Editörler : Pangaea
21 Nisan 2010 01:07

Hz Muhammed(s.a.v)

Hz. Muhammed?in Sözleri

İman iki eşit parçadır. Yarısı sabır, yarısı şükürdür.

Hz. Muhammed

Kuran yedi nüans üzerine indirildi. Onun hiçbir harfi yoktur ki, bir hiç zahir, bir de batın mana taşımasın. Ebu Talip?in oğlu Ali?de bu zahir ve batına ait ilim mevcuttur.

Hz. Muhammed

Sonradan özür dilemeyi gerektiren şeyleri yapmaktan kaçınınız.

Hz. Muhammed

Haset, ateş nasıl odunu yer yutarsa iyilikleri yer yutar, mahveder.

Hz. Muhammed

Mazlumun bedduasından sakınınız. O dua ile Allah arasında perde yoktur.

Hz. Muhammed

Dostlukta da düşmanlıkta da aşırıya kaçmayın.

Hz. Muhammed

Bir gün birisiyle dost olduğunuzda, yarın onun bir düşman olabileceğini unutmayın.

Hz. Muhammed

İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyiniz.

Hz. Muhammed

İnsanların en hayırlısı, ahlakı en güzel olanıdır.

Hz. Muhammed

İnsan dilinin altında gizlidir.

Hz. Muhammed

Başkalarının kusurlarından bahsetmek istediğin vakit, kendi kusurlarını hatırla. O zaman başkalarının kusurlarıyla alakadar olmaya hakkın olmadığını hatırlarsın.

Hz. Muhammed

Kabrimi ziyareti bayrama çevirmeyin.

Hz. Muhammed

Münafıklığın alameti üçtür : Konuştuğu zaman yalan söyler, vaat ettiği zaman sözünde durmaz, emanete hıyanet eder.

Hz. Muhammed

Bir insanın gerçek zenginliği, onun bu dünyada yaptığı iyilikleridir.

Hz. Muhammed

Kim bir kardeşini, bir günah sebebi ile ayıplarsa, o günahı işlemedikçe o kimse ölmez.

Hz. Muhammed

Evlat kokusu cennet kokusudur.

Hz. Muhammed

Utanmak güzeldir ama kadınlarda olursa daha da güzel olur.

Hz. Muhammed

Bilgisizler içinde bir bilgili, ölüler içinde bir diridir.

Hz. Muhammed

Sakıvermeyen kendisine verdiğin kıymeti sana nle arkadaş olma.

Hz. Muhammed

Babalarınıza iyilik edin ki, oğullarınız da size iyilik etsin.

Hz. Muhammed

Siz kendiniz namuslu olun ki, kadınlarınız da namuslu olsunlar.

Hz. Muhammed

Bela insanın diline bağlıdır. Bir kimse bir şeyi ?yapmam? dedi mi, şeytan her işini bırakıp onu yaptırana kadar uğraşır.

Hz. Muhammed

Zengin, çok mala sahip olana denmez, zengin kalbi olana denir.

Hz. Muhammed

Bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha iyi miras bırakamaz.

Hz. Muhammed

Cahiller cesur olurlar.

Hz. Muhammed

İyilik yap ehli olana da, olmayana da, ehline isabet ederse yerini bulur. Etmez ise ehli sen olursun.

Hz. Muhammed

Sana emanet edilen şeyi iyi sakla, birinin hıyanetine uğradığın zaman hoş gör ve hıyanete hıyanetlikle karşılık verme.

Hz. Muhammed

En büyük düşmanın, iki kaburga kemiğinin arasında olan düşmandır.

Hz. Muhammed

Erdemin en büyüğü, seninle ilişkilerini kesene iyilik etmen, senden esirgeyene vermen, sana kötülük edeni bağışlayıp, dost elini uzatmandır.

Hz. Muhammed

Bir anlık tefekkür, bin yıl ibadetten hayırlıdır.

Hz. Muhammed

Şeref, edep iledir. Soy ile değildir.

Hz. Muhammed


byza
Şube Müdürü
24 Nisan 2010 19:29

Kısa olduğu için ezberlenmesi de kolay hadisler.Hemen çıktısını alıyorum Allah razı olsun.

25 Nisan 2010 11:42

güzel allah razı olsun


kavram9
Daire Başkanı
25 Nisan 2010 12:21

Hz. Muhammed'in (s.a.v)vasiflari Ve Huylari

Hz.Muhammed?in duyguları pek kuvvetliydi, hareketleri aşırı değildi. Yürürlerken acele etmezler; fakat hızlı yürürlerdi. Bir tarafa dönerlerken bütün vücutları ile dönerlerdi. Sözleri kesin, fakat mülayimdi. Anlaşılması için sözlerini üç kere tekrarladıkları olurdu. Kimseye kötü söz söylemezler, sert muamele etmezlerdi.

Bir yere izin almadan girmez, girerken de önce selâm verirlerdi. Çocukları çok severler, yetimleri okşardı. Birisiyle musâfaha ettikleri zaman, karşısındaki kişi elini çekmedikçe ellerini çekmezler; birisi gelince namaz kılıyorsa namazlarını uzatmazlar, çabuk bitirirler, gelene ihtiyacını sorarlardı.

Kölelere ?kardeşlerimiz?, câriyelere de ?kızlarımız? diye hitâb edilmesini emretmişlerdi.

Hz.Muhammed?in kadınlara karşı da şefkati ve saygısı vardı. Evlilik müessesini en kutsi bir müessese sayan Hz.Resûl-ü Ekrem:

?Cennet anaların ayakları altındadır? hadîsi ile de ana hakkının ne büyük bir hak olduğunu bizlere bildirmişlerdir.

Hz.Muhammed?in hayvanlara karşıda büyük bir merhameti vardı. Bu kadar rahim ve kerim olan Hz.Resûl-ü Ekrem, bütün ?Ehl-i Beyt?in ve sahâbenin ittifakıyla yiğit bir er idi.

Hz.Ali:

?Bedir savaşında müşriklere en yakın yerde, Hz.Muhammed durmadaydı? buyurur.

Uhud ve Huneyn savaşlarındaki sebatları, o savaşların seyrini değiştirmiştir. Hz.Peygamber?in kendisi bizzat 26 savaşa iştirak etmişlerdir. Zamanlarında kendilerinin bulunmadıkları savaş sayısı da 36 dır.

Hz.Muhammed?in meclisi; ilim, hayâ, hayır ve emanet meclisiydi; orada sesler yükseltilmezdi; oturanlar adeta başlarına kuş konmuş gibi sessiz, hareketsiz onu dinlerler ve meclis sonuna kadar böyle sürer giderdi. O mecliste, kimsenin kötülüğü konuşulmazdı.

Kendileri de; ?Meclislerin hakkını verin? buyururlardı. ?Hakkı nedir?? diye sorulunca; ?Şuraya-buraya bakmayın, gözlerinizi koruyun; selâm verilince alın, âma?ya yol gösterin, bilmeyene öğretin, doğru yola sevk edin; iyiliği buyurun, kötülüğü nehyedin? buyururlardı.

Sözleri fasih ve beliğ idi; herkese anlayacağı gibi hitap ederler ve;

?Biz Peygamberler?e, insanlarla, akılları miktarınca konuşmak emredildi? buyururlardı.

Kızsalar da, râzı olsalar da, ancak doğruyu söylerlerdi. Sözleri özlüydü, herkes anlayışı miktarı anlardı, kötü bir söz söyledikleri hiç duyulmamıştı.

Hz.Peygamber yoksulca yaşar, yoksullara yardımda bulunurlar, yoklukla-yoksullukla övünürler, kendilerine bir varlık vermezlerdi.

Hz.Peygamber Hak?ka vuslat ettiğinde, evlerinde biraz arpa ekmeğinden başka bir şey yoktu.

Sözü, çocukluğundan beri hayatını Hz.Muhammed?in yanında geçiren ve onun bütün hususiyetlerini bilen, onun terbiyesiyle yetişen ve onu canından fazla seven Hz.Ali?nin, Hz.Peygamberimiz için söylediği şu sözlerle tamamlayalım:

?İnsanların en eli açığı, en cömerdi, en yiğidi, en korkmayanıydı; en doğru söyleyeni, verdiği sözde en vefakârlı olanı, en yumuşak muamele edeni, en güzel uzlaşanıydı.

Onu birden gören heybetinden ürkerdi; tanıyıp onunla görüşen onu severdi, ona gönül verirdi.

Gözler onun eşidini ne ondan önce görmüştü, ne ondan sonra görür.?


akdenizdn
Daire Başkanı
29 Nisan 2010 22:08

HZ MUHAMMED SAV MUCİZELERİ

Hz.Muhammed'in Mucizeleri 1 Muhammed Aleyhisselamın mucizelerinin en büyüğü Kur'an-ı Kerim'dir Bugüne kadar gelen bütün şairler, edebiyatçılar, Kuran-ı Kerim'in nazmında ve manasında aciz ve hayran kalmışlardır Bir ayetin benzerini söyleyememişlerdir İcazı ve belagati insan sözüne benzemiyorYani bir kelimesi çıkarılırsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve manasındaki güzellik bozuluyor Nazmı arap şairlerinin şiirlerine benzemiyor İşitenler ve okuyanlar tadına doyamıyorlar Yorulsalar da usanmıyorlar Okumsaı ve işitmesinin sıkıntıları giderdiği sayısız tecrübelerle anlaşılmıştır Nice azılı İslam düşmanları, Kur'an-ı Kerim'i dinlemekle, kalpleri yumuşamış, imana gelmişlerdir Kur'an-I Kerim'i değiştirmeye çalışanlar oldu ise buna muvaffak olamamışlardır Allahü Teala buna izin vermemiştir ve vermeyecektir

2 Muhammed Aleyhisselamın meşhur mucizelerinin en büyüklerinden birisi de, ayın ikiye yarılmasıdırBu mucize, başka hiç bir peygambere nasip olmamıştır Muhammed Aleyhisselam, elli yaşında iken, Mekke'de Kureyş kafirlerinin ele başları yanına geip "peygamberisen ayı ikiye ayır" dediler Muhammed Aleyhisselam, herkesin, özellikle tanıdıklarının, akrabasının iman etmelerini çok istiyordu Ellerini kaldırıp dua etti Allahü Tealaduasını kabul edip ayı ikiye böldü Yarısı bir dağın, diğer yarısı başka dağın üzerinde göründü Kafirler, Muhammed bize sihir yaptı dediler, iman etmediler

3 Muhammed Aleyhissselam, bazı gazalrında, susuz kalındığı zaman, elini suya sokmuş, parmakları arasından su akarak, bulunduğu kap devamlı taşmıştır Bazan seksem bazan üçyüz, bazan binbeşyüz, Tebük gazasında ise yetmiş bin kimsenin hepsi ve hayvanları, bu sudan içmişler ve kullanmışlardır Mübarek elini sudan çıkarınca akması durmuştur

4 Bir gün amcası Abbas'ın evine gidip, onu ve evladını yanına oturtup üzerine ihramı ile örterek "Ya Rabbi! Bu amcamı ve ehlibeytini örttüğm gibi, sen de, cehennem ateşinden kendilerini koru" Dedi Duvardab üç kere amin sesi işitildi

