarihinde_onemli_gunler/tatung_fu_savasi/tatung_fu_savasi.htm

03 Ağustos 2013 19:28

Hunların Zırhlı Birlikleri

Laufer, Çin tarihlerinin Hiung-nu dedikleri Hunların, doğuştan savaşçı, atlı oymaklardan kurulu ve okçuluğun da uzmanı gördüğünü belirtir.

"Tarihçi Se-ma Ts’ien’in anlattıklarına göre Hunlar çocuklarına, koyunların üzerine bindirerek, kuşlar ile kemirici kayvanlara, ok atmasını öğretirlerdi. Askerlerin yetenekleri, okçuluk derecelerine göre ölçülürdü. Çin tarihlerini de, türlü şekillerde anlayanlar olmuştur. Bence, E.H.Parker’ın (China Review, XX, s.1)’deki, (Çin tarihlerinden yaptığı) şu tercüme daha doğru olmalıdır: ‘Hunlarda her asker, yayını kullanışına göre, yeterlibir zırhlı atlı olabilirdi.’ Bu belgeyi Hirth ise, (Ancient History of China, s.162) adlı eserinde, şöyle çeviriyordu: ‘Askerler yetişirken, eğitimle çok iyi bir okçu olurlardı. Bu arada at üzerinde iken de, zırh ile donatılırlardı.’ Bizce Hirth’in tercümesi çok geniştir. Belgedeki Çince ‘Kia-ki’ sözü, teknik bir deyimdir. Ayrıca anlamı da cümlenin hepsi içindedir. Bu sözün esas anlamı ise, ‘derinden zırh giymiş atlı asker’ demektir… Görülüyor ki bu zırhlar, madenlerden değil deriden yapılmışlardı.

Yukarıdaki açıklamamızdan anlaşılıyor ki, Hun askerleri, açık düzenle ve şahsî yetenekleriyle savaşabilen, ‘bindirilmiş okçulardan meydana geliyorlardı. Tıpkı İskitler gibi. Çin tarihçilerinin anlattıklarına göre Hunlar, uzaktan yapılan savaşlar için, ok ve yay kullanıyorlardı. Avrupa’da görülen çevik ve bindirilmiş Hun okçuları da ve Cengiz Han Moğolları gibi idiler. Yakından ve göğüs göğse yapılan savaşlarda ise, kılıçları ile, kısa mızraklarından yararlanıyorlardı. Bunların yaya savaşları yapıp yapmadıklarını ise bilmiyoruz.

Ayrıca Çin tarihçilerinin de dedikleri gibi onlar, kaçmaktan veya geri çekilmekten de utanmıyorlardı. Bu taktik, onların savaş düzeni ile ilgili yakından ilgili idi.

Eski İran ve İskit ordularında olduğu gibi, Marco Polo da bu askerî taktikten söz açmıştır. Onlari bu yapmacık geri çekilmeler ile, karşıdakilerini aldatıyorlar ve düşmanlarının güçlerini tüketmeye çalışıyorlardı. Geri çekilme manevrasını uygularken de, arkalarına doğru ok atmayı ihmâl etmiyorlardı.

Zırhları Çinlilerin (kia) dedikleri zırh çeşidinden idi. Bu zırhlar, ev hayvanlarının derilerinden hazırlanırdı. Ayrıca bu zırhlar, günlük giyim olabilecek biçimde yapılırdı. Üzeri, deriden yapılmış süsler ile süslenirdi. Bu üzerine de keçeden bir aba giyerlerdi.

http://turktarihi.tumblr.com/

http://turktarihi-fc.tr.gg/Hunlar%26%23305%3Bn-Z%26%23305%3Brhl%26%23305%3B-Birlikleri.htm

03 Ağustos 2013 19:37

Sanat Malzemelerine Göre Orta Asyalı Türklerin Giyimleri / Dr. Gleb V. Kubarev

Belli bir bölgede şu veya bu tarihi dönemde var olmuş giyim gibi özel bir maddi kültür dalının incelenmesi ve yeniden yapımı, değişik kaynakların karmaşık kullanımını gerektirir: Temsiller- antropomorfik kaya imleri, grafitler, duvar resimleri, giyim malzemesi, yazılı ve etnografik veri. Geleneksel olarak cüppe göçebe giyiminin temel unsurlarından biridir. Gömütlerdeki kumaş buluntuları oldukça nadir ve parçalıdır, bu yüzden sanat malzemeleri, örneğin, eski Türk cüppesinin yeniden yapımı için öncelikli önemdedir.

Eski Türk giyimleri konusuna pekçok çalışmada temas edilmiştir. Bir kural olarak, elbiselerin ayrıntıları Eski Türk antropomorfik kaya heykellerle ilgili makalelerde çözümlenmiştir (Evtukhova, 1952: 102 - 106; Grach, 1961: 59 - 66; Sher, 1966: 11; Kubarev, 1984: 22 - 31). Eski Türklerin dış görünüş ve giyimleri kısa yazılarda (Weinstein and Krukov, 1966) ve kitap bölümlerinde (Ovchinnikova, 1990: 19 - 23; Weinstein 1991: 189 - 195; ve diğerleri) incelenmiştir. Kimi yazarların makalelerinde Türk giyiminin şu veya bu unsuruyla ilgili ayrı yorumlar yapılmıştır (Harado Esito, 1921: 76; Liu Mau-Tsai, 1958: 192). Ancak bu konuda özel çalışmalar yoktur. Bilginler çoğunlukla uzun zamandır tartışılan bir mesele olarak Türklerin elbiselerini nasıl ilikledikleri, sağdan sola mı, soldan sağa mı yaptıkları üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu konunun içerdiği özel soru ve sorunların bolluğu kaynakların tartışmalı ve kıt oluşu ve arkeolojik kumaş buluntularının cidden azlığıdır. Son zamanlarda ortaya çıkan betimleyici malzemeler bu sorunların çoğunu bir diğer şekilde görmemizi ve çözüme yaklaşmamızı sağlamaktadır.

Antropomorfik taş heykeller betimleyici malzemenin en çok ve bilgilendirici grubunu oluşturuyor. Biz Altay, Tuva, Moğolistan ve Yedisu’da tanınabilir giyim unsurları olan 170 eski Türk taş figürü tespit ettik (Fig. 1 - 3).1 Sadece tipik duruştaki (sağ elde bir kap tutan, sol eli belinde veya silahında) insanları gösteren heykellerle ve Kül Tigin, (Köl-tigin) Bilge Kağan ve Tonyukuk anıtlarının tamamlayıcı parçaları olan heykelciklerle meşgul olduk. İki elinde de kap olan veya kuş bulunan adamı betimleyen heykellerin büyük bir kısmı zaten Türkleri çağrıştırmamakta. Bunların giyimlerinin ayrıntıları da önemli ölçüde farklılık arzediyor. Şüphesiz, bütün eski Türk taş heykelleri, çoğunlukla cüppe giymiş, dış giyimli adamları betimliyor.

Cüppe Numuneleri

Taş heykelciklerde görünen giyim unsurları, iki cüppe veya daha doğrusu aynı cüppenin iki biçimi olduğunu önermemizi sağlıyor. Birinciler gevşek ve hafif kemerli, uzun ve dar yenli (bazen kolluklu) ve oldukça geniş üçgen cep kapakları ile tanımlanabilir. Cep kapağının genişliği elbisenin genişliğini gösterir. Yırtmaç sıklıkça bayağı derin görünür. Bazı durumlarda cep kapakları kurbağacıkla sabitlenir (Bkz. Fig. 1, 5, 11, 14, 16, 26). Heykellerden birinde alışılmadık bir cep ağzı biçimi vardır (Bkz. Fig. 1, 17). Cüppenin üst kısmında (kuşağın üstü) bir veya üç kurbağacık vardır. Bunlar iliklenmiş sözde düğümlü dantelalardır ve düğme olmaları bile mümkündür (Bkz. Fig. 3, 2).

Grafitler ve duvar resimleri elbiselerin nitelenmesine esaslı katkı yapar. Bunlara göre elbise incik kemiğinin ortasına veya aşağıya kadar ulaşır (Bkz. Fig. 2, 33, 34; 3, 12, 16, 17, 20, 24, 28). Cep kapakları genellikle diğer bir süslü kumaştan yapılır (Bkz. Fig. 1, 28; 3, 17, 19, 26). Aynı kumaş yukarı kapak, şerit ve kollukların kenarlarını süslemek için de kullanılır (Bkz. Fig. 3, 9, 21-23, 28). Bu, bugün Orta ve Doğu Asya’da yaşayan pekçok halkın geleneksel giyimlerinde de tipiktir (Weinstein, 1991: 158). Moğolistan’daki Ubur-Khangai yerleşiminde bulunan taş heykelciklerdeki ipek süslerin ayrıntılı yeniden yapımının, (Bkz. Fig. 1, 28) kaydadeğer olduğunu kabul etmeliyiz. Aynı süsleme, Hindikuş grafitlerindeki numune elbiselerde de görülür (Bkz. Fig. 3, 26).