5 Bir gün, kendisinden mucize isteyenlere karşı, uzaktaki bir ağacı çağırdı Ağaç köklerini sürüyerek gelip sselam verip, "Eşhedü en lailahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluh" dedi Sonra gdip yerine dikildi

6 Hayber gazasında önüne zehirlenmiş koyun kebabı koyduklarında, "Ya Resulallah beni yeme, ben zehirliyim" sesi işitildi

7 Bir gün, elindeput bulunan kimseye "Put bana söylerse iman eder misin?" dedi Adam, "ben buna elli senedir ibadet ediyorum Bana hiçbirşey söylemedi Sana nasıl söyler?"dedi Muhammed Aleyhisselam "Ey put ben kimim" deyince, sen Allahın Peygamberisin sesi işitildi Putun sahibi, hemen imana geldi

8 Medinede mescidde dikili bir odun vardı Hutbe okurken bu direğe dayanırdı Mimber yapılınca, direğin yanına gitmedi Odundan ağlama seslerini, bütün cemaat işittiler Mimberdeb inip direğe sarıldı Sesi kesildi "Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyamete kadar alayacaktı" Dedi

9 Eline aldığı çakıl taşlarının ve tuutğu yemek parçalrının arısesi gibi tesbih ettikleri çok görülmüştür

10 Bir kafir gelip, mucize göstermesini isteyince, duvarda asılı hurma salkımına "yanıma gel" demiş Salkım yere inip Resulullahın yanına gelmiştir Sonra "yerine git" demiştir Duvara kadar gidip, yerine çıkıp asılmıştır Köylü bunu görünce, hemen imana gelmiştir

11 Mekke'de bir kaç kurt, bir sürüden koyun kapıp götürdüler Çobanlar hcum edip, kurtardıklarında, kurtlaın birisi (rızkımızı elimizden alırken, allahtan korkmadın mı?) dedi Çoban (çok şaşırdım, kurt konuşur mu) deyince, kurt (asıl şaşılacak şey, Allah'ın Peygamberi olan hazret-i Muhammed mucizeler gösteriyor) dedi

12 Hazreti Muhammed bir çayırda giderken, üç kere, ya resullalllah ssesini işitti O tarafa bakıp, bağlı bir geyik gördü Yanında bir adam uyuyordu Geyiğe ne istediğini sordu O da (bu avcı beni yakaladı Karşı ki tepede iki yavrum var Beni salıver Gidip onları doyurup geleyim) dedi Resul aleyhisselam "sözünü tutar mısın?" dedi (Allah için söz veriyorum, gelmezsem Allahü Teala'nın azabı üzerime olsun) dedi Resul aleyhisselam geyiğ bıraktı Biraz sonra geldi Adam uyanıp, ya Resulallah, bir emrin mi var dedi "Bu geyiği azad et" buyurdu Adam geyiğin ipini çözdü Geyik "Eşhedü en lailahe illallah ve eşhedü enne Muahammeden Abduhu ve resulullah" dedi ve gitti

13 Bir gün, bir köylüyü imana davet etti(Vefat etmiş kızımı diriltirsen, iman ederim) dedi Mezarına gittiler İsmini söyleyerek kızı çağırdı Kabir içinden ses işitildi "Dünyaya gelmek ister misin?" buyurdu(Ya Resulullah! Dünyaya gelmek istemem Burada babamın evindekinden daha rahatım Ahiret, dünyadan daha iyi sesi işitildi) Köylü bunu duyunca hemen imana geldi

14 Cabir bin Abdullah bir koyun pişirdi Resulullah Eshabı ile yediler "Kemiklerini kırmayınız" dedi Kemikleri toplayıp, mübarekellerini üstüne koyup dua etti Allahu Teala koyunu diriltti

15 Resulullah'a, söylemez bir çocuk getirdiler "Ben kimim" dedi Sen Resulullahsın dedi Ölünceye kadar konuştu

16 Bir kimse, yılan yumurtasına basarak iki gözü görmez oldu Resululllaha getirip yalvardılar Mübarek tükürüğünden gözlerine sürmekle gözleri görmeye başladı

17 Muhammed bin hatip diyor ki: " Küçüktüm Üstüme kaynar su döküldü Gözlerim yandı Görmez oldum Babam Resulullaha götürdü Mübarek tükürüğünden gözlerime sürdü Gözlerim açıldı

18 Bir kadın, bir kel oğlunu getirdi Resulullah, mübarek elleri ile başını sıvadı Şifa buldu Saçları uzamağa başladı

19 Tirmızi ve Nesainin (Sünen) kitaplarında diyor ki, iki gözü a'ma bir kimse gelip, (ya Resulullah! Dua et gözlerim açılsın) dedi "Kusursuz bir abdest al, sonra Ya Rabbi! Sana yalvarıyorum Sevgili peygamberin Muhammed aleyhisselamı araya koyarak, senden istiyorum Ey çok sevdiğim peygamberim Hazreti Muhammed! Senin hatırın için kabul etmesini istiyorum Ya Rabbi! Bu yüce peygamberi bana şefaatçi eyle! Onun hurmetine duamı kabul et" duasını okumasını söyledi Adam, bdest alıp dua etti Hemen gözleri açıldı

20 Amcası Ebu Talip ile bir çölde gidiyrdu Ebu Talip, çok susadığını söyledi Resulallah, hayvandan yere inip mübaek ayaklarının ökçesini yere vurdu Su çıktı "Amcam bu sudan iç" buyurdu

21 Hudeybiye gazasında susuz bir kuyunun yanına kondular Asker susuzluktan şikayet ettiler Bir kova su istedi, içinde abdest alıp ve tükürüp, bunu kuyuya döktürdü Bir ok verip, kuyuya atmalarını buyurdu Kuyunun su ile dolduğunu gördüler

22 Bir gazada, asker susuzluktan şikayet etdi Resul aleyhisselam, iki askeri su aramağa gönderdi Deve üstünde bir kadını gördüler ve getirdiler Resul aleyhisselam, kadından bir miktar su istedi Bir kap içine döktürdü Bütün asker gelip, sıra ile kaplarını tulumlarını doldurdular Kadına bir miktar hurma verip su tulumlarını doldurdular Kadına birmiktar hurma verip su tulumunu da doldurdular "Senin suyundan eksilmedi Bize suyu Allah verdi" buyurdu

23 Medinede, minberde hutbe okurken, bir kimse ya Resullullah! (Susuzluktan çocuklarımız, hayvanlarımız, tarlalarımız helak oluyor İmdadımıza yetiş dedi Ellerini kaldırıp dua etti Gökte hiç bulut yokken, mübarek ellerini yüzüne sürmeden, bulutlar toplandı Hemen yağmur başladı Bir kaç gün devam etti Yine mimberde okurken, o kimse (Ya Resullullah, yağmurdan helak olacağız) deyince, Resul aleyhisselam, tebessüm etti Ve "Ya Rabbi, rahmetini başka kullarına da ihsan eyle" dedi Bulutlar açılıp güneş göründü

24 Cabir Bin Abdullah diyor ki; Çok borcum vardı Ağaçlarımdan aldığım hurmalar bunu yüzde birini karşılamayacak kadar azdı Resullullaha haber verdim Bahçeme gelip hurma yığınının etrafında üç kere dolaştı "Alacaklılarını çağır gelsinler" buyurdu Her birine hakları verildiYığından bir şey azalmadı

25 Bir kadın hediye olarak bal gönderdi Balı kabul edip boş kabı geri gönderdi Allahu Teala'nın kudreti ile kap bal ile dolu olarak geri geldi Kadın gelerek, (Ya Resullullah hediyemi niçin kabul etmediniz? Acaba günahım nedir?) dedi "Senin hediyeni kabul ettik Gördüğün bal Allahu Teala'nın hediyene verdiği berekettir" dedi Kadın sevinerek balı evine götürdü Çoluk cocuğuyla aylarca yediler Hiç eksilmedi Bir gün yanılarak başka kaba koydular Ordan yiyerek bitirdiler Bunu Resullulaha haber verdiler Gönderdiğim kapta kalsaydı, dünya durdukça yerlerdi, hiç eksilmezdi" buyurdu

26 Ebu Hüreyre diyor ki; Resullullaha bir kaç hurma getirdim Bunlara bereket verilmesi için dua etmesini söyledim Bereketli olmaları için dua buyurdu Hurmalrın bulunduğu çantaların gece gündüz yanımdan ayırmayıp, Hazreti Osman zamanına kadar hep yedim Yanımdakilere de yedirdim Ve avuç dolusu sadaka verdim

27 Resullullah Süleyman Peygamber gibi bütün hayvanların dilinden anlardı Gelerek sahibinden veya başkalarından şikayet eden hayvanlar çok görüldü Huneyn gazasında binmiş olduğu Düldül ismindeki ak katıra yere çök dedi Düldül hemen çökünce yerden bir avu kum alıp, kafirlerin üzerine saçtı Düşmandan bu topraktan gözüne isabet etmeyen hiç kimse kalmadı Cenabı Hakkaın yadımıyla düşman hezimete uğradı

28 Resulullahın gaybdan haber verdiği çok görüldü Bu mucizesiüç kısımdır Birinci kısmı kendi zamanından evvel olan ve kandisine sorulam şeylerdir ki, bunlara verdiği cevaplar, çok kafirleri, katı kalpli düşmanlarının imana gelmelerine sebep olmuşthur İkinci kısmı, kendi zamanında olmuş ve olacak şeyleri haber vermesidir Üçüncü kısmı kendisinden sonra kıyamete kadar dünyada ve ahirette olacak şeyleri bildirmesidir Acem padişahı Hüsrevden Medineye elçiler geldi, bunları çağırıp "bu gece kisranızı kendi oğlu öldürdü" dedi Birkaç gün sonra oğlunun babasını öldürdüğü haberi geldi

29 Bir gün zevcesi Havsa'ya "Ebu Bekir ile baban ümmetimin idaresini eline alacaklar" buyurdu Bu sözle, Ebu Bekir'in ve Havsanın babası olan Ömer'in halife olacaklarını müjdeledi

30 Ebu Hüreyre'yi Medine'de zekat olarak gelmiş olan hurmaları muhafazasına memur etmişlerdi Bir kimseyi hurma çalarken yakaladı (Seni Resulullaha götüreceğim) dediHırsız fakirim çoluğum cocuğum çoktur diyerek yalvarınca bıraktı Ertesi gün Resulullah Ebu Hüreyreyi çağırıp, "Dün gece bıraktığın adam ne yapmıştı?" dedi Ebu Hüreyre anlatınca "Seni aldatmış, yine gelecektir" Buyurdu Ertesi gece yine geldi ve yakalandı Tekrar yalvarıp Allah aşkına dedi ve kurtuldu Üçüncü gece tekrar gelip yakalanınca yalvarmaları fayda vermedi (Beni bırakırsan sana bir kaç şey çğretirim, çok işine yarar) dedi Ebu Hüreyre kabul etti (Gece yatarken ayetel kürsi'yi okursan Allahü Teala seni korur Yanına şeytan yaklaşamaz) dedi ve gitti Ertesi gün Resulullah Ebu Hüreyre'ye tekrar sorup cevap alınca "Şimdi doğru söylemiş, halbu ki kendisi çok yalancıdır Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun?" dedi (Hayır bilmiyorum) diyince, "O kimse şeytan idi" buyurdu

31 Rum İmparatorunun orduları ile harp için Mute denilen yere asker gönderdiği zaman, sahabelerden dört emirin arka arkaya şehit olduklarını kendisi Medine'de mimber üzerinde iken Allahü Teala'nın göstermesiyle görerek yanındakilere haber verdi

32 Muaz Bin Cebel'I vali olarak Yemen'e gönderirken Medine'nin dışına kadar uğurlayıp ona çok nasihatler verdi "Seninle kıyamete kadar artık buluşamayız" dedi Muaz Yemen'de iken Resulullah Medine'de vefat etti

33 Vefat ederken kızı Fatıma'ya "Akrabam arasında bana evvela kavuşan sen olacaksın" dedi Altı ay sonra Hz Fatıma vefat etti Akrabasından O'ndan evvel kimse vefat etmedi

34 Kays Bin Şemmaz ismindeki kimseye "güzel olarak yaşarsın ve şehit olarak ölürsün" dedi Hazreti Ebu Bekir halife iken Yemame'de Müseylemetül Kezzap ile yapılan muharebede şehit oldu Hazreti Ömer ve Ali'nin şehit olacaklarını dahi haber verdi

35 Acem Padişahı Kisranın ve Rum Padişahı Kayser'in memleketlerinin müslümanların eline geçeceğini ve hazinelerinin Allah yolunda dağıtılacaklarını müjdeledi

36 Ümmetinden çok kimsenin denizden gazaya gidecelerini ve sahabeden olan Ümmi Hirem ismindeki kadının o gazada bulunacağını haber verdi Hazreti Osman halife iken, müslümanlar gemiler ile Kıbrıs adasına gidip harb ettiler Bu hanım da beraberdi

37 Resul Aleyhisselam bir gün, yüksek bir yerde oturuyordu Yanındakilere dönerek "Benim gördüğümü siz de görüyor musunuz? Yemin ederim ki evlerinizin arasında sokaklarda meydana gelecek fitneleri görüyorum" Dedi Hazreti Osman'ın şehit edildiiği günlerde ve sonra Yezid zamanında Medine'de büyük fitneler meydana geldi Sokaklarda çok kimsenin kanı döküldü

38 Bir gün, kendi zevcelerinden birinin halifeye karşı isyan edeceğini haber verdi Hazreti Aişe bu söze gülünce, "Ya Hümeyra, bu sözümü unutma! Bu kadın sen olmayasın" buyurdu Sonra Hazreti Ali'ye dönüp "bunun işi senin eline düşerse kendisine yumuşak davran" dedi 30 sene sonra Hz Aişe, Hz Ali ile harp etti Ve O'na esir düştü Hazreti Ali O'nu ikram ve ihtiram ile Basra'dan Medine'ye gönderdi

39 Hazreti Muaviye'ye "bir gün ümmetimin üzerine hakim olursan iyilik yapanlara mükafaat et, kötülük edenleri de affeyle" dedi Hazreti Muaviye, Hazreti Osman zamanında Şam'da yirmi sene valilik, sonra yirmi sene de halifelik yaptı

40 Bir gün "Muaviye hiç mağlup olmaz" buyurdu Nice zaman sonra meydana gelen muharebelerin hiçbirinde mağlup olmadı Hatta Hz Ali Sıffın muharebesinde, bu hadisi işitince, "Eğer önceden işitseydim, Muaviye ile harp etmezdim" dedi

41 Ammar Bin Yasere "Seni bagi ola kimseler öldürecektir" dedi Hazret-I Ali ile birlikte, Hazreti Muaviye'ye karşı savaşırken şehid oldu

42 Kızı Fatıma'nın oğlu olan Hasan için "Bu oğlum çok hayırlıdır Allahü Teala, müslümanlardan iki büyük ordunun sulh etmesine bunu sebep yapacaktır" buyurdu Büyük ordu ile haret-I muaviye'ye karşı harp edeceği zaman, fitneyi önlemek, müslümanların kanının dökülmemesi için hakkı olan halifeliği Hazret-I Muaviye'ye teslim etti

43 Abdullah bin Zübeyr, Resulullah'ın hacamat edilirken çıkan kanını içti Bunu görünce, "İnsanlardan senin başına neler gelecek biliyor musun? Senden de insanlara çok şey gelecek Cehennem ateşi seni yakmaz" buyurdu Abdullah bin Zübeyr Mekke'de halifeliğini ilan edince, Abdülmelik bin Mervan Şamdan Haccacı büyük bir askerle Mekke'ye gönderdiç Abdullah'ı yakalayıp öldürdü

44 Abdullah İbn-i Abbas'ın annesine bakı, "senin bir oğlun olacak Dğoduğu zaman bana getir!" dedi Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezan ve ikamet okuyup, mübarek tükürüğünden ağzına sürdü İsmini Abdullah koyup annesinin kucağına verdi "Halifelerin babasını al, götür" dedi Çocuğun babası olan hazreti Abbas, bunu işitip, gelip sorunca "evet, böyle söyledim Bu çocuk halifelerin babasıdır Onalar arasında seffaf, mehdi ve İsa Aleyhisselamla namaz kılan bir kimse bulunacaktır" Dedi Abbasi Devletinin başına başına çok halifeler geldi Bunların hepsi, Abdullah bin abbas'ın soyundan oldu

45 Bir gün "Ümmetim arasında, şii denilen çok kimseler meydana gelecekdir Bunlar, İslam dininden ayrılacaklardır" Buyurdu

46 Eshabından çok kimseye hayr dualar etmiş, hepsi kabul olunarak faydalarını görmüşlerdir Hazret-I Ali diyor ki; "Resulallah beni Yemen'e kadı olarak göndermek istedi Ya Resulallah! Ben kadılık yapmasını, mahkemede hükm vermesini bilmiyorum dedim Mübarek elini göğsüme koyup "Ya Rabbi! Bunun kalbine doğru şeyleri bildir Hep doğru söylemek nasip eyle!" buyurdu Allaha yemin ederim ki, bana gelen şikayetçilerden doğru olanı hemen anlar, hak üzere hükm ederdim

47 Resulallah'ın Cennete gideceklerini müjdelediği on kimseye 'Aşere-I Mübeşşere' denir Bunlardan Sa'd bin Ebi Vakkas'a Uhud gazasında éYa Rabbi! Bunun oklarını hedeflerine ulaştır ve dualarını kabul eyle!" dedi Bundan sonra Sa'dın her duası kabul oldu ve her attığı ok düşmana rastladı

48 Amcasının oğlu Abdullah bin Abbasın alnına mübarek ellerini koyup "Ya Rabbi! Bunu dinde derin alim yap, hakmet sahibi eyle! Kur'an-ı Kerimin bilgilerini kendisine ihsan eyle! Dedi Bundan sonra, bütün ilimlerde ve bilhassa tefsir, hadis ve fıkıh bilgilerinde zamanın bir tanesi oldu Sahabe ve tabi'in herşeyi bundan öğrenirlerdi İslam memleketleri bunun talebeleri ile doldu

49 Hizmetçilerinden Enes bin Malike "Ya Rabbi, bunun malını ve çocuklarını çok eyle Ömrünü uzun eyle Günahlarını af eyle!" duasını yaptı Zaman geçtikçe, malları, mülkleri çoğaldı Yüz on sene yaşadı Ömrünün sonunda, 'Ya Rabbi, Habibinin benim için yaptığı dualardan üçünü kabul ettin, ihsan ettin! Dördüncüsü olan günahların affedilmesi acaba nasıl olacak' deyince "Dördüncüsünü de kabul ettim Hatırını hoş tut!" sesini işitti

50 Malik bin Rebiaya "Evladın bereketli olsun!" diyerek dua etti Seksen oğlu oldu

51 Nabiga ismindeki meşhur şair şiirleinden bir kaçını okuyunca, araplar arasında meşhur olan "Allahü Teala dişlerini dökmesin" duasını söyledi Nabiga yüz yaşına gelmişti Dişleri ak ve berrak, inci gibi dizilmiştir dururdu

52 Urve bin Cu'd için "Ya Rabbi! Bunun ticaretine bereket ver!" dedi Urve diyor ki, bundan sonra yaptığım ticaretlerin hepsi karlı oldu Hiç zarar etmedim

53 Kendi kızı Fatıma, birgün yanına geldi Açlıktan benzi sararmıştı Elini göğsüne koyup, "Ey açları doyuran Rabbim! Muhammedin kızı Fatıma'yı aç bırakma!" dedi Fatıma'nın hemen yüzü kanlandı, canladı Ölünceye kadar hiç açlık duymadı

54 Aşere-I Mübeşşere'den Abdurrahman bin Avfa bereket ile dua etti Malı o kadar çoğaldı ki, dillerde destan oldu

55 Her Peygamberin duası kabul olur Her peygamber, ümmeti için dünyada düa etti Ben ise, kıyamet günü ümmetime şefaat iznş verilmesi için dua ediyorum İnşallah duam kabul olacak Müşrik olmayanların hepsine şefaat edeceğim" buyurdu

56 Mekkede bazı kmylerde gidip iman etmeleri için çok uğraştı Kabul etmediler Yusuf Peygamber zamanında Mısırda görülen kıtlık gibi sıkıntı çekmeleri için dua etti O sene oralarda öyle kıtlık oldu ki, leş yediler

57 Amcası Ebu Lehebin oğlu Uteybe, Resulallah'ın damadı oldupu halde, Resulallaha iman etmed Ve çok üzdü Mübarek kızı Ümmü Gülsüm hatunu boşadı Çirkin şeyler söyledi Buna çok üzülüp "Ya Rabbi! Buna köpeklerinden birini gönder" dedi Uteyybe Şama ticaret için giderken bir gece arkadaşlarının arasında yatıyordu Bir aslan gelip arkadaşlarını koklayıp bıraktı Sıra Uteybeye gelince, onu parçaladı

58 Bir kimse sol eliyle yemek yiyordu "Sağ el ile ye" dedi Sağ kolum hareket etmiyor diye yalan söyledi "Sağ elin artık hareket etmesin" buyurdu Ölünceye kadar sağ elini ağzına götüremez oldu

59 Acem padişahı Hüsrev Pervize iman etmesi iin mektup gönderdi Hüsrev mektubu parçaladı ve getiren elçiyi şehid etti Resul aleyhisselam bunu işitince çok üzüldü ve "Ya Rabbi benim mektubumu parçaladığı gibi, onun mülkünü parçala" dedi Resullulah hayattta iken Hüsrevi oğlu Şiruye hançerle parçaladı Hazreti Ömer halife iken, Acem memleketlerinin hepsini müslümanlar fethettiler Hüsrev'in nesli de mülkü de kalmadı

60 Resul Aleyhisselam, çarşı'da emri maruf ve neyhi münker ederken, nasihat verirken, Mervan'ın babası olan Hakem bin As ismindeki alçak, Resulullahın arkasından gelerek, gözlerini açıp kapar ve yüzünü buruşturu, böylece alay ederdi Resul Alaeyhisselam, arkaya dönüp, onun bu çirkin halini görünce "Kendini gösterdiğin şekilde kal" buyurdu Ölünceye kadar, yüzüz gözü oynak kaldı