Elbisenin ikinci nüshası, yaka ve kolluğu olmayan düşük boyunlu bir modeldir (Bkz. Fig. 2). Diğer özelliklerine gelince, bunlar yukarda anlatılan nüshaya uyarlar. Çok sayıda taş heykelde betimlenen cep kapağı, bunların kafa için deliği olan bir gömlekten ziyade hafif dışarı elbisesi olduğunun göstergesidir (Bkz. Fig. 2, 1-6, 10). Her iki elbisedeki üst cep kapağı da heykellerde nadiren görülür. Bazen göğüs üzerinden kesimli bir gömlek görmek de mümkündür (Bkz. Fig. 2, 4, 28).

Elbisenin İliklenmesi Sorunu

Eski Türklerin kılığını çalışırken, elbisenin iliklenmesi sorununu göz önüne almak önemlidir, çünkü bu önemli etnik göstergelerden biridir. Sorun N. Y. Bichurin’in tercümesinde (1950: 229) verdiği sanat malzemeleri ve elbise tanımı arasındaki zıtlıktan kaynaklandı. Ondan sonra A. D. Grach (1961: 60), L. N. Gumilev (1949: 239), L. P. Potapov (1951: 7) ve diğerleri gibi bilginler eski Türklerin elbiselerini sağ tarafa, yani sol kanadı sağ kanadın üstüne iliklediklerine inandılar. Liu Mau-Tsai (1958: 8, 41, 496, 528) ve S. I. Weinstein’ye göre (1966: 184), sağ kanat soldakinin üzerinde idi. L. R. Kyzlasov (1969: 49) elbisenin iliklenmesinde katı kurallar olmadığı fikrini geliştirdi. Yaz giysileri kışlıklardan elbisenin iliklenme tarafı ile ayrılıyordu. B. B. Ovchinnikova (1990: 20) bu fikri destekledi. Elbise ilikleme tartışmasına sebep olan N. Y. Bichurin’in çevirdiği Çince metinler ile sanat malzemeleri arasındaki zıtlığı ‘elbise kanadı’ kelimesinin kökenbilimsel karmaşıklığı ile de açıklama gayretleri oldu (Gavrilova, 1965: 39). Gavrilova eski Türklerin elbiselerini sağdan sola iliklediklerini belirtti.

Son verileri göz önüne alarak tartışmanın eski Türklerin elbiselerini sol taraf üzerine ilikledikleri varsayımı lehine sona ermesi gerektiğine inanıyoruz. Biz, incelenen 26 eski Türk heykelciğinde görülebilecek elbise ilikleme gerçeğinden yola çıktık. Gerçek Türk elbisesinin iki şekli olduğunu demek istiyoruz (yırtmaç ve kolluklu, ama yakasız model). 21 heykelin sağ kanadı soldakinin üzerindedir (Bkz. Fig. 1, 1, 3 - 8, 19, 27, 28; 2, 1 - 5; 3, 2) ve sadece beşi öbür türlüdür (Fig. 1, 25; 2, 6, 10).

Heykellerden biri, S.I. Weinstein’in tahmin ettiği gibi, sol kanat üstte olan Çin elbiselerini betimliyor (Bkz. Fig. 3, 9). Halen böyle beş eski Türk heykeli vardır (Bkz. Fig. 3, 9 - 11) (Baiar 1997, fig. 116, 122 - 125). Bunların hepsi Orta Moğolistan’dandır. Türk giyimlerinin aksine, bu heykelciklerde ilikleme ters tarafa ve sadece bir klapa üzerine yapılır. Üstteki kanadın daha geniş düğme deliği vardır ve Çin geleneklerinin bir göstergesi olarak sağ tarafta bulunur (Starikov ve Sychev, 1977: 201).

Seçkin Türkleri gösteren Orta Moğolistan heykellerinde bu iki tip de vardır, üstelik bu elbiselerin şekil ve tarzından ayrılan giyimleri de sunar (Bayar, 1997). Türklerin bu sınıfı yan ve arka yırtmaçlı, uzun yenli elbiseler ve şapka veya benzer şeylerle, silahsız olarak ama asa gibi simgelerle ve alışılan duruşun dışında betimlenmiştir. Bu, şüphesiz oldukça güçlü Çin etkisini vurgular. Bilindiği gibi, giyim tarzları da dahil, yabancı kültürlerden değişik uyarlamaları en çok benimseyenler seçkinler ve toplumun önderleridir. Örneğin, yazılı kaynaklar Türk hanlarına sadece ipek kumaşların değil, dikilmiş elbiselerin de hediye edildiğini tekraren söyler (Bichurin, 1950: 283). Çin vakayinameleri bize, bir ‘putov’ şapka ve kadife cüppe ile iki ibadet yapan Türk hanı Moçjo’dan bahsederler (Kuner, 1961: 190).

Türk klapali ve Çin usulü sağ kanat iliklemeli bir heykel oldukça ilginçtir (Bkz. Fig. 1, 25). Bir diğer heykelcik tersine örnek sunar: Eski Türklerin yaptığı gibi sağ kanat solun üzerindedir, ama elbisenin Çin geleneklerindeki gibi sadece bir klapası ve yan kurbağacığı vardır (Fig. 1, 23). Bu yüzden, gerçek Türk elbiseleri ve Çin kumaşlarının betimlemesi yaygın olmakla birlikte, karışık biçimleri de bulabilmekteyiz.

Türk elbisesinin sol tarafta iliklendiği varsayımının geçerliliğini destekleyen pekçok gerçek vardır. Afrasiyab boyamalarındaki eski Türkler (Bkz. Fig. 3, 17) ve bir ayrıntılı eski Türk grafiti (Bkz. Fig. 3, 19) sağ tarafı solun üzerinde gösterir. Bir eski Türk savaşçının bronz heykelciği, sağ taraf solun üzerinde olarak klapalı elbisesi vardır (Khudiakov, 1986, fig. 72, 6). Moğolistan’daki eski Türklerin gerçekçi temsillerinde elbiselerinin klapalı olduğu ve sağ tarafın sol üzerinde örtülü bulunduğu açıkça görülür (Bkz. Fig. 3, 23, 28) (Potanin, 1881: 68). Altay’daki eski Türk gömütünde bulunan elbisenin (Barburgazy I, 20. kurgan) sağdaki soldakinin üzerinde uzanan bağlı cep kapakları vardır.2 Kültür ve zaman olarak Türk eski eşyalarına yakın olan Moçevaya Balka’da bulunan (Kafkaslar) kaftanlarda da sağ taraf sol taraf üzerine iliklidir (Jerusalimskaya, 1992: 14). Tan çağının yazılı kaynaklarında, eski geleneklerine göre Çin elbiselerinin soldan sağa iliklenmesi ‘barbar’ların tam tersi bir uygulamadır. Sağdan sola ilikleme Orta Asya’nın çok sayıda eski göçeri için de özgündür (Weinstein, 1991: 195).

Eski Türk Elbisesinin Kültürel ve Tarihi Özellikleri

Gerçekte taş heykelleri araştıran tüm bilginler, elbisenin ilk nüshasını klapalı bir model olarak kaydetmişlerdir (Grach, 1961: 59; Kubarev, 1984: 27; Weinstein, 1991: 190; ve diğerleri). İkinci nüshadan ya müphem bahsedilir, ya da hiç gözönüne alınmaz. Çok sayıda betimlemeye göre, gerçek Türk elbisesi olarak görülebilecek olanlar bu iki nüshadır ve bunlar oldukça yaygındır. Bunların çok sayıdaki benzerinin coğrafyası oldukça geniştir. Japonya’da Kushu’daki mezar resimlerinde (Bkz. Fig. 3, 20) (Soshoku, 1993, fig. 145), Çin’de Tan mezarı Su ve prenses Yong Tai mezarında (Bkz. Fig. 3, 18), Orta Asya’da Afrasiab boyamaları (Bkz. Fig. 3, 17, 25, 27) ve Pencikent’te (Bkz. Fig. 2, 34), Afganistan’da Hindikuş grafitleri (Bkz. Fig. 3) ve Kırgızistan’da Jaltırak-Taş’ta (Bkz. Fig. 2, 33) ve başka yerlerde bilinir. Bunlar aynı zamanda Orta Asya’nın madeni süs eşyalarında (gachenkova ve Rempel, 1982: 232, 246) ve Hazar kepçesinde de (Bkz. Fig. 2, 30) sunulur. Bütün bunlar, bir Türk elbisesinin muhtemelen ilk Türk kağanlığının kurulması ve geniş bölgeleri içine alması sayesinde bu kadar yaygın hale geldiğine delil gösteriyor. Elbise artık sadece Türklerin değildir, kısmen veya tamamen diğer uluslarca da benimsenmiştir. Zaten Türkler de diğer kültürlerin halkları ile temasları sayesinde birçok başka elbiseye aşina olmuşlardır. Örneğin, kolluklar ve pahalı renkli malzeme ile süslenmeleri Soğdluların etkisinden dolayı gözüküyor (Lobacheva, 1979: 25). Kılıkta belli bir düzeyin gerçekleştiğini ve bazı terkip giyim örneklerinin hem Türk hem de Soğd elbisesine dayanarak kılındığı sonucuna ulaşmak yerinde olacaktır. (Lobacheva, 1979: 24).