61 Allahu Teala, habibini belalaardan korurdu Ebu Cehl, Resullullahın en büyük düşmanı idi Büyük bir taşı mübarek başına vurmak için kaldırdığı zaman, Resulullahın iki omuzunda birer yılan görerek taş elinden düştü ve kaçtı

62 Kabe yanında namaz kılarken, yine alçak Ebu Cehl tam zamanındır diyerek, bıçakla üzerine yürümek istedrken, hemen geri dönüp kaçtı Arkadaşları, niçin korktun deyince ' Muhammed ile aramızda ateş dolu bir henden gördüm Bir çok kimseler beni bekliyorlardı Bir adım atsaydım, yakalayıp ateşe atacaklardı Çok korktum' dedi Bunu müslümanlar işitip, Resulullaha sorduklarında "Allahın melekleri onu yakalayıp parçalayacaklardı" Buyurdu

63 Hücretin üçüncü senesinde Resul Aleyhisselam Kattan Gazvesinde bir ağaç dibinde yanlız yatarken, Dasür isminde bir pehlivan kafir, elinde kılıçla gelip 'seni benden kim kurtarır'dedi Resulullah "Allah kurtarır" dediği zaman, Cebrail ismindeki melek, insan şeklinde görünüp kafirin, göğsüne vurdu Resul aleyhisselam kılcı eline alıp "Seni benden kim kurtarır" dedi 'Beni kurtaracak, senden daha hayırlı kimse yoktur' diye yalvardı Af buyurup serbest bıraktı İmana gelip çok kimselerin de imana gelmesine sebep oldu

64 Hicretin dödüncü senesinde Beni Nadir'de Resulullah, Yahudilerin kale duvarları altında Eshabı ile konuşurken, bir yahudi büyük bir değirmen taşını yukarıdan atmak istedi Taşa elini uzatınca iki eli çolak oldu

65 Hicertin dokuzuncu senesinde uzaklardan akın akın gelip iaman ediyorlardı Amir ile Erbed isminde iki kafir gelenler arasına katılıp, Amir Resulullaha imana geldiklerini söylerken Erbed arkaya geçip kılıcını kınından çıkarmak istedi Eli tutmaz oldu Amir karşıdan ne duruyosun diye işaret edince, Resul Aleyhisselam, "Allahü Teala ikinizin zararaında beni korudu" Buyurdu Oradan ayrıldıklarında Amir Erbede niçin sözünde durmadın dedi Oda ne yapayım ki kaç kere kılıcı çekmek istedim Hep seni ikimizin araınsında gördüm dedi Bir kaç gün sonra hava açıkken ansızın bulutlar kapladı Erbede yıldırım düşerek devesiyle birlikte öldü

66 Resul Aleyhisselam birgün abdest alıp mestlerinden birini giyip ikincisine elini uzatırken bir kuş geldi, mesti kapıp havada silkeledi İçinden bir yılan düştü Sonra kuş mesti yere bıraktı Bugünden sonra ayakkabı giyerken önce silkelemek sünnet oldu

67 Resul alayhisselam gazalarda ve çöllerde, kendini muhafazaiçin eshabından bekçiler ayırmıştı Maide suresindeki "Allah seni insanların zararından korur" ayeti gelinc, bundan vazgeçti Düşmanlar arasında yanlız dolaşır, yanlız yatar, hiç korkmazdı

68 Sahabeden Enes bin Malikte Resulullahın bir mendili vardı Bununla mübarek yüzünü silerdi Enes, bununla yüzünü siler, kirlendiği zaman ateşe bırakırdı Kirler yanıp, mendil yanmaz tertemiz olurdu

69 Bir kuyunu suyunu kova içinden içip kalanını kuyuya döktüler Kuyudan her zaman misk kokusu çıkardı

70 Utbe bin Ferhat ismindeki bir kimsenin bedeninde kurdeşen denilen hastalık çıktı Resul aleyhisselam, onu soyup ve kendi mübarek ellerine tükürüp, gvdesiyni sıvadı Hasta şifa buldu Bedeni misk gibi kokardı Bu hal uzun zaman devam etti

71 Selmanı Farisi, hak din aramak için, İrandan çıkıp dünyayı dolaşmaya başladı Bunu bir yerde yakalayıp, Medineli bir yahudiye köle olaraksattılaar Hicrette Resulallah Medineye girerken karşılaştılar Hemen imana geldi Bir kaç sene sonra 300 hurma ağacı ile binaltıyüz dirhem altun ödemek şartı ile azaad edlmesine söz kesti Resulallah bunu işitti Mübarek elleri ile ikiyüzdoksandokuz hurma ağacı dikti Ağaçlar o gün meyve vermeğe başladı Birini Hazreti Ömer dikmişti O meyve vermedi Resulallah bunu çıkarıp yeniden dikti Hemen meyve verdiBir gazada ganimet alınan, yumurta kadar altını Selman'a verdiler Selman Resulallaha gelip bu gayet azdır Bin altıyüz gram gelmez dediMübarek elleine alıp tekrar Selmana verdi Bunu sahibine götür dedi Yarısı ile efedisine olan borcunu ödedi Diğer yarısı dakendine kaldı

72 Resul Aleyhisselam, bir gün namaz kılarken şeytan gelip namazını bozmak istediğinde, mübarek elleri ile yakaladı Bir daha gelip namazı bozdurmayacağına dair söz alıp serbest bıraktı

73 Medine'deki münafıklaaırn reisi olan abdullah bin Übey bin Selul, öleceğine yakın Resulallah'I çağırdı Arkanızdaki gömleği bana kefen yapınız diye yalvardı Her istenileni vermek adeti olduğu için, gömleğini ihsan eyledi Cenaze namazını dahi kıldı Medine'de bulunan bin münafık, Resulallahın bu ihsanına hayran kalıp, imana geldiler

74 İlk zamanlarda Mekkede bulunan Kureyş kafirlerinden Velid Bin Mugire, as bin Vail, Haris bin kays, Esved bin Yagus ve Esved bin Mttalip, Resulallaha cefa ve eziyet etmekte aşırı gidiyorlardı Cebrail aleyhisselam gelip "Seninle alay edenlere cezalarını veririz" Ayetini getirip, seni bunların işkencelerinden kurtarmak için emr olundum dedi Velidin ayağına, ikincisinin ökçesine, üçüncüsünün burnuna, dödüncüsünün başına, beşincisinin gözlerine işaret etti Velidin ayağına bir ok battı Çok kibirli olduğundan eğilerek oku çıkarıp atmak kendine ağır geldi Demiri topuk damarına batp, siyatik hastalığına yakalandı Asın ökçesine diken battı Tulum gibi şişti Harisin burnundan devamlı kan geldi Esved bir ağacın altında neşeli otururken, kafasını ağaca vurup, diğer Esvedde ama olup hepsi helak ldular

75 Dos kabilesinin reisi Tufeyl, hicretten önce, Mekke'de imana gelmişti Kavmini imana davet için Resulallah bir alamet istedi "Ya rabbi! Buna bir ayet ahsan eyle" buyurdu Tuefyl kabilesine gidince İki kaşı arasında bir nur parladı Tufeyl, 'Ya Rabbi! Bu alameti yüzümden giderip başka be yerinekoy Bunu yüzümde görenlerden bazısı, kendi dinlerinden çıktığım için cezalandırıldığımı zannederler' dedi Duası kabul olup nur yüzünden gitti Elindeki kamçının ucunda kandil gibi parladı Kabilesindekiler zamanla imana geldiler

76 Biri Maune denilen muharebede kafirler verdikleri sözü bozarak yetmiş Sahabeyi şehid ettiler Bunlar arasında Hazreti Ebu Bekrin kölesi iken azad ettiğ ve ilk iman edenlerden Amir Bin Füheyreyi süngülediklerinde,kafirlein gözü önünde, melekler göğe kaldırdılar Bunu Resulallaha haber verdiklerinde "Onu cennet melekleri defn ettiler ve ruhunu cennete götürdüler" buyurdu

77 Sahabeden Habib ismindeki zatı, kafirler yakalayıp Mekke'ye götürdüler, astılar Kafirler görsün de sevinsin diyerek sehbadan indirmediler Resul Aleyhisselâm, bunu haber alarak gizlice iki adam gönderip gece ağaçtan aldılar Medineye getirirken, arkalarından yetmiş atlı yetişti Bu iki müslüman, kendilerini kurtarmak için, Habibi yere bıraktılar Yer yarılıp Habib kayboldu Kafirler bu hali görünce dönüp gittiler

78 Sahabenin büyüklerinden Said bin Muaz, Uhud gazasında yaralandı Bir zaman sonra vefat etti Namazında yetmişbin meleğin bulunduğunu Resulallah bildirdi Kabri kazılırken, her tarafa misk kokusu yayıldı

79 Hicretin yedinci senesinde Resullullah, Habeş padişahı Necaşiye ve rum İmparatoru Herakliyusa ve Acem padişahı Husreve ve Bizansın Mısırdaki valisi Mukavse ve Şamdaki Valisi Harise ve Umman Sultanı Semameye mektuplar göndererek, hepsini imana davet etti Mektupları götüren elçiler, gittikleri yerin dillerini bilmiyorlardı Ertesi sabah Allahü Tealanın kudreti ile, o dilleri bilip, konuşmaya başladılar

80 Sahabenin büyüklerinden Zeyd Bin Harise uzak bir yere gidyordu Kira ile tuttuğu katırcısı, tenha bir yerde bunu öldürmek istedi İzin isteyip iki rekat namaz kıldı Sonra üç kereYa Erhamerrahimin dedi Her birini söylerken 'Onu öldürme' sesi geldi Dışarıda adam var sanarak, katırcı dışarı çıkıp içeri girdi Üçüncüsünde, elinde kılıç bulunan bir süvari içeri girip katırcıyı öldürdü Bunun melek olduğu anlaşıldı

81 Resulallahın zevcelerinden Ümmü Seleme hanımın azad ettiği Sefine ismindeki sahabi, Resulallahın hizmetinden hiç ayrılmazdı Rumlara karşı yapılan savaşta askerden ayrılıp kafirlere esir düştüKaçıp gelirken karşısına korkunç bir aslan çıktı 'Ben Resulallahın hizmetçisiyim' deyip başından geçenleri arslana anlattı Aslan buna yüzünü gözünü sürüp yanımda yürü dedi Düşmandan bir zarar gelmesin diye yanından ayrılmadı İslam askeri görülünce, dönüp gitti

82 Cehcahi Gaffari isminde birirsi halife olan Hareti Osman'a isyan etti Resulallahın her zaman elinde taşıdığı asâyı dizi ile kırdı Bir sene sonra dizinde sir pençe (Anthrax) denilen hastalığı ölümüne sebep oldu

83 Hazret-I Muaviye Şamdan haccagelip, Resulallahın Medine'deki mimberi şerifini Şam'a götürmek istedi Mimberi yerinden oynattıklarında, güneş tutuldu Her taraf kararıp, yıldızlar göründü Hazret-I Muaviye korkarak bu arzusundan vazgeçti

84 Uhud gazasında Ebu Katadenin bir gözü çıkıp yanağı üzerine düştü Resulallaha getirdiler Mübârek eli ile gözünü yerine koyup "Ya Rabbi, gözünü güzel eyle" dedi Bu gözü diğerinden daha güzel oldu Ondan daha kuvvetli görürdü

85 İyas bin Seleme diyor ki, Hayber gazasında, Resulallah beni gönderip Ali'yi istedi Ali'nin gözleri ağrıyordu Elinden tutup güçlükle getirdim Mübarek parmaklarına tükürüp, Ali'nin gözlerine sürdü Sancağı eline verip, Hayber kapısında döğüşmeye gönderdi Çok zamandır açılamayan kapıyı Hazreti Ali yerinden söktü ve Eshabı Kiram kaleye girdiler

Ebu Bekir Sıddik ( RA) garip bir riya görüp,uykusunda ağlamaya başlarÖyle ağlar ki,evin dışından duyulurBu sırada Ömer bin Hattap ( RA) oradan geçerAğlama sesini duyunca,kapıyı çalarEbu Bekir Sıddik uykusundan uyanıp,kapıya koşar,gözlerinden yaşlar aktığı halde kapıyı açarHazreti Ömer onu görür ve kendisine :

- Bu ağlamak nedir ? diye sorar Ebu Bekir :

- Sahabeleri buraya topla ki,sana anlatayım, der

Bunun üzerine HzÖmer bütün sahabeleri oraya toplarEbu Bekir ( RA) anlatmaya başlar

- Rüyamda kıyametin koptuğunu gördümBir takım insanları,parlayan yıldızlar gibi minberlerin üzerinde buldumMeleğe : " Bunlar kimdir ? " diye sordumMelek :

- Onlar peygamberlerdirHazreti Muhammed Mustafa ( SAS)'i bekliyorlardediBen :

- Muhammed ( SAS) nerededir ? Beni onun yanına götürBen onun hizmetçisi ve sahabelerinden Ebu Bekir'im,dedim

Melek beni onun yanına götürdüOnu Arş'ın altında,sarığını önüne koymuş,sağ elini Arş'a uzatmış,sol elini uzatıp cehennemin kapılarını kapamış bir halde gördümO,bu haliyle şöyle niyazda bulunuyordu :

- Ey Allah'ım,ümmetimi bağışlaOnların içinde alimler,salihler,hacılar,umre yapanlar,gaziler,mücahitler vardır

Böyle niyazda bulunurken,gaipten şöyle bir bir nida geldi :

- Ey Muhammed ( SAS),sen itaat edenleri zikrediyorsun,diğerlerini anmıyorsunZalimleri,şarap içenleri,zina yapanları,faiz yiyebleri,bunlarıda zikret

Bunun üzerine peygamber Aleyhisselam şöyle niyazda bulundu :

- Ey Allah'ım,onlar senin buyurduğun gibidirlerFakat,onlardan hiçbiri sana ortak koşmamıştır,puta tapmamıştır,sana çocuk isnad etmemiştir,Tevhidi bırakmamıştırEy Allah'ım,onlar hakkındaki şefaatımı da kabul buyurOnlara olan merhametimide kendilerine ulaştır,diye yalvardı

Ben kendisine çok acıdığım için :

- Ya Muhammed ( SAS),kendine acı,dedimO :

- Ya Ebu Bekir,ümmetime şefaat etmek için Rab'bime niyazda bulundumRab'bimde kabul buyurdu,dedi

Hazret-i Peygamber'e :

- Hepsinemi,yoksa bazısına mı ? diye sordumTam o anda sen kapıyı çalıp beni uyandırdın ve cevap almaya vakit bırakmadın,ey Hattap oğlu Ömer

Hazret-i Ebu Bekir,Hazret-i Ömer'e böyle söylediği anda bir de bakalrı ki,gaipten bir ses üç kere :

diye sesleniyorHer ikisi de " El-Hamdü Lillah" diyerek şükrettiler


akdenizdn
Daire Başkanı
08 Mayıs 2010 15:03

PEYGAMBERİMİZ (SAV) 'İN HAYATINDAN GÜZEL ÖRNEKLER

alemlere rahmetdoğrulukehli sünnet vel cemaatgüzel ahlakHz. Muhammed (s.a.v.)

Andolsun, sizin için, Allah?ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah?ı çokça zikredenler için Allah?ın Resulü?nde güzel bir örnek vardır. (Ahzab Suresi, 21)

İslamiyetin iki temel kaynağı vardır: Kuran ve sünnet. Bunlar et ve tırnak gibi birbirinden ayrılmaz iki temel unsurdur. Birini birinden ayırırsak dinin gerçek anlamını kavrayamayız.

Müminin ahiretteki gerçek mutluluğu yakalaması için İslam?ın bu iki kaynağını çok iyi anlayıp, eksiksiz olarak uygulaması gerekir. Kuran?ın ahlakı ile ahlaklanmış olan Peygamberimiz (sav)?in uygulamaları bizim için adeta Kuran?ın canlı bir yorumudur.

Resulullah (sav) bir hadisinde, "Ümmetimin fesad zamanında, unutulmuş sünnetlerimden birini ihya edene yüz şehid sevabı verilir" (İbn-i Mace) buyuruyor. Peygamberimiz (sav)?in haber verdiği zaman yaklaşmış görünmektedir. Vaadedilen bu güzel karşılığa layık olabilmek için tüm Müslümanların Peygamberimiz (sav)?in sünnetine sarılması son derece önemlidir.

Hz. Muhammed (sav)?in üstün ahlakı ve uygulamaları, günlük hayatın düzenlenmesinde müminler için en güzel örnektir. Peygamber Efendimiz (sav)?in her davranışı Allah (cc)?ın koruması ve irşadı altındadır.

PEYGAMBERİMİZ (SAV)?İN GÜZEL AHLAKI

Allah (c.c.), Kuran-ı Kerim?de Peygamberimiz (sav)?e "Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzerindesin" (Kalem Suresi, 4) buyurmuştur. Resul-ü Ekrem (sav) bir hadisinde, "Ben ancak ahlak faziletlerini tamamlamak için gönderildim" (Beyhaki) diyerek, yaşantısının, her müminin uygulaması gereken örneklerle dolu olduğunu bildirmiştir.

Kendisine peygamberlik gelmeden önce de güzel ahlakın en güzel örneklerini sergileyen Resulullah Efendimiz (sav), İslam dinini insanlığa anlatırken de seçkin kişiliği ve güzel ahlakı ile bütün insanlığa örnek olmuştur. Aradan geçen on dört yüzyılda insanlık O?nun ortaya koyduğu güzel ahlak ilkelerini yakalamaya çalışmıştır.

Peygamberimiz (sav)?in hanımı Hz. Ayşe, Resulullah'ın (sav) güzel ahlakını şöyle anlatıyor: "Çirkin söz söylemezdi. Haya, terbiye ve nezakete aykırı bir davranışta bulunmazdı. Çarşı ve pazarda yüksek sesle konuşup gürültü çıkarmazdı. Kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi. Affeder bağışlardı." (Ebu Davud)

Hz. Ayşe?nin Peygamberimiz (sav)?in ahlakı ile ilgili bir soru üzerine verdiği cevap, O?nun yaşantısının, Kuran ahlakının hayata geçirilmiş şekli olduğunu göstermektedir :

"Ey müminlerin annesi Peygamberin ahlakı nasıldı?" Cevap verdi: "Resulullah?ın ahlakı... Mü?minun suresini okuyabiliyor musun? Bu sureyi onuncu ayetine kadar oku! İşte Allah?ın Resulü?nün ahlakı böyle idi" dedi. (Buhari)

Resulullah "En hayırlınız, ahlakça en güzel olanınızdır" diyerek bunun her mümin için ulaşılması gereken bir hedef olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla, mümin nefsindeki tüm kötülüklerden sakınıp bu ahlaka ulaşmak için çaba harcamalıdır.

Su, buzu erittiği gibi güzel ahlak da günahları eritir; sirke balı bozduğu gibi kötü ahlak da ameli bozar. (Taberani)

Benim Katımda en sevimliniz, ahlakça en güzel olanınız ve etrafındakilerle hoş geçineninizdir ki, onlar herkesi sever ve herkeste onları sever. Benim Katımda en sevimsiziniz dedikodu yapan, dostların arasını açan ve tertemiz kimselerde kusur arayanlardır. (Bezzar)

Allah Katında kötü ahlaktan daha büyük bir günah yoktur. Çünkü kötü ahlak sahibi, bir günahtan çıkmadan diğerine düşer. (Esbahani)

Kul, ibadeti az olduğu halde, güzel ahlakıyla ahiretin yüksek derecelerine ve şerefli mevkilerine ulaşabilir. Ahlakı kötü olanlar da cehennemin alt tabakasına varırlar. (Taberani)

Bir mümin güzel ahlakıyla gece ibadet eden, gündüz oruç tutan kimselerin seviyesine yetişir. (Ebu Davud)

Kıyamet günü mizana konan iyiliklerin en ağırı takva ve güzel ahlaktır. (Ebu Davud)

Resulullah Efendimiz ( s.a.v.), namaza başlamadan şu duayı ederdi: ?Allah?ım bana güzel ahlak ihsan eyle, zira senden başka kimse güzel ahlak ihsan edemez. Allah?ım beni kötü huylardan koru ve uzaklaştır.? (Müslim)

AFFEDİCİ OLMANIN FAZİLETİ

Kuran-ı Kerim?de "... yine de affeder, hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız, artık elbette Allah, bağışlayandır, esirgeyendir"(Teğabün Suresi, 14) buyruluyor. Özellikle müminlerin kendi aralarında hoşgörülü ve affedici olmaya çok dikkat etmeleri gerekir.

Resulullah Efendimiz (sav)affedici olmanın fazileti üzerinde özellikle durmuş, bunun müminler arasında kardeşlik duygularının gelişmesinde vesile olacağını söylemiştir. O?nun örnek alınacak davranışlarından biriside şahsi sebeplerden dolayı kimseye kin tutmaması ve düşmanı bile olsa devamlı olarak affetme yoluna gitmesidir.

Nitekim Peygamber Efendimiz (sav)şöyle buyurmuştur: "Alçak gönüllülük insana yükseklikten başka birşey arttırmaz. Alçak gönüllü olun ki Allah sizi yükseltsin. Af ve bağışlanma insanın ancak şerefini yükseltir. Affediniz ki Allah sizi izzetlendirsin."(Isfahani)

Müslümanlar birbirleri üzerindeki haklarından vazgeçmeleri gerekir. Kin tutmak ve intikam almak gibi düşüncelerin müminler arasında yeri yoktur. Affedici olmak ahirette müminin derecesini arttırır ve dünya hayatında tesanüd duygularının gelişmesine yardımcı olur. Allah?ın Resulü şöyle buyuruyor: "Allahu Teala kıyamet günü mahlukatı mahşer yerine topladığı zaman arşın altından üç defa ?ey iman edenler, Allah sizi affetti, siz de birbirinize olan hakkınızı bağışlayın? diye seslenilir."(Kitabü?t-Tebsire)

TİCARETİN TEŞVİK EDİLMESİ VE DOĞRULUĞUN FAZİLETİ

Büyük İslam alimleri Hz. Muhammed (sav)?in peygamberliğinin delillerinin başında herkesçe kabul edilen doğruluğunu örnek gösterirler. O?nun bu özelliği sadece müslümanlar tarafından değil, Mekkeli müşrikler tarafından kabul görmüş bir gerçektir.