Türk giyimi, âdet ve usullerinin Çin soylularını etkilediği ve Tan Çini’nde bir Türk modasının olduğu iyi bilinir. L. N. Gumilev, Liu Mao-Tsai’ye gönderme yaparak şöyle yazar: “Türk kılığı -yeşil veya kahverengi bir yaka, sol tarafa ilikli ve kuşak sarılmış- Tan Dönemi’nde olağan bir giyim haline gelmişti” (1993: 176). Bizzat Çinlilerin temsilleri bunu destekler (Bkz. Fig. 3, 16, 18). Giyim tarzını ödünçlerken Çinlilerin kendi geleneksel iliklemelerini -soldan sağa (Bkz. Fig. 3, 18)- ve bazı öbür unsurları koruduklarını söylemek gerekir. Jiu Tan Shu’da, uygunluk ve kolaylığın komşu uluslardan beli ve yeni daralan elbise örnekleri gibi özelliklerin ödünç alınmasında sebep olduğu belirtilir (Starikov ve Sychev, 1977: 219).

Liu Mao-Tsai de Japon araştırmacı Harada gibi, Tan Dönemi’ndeki kimi Çinlilerin elbiselerindeki klapaların Türk elbisesinin belli unsurlarının ödünçlenmesine bağlı olduğu sonucuna ulaşmıştır (Liu Mau-Tsai, 1958: 470). V.L. Sychev, Tan Çini’nde kurbağa üzerinde klapalı elbisenin fazla yaygınlığını da vurgulamıştır (1977: 42). Hindikuş 2. Chilas betimlerine gelince (Bkz. Fig. 3, 26), K. Jettmar (1985: 49) onları alışılmadık ‘barbar’ elbiseleri olarak nitelemiştir.

Eski Türklerde erkek, kadın ve çocuk giyimlerinde küçük bir fark olduğu açıktır. Aynı durum Güney Sibirya Türklerinin yakın geçmişinde (Potapov, 1951: 10) ve Soğd resimlerinde de (Lobacheva, 1979: 32) gözlenmiştir. Kadın giyiminin erkek giyiminden sadece birkaç ayrıntı ve daha parlak renkler ve desenler ile ayrıldığı anlaşılıyor. Moçevaya Balka’dan 8-9. yy’lara ait çocuk giyimlerinin yetişkinlerin giyim tarzının sanki bir taklidi olması ilginçtir. Eski Türklerin giysilerinin mevsimlik türleri olduğu açıktır ama daha şatafatlı ve iyi nitelikte malzemeden yapılmakla birlikte, bayramlık elbiselerin sıradan elbiselerden ayrılır tarafı olmadığı görülmektedir. Değişik toplumsal düzeylerdeki insanların elbisesini ayıran şeyin tarzdan ziyade kumaş olduğu görülüyor. Süslü ipek belli bir konum içindi ama ev yapımı yün elbiseler ve kürk giyimi başka bir konuma işaret ediyordu.

Türk elbisesi genetik olarak Hun çağına kadar gider. Arkeolojik malzemelerde birçok benzerlikler vardır: Astarın varlığı, dış giyside sıcak tutmak için keçe kullanımı vb. (Rudenko, 1962: 41). Üst Edigan mevkiindeki (Altay) 10. kurganda bulunan, M.Ö. 1-2. yy.’a ait bir kadın mezarındaki giysi, özellikle ilginçtir (Khudiakov, 1992: 121 - 122). Bu hemen hemen, tamamen korunmuş ipekten yapılma bir gevşek elbisedir. Temel nitelikleri gözönüne alınırsa, eski Türk modellerine benzer ama yaka ve kolluğu yoktur, yarı baldıra ulaşır, uzun dar yenleri vardır ve sağdan sola iliklenir.

Taş heykellerin betimlediği bir diğer dış elbise çeşidi bir kürk ceket veya kürk yakalı bir cüppedir (Bkz. Fig. 3, 1 - 5). Eski Türk taş heykellerini çalışanlar arasında bunlara işaret eden ve kış giyeceği olarak niteleyen kimse V. D. Kubarev’dir (1984: 27). Bu arada bunlar daha temsili diziler içerir ve miktarları yukarda incelenen iki elbise türünden az değildir. Göğüs üzerindeki bir ayrıntı olarak yüksek kazınmış bir selvaj, bu ayrıntının bir kürk yaka olduğu zannını destekliyor. Diğer sanat malzemelerinde bunun benzerleri bilinmiyor.

İncelenen taş heykeller üzerinde, bizim fikrimizce başka bir yerden alınmış olan olağandışı kesme örnekleri ile ayrışan bazı ‘modalar’ vardır (Bkz. Fig. 3, 6 - 11, 13, 14). Heykeller eski Türk seçkinlerini betimlediği için, bunların başka bir kültüre ait olduğu açıktır. Çin’den etkilenen kimi ödünçlemelere yukarda değinilmişti (Bkz. Fig. 3, 9 - 11). İmgelerden biri, Soğdlular arasında hayli yaygın olan, yakayı çevreleyen bir süs parçası bulunan bir sıkı dokuma giysiyi betimliyor olabilir (Lobacheva, 1979: 28); diğeri omuzda süslemeleri olan hafif elbiseyi gösterir (Bkz. Fig. 3, 7); üçüncüsü ise Batı Orta Asya’da var olan pelerini temsil eder (Bkz. Fig. 3, 14) (Lobacheva, 1979: 38).

Bir bütün olarak, Rus ve Moğol Altayları ve Tuva bölgelerinde bulunan eski Türk heykellerinin göreceli bir ‘etnik tektürlülüğünü’, yani betimlenen insanların yukarda geçen duruşlarını ve incelenen iki elbise türünü içeren heykellerde korunmuş gerçek imleri kaydetmek gereklidir. Orta Moğolistan’ın taş heykelleri belirgin özgünlükleri ile ayrılırlar. Yedisu bölgesindeki heykellerde bulunan elbise çeşitleri ve diğer şeyler, burada yer alan karmaşık bazı etnik süreçleri yansıtıyor görünmektedir.

Cep kapaklı / klapalı elbiseler giymiş taş heykelciklerin başlığının olmaması, ama beş ila yedi saç örgülerinin bulunması, buna karşılık ikinci tür elbiseli (klapasız) heykellerin genellikle başlık giymesi ama saç örgülerinin olmaması kaydadeğer. Bunun eski Türklerin çokuluslu devlet örgütlenmesinde bir milliyet ayırıcı işaret olup olmadığını kesin olarak söylemek zordur.

Sonuç

Bu yüzden, yeni betimleyici veriler, eski Türk maddi kültürünün elbise gibi önemli bir sınıfını ayrıntılı nitelememizi sağlar ve somut eski Türk elbiselerini yeniden çizmemizi mümkün kılar (Fig. 4). Bu malzemelere göre, klapalı ve göğüsten basit kesimli elbiseleri gerçek Türk elbisesinin bir türü olarak görebiliriz. Son zamanlarda ortaya çıkan yeni betimler ve gerçekler, elbiseyi ilikleme ana sorununun nihai olarak çözümüne, yani Türk elbisesinin sağdan sola iliklendiğini bulmamıza yardımcı olur. Tersine iliklemeli diğer türler, burada değinilen iki türe göre daha nadir gözüküyor ve seçkin Türklerin heykellerini temsil ediyor. Bu dış giysi tipleri şüphesiz Çin’den (Orta Moğolistan’ın dış heykelleri) ve Orta Asya’nın tarım alanlarında yaşayan halklardan (Yedisu’daki heykeller) ödünçlenmiştir. Eski Türklerin (başta seçkinlerin) Çinli, Soğdak ve diğer halklardan değişik giysi türleri ödünçlemeleri süreci, kültürel ilişkilerden ve karşılıklı etkiden dolayı gerçekleşmiştir. Ancak betimleyici malzemenin önemli bir kısmı eski Türk giysilerinin de çevredeki tarım ülkelerinde oldukça yaygın olduğu gerçeğini destekler. Eski Türk giyiminin birçok unsurları Avrasya bozkırlarında yaşayan halklar arasında geniş ölçüde yayılmıştır. Bazı terkip modellerin oluştuğunu ve belli bir kılık birleşmesinin gerçekleştiğini varsayabiliriz. Bunda önemli bir etkiyi, büyük bir coğrafyanın eski Türklerin tek bir devleti etrafında birleşmesi süreci yapmıştır.