İslamiyet'in doğuşu ile birlikte Peygamberimiz (sav)bütün insanlığı, yaşantılarının her anında dürüst olmaya çağırmıştı.

"Doğruluğa yapışın zira doğruluk iyiliğe götürür. Doğruluk ve iyilik sahipleri cennettedir. Yalandan kaçının, zira yalan söyleyenler ve kötülük edenler cehennemdedir." (Taberani)

"Doğruluğu iltizam edin. Çünkü doğruluk hayra götürür. Kişi doğru söyleyip doğruluğu araştıra araştıra Allah katında doğrucu yazılır. Yalandan sakının. Çünkü yalan sapıklığa götürür. Şüphesiz sapıklık da cehenneme götürür." (Müslim)

Peygamber Efendimiz "ticarete devam edin. Çünkü rızkın onda dokuzu ticarettendir."(Garibü?l Hadis) buyurmuşlardır.

Resulullah?ın (sav), ticaretle uğraşanların doğruluğa büyük önem vermeleri konusunda sayısız hadisleri vardır. Bir hadis-i şerifte dürüst tüccarın ahirette şehidlerle beraber olacağını müjdeleniyor. Doğruluğa önem vermeyenlerin ise dünyada ve ahirette akılalmaz zorluklarla karşılaşacakları buyruluyor.

Resulullah Efendimizin ticarete önemine ve ticaretin dürüst bir şekilde yapılmasına dair bir çok hadisi vardır.

"Ticaretle uğraşanlar kıyamet gününde günahkar olarak dirilecekler. Ancak Allah?tan korkanlar, iyilik yapanlar ve doğru olanlar müstesna." (Tirmizi)

"Doğru olan tacir kıyamet günü Arş-ı A?la?nın gölgesi altındadır." (Esbahani)

"Malın ayıbını ve fiyatını gizlediler ve yalan söyledilerse, belki karları olur fakat alışverişin bereketini mahvederler. Yalan yemin malı sattırır fakat kazancı mahveder." (Buhari)

"Malını satışa arzeden rızka erer, pahalanması için saklayıp bekletenler Allah?ın lanetine uğrar." (Müslim)

"Alışverişte yemin, malın harcanmasına, kazancın elden gitmesine sebeptir." (Müslim)

"Bir malı satmak istediğin zaman da versen de yüksek fiyat değil satmak istediğin fiyatı söyle." (Ebu Davud)

Müslümanlar ticaretle uğraşırken günlük ibadetlerini ve kulluk vazifelerini ihmal etmemeleri gerekir. Zira dünyadaki nimetleri elde etmeye çalışırken ahiretini tehlikeye atabilir. Peygamberimiz bu konu ile ilgili şöyle buyuruyor: "Bana mal topla ve tüccar ol diye vahyolunmadı. Fakat bana rabbini tesbih et, secde edenlerden ol ve ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet eyle diye vahyolundu."(İbn Merdiye)

"Bir malın kusurunu söylemeden satmak hiç kimseye helal olmaz. Malın bu kusurunu bilene de onu söylememek helal olmaz." (Beyhaki)

"Kazancın nereden geldiğine aldırış etmeyen kimseyi, Allahu Teala hangi kapıdan cehenneme atacağına aldırış etmez." (Deylemi)

İslam dininde maddiyat ile maneviyat arasında bir sınırlama yoktur. Çünkü müminin Allah?ın emirlerine riayet ederek yaptığı tüm işler ibadet hükmündedir. Kendimi dine adıyorum mantığı ile toplumdan soyutlanmak İslam dininin mantığı ile çelişmektedir.

Hz. Ebubekir (r.a.) döneminde müslüman tüccarlar, ticaret için Filipinler?e kadar gitmişler ve oralara Allah (c.c.)?ın mesajını götürmüşlerdir. Şu anda bu bölgede yaşayan müslümanlar o günlerde müslüman tüccarlardan etkilenerek İslam dinini seçen insanların torunlarıdır. Bu örnekten de kesin olarak anlaşıldığı gibi, insanlar Allah (c.c.)?a olan kulluk vazifelerini unutmadıkça hangi konumda olurlarsa olsunlar İslam dinine faydalı olabilirler.

"Kişinin yediği yemeğin en helali, el emeği ve meşru alışverişten elde ettiği kazançtır." (Ahmed)

Ticarette dikkat edilmesi gereken bir diğer unsur faizdir. Günümüzde, ticaretle içiçe olan faiz müesseselerinden tüm müslümanların korunması gerekiyor. Çünkü, Allah (c.c.) Kuran?da faizi umursamayanlar için acı bir azaptan bahsediyor:

"Faiz (riba) yiyenler, ancak şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi, çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu, onların: "Alım-satım da ancak faiz gibidir"demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (faize) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah?a aittir. Kim (faize) geri dönerse, artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır." (Bakara Suresi, 275)

Resulullah Efendimiz (sav) de faiz konusunda müminleri şöyle uyarıyor: "Miraca götürüldüğüm gece yedinci gökte üstümde yıldırım ve şimşek sesi duydum. Orada göbekleri önlerine sarkmış ve bir oda kadar büyümüş insanlar gördüm. İçlerinde bulunan yılan ve akrepler dışlarından görünüyordu. Cebrail?e (a.s.) kimler olduklarını sorduğumda bunlar faiz yiyenlerdir dedi."(Beyhaki)

"Faiz yetmiş kapıdır. En hafifi de insanın kendi annesine tecavüz etmesi gibidir. En ağırı ise insanın bir mümin kardeşinin şeref ve haysiyetine saldırmasıdır." (Taberani)

CÖMERTLİĞİN FAZİLETİ

Müslümana yakışan en güzel davranış, zenginliğe sahip olmadığı zaman sabretmesi, bir servet sahibi olduğu zaman ise bunu Allah (c.c.) yolunda en güzel şekilde kullanmasıdır. Şeytanın hilelerine kanıp, istikbal endişesi ile cimrilik edenleri Allah şöyle uyarıyor:

" Allah?ın, bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyamet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mirası Allah?ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır." (Al-i İmran Suresi, 180)

Cömertlik ve israf konusundaki ayırımı Resulullah Efendimiz (sav) çok güzel olarak açıklamıştır. Resulullah Efendimiz özellikle Ramazan ayında kendisinden birşey isteyenlere hayır demez mutlaka isteklerini gerçekleştirmeye çalışırdı. Bir hadiste Resulullah?ın ihtiyaç sahibine, kendi adına borçlanmasını tavsiye ettiği rivayet edilmektedir.

Hz. Ali (r.a.) peygamberimizin cömertliğini şöyle anlatıyor: "O insanların en çok eli açık olanı, sıkıntılara göğüs germe bakımından göğsü en geniş olanı, en doğru sözlüsü, üzerine aldığı işi en güzel şekilde yerine getirendi. O, en güzel ve yumuşak tabiatlı olup kabile ve akrabasına en çok ikramda bulunan bir kişi idi. O?nu ilk gören O?ndan heybet duyar, sohbetinden bulunanlar ise O?nu severlerdi. O?ndan birşey istendiğinde varsa verir bulma imkanı varsa bulmaya çalışırdı."(Buhari)

Resulullah?tan cömertlikle ilgili güzel sözler: "Allah cömerttir, cömertliği ve güzel ahlakı sever, kötü ahlakı sevmez."(Haraiti)

"Cömertlik cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Dalları dünyaya sarkmıştır. Her kim onun dalına yapışırsa o dal onu çeker cennete götürür." (İbn Hıbban, "Zu?afa?)

"Allahu Teala bütün velileri cömert ve güzel ahlaklı kılmıştır." (Darekutni)

"İki haslet vardır ki Allahu Teala onları sever ve iki haslete de buğzeder. Sevdiği hasletler; cömertlik ve güzel ahlaktır. Sevmediği iki huy ise, cimrilik ve kötü huydur." (Deylemi)

"Bol yedirmek, herkese selam vermek ve güzel konuşmak mağfireti gerektiren sebeplerdendir. Allahu Teala?nın bir takım kulları vardır, onlara kamu yararına harcanmak üzere servet verilmiştir. Bunlardan cimrilik eden olursa onlardan alır ve başkasına verir." (Taberani)

"Cömert, Allah?a yakın, insanlara yakın, cennete yakın, ve cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah?tan uzak, insanlardan uzak, cennetten uzak fakat cehenneme yakındır." (Tirmizi)

TEVAZUNUN FAZİLET, KİBİRLİ OLMANIN SAKINCALARI

Peygamber Efendimiz (sav) insanlığın en üstün seviyesinde olmasına rağmen, bulunduğu mevkiden dolayı en ufak bir gurura kapılmadığı gibi, yaşantısındaki tevazu örnekleri bütün sahabe örnek olmuştur.

Hac mevsimi geldiğinde herkes gibi deve üzerinde hacceder, merkep üzerinde seyahat eder, hastaları ziyaret eder, zengin fakir ayırmadan herkesin cenazesine katılır, kölelerin bile yemek davetlerine icabet ederdi. Sık sık ayakkabısını tamir ettiği, elbisesini yamadığı görülmüştür. Yolda oynayan çocuklar gördüğünde yanlarına uğrar ve selam verirdi.

Resulullah Efendimizin (sav)en yakın arkadaşı ilk halife Hz. Ebu Bekir (r.a.)?in şu ünlü sözleri, O?nun tevazu yönünden Peygamber Efendimizi örnek aldığını göstermektedir. "Ey insanlar! En iyiniz olmadığım halde başa getirildim. Fakat Kuran inmiştir ve Resulullah?ın sünneti ortadadır. Ben olsa olsa O?nun takipçisiyim. Yoksa yeni bir çığır açacak değilim. Eğer güzel yaparsam bana yardımcı olunuz. Eğer yoldan saparsam beni düzeltiniz. Sözlerime kendim ve sizler için istiğfar ederek son veriyorum."(Mevaziu?s-Sahabe, s. 17)

" Allah için bir derece tevazu eden kimseyi Allah bir derece yükseltir. Ta ki onu firdevs cennetinin en yüksek yerine ulaştırır. Allah?a karşı bir derece kibir gösteren kimseyi Allah alçaltır. Ta ki onu cehennemin en alçak derecesine indirir. Eğer sizden biriniz kapısı ve penceresi olmayan sert bir kayanın içerisinde gizli bir şey yaparsa, gizlediği şey ne olursa olsun Allah onu ortaya çıkarır." (İbn-i Mace)

Resulullah (sav) bir sohbet sırasında "kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete girmeyecektir buyurdu."

Bir adam dedi ki; "ya Resulullah insan elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını ister."Peygamberimiz şöyle cevap verdi. "Allah güzeldir ve güzelliği sever. Kibir ise hakkı inkar etmek ve insanları küçük görmektir."(Müslim, Tirmizi)

"Müslüman kardeşine karşı tevazu eden kimseyi Allah yüceltir. Ve ona karşı üstünlük gösteren kimseyi ise alçaltır." (Taberani)

Kim olursa olsun, kendisini çağıran kimseye "buyurun"diye cevap verirdi. Bir meclise girdiği zaman herkese karşı sevgi ve tevazudan onların sohbetlerine iştirak eder; ahiretten konuşurlarsa ahiretten, yemekten konuşurlarsa yemekten, dünya ile ilgili hususatı konuşuyorlarsa bu yönden onların sohbetlerine katılırdı. Sohbetlerine gülümsemeyle karşılık verir, sakıncalı olabilecek bir konuya girmedikleri taktirde müdahale etmezdi.

Resulullah (sav) karşısındaki mümin kim olursa olsun farklı muamele yapmaz, herkese aynı oranda saygı gösterirdi.

Resulullah musafaha ettiği şahıs elini bırakmadıkça bırakmazdı. Karşısındaki yüzünü çevirmeden o yüzünü çevirmezdi. (İbn-i Mace)

"Peygamber?in kulağına eğilip birşey söyleyen herhangi bir kimseden başını, o adam başını çekmeden çekmezdi. Elini tuttuğu bir adam kendi elini onun elinden çekmedikçe Peygamberimiz de çekmezdi. Bırakmadıkça o da bırakmazdı." (Ebu Davud)

"Kalbinde hardal tanesi kadar iman olan kimse cehenneme girmez; kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse ise cennete giremez." (Müslim, Tirmizi)

"Kibirli ve kendinden olmayan şeylerle övünen kimse cennete giremez." (Ebu Davud)

"Cehenneme girecek ilk üç kimse şunlardır: Zalim idareci, zekat vermeyen zengin, böbürlenen kibirli fakirdir." (Buhari)

"Allah güzeldir ve güzelliği sever. Kibir ise hakkı kabul etmemek, insanları hor görmektir." (Müslim)

"Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunanı, Allah yüzükoyun cehenneme atar." (Ahmed-Beyhaki)

Peygamber Efendimiz vakarlı konuşurdu fakat yüzünden tebessüm hiç eksik olmazdı. Hiç kimsenin kalbini kırmamış ve kimsenin duygularını incitmemişti. Enes b. Malik peygamberimizin bu konuda ne kadar örnek bir insan olduğunu şöyle anlatıyor: "On yıl Resulullah?ın hizmetinde bulundum. Hiçbir zaman yaptığım ve yapmadığım şeyden dolayı beni azarlamadı."(Buhari)

"Böbürlenen mütekebbirler kıyamet günü zerreler gibi ayaklar altında haşrolunurlar. Her küçük onların üstünde ve daha büyüktür. Sonra boles adında cehennemin bir zindanına atılırlar. cehennem ateşi onları kaplar. cehennem halkının yanıp eriyen cesetlerinden sulanırlar." (Tirmizi)

"Allahu Teala affedenin, ancak izzet ve şerefini arttırdığı gibi, tevazu göstereni de yüceltir." (Müslim)

"Allah, bana, birbirinize karşı mütevazi olmanızı, hiç kimseye karşı iftihar etmemenizi, hiç kimsenin hiç kimseye karşı haddi aşmamasını vahyetti." (Müslim)

"Cenab-ı Hak, kendisi için tevazu gösteren kimseyi mutlaka yükseltir." (Müslim)

NAMAZIN FAZİLETİ

Kuran?da ve sünnette ibadetler ayrıntılarıyla anlatılmıştır. İslam?ın beş temel şartı kapsamdaki farz olan ibadetleri Peygamberimiz (sav) şöyle özetliyor: "İslam dini beş temel esas üzerine bina edilmiştir. Allah?tan başka İlah olmadığına, Muhammed?in O?nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak ve haccetmektir." (Buhârî, Îmân 1, 2, Tefsîru sûre(2) 30; Müslim, Îmân 19-22. Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 3; Nesâî, Îmân 13)

Bir ayette Rabbimiz namazla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

Sana kitaptan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklardan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah?ı zikretmek muhakkak en büyüktür. (Ankebut Suresi, 45)

Peygamberimiz (sav), ahirette muhasebesi yapılacak ilk amelin namaz olduğu ve kulun namazları tamamsa kurtulacağını aksi takdirde hüsrana uğrayacağını buyurmuştur. (Tirmizi)

Hz. Ömer?den rivayet edilen bir hadiste, "Resulullah?a Allah?ın en çok sevdiği salih amel nedir"diye soruluyor. Hz. Muhammed (sav): "Vaktinde kılınan namazdır. Kim namazını terkederse onun dini yoktur. Namaz İslam dininin direğidir diye buyuruyor." (Beyhaki)

Peygamberimiz (sav) müminlerin üzerine farz olan beş vakit namaz içerisinde en çok sabah ve ikindi namazları üzerinde durmuştur. Bu namazlarda titizlik gösterenleri cennetle müjdelemiştir. (Buhari)

Kendisi namaz konusunda en ufak bir gevşeklik göstermemiş, aksine ayakta duracak hali kalmayıncaya kadar namaz kılmaya devam etmiştir. Bir sahabe cennetle müjdelendiği halde niçin kendisini bu kadar yorduğunu sorduğunda Resulullah şöyle cevap veriyor: "Ziyadesiyle şükreden bir kul olmayayım mı?" (Ahmed)

Resulullah Efendimiz (sav)?in namaz ile ilgili bazı hadisleri şunlardır:

"Beş vakit namaz, kapısının önünde akıp giden ve insanın her gün içinde beş defa yıkandığı suyu gür nehir gibidir." (Müslim)

"Namaz, insan ile küfür arasında bir perdedir. Namazı terketmek bu perdeyi kaldırmaktır." (Müslim)

"Onlarla bizim aramızda alamet-i farika namazdır. Binaenaleyh, namazı terkeden kafirlere benzemiştir." (Tirmizi)

"Cemaatle kılınan namazın sevabı yalnız başına kılınan namazdan yirmi derece efdaldir." (Buhari)

"Müminler yatsı namazı ile sabah namazındaki sevabı bilselerdi emekleyerek de olsa bu namazları cemaatle kılmaya gelirdi." (Buhari-Müslim)

"Bir kimse evinde güzelce temizlenir ve Allah?ın farzlarından birini ifa etmek maksadıyla mescitlerden birine giderse, attığı adımlardan biri günahlarını siler diğeri de onun derecesini yükseltir." (Müslim)

"Namazda insanların en büyük sevap alanı, camiye en uzak olanıdır." (Buhari)

"Camiye devam edenin imanına şehadet ediniz." (Tirmizi)

Peygamber Efendimiz, namazda sakalı ile oynayan bir kişi gördü ve ?eğer bunun kalbinde huşu olsaydı diğer azalarında da olur ve sakalı ile oynamazdı? buyurmuştur. (Tirmizi)

"Kırk sene beklemek namaz kılanın önünden geçmekten daha hayırlıdır." (Bezzar)

"Bir zaman gelecek mescitlerde dünya işleri konuşacaklar, Allah Katında onların bir değeri yoktur. Sakın onlarla düşüp kalkmayın." (Beyhaki)

Resulullah her farz namazın arkasından şu duayı okurdu: "Yegane olan Allah?tan başka İlah yoktur. O?nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk O?nundur. Hamd O?na mahsustur. O?nun herşeye gücü yeter. Allah?ım senin verdiğine hiç engel yoktur. Senin vermediğini verebilecek yoktur. Hiç kimseye sahip olduğu makam ve serveti, sana karşı koyup fayda vermez." (Buhari-Müslim-Nesei)

Her namazın arkasından otuz üç kere "Sübhanallah?, otuz üç kere "Elhamdülillah" ve otuz üç kere "Allahu Ekber" deyip yüze tamamlamak için şu duayı okumaya teşvik etmiştir: "Yegane Allah?tan başka İlah yoktur. O?nun ortağı yoktur. Hamd O?na mahsustur. O?nun herşeye gücü yeter." (Müslim)

Namazdan en önemli unsur huşu içinde kılınmasıdır. Resulullah Efendimiz namazdaki huşuyu yakalamamız için bize şöyle bir tavsiyede bulunmuştur: "Namaz kıldığın vakit, nefsine, hevasına ve ömrüne veda eden, mevlasına teveccüh eden gibi namaz kıl." (İbn-i Mace)

Hz. Ayşe, Resulullah Efendimiz (sav)?in namaz konusunda ne kadar titizlikle durduğunu şöyle anlatmaktadır: "Peygamber Efendimiz bizimle, biz de onunla konuşur güler ve sohbet ederdik. Fakat namaz vakti gelince, azamet-i İlahi?den olacak, sanki O bizi bilmez ve bizde O?nu bilmez ve birbirimizi tanımaz gibi olurduk.?

CUMA NAMAZININ VE CUMA GÜNÜNÜN FAZİLETİ

"Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı cuma günüdür. O gün Allah Adem?i yaratmıştır. Adem o gün cennete konulmuş ve yine o gün cennetten çıkarılmıştır. Kıyamet cuma gününden başka bir gün kopmayacaktır." (Tirmizi)

"Allah bizden öncekileri cumadan şaşırttı. Yahudilerin özel günü cumartesi, Hıristiyanlarınki ise pazar oldu. Derken Allah bizi dünyaya getirdi ve bize cuma gününü gösterdi. Böylece cuma, cumartesi ve pazar günleri ibadet günü ilan edilmiş oldu. İşte bu şekilde onlar kıyamet günü bizim peşimizden geleceklerdir. Bizler en son gelen dünyalılarız. Kıyamet günü en başta gelen bizler olacağız. Herkesten önce lehine hüküm verilen bizler olacağız." (Müslim)

Peygamberimiz (sav)?in cuma günü ile ilgili tavsiyeleri

-Hz. Peygamber (sav)?e çokça salavat getirmek:

Resulullah şöyle buyurmuştur. "Cuma günü ve cuma gecesi bana çokça salavat getirin." (Beyhaki)

Peygamberimiz (sav)?in ümmeti dünya ve ahirette hangi hayra sahip olmuşlarsa O?nun sayesinde sahip olmuşlardır. Allah O?nun yüzü suyu hürmetine hem dünya, hem ahiret saadetini onlara bahşetmiştir. O halde O?nun birazcık olsun hakkını ödeyebilmek için cuma günü ve gecesi O?na çokça salavat getirmeliyiz.

-CUMA NAMAZI VE MÜSLÜMANLARIN BİRARAYA TOPLANMASI:

Cuma namazı, özgür, sağlıklı ve ergenlik çağını aşmış bütün erkeklere farzdır. Resulullah (sav)?ın ve dört halifenin zamanında cuma namazı, Müslümanların biraraya geldiği toplantı niteliğindeydi. Fakat daha sonra bu özelliğini kaybetti. Ebu Davud ve Tirmizi?de geçen bir hadiste Resulullah Efendimiz, "Kim üç cuma namazını önemsemediğinden dolayı terkederse Allah onun kalbini mühürler" (Tirmizi) buyuruyor. Kıyamet günü cennet halkının Allah?a yakınlığı Cuma namazlarına erken gelişleri ve imama olan yakınlığı ile ölçülecektir.