http://www.tarihtarih.com/?Bid=1489850

03 Ağustos 2013 19:54

ESKİ TÜRKLERDE BAYRAM VE FESTİVALLER - Salim KOCA

Bayram kavramı ilk defa Kaşgarlı Mahmûd'un XI. yüzyılda yazdığı "Divar"da görülür.
Kaşgarlı, kelimenin aslının "bedhrem" olduğunu, bu kelimeyi Oğuzların "beyrem" şekline
çevirdiklerini belirtir. Yine Kaşgarlı'ya göre, "bayram eğlenme, gülme ve sevinme günüdür".
Bayramlar XI. yüzyıl Türk toplumunda, "bayram yeri" adı verilen bir meydanda
kutlanmaktaydı. Bayram yeri, özellikle çiçeklerle süslenmekte, çıra veya meşalelerle
aydınlatılmaktaydı ki, burası Kaşgarlı'nın ifadesiyle âdeta "gönül açan" bir mekân olmaktaydı
(Kaşgarlı Mahmûd 1939 1941:I, III, 480 176). Bayram yerinin aydınlatılmış olmasına bakılırsa,
bayram kutlamalarının gece de devam ettiği anlaşılmaktadır. Burada hemen belirtelim ki,
Kaşgarlı Mahmûd bu açıklamayla Ramazan ve Kurban bayramları gibi dinî bir bayramdan değil,
millî bir bayramdan söz etmektedir. Fakat Kaşgarlı, bu bayramın ne zaman kutlandığına dair
bilgi vermemektedir. Dikkatli bir tarihçinin bu zamanı yine Kaşgarlı'nın ifadesinde geçen bir
kelime ile tespit etmesi mümkündür. Kaşgarlı, bayram yerini tasvir ederken bu mekânın
çiçeklerle süslendiğini söylemektedir. Çiçeklerin genellikle ilkbaharda açtığını düşünürsek,
bayramın da aynı mevsimde kutlanmış olduğu muhakkaktır.
Tarihî kayıtlara göre, Türklerin Hunlardan beri bayram ve festival türünden birçok tören
ve faaliyetleri vardı. Meselâ, Hun Türkleri beşinci ayda, yani ilkbaharda "Lung-cınğ" adı
verilen yerde topluca büyük bir bayram yapmaktaydılar. Bu bayramda hem inançla ilgili âdetler
yerine getirilmekte, hem de türlü müsabakalar düzenlenmekteydi. Dinî âdet olarak evrenin
yaratıcısı "Gök Tanrı" ve kutsal sayılan "yer" için at kurban edilmekteydi (De Groot 1921: 59).1
Bundan sonra bayramın müsabaka ve eğlence kısmına geçiliyordu. Bu kısımda Türklerin en
çok sevdikleri bir spor türü olan at yarışları yapılıyordu. At yarışları sekizinci ayda, yani
sonbaharda bir kere daha tekrarlanmaktaydı. Yarış kulvarı olarak da bir ormanın etrafı veya yere
çakılmış ve işaret vazifesi gören ağaç dalları ile belirlenmiş bir mekân seçilmekteydi.
(Eberhard 1942: 76)
Hunlarınkine benzer bayram ve festivallere Göktürklerde de rastlanmaktadır.
Göktürkler, her yıl belirli bir zamanda "ecdat mağarası"nda atalarına kurban kesiyorlardı.
Onlar aynı şekilde bayram kutlamalarına da, beşinci ayın ikinci yarısında "Gök Tanrı" ve
"kutsal yer ve su" için kurban kesmekle başlıyorlardı. Kurbandan sonra da topluca eğlenceye
2
geçilmekteydi. Özellikle kızlar, ayak topu (tepük=futbol) oynamaktaydı. Herkes kımız
içmekteydi. Bundan sonra da şarkılar söylenmekteydi. (Eberhard 1942: 87; Liu Mau-tsai 1958:
42).2
Burada dikkati çeken bir husus vardır. Türklerde bayram kutlamalarına toplumun hemen
hemen her kesimi katılıyordu. Üstelik bu katılış seyirci olarak da değildi. Meselâ genç kızlar,
bugün genellikle erkeklerin oynadığı ayak topu oyununu (futbol) bizzat kendileri
oynamışlardır.
Aynı bayram ve festivaller, Uygur Türkleri'nde de vardı. 450 yılında Uygur
Türklerinden 5 grup birleşerek, Çin'in kuzeyinde büyük bir tören yapmışlardır. Onlar, bu
törende önce "Gök Tanrı"ya kurban sunmuşlar, sonra da şarkılar söyleyerek eğlenmişlerdir
(Eberhard 1942: 73).
Öte yandan, 840 yılından sonra Tarım havzasına gelip, yarı yerleşik hayata geçen
Uygurlar, din olarak Budizm'i kabul ettikleri halde eski geleneklerini terk etmemişlerdir. X.
yüzyılın ilk çeyreği içinde Uygur Kağanını ziyaret eden Çin elçisi Wang-yen-te'ye göre,
Uygurlar, üçüncü ayın dokuzunda, yani 9 Martta bir festival (Soğuk Yemek Festivali)
düzenliyorlardı. Onlar bu festivalde birbirlerinin üzerine su atmak suretiyle eğlenmekteydiler
(İzgi 1989: 60 vd.). Bilindiği gibi, Tarım havzasında yaz ayları çok sıcak ve kurak geçmekteydi.
Kavurucu sıcaklar hayatı âdeta cehenneme çeviriyordu. Uygurlar, ancak yerin altında evler inşa
ederek veya yaylalara çıkarak, bu sıcağın etkisinden kendilerini kurtarmaya çalışıyorlardı (İzgi
1989: 56 vd.). Onların özellikle bayram eğlencelerinde birbirlerini ıslatmalarının sebebi de, bu
sıcakla İlgiliydi. Serpilen sularla hava âdeta etkilenmekte, böylece yaz ayının kavurucu sıcağı
kovularak yağmur istenmekteydi.
Verdiğimiz birkaç örnekle burada şu hükme varıyoruz: Türklerin İslâmiyetten önce Orta
Asya'da kendilerine has bir hayat tarzları ve inançları olduğu gibi, yine kendilerine has
bayramları ve festivalleri de olmuştur. Görüldüğü gibi, bu bayram ve festivallerin esâsını inançla
ilgili davranışlar ve toplu yapılan eğlenceler oluşturmaktadır.
Şimdi de bu bayram ve festivallerin hangi düşünce ve inançtan doğmuş olduğunu tespit
etmeye çalışalım: Bilindiği gibi, tabiat ve iklim insan hayatının ve düşüncesinin
şekillenmesinde başlıca rol oynar. Türklerin ilk ana yurdu olan Orta Asya'da tabiat ve iklim,
yaşamak için son derece elverişsiz ve acımasızdır. Kışlar dondurucu ve fırtınalı, yazlar ise
3
kavurucu sıcaklarla kurak geçer. Bu iklim, tarıma yeteri kadar imkân tanımaz. Orta Asya
Türkünün başlıca geçim kaynağını hayvan ve hayvan ürünleri oluşturuyordu. Fakat, kışların sert
ve uzun geçmesi, sık sık hayvan kırımlarına (yut-yutmak) yol açıyordu. Başlıca ekonomik
varlıklarını yitiren Türkler de, perişan oluyorlar ve güç durumlara düşüyorlardı. Bundan dolayı
Orta Asya Türkünün hayatında iki önemli mevsim ve iki önemli yer olmuştur: Mevsim olarak
kış ve yaz. Yer olarak da kışın geçirildiği "kışlak" ve yazın geçirildiği "yaylak". Türk için kış,
âdeta kısılmak ve birçok şeyden mahrum olmak demekti. Yaz ise, yayılmak ve daha da önemlisi
uzun süren kış aylarında yaşanan ekonomik sıkıntılardan kurtulmak anlamına geliyordu. Türk
için bu, bir bakıma kurtuluş ve hürriyete kavuşma idi. Böyle bir durum da ancak bir bayramla
kullanabilirdi. İşte Türklerin, yazın müjdecisi olan ilkbaharda bir bayram yapmalarının başlıca
sebebi bu idi (krş. Yıldırım 1998: 146).
Fakat sosyal olaylar tek bir sebebe bağlanamaz. Daha doğrusu, sosyal olayların
oluşumunda birçok faktör birden rol oynar. Biz de, birçok tarihçi gibi, Ergenekon Destanına konu
olan olayların, Türk millî bayramının oluşumunda önemli bir katkısının bulunduğu inancındayız.
Üstelik, Ergenekon Destanında anlatılan olayın gerçek yanlarını yazılı belgelerde de tespit
edebilmekteyiz. Burada, Türk bayramına kaynaklık ettiğini düşündüğümüz Ergenekon Destanı
üzerinde biraz duralım:
Bilindiği gibi, Türk destanlarından -Manas Destanı hariç- hiçbiri zamanında derlenip
yazıya geçmediği için tam değildir; ancak bunlar tarihin kaynak kitapları arasında parçalar ve
özetler halinde bulunmaktadır. Ergenekon Destanının da iki ayrı parçası (versiyon, varyant)
bulunmaktadır. Bunlardan biri Çin Yıllıklarında, diğeri Moğol İlhanlı tarihçisi Reşîdeddîn'in
"Câmiü't-Tevârih" adlı eserinde kayıtlıdır. İki farklı varyant halinde olan bu parçalan önce
birbiriyle tamamlayarak özetleyelim: Göktürklerin Aşina ailesi, düşmanları tarafından tamamen
imha edilir. Bu katliamdan geriye küçük bir çocuk kalır. Onun da bacakları kesilir ve bataklığa
atılır. Bir dişi kurt gelir ve çocuğu kurtarır. Onu bir mağaraya götürür ve emzirerek büyütür.
Düşmanları bu durumu öğrenince oğlanı öldürmek isterler. Fakat kurt buna müsaade etmez;
mağaranın gizli geçidinden oğlanı Ergenekon vadisine götürür. Burada onunla çiftleşir. Bu
çiftleşmeden on oğul doğar. Bu on oğul dışarıdan kız almak suretiyle çoğalır. Aradan dört yüz
yıl geçer. Ergenekon vadisi Aşina ailelerine dar gelmeye başlar. Dışarı çıkmak isterler; fakat
yol bulamazlar. Artık içlerinde mağaraya çıkan yolu bilen de kalmamıştır. Vadiyi kapatan
dağlardan biri tamamen demirdir. Aralarındaki bir demirci, bu dağı eritmek suretiyle dışarı
çıkabileceklerini söyler. Ateşler yakılır ve körükler kurulur. Demir erir ve çıkabilecekleri kadar
4
bir delik açılır. Göktürkler bu delikten dışarı çıkarak Orta Asya'ya yayılırlar. Bugün Göktürkler
için bir bayram olur. Onlar her yıl bugün "ecdat mağarası'na giderek, burada ataları için kurban
keserler. Bu törenlerde Göktürk Kağanları bir parça demiri ateşe atıp kızdırdıktan sonra onu bir
örsün üzerinde çekiçle döverler. Diğer Göktürk beyleri de aynı hareketi birer birer tekrarlar.
Görüldüğü gibi, Göktürk Devletinin kurucusu olan Aşina aileleri için Ergenekon'dan
çıkış, bir kurtuluş ve özgürlüğe kavuşma günü olmuştur. Burada hemen belirtelim ki,
Ergenekon Destanında anlatılan olay tamamen hayal mahsulü uydurma bir olay değildir; aksine
tarihî bir temele dayanmaktadır. Yazılı kaynakların bildirdiğine göre, Ergenekon Destanına
temel olan bu tarihî olayın başlangıcı şöyle cereyan etmiştir: Çin'in başlıca amacı, kendisi için
tehlike olarak gördüğü Hun Devletinin siyasî varlığına son vermekti. 216 yılında Güney Hun
Devletinin siyasî varlığına tamamen son vererek bu amacına ulaşan Çin, Hun boylarını
birbirinden ayırarak, her birini bir yere yerleştirmiş ve başlarına da birer Çinli vali tayin etmiştir.
Böylece Çin, uzun bir süre rahat bir nefes almıştır. Sayıları 19'u bulan Hun boyları, bir asır
sakin ve hareketsiz bir hayat yaşadıktan sonra IV. yüzyılın başlarından itibaren Çin'de çıkan
karışıklıklardan da yararlanarak, yeni Hun Devletleri kurmaya başlamışlardır. Bunlardan biri de
Kansu bölgesinde kurulan Kuzey Liang Devletidir (401-439). İşte Göktürk Devleti'ni kuracak
olan Aşina aileleri de Kuzey Liang Devletine bağlı boylar arasında yer alıyordu. Çin'in Ordos
bölgesine hâkim Tabgaç Türk Devleti (338-557), 439 yılında korkunç bir darbe ile Kuzey Liang
Devletine son verince, Aşina ailelerinin bu darbeden kurtulabilen fertleri kaçarak, Orta Asya'nın
en büyük devletine sahip olan Avarlara sığınmışlardır. Çin Yıllıklarının kayıtlarına göre,
katliam şeklinde gerçekleşen Tabgaç darbesinden 500 Aşina ailesi kurtulabilmiştir (Liu Mautsai
1958:I, 5, 40).
Altay (Altın) dağlarının eteklerine yerleştirilen Aşina aileleri, burada uzun süre
demircilik yapmışlar ve egemenlikleri altında bulundukları Avarlara silâh imal etmişlerdir.
Onlar burada, sadece demircilik yapmakla yetinmemişler, Çin ile ticaret yaparak bir asır içinde
güçlü bir kavim haline gelmişlerdir. Katliam şeklinde olan Tabgaç darbesi, uzun yıllar Aşina
ailelerinin hafızasından silinmemiş, biraz yukarıda özetlediğimiz Göktürk Ergenekon Destanına
konu olmuştur.
Burada destanın ilk kısmını bir kere daha hatırlayalım: Göktürklerin Aşina aileleri
düşmanları tarafından tamamen imha edilmişti. Bu imha hareketinden geriye bir erkek çocuk
kalmıştı. Bu çocuk, bir kurt tarafından kurtarılmak suretiyle Ergenekon vadisine götürülmüştü.
5
Çin Yıllıklarından yaptığımız tespitlere göre, bu olağanüstü olayın gerçek hikâyesi, Tabgaç
darbesi ve bu darbeden kurtulabilen Aşina ailelerinin Avarlara sığınması şeklinde cereyan
etmiştir. Fakat, Ergenekon'dan demir dağı eriterek dışarı çıkış nasıl bir tarihî temele
dayanıyordu? Destanda anlatılan bu durumun yazılı kaynaklarda tarihî bir temelini bulamadık.
Biz burada bu durumun ancak mantıkî bir izahını yapabiliriz. Kanaatimce, Aşina ailelerinin
Tabgaç darbesinden kaçıp sığındıkları Altay dağlarında demir madeninin çokça bulunduğu bir
yer vardı. Aşina aileleri bu dağda bir ocak açtılar (krş. Sinor 2000; 398). Ocak, maden alındıkça
dağın içine doğru ilerledi. Âdeta büyük bir mağara haline geldi. Kalabalık bir işçi grubunun
maden çıkardığı sırada büyük bir göçük meydana geldi. Büyük maden kütleleri ocağın çıkışını
kapattı. Madencilerin hepsi içeride mahsur kaldı. Dışarıdakiler mahsur kalanları kurtarmak için
ocağı kapatan kütleleri kaldırmak istediler. Fakat başaramadılar. Bu defa meslekî
tecrübelerinden yararlanarak, ocağı kapatan maden kütlelerini büyük bîr ateş yakmak suretiyle
eritmeye başladılar. Ateşi devamlı canlı tutmak için de körükler kullandılar. Sonunda bu
kütleler eritildi ve ocak açıldı. Fakat, büyük bir felâketle karşılaştılar. Çünkü, içeride mahsur
kalanların büyük bir kısmı ölmüştü. Bu bir millî felâket idi. Bu durum Aşina ailelerini çok
etkiledi. Kimisi babasını, kimisi kardeşini kaybetmiş olan Aşina aileleri, her yıl bu felâketin
yaşandığı günde bu ocağa geldiler ve burada ölen ataları için bir tören düzenlediler. Bu törende
önce, ölen ataları için kurban kestiler. Sonra, atalarının hayatına mal olan demir madeninden bir
parça alarak, onu örsün üzerinde çekiçle dövmek suretiyle bu olayı sembolik şekilde protesto
ettiler. Bu durum Göktürk Devleti kurulunca devlet adamları tarafından kutlanan bir devlet
töreni haline geldi.
Öyle anlaşılıyor ki, Göktürk devlet adamlarının kutladıkları bu bayramda Aşina ailelerinin
Tabgaç darbesinden kurtuluşları ve Altay dağlarının etrafında bir asır demircilik yaparak, güçlü
bir kavim haline gelmeleri hâkim bir tema olmuştur. Destandaki hâkim temayı da büyük bir
ihtimalle maden işçilerinin başına gelen felâket oluşturmuştur. Törendeki sembolik demir dövme
motifi de, hem Aşina ailelerinin demircilik yaparak güçlü bir kavim haline gelmelerini
anlatmak için, hem de yaşanan felâketin bir protestosu olarak kullanılmıştır.
Bayramlarda ocağa bir demir parçası atarak, bunu bir örsün üzerinde dövme âdeti, sadece
Göktürklere mahsus bir âdet olarak kalmamıştır; X. yüzyılda güçlü bir kavim olarak ortaya çıkan
Oğuzlarda da bu âdet devam etmiştir. Oğuzlar, düşmanları ile yaptıkları savaştan sonra eve
dönüşlerini Mart ayının son günlerine denk getirirlerdi. Bu zamana da "özgür, bağımsız gün"
derlerdi. Oğuzlar, bu günde büyük bir ateş yakıp, içine bir parça demir atarlar ve sonra bu
6
demiri örsün üzerinde çekiçle döverlerdi. Böylece onlar, toprağı ve suyu etkilediklerini ve daha
da önemlisi soğuğu uzaklaştırdıklarını düşünürlerdi (Baharlı 1995: 210).
Şimdi burada biraz durarak, bayram hakkında kaynaklardan aktardığımız bilgilere tekrar
dönüp, bunları açıklamaya çalışalım: Canlıların hayatı "'yenilenme" ile devam eder.
Yenilenmenin durduğu ve bittiği yerde de ölüm başlar. Orta Asya'da kış mevsiminin uzun ve sert
geçtiği yerlerde hayat âdeta durmaktaydı. Böyle bir iklimde yaşayan ve hayvancılıkla geçinen eski
Türk toplulukları için baharın gelmesi ve tabiatın yeniden canlanması, kurtuluş ve âdeta yeniden
doğuş demekti. Bundan dolayı Türkler baharın gelişini bir bayram ile kutlamışlardır. Bu
kutlamayı da, genellikle yeni yılın başlangıcında yapmışlardır. Çin Yıllıklarının bize bildirdiğine
göre, Kırgızlar yeni yılın ilk ayına "mov-şı-ai" demişlerdir (Eberhard 1942: 67; Tsai Wen-shen
1967: 37; Radloff 1994: I 130.).3 Buradaki "mov-şı" kelimesi, muhtemelen Türkçe "baş"
kelimesinin, "ai" de "ay" kelimesinin Çince'deki bir transkripsiyonu (söylenişi) olmalıdır. Bu
duruma göre Türkler, yeni yılın ilk ayma "baş ay" adını vermişlerdir. O halde eski Türklerde
bayramlar da "baş ay"da yapılmaktaydı. Bu "baş ay", yılın hangi ayına tekabül ediyordu?
Uygurlar, bayram ve festivallerini üçüncü ayın dokuzunda yapıyorlardı. Öyleyse, bu "baş ay",
mart ayı olmalıdır. Zira, Kaşgarlı Mahmûd'un mevsimler hakkında verdiği bilgiler de bizim bu
tespitimizi dolaylı olarak doğrulamaktadır. Kaşgarlı Mahmûd'a göre, Müslüman olmayan
göçebe Türkler, seneyi dört kısma ayırmaktaydılar. Bunların her birine birer isim (yay veya
köklem, yaz, küz/güz, kış) vermekteydiler. Onlar, "yeni gün'', yani "nevruz"dan itibaren
ilkbaharın ilk ayına "oğlak ay" demekteydiler. Çünkü oğlaklar bu ayda doğmaktaydı (Kaşgarlı
Mahmûd 1939: I, 347). "Oğlak ay" ise, büyük bir ihtimalle Mart ayı idi.
Biraz yukarıda Hunların ve Göktürklerin bayramlarını Mayıs ayında yaptıklarını
söylemiştik, Görüldüğü gibi bu iki ay, yani Mart ile Mayıs ayları arasında iki aya yakın bir
zaman farkı bulunmaktadır. Bu fark neden ileri gelmiştir? Kanaatimizce, bu durum mevsimlerin
erken veya geç gelmesi ile ilgilidir. Gerçekten de Hunlar ve Göktürkler, Turfan Uygurları'na
göre daha kuzeyde oturuyorlardı. Dolayısıyla onların yurtlarında ilkbahar daha geç bir
zamanda gelmekteydi.
Bu değerlendirme ile vardığımız sonuç şudur: Eski Türk toplulukları bayramlarını
ilkbaharın gelişi olan Mart ayında kutlamaktaydılar. Bu ay aynı zamanda yeni yılın da ilk ayıdır.
Bundan dolayı onlar bu aya "baş ay" adını veriyorlardı. Kaşgarlı'nın Divanı'nında geçen ifadeden
de anlaşıldığına göre, Türkler bayram yaptıkları günü büyük bir ihtimalle "yeni gün"
7
(yengi/yangi kün) şeklinde adlandırıyorlardı. Bu kelime de Farsça "nevruz" kelimesinin tam bir
karşılığıdır.4
Eski Türk bayramlarında dört unsur görülür. Bunları şu şekilde belirlemek mümkündür:
1- Ritüel değer taşıyan davranışlar,
2- Hayatlarında rol oynayan nesneler,
3- Eğlence ile ilgili unsurlar,
4- Giyim, süslenme ve süsleme ile ilgili unsurlar.
1- Ritüel Değer Taşıyan Davranışlar: Dinî inançların tören ve kurallarına "rit" denir. Başka
bir ifade ile "rit", dinî tören ve tapınmanın şeklidir. Tapınma ile ilgili davranışlara ve dinî
törenlerde kullanılan nesnelere de "ritüel" adı verilir. Bu davranışlar insanda heyecan yaratır;
nesnelerin de uğur getireceğine inanılır (Read 1981:180,65). Eski Türk topluluklarının
bayramlarında da ritüel değer taşıyan bazı davranışlar ve nesneler bulunmaktadır. Meselâ,
kurban ve yağmur riti bunların başında geliyordu.
Eski Türk dini "Gök Tanrı" inancına dayanıyordu. Bu, tek Tanrılı bir inanış idi. Türk
inancının merkezine oturtulmuş olan "Gök Tanrı", evrenin ve bütün canlıların yaratıcısı
durumundaydı. Başta insan olmak üzere bütün canlılar onun iradesine bağlıydı. Yeryüzündeki
hayatı, tabiatı ve iklimi o düzenlemekteydi. Hâkimiyet ve hükümdarlık, onun bağışıyla
gerçekleşmekteydi. Ancak ondan dilekte bulunulabilmekteydi. Kısaca söylemek gerekirse, onun
her şeyde rolü ve etkisi vardı. Dolayısıyla Türkler, kendilerini daima, hayatları üzerinde tek ve
mutlak söz sahibi olan "Gök Tanrı"nın destek ve himayesini almak durumunda hissetmişlerdir.
Bunun için de bayramlarına önce "Gök Tanrı"ya kurban kesmekle başlamışlardır. Kurban
olarak da, hayatlarında önemli bir unsur olan ve başlıca rol oynayan atı tercih etmişlerdir.
2- Hayatlarında Rol Oynayan Nesneler: Türklerin büyük devletler kurarak Orta Asya'ya
hâkim olmalarında ve yayılmalarında başlıca iki unsur rol oynamıştır. Bunlardan biri at, diğeri
demirdir. Bilindiği gibi demir silâh sanayiinin başlıca madenidir. Kılıç, süngü, bıçak, topuz,
kalkan, temren (temürgen), zırh (yarık) ve tolga gibi bütün savaş araç ve gereçleri hep
8
demirden yapılmaktaydı. Tarihî kayıtlara göre, Göktürkler demiri işlemek ve bu madenden
silâh yapmak suretiyle uzun süre geçinmişler ve güçlü bir kavim haline gelmişlerdir. Daha
doğrusu, demircilik Göktürklerin ata sanatı durumundadır. Hatta onlar, meslekî tecrübelerini
kullanarak, yani demir dağı eritmek suretiyle Ergenekon'dan çıkabilmişlerdir. Demir dağın
eritilmesinde ve Göktürklerin kurtuluşunda, şüphesiz ateş de rol oynamıştır. Bundan dolayı ateş,
Türklerin hayatında Önemli bir unsur haline gelmiştir. Burada hemen belirtelim ki, Türklerde
ateşin İranlılarda ve Hindûlarda olduğu gibi ritüel bir anlamı ve değeri bulunmamaktadır.
Türklerde de ateş kutsaldır; fakat tapınmanın bir objesi değildir. Simocatt adlı bir Bizans
tarihçisinin eski Türk inancı hakkında verdiği bilgi, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.
Simocatt'ın bu husustaki tespiti aynen şöyledir: "Türkler; toprağı, suyu, ateşi ve havayı kutsal
sayarlar ve onlara saygı gösterirler. Bununla birlikte gökyüzü ile yeri yaratan tek bir Tanrıdan
başka bir şeye tapmazlar. Ona atlar, sığırlar ve koyunlar kurban ederler" (Chavannes 1900:
248).
3- Eğlence ile ilgili Unsurlar: Eski Türk bayramlarının en önemli kısmını eğlenceler
oluşturuyordu. Zira Türkler, hayata bağlı, hayatı seven, gülmekten ve eğlenmekten hoşlanan, son
derece canlı, dinamik, hareketli, dışa dönük ve neşeli bir karakter yapısına sahip idiler.
Türklerin bu özellikleri bayramlarda daha belirgin bir şekilde görülmekteydi. Onların bayram
yerleri, özellikle yeteneklerin gösterildiği ve sergilendiği bir eğlence şöleni ve şenlik yeri
olmaktaydı. Kaynakların sınırlı bilgilerinden öğrendiğimize göre, burada at ve ok yarışları
yapılmakta, güreş tutulmakta, ayak topu oynanmakta, ayrı ayrı veya gruplar halinde neşeli
şarkılar söylenmekte ve bolca kımız içilmekteydi (krş. Radloff 1994: II, 275-279). Böylece
hoşça vakit geçirmek suretiyle eğlenilmekteydi. Bu eğlenceye toplumun hemen hemen her
kesimi katılmaktaydı.
Türk toplumu, tarihin her devrinde canlı ve dinamik kalabilmiş ender toplumlardan
biridir. Bunun başlıca sebebi neydi? Bu sorunun en iyi cevabını Kaşgarlı Mahmûd'un XI.
yüzyılda yazdığı ansiklopedik büyük Türkçe sözlükte bulmaktayız. Kaşgarlı Mahmûd'un
Dîvânı'nda 190'dan fazla "yardımlaşma ve yarışma" ile ilgili kelime bulunmaktadır.5 Hemen
belirtelim ki, bu tür kelimelerin hiçbirini başka milletlerin sözlüklerinde görmek mümkün
değildir. Burada hiç tereddüt etmeden şu hükme varıyoruz: Eski Türklerde toplum hayatı
"yardımlaşma ve yarışma" halinde geçiyordu. Bunlardan yardımlaşma, toplumu daima birlik ve
dayanışma anlayışı içinde tutuyordu. Öyle ki, bütün halk, ihtiyaç halinde birbirine yardım eden
âdeta bir aile gibiydi (Radloff 1976: 173.). Yarışma ise, toplumun bütünüyle ilerlemesini
9
sağlıyordu. Her ikisi de birleşince ortaya daima canlı, hareketli ve dinamik bir toplum
çıkmaktaydı. İşte Türk. toplumunun, tarihin her devrinde canlı, hareketli ve dinamik
bulunmasının sırrı bu idi (Koca 1997: 199).
Eski Türk bayramlarının en önemli unsuru olan "yarışma" üzerinde burada biraz daha
durmak gerekir: Kaşgarlı'ya dayanarak az önce belirttiğimiz gibi, "yarışma" sadece
bayramlarda değil, Türk toplum hayatının her safhasında vardı. Hatta diyebiliriz ki, Türkler
günlük işlerinin hepsini "yardımlaşma ve yarışma" anlayışı içinde görüyorlardı. Öte yandan,
yarışma toplumdaki yetenekli insanları ön plâna çıkarmaktaydı. Türklerde özellikle
kahramanlık kültü (inanç) vardı. Türk toplumunda yetenekli ve başarılı kişiler daima saygı
görmekte, el ve baş üstünde tutulmaktaydı. Daha onların sağlığında haklarında kahramanlık
destanları düzülmekteydi. Bu destanlar kopuz eşliğinde bahşılar ve ozanlar tarafından bayram,
düğün ve yas törenlerinde söylenmekteydi. Böylece, hem yetenekli kişiler onurlandırılmakta,
hem de toplumda yeni yetenekli kişilerin çıkması teşvik edilmiş olmaktaydı.
4- Giyim, Süslenme ve Süsleme ile İlgili Unsurlar: Türkler, hiç şüphesiz bayramların
ruhuna ve havasına uygun bir şekilde giyinmekteydiler. Özellikle onların kıyafetlerinde kırmızı,
yeşil ve sarı renkler hâkimdi. Meselâ, Tüekta kurganında ortaya çıkarılmış olan bir prens (tigin)
cesedinin üzerinde üst üste kırmızı, yeşil ve sarı renklerde üç çeşit elbise giydirilmiş durumdadır
(Ögel 1984: 143; İnan 1968: 499). Kırmızı, yeşil ve sarı renkler Osmanlı ordularının
bayraklarında da yan yana bulunmaktaydı. Bu renklerden özellikle kırmızı Türklerin rengi idi.
Zira, Karahanlı ve Selçuklu hükümdarlarının bayrakları, tuğları, saltanat şemsiyeleri (çetr),
otağları ve giydikleri çizmeleri hep kırmızı renkteydi (Koca 1997: 170, 172, 174). Öte yandan
halk kesiminde de kırmızı renk çok sevilmekteydi. Türklerde kırmızı renk hemen hemen her
devirde moda idi. Meselâ Vambery'nin tespitine göre, Türkistan'da kadınlar ve erkekler hep
kırmızı renkli gömlekler giymekteydiler. Kadınlar özellikle düğün ve bayram günlerinde
giydikleri uzun gömleklerinin üzerine şal sarıp, bu şalın iki ucunu sarkıtmaktaydılar. Ayrıca
onlar, elbiselerine uygun kırmızı ve sarı renkte çizmeler giymekteydiler (Vambery 1993: 56).
Öte yandan, Türk mimarî yapılarının süslemelerinde de kırmızı ve sarı renkler hâkimdi. Eski
Türk çadır ve halılarının nakışları da hep kırmızı ve san renkte idi (Strzygowsky 1935: III, 40).
Türkler, bayramlarında hem kendileri süslenmekte, hem de bayram yerlerini
süslemekteydiler. Daha önce belirttiğimiz gibi, bayram yerleri ışıklarla aydınlatılmakta,
çiçeklerle donatılmaktaydı. Bu çiçekler hiç şüphesiz, "nevruz" adıyla da anılan "kardelen"
10
çiçekleri idi (Ebû Hayyân 1931:60). Zira, ilkbaharda ilk açan çiçek, "kardelen" çiçeğidir. Âdeta
karı delerek çıkan bu çiçek, ilkbaharın da ilk müjdesini vermekteydi.
Türklerde bayram süslemeleri, müsabakaya sokulan hayvanlar için de yapılmaktaydı.
Meselâ yarıştırılacak atlar, güreştirilecek develer, tokuşturulacak koçlar, tosunlar ve mandalar
(camus-su sığırı), dövüştürülecek horozlar, sahipleri tarafından çeşitli boyalar, kınalar,
boncuklar, nazarlıklar, türlü renklerde ve desenlerde kumaşlar ile süslenmekteydi. Bu âdet,
bugün Anadolu köylerinde aynen devam etmektedir.
Buraya kadar verdiğimiz bilgiden ve yaptığımız tahlillerden çıkan sonuç şudur: Türklerin
İslâmiyet'ten önce Orta Asya'daki hayatlarında kendilerine has bayramları ve festivalleri
olmuştur. Bu bayramların oluşumunda ve doğuşunda, hiç şüphesiz onların hayatlarını en çok
etkileyen Orta Asya'nın tabiat ve iklim şartları ile destanlarına konu olan olayların başlıca rolü
bulunmaktadır. Bu da, söz konusu bayramların dinî olmaktan ziyade millî nitelikli bayramlar
olduğunu göstermektedir.
Burada konuya son vermeden önce bir de şu soruya cevap vermemiz gerekiyor. Türkler
millî bayramlarını İslâmî dönemde de devam ettirmiş midirler? Devam ettirdilerse, bunu hangi
ad veya adlar altında kutlamışlardır? Burada hemen belirtelim ki, Türk siyasî hayatında istikrar
yoktur, Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türk siyasî hayatında zirveler ve çöküntüler
vardır. Tıpkı bir yıldızın parlayışı ve sönüşü gibi Türk devletleri birden parlar ve birden söner.
Tarih boyunca Türk siyasî hayatı hemen hemen böyle devam etmiştir. Arka arkaya kurulan
Türk devletleri, hep zirveye çıktıktan sonra yıkılmışlardır. Türk siyasî hayatında bulunmayan
istikrar, Türk toplum hayatında vardı. Zira, eski Türk toplumu yerleşmiş ve köklü değerlere
sahipti. Bu değerlerin bütününe "töre" deniyordu. Türk töresi de, kendi toplumunu daima
yaşatabilecek ve ayakta tutabilecek ölmez ilkeler ve kurallar ihtiva ediyordu. Siyasî sarsıntılar ve
çöküntüler bile törenin ilkelerini ve kurallarını kolay kolay yok edemiyordu. İşte Türkler,
törenin bu özelliğini "il (devlet) gider, töre kalır" (Kaşgarlı Mahmûd 1940: II, 25).6 sözü ile
ifade ediyorlardı. Burada kastedilen, hiç şüphesiz Türk töresinin daima canlı ve ayakta tuttuğu
Türk toplumudur. Gerçekten de, bir Türk devleti yıkılırken, Türk töresinin daima canlı ve
dinamik tuttuğu Türk toplumu ayakta kalabilmekte ve yeni yeni Türk devletleri
kurabilmekteydi (Koca 1997: 195).
11
XI. yüzyılda topluca Müslüman olup, İslâm medeniyeti dairesi içine girerek, İslâm
dünyasının ortasında arka arkaya devletler kuran Türkler, millî değerlerini bütünüyle koruyorlar
ve İslâm topluluklarının içinde âdeta Orta Asya'daki hayatlarını yaşıyorlardı. İran ve Arap
kültürlerinin etkisi yüzeyde kalıyor, Türk toplum hayatının derinliğine nüfuz edemiyordu.
Özellikle bayram, doğum, düğün ve ölüm olaylarında eski Türk âdetleri hâkimdi (Koca 1997;
202). Öte yandan Türkler, İslâm dünyasında dillerini bütünüyle korumakla birlikte pratik gayelerle
yan yana yaşadıkları toplulukların dillerinden de bazı kelime ve kavramlar alıp kullanmışlardır.
Meselâ, "nevruz" bunlardan biridir. Bilindiği gibi nevruz, Farsça kökenli bir kelimedir. Fakat
nevruz, aynı zamanda hem Parsların, hem de Türk topluluklarının ilkbaharda yaptıkları bayramın
da adıdır. Daha açık bir ifade ile söylememiz gerekirse, Türkler, Orta Asya kökenli olan millî
bayramlarını İslâmî dönemde "nevruz" adı altında kutlamışlardır. Burada hemen belirtelim ki,
"Parsların millî bayramı nevruz" ile "Türklerin millî bayramı nevruz" arasında temelde ve özde
büyük farklar bulunmaktadır. Burada şu kadarını söyleyelim ki, her iki milletin nevruz
bayramlarında şeklî olarak ortak unsurlar bulunmaktadır. Fakat, bu unsurların her iki millette
anlamları ve yorumları tamamen farklıdır. Bu farklılıkları şu şekilde belirlemek mümkündür:
1- Ateş unsuru her iki milletin bayramında da vardır. Fakat, İranlılarda ateş tapınmanın
bir objesidir (Güngör 1995: 36). Bundan dolayı ritüel bir anlam taşımaktadır. Türklerde ise
ateş, temizlenmenin ve arındırmanın bir vasıtasıdır. Dolayısıyla eski Türk inancına göre,
saflığından şüphe edilen herkesin ve her nesnenin iki ateş arasından geçirilmesi, bir ocağın
etrafında döndürülmesi ve hatta bir ateşin üzerinden atlatılması lâzımdır. Meselâ, Göktürkler,
Bizans elçisi Zemarkhos'u her türlü felâketten uzak tutmak için bir ateş etrafında
döndürmüşlerdir (Roux 1994: 185; Chavannes 1900: 235).7 Öte yandan Türk kamları
(şamanları) da, hastayı körü ruhlardan arındırmayı ateşle yapmışlardır. (Roux 1994: 62)
Ateşin üzerinden atlatılmak suretiyle arındırma âdeti, Orta Asya Türk topluluklarında
korunarak günümüze kadar ulaşmıştır. Orta Asya Türk topluluklarının nevruz adı altında
kutladıkları bahar bayramlarının hemen hemen hepsinde bu âdet vardır. Türk topluluklarındaki bu
âdet, sadece nevruz bayramlarında değil, aynı zamanda düğün törenlerinde de gelinin kemik
ateşi üzerinden atlatılması ve çevresinde döndürülmesi şeklinde icra edilmektedir. (Bacon,
tarihsiz : 93, 94; Ögel 1988: 268)
2- Türk bayramlarındaki bazı unsurlar İran bayramlarında hiç bulunmamaktadır. Meselâ,
İran bayramlarında örsün üzerinde demir dövme âdeti yoktur. Bu tamamen Türklere has bir gelenektir. Bu geleneğin kökü de Göktürklere dayanmaktadır. Türklerde demircilik ata mesleği
durumunda idi. Türklerdeki "tarhan" unvanının demircilikle çok yakın ilgisi vardı. Tarihî
kayıtlara göre, ancak dokuz göbekten beri ataları demircilik yapmış olanlara, bu unvan
verilmekteydi (Gökalp 1974: II, 273). Öte yandan, İran tarihinde Parsların demircilik
yaptıklarına dair hiçbir bilgi bulunmamaktadır.
3- Türk bayramlarındaki yarışma türü eğlenceler İran bayramlarında hemen hemen hiç
yoktur. Yarışma, eski Türk hayatının en belirgin özelliğidir. Esasen yarışma, mücadele ve
üstün gelme fikrine dayanır. Türkler, hayatta kalabilmek için Orta Asya'nın son derece sert ve
acımasız tabiat ve iklim şartlarına karşı devamlı mücadele içinde olmuşlardır (Koca 1990: 17).
Böylece, mücadele ve üstünlük duygusu zamanla onların bütün faaliyetlerine yansımıştır.
4- İran bayramları Cemşîd ve Feridun gibi hükümdarların tahta çıkışı olaylarına dayanır.
Türk bayramının oluşumuna ise, Türk'ün hayatında rol oynayan unsurlar ve olaylar kaynaklık
eder. Bunlar tabiat, iklim ve millî felâket gibi bütün toplumu ilgilendiren olaylardır.
KAYNAKÇA
Bacon, Elizabeth E., Esir Orta Asya, Trc.: T. Say, Tercüman 1001 Temel Eser, Tarihsiz.
Baharlı, Oraz Polat, "Eski ve Orta Çağlarda ve Günümüzde Nevruz", Nevruz, Haz.: S. Tural,
Ankara 1995, s. 209-219.
Chavannes, Edouard, Documents sur le Tou-kiue Occidentaux, Paris 1900.
DeGroot-J. J. M., Die Hunnen der vorchristlichen Zeit, Berlin-Leipzig 1921.
Eberhard, Wolfram, Çin'in Şimal Komşuları, Ankara 1942.
Ebû Hayyân, Kitâb al-İdrâk li Lisân al-Atrâk, Haz.: A. Caferoğlu, İstanbul 1931.
Gökalp, Ziya, Türk Medeniyeti Tarihi II, İstanbul 1974.
Güngör, Harun, "Ön Asya Kültürlerinde Yeniden Doğuş ve Nevruz", Nevruz, Haz.: S. Tural,
Ankara 1995.
İnan, Abdülkadir, Makaleler ve incelemeler I, Ankara 1968.
İzgi, Özkan, Çin Elçisi Wang Yen-te'nin Uygur Seyahatnamesi, Ankara 1989.
13
Kaşgarlı Mahmûd, Divanü'l-Lugati't-Türk, I-III, Ankara 1939-41.
Koca, Salim, Dandanakan 'dan Malazgirt'e, Giresun 1997.
Koca, Salim, Türk Kültürünün Temelleri I, İstanbul 1990; II. cilt, Ankara 2003.
Liu Mau-tsai, Die Chinesischen nachricten zur Geschichte der Ost-Türken (T'u-küe) I,
Wiesbaden 1958.
Ögel, Bahaeddin, İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1984.
Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul 1988.
Radloff, W., Sibirya'dan (Seçmeler), Trc.: A. Temir, İstanbul 1976; Sibirya'dan II, İstanbul
1994.
Read, Herbert, Sanat ve Toplum, Trc.: S. Mülayim, Ankara 1981.
Roux, Jean-Paul, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Trc.: A. Kazancıgil, İstanbul 1994.
Sinor, Denis, Göktürk imparatorluğu'nun Kuruluşu ve Yıkılışı, Erken İç Asya Tarihi, Trc.: T.
Tekin, İstanbul 2000, s. 383-424.
Strzygowsky, Josef, "Türkler ve Orta Asya San'atı Meselesi", Türkiyat Mecmuası, III, 1935 s.
1-80.
Tsai Wen-shen, Li Te Yü'nün Mektuplarına Göre Uygurlar, (840-900), Taipei 1967.
Vambery, Arminius, Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi, Trc.: N. A. Özalp, İstanbul 1993.
Yıldırım, Dursun,"Türklerin Yılbaşı/Özgürlük Günü Bayramı", Türk Bitiği, Ankara 1998, s.
145-148.
DİPNOTLAR
1 "... und im fünften Monad eine grosse Versammlung am Lîong-Wall. Man bringt dann seinen
Ahnen, dem Himmel und der Erde, den Geistern und Göttern O p fer dar." -
2 "Waerend deş 5. Monats pflegen die T'u-küe, Schafe und Pferde zu schlachten, um sie dem
Hİmmel zu opfern. Die Maenner spielen gem ein Würfelspiel, und dic Frauen Fussball. Sie
irinken gegorcne Stutenmİlch und bcrauschen sîch damit. Dann singen und schreien sie
miteinander."
3 Radloff, Çince "mao-şı ai" şeklindeki ifadenin Türkçe "boz ayı" olabileceğini ileri
sürmüştür.
4 Türklerde yeni yıl bayramı olarak kutlanan gün şu kelime ve kavramlarla anılmıştır.
"Yeni/yengi kün/gün, yeni yıl, çağan, nevruz/navrız, ulustıng ulı küni (milli ulu günü),
Ergenekon bayramı (A.Çay), "erkin kün" (D. Yıldırım).
5 Kaşgarlı Mahmûd'un Divanında yardımlaşma ile ilgili 46, yarışma ile ilgili 31, yardımlaşma ve
yarışma ile ilgili de 114 tane olmak üzere toplam 191 tane kelime bulunmaktadır. Fakat, bu
14
kelimelerin hemen hemen hiçbiri bugünkü Türkçe sözlüğümüzde yer almamaktadır. Bunun
sebebi, "yardımlaşma ve yarışma" geleneğinin terk edilmesidir. Geleneğin terk edilmesiyle bu
kelimeler de birer birer ölüp gitmiştir (bkz. Divenü Lügati 't-Türk Dizini 1972).
6 "El kaldı, törü kalmaz" (=Toprak kalır, töre kalmaz. Buradaki "kalmak" fiili "geride bırakmak"
anlamında kullanılmıştır. Buna göre söylemek gerekirse, "toprak terk edilebilir, fakat töre terk
edilmez." dememiz gerekmektedir).
7 "Puis ce furent deş sorciers turcs qui purifierent l'envoye romain en le faisant passer a travers
deş flammes."

Toplam 379 mesaj
«78910111213141516171819

Çok Yazılan Konular

Sözlük

Son Haberler

Editörün Seçimi