CUMA GÜNÜ GUSLETMEK:

Peygamberimiz Cuma namazına gelecek olan müminlerin bir gece önceden gusletmek suretiyle yıkanarak namaza gelmelerini emretmiştir. İslam alimleri, temizlenme ihtiyacı olan kişinin namazdan önce gusletmesinin vacip olduğu konusunda görüş belirtmiştir.

GÜZEL KOKU SÜRMEK:

Resulullah (sav) Cuma günleri güzel kokular sürmeye her zamankinden daha fazla dikkat etmiştir. O gün koku sürmek haftanın diğer günleri koku sürmekten daha faziletlidir.

Resulullah Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

Bir kimse Cuma günü gusleder, varsa güzel koku sürünüyor, en güzel elbisesini giyer de vakarlı ve ağırbaşlı bir şekilde camiye gider, kimseye eziyet vermezse ve imamın minbere çıkmasından itibaren hiç konuşmazsa iki cuma arasındaki günahları için kefaret olur.

NAMAZA ERKEN GİTMEK:

Resullulah (sav)?ın sağlığında müminler, cuma namazına ellerinden geldiğince erken gelirler ve gelmeyenlerin sorunları araştırılırdı. Gelenlerin ise sıkıntısı olup olmadığı sorulur, sıkıntısı olanın sıkıntısına çare bulunurdu.

HUTBE DİNLEMENİN ADABI:

Resulullah Efendimiz (sav), imam minbere çıkıncaya kadar namaz kılınması, Kuran okunması ve ibadetle meşgul olmasını tavsiye etmiştir. İmam hutbeye çıkınca ise işiten kimseye susmak farzdır. Yanında konuşanı uyarması durumunda cuma sevabını alamaz.

Resulullah (sav)?ın günümüze ulaşan bir hutbesi:

Ey insanlar! Ölmeden önce Allah?a tevbe ediniz. Meşgul olmadan önce hayırlı ameller işlemeye hız veriniz. Rabbiniz?le aranızdaki bağları O?nu çok zikretmek suretiyle, gizli ve aşikar sadaka vermek suretiyle güçlendiriniz. Hem böylece mükafat alır, övülür, rızıklandırılırsınız.

Bilesiniz ki Allahu Teala, şu makamımda şu ayımda, şu yılımda kıyamete kadar cuma namazınızı üzerinize farz kılmıştır. Bir kimse başında zalim olmayan bir devlet başkanı olduğu halde cumayı kılmaya imkan bulup da inkar ettiğinden yahut hafife aldığından dolayı ben hayattayken yahut ölümümden sonra terkeder kılmazsa, Allah iki yakasını biraraya getirmesin, işinde bereket vermesin. Dikkat ediniz! Tevbe edinceye kadar böyle bir kimsenin kıldığı namaz namaz değildir, aldığı abdest abdest değildir, tuttuğu oruç oruç değil, verdiği zekat zekat değil, yaptığı hac hac değildir! O?na bereket de yoktur. Şayet tevbe ederse Allah tevbelerini kabul eder. (İbn-i Mace)

ZEKAT,İNFAK VE SADAKANIN FAZİLETİ

Hz. Peygamber (sav), sahibi bulunduğu maldan en fazla infak eden insandı. O?ndan herhangi birşey istenirse az veya çok mutlaka birşey verirdi. Verdiğinden dolayı duyduğu sevinç ve neşe, alan kişinin sevincinden daha fazlaydı.

Hz. Muhammed (sav), zekatın dört sınıf maldan verileceğini belirtmiştir. Bunlar halk arasında en çok dolaşan ve insanların zorunlu ihtiyaçları olan mallardır:

1) Zirai mahsüller ve meyveler,

2) Hayvanlar (deve, sığır, davar),

3) Altın ve gümüş,

4) Her türlü ticaret malı.

Ey iman edenler, hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı gün gelmeden evvel, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin... (Bakara Suresi, 254)

Peygamberimiz (sav)?in hayatında yardımlaşmanın çok büyük yeri vardır. Peygamberimiz (sav), yapılan yardımların en güzelinin gizli yardımlar olduğunu bize bildirmektedir. Hz. Muhammed (sav) şöyle buyurmuştur:

"Ben Allah?tan korkarım diyen adam, sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak derecede gizli sadaka veren ve tenha yerde Allah?ı zikrederek gözleri boşalan kimsedir." (Müslim)

Şeytan insanları infak etmekten alıkoymak için gelecek endişesi ile korkutur. Bunun sonucu olarak insanları cimriliğe sürükler. Peygamberimiz (sav) ise bunun mümin için büyük bir tehlike olduğunu bildirmiştir:

"Cimrilik etme ki Allah da sana olan nimetlerinden esirgemesin. Malının fazlasını saklama ki Allah da fazla olan keremini senden menetmesin." (Müslim)

"Her kim borçlu olan bir fakire mühlet verir yahut alacağını bağışlarsa, Allah o kimseyi arşın gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde arşın gölgesi ile gölgelendirir." (Müslim)

"Zekat vermeyen altın ve gümüş sahiplerinin kıyamet günü bu malları ateşten bir zincir olur. O bunlarla ateşe atılır. Bu ateşten zincir onun yüzünü arkasını ve yanlarını dağlar. Bu ateşten zincir soğuduğunda tekrar ateş haline döner. Bizim dünya senemizle elli bin sene olan kıyamet gününde insanlar arasında hesap görülünceye kadar bu hal tekrar olunur." (Buhari)

ORUCUN FAZİLETLERİ

"Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi oruç size de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki sakınırsınız." (Bakara Suresi, 183)

Oruç ibadeti İslamın beş temel şartından birisidir ve mükafatı çok fazladır. Peygamberimiz (sav) de bu ibadetin fazileti üzerinde çok fazla durmuş ve tüm detaylarıyla bu ibadetin inceliklerini ümmetine anlatmıştır.

Resulullah Efendimiz (sav), iftarda acele eder ve yakınlarının da acele etmelerini teşvik ederdi. Sahura mutlaka kalkardı. Fakat iftarın aksine sahur yemeğini geç saatlere bırakırdı.

İftarını hurma bulamazsa su ile açardı.

Oruç ile ilgili hadislerinde Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyor ki: "Adem oğlunun her ameli katlanır. Bir iyilik yedi yüz misline kadar katlanabilir. Yalnız oruç müstesna. Çünkü onun mükafatını Allah verecektir. Oruçlu iken iki ferah vardır. Birincisi iftar zamanının sevinci, diğeri Rabbine ulaştığı zamanki sevinçtir" (Müslim)

Orucun diğer ibadetlerden en büyük farkı gösteriş için yapma ihtimalinin çok az oluşudur. Bu yüzden mümini riyaya sürükleme gibi bir tehlikesi yoktur. Ayrıca orucun kazası da yoktur. Mazereti olmayan yetişkin tüm Müslümanlara oruç farzdır. Resulullah (sav) şöyle buyuruyor:

"Kim mazeretsiz olarak Ramazan?da bir gün oruç yerse, ebediyen oruç tutsa da onu kaza etmiş olmaz." (Tirmizi)

"Ramazan ayı girdiğinde göklerin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapatılır ve şeytan zincire vurulur. Orucu boşlama, çünkü onun dengi yoktur." (Müslim)

"Cennette bir kapı vardır ki buna reyyan derler. Kıyamet gününde buradan oruçlular girecektir. Müteakiben bu kapı kapanacak başka kimse alınmayacaktır." (Müslim)

Oruç bir kalkandır. Oruçlu kötü söz söylemesin. Oruçlu kendisi ile dalaşmak isteyene iki defa ben oruçluyum desin. Cenab-ı Hak?ka yemin ederim ki oruçlunun açlık kokusu, Allah indinde misk kokusundan daha temizdir.

Allah buyurmuştur ki: "Oruçlu kimse benim rızam için yemesini, içmesini ve cinsi münasebetlerini bırakmıştır. Oruç doğrudan doğruya benim için yapılan (riya karışmayan) bir ibadettir. Onun mükafatını doğrudan doğruya ben veririm." (Buhari)

Farz olan Ramazan orucunu kasten bozmak büyük günahlardandır.

Nitekim Resul-i Ekrem şöyle buyuruyor: "Kim Ramazan ayında orucunu bozarsa; onun üzerine, zıhar yapan kimsenin üzerine lazım gelen şey (Kefaret) gerekir." (Fethu?l Kadir)

Dolayısıyla Ramazan ayı içerisinde, oruçlu olması gerekirken kasten yiyip içen kimse arka arkaya olmak şartıyla altmış gün oruç tutmak zorundadır.

Resulullah Efendimiz (sav) akşam namazını kılmadan önce iftar ederdi. Hurma veya su ile orucunu açardı. Orucunu açarken "Allah?ım! Senin rızan için oruç tuttum. Rızkınla orucumu açtım. Oruçlarımızı kabul et. Şüphesiz sen herşeyi işitir ve bilirsin"derdi. (Ebu Davud)

Orucun sünnetleri:

1) Sahuru geciktirmemek ve uykuyu bölerek sahur yemeğini yemek.

2) İftarı akşam namazından önce ve hurma yada suyla açmak.

3) Ramazan ayı içerisinde iftardan önce sadaka vermek.

4) Ramazan ayının son on günü itikafta olmak.

5) Öğlenden sonra misvak kullanmamak.

EMANETE RİAYET KONUSU

Kuran?da emanete riayet konusu müminlerin en önemli özellikleri arasında gösterilmiştir.

Bir ayette buyurulmaktadır: "Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir"(Mü?minun Suresi, 8) buyurulmaktadır. Müminler özellikle sözlerine sadık olmak ve emanete riayet konularına çok dikkat etmeleri ve bu konuda diğer insanlara örnek olmaları peygamberimizin sünnetlerindendir.

Hz. Ali (r.a.), Peygamberimizin (sav)bir sahabe ile şöyle bir konuşmasına şahit olduğunu anlatıyor: "Ya Resulullah bu dinde en zor ve en kolay olan şeyleri bana söyler misin dedi. Peygamberimiz ona şöyle karşılık verdi.?

"En kolayı, Allah?tan başka ilah olmadığına, Muhammed?in Allah?ın kulu ve elçisi olduğuna Şehadet etmen, en zoru ise emanettir. Çünkü emanet konusunda titiz olmayanın dini yoktur. Onun ne kıldığı namaz kabul olunur nede verdiği zekat buyurdu." (Bezzar)

"Siz, gönül rızası ile bana altı şey yapacağınıza söz verin, ben de size cennete gireceğinize dair söz vereyim. Konuşurken yalan söylemeyin, vaadinizden caymayın, size bir şey emanet edilince ona hıyanet etmeyin..." (Beyhaki)

"Abdesti olmayanın namazı olmadığı gibi emanete hıyanet edenin imanı yoktur." (Taberani)

"Münafıkın alameti üçtür. Konuşunca yalan söyler, vaadinden cayar, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder." (Buhari, Müslim)

"Ahidleştiğiniz zaman, Allah?ın ahdini yerine getirin, pekiştirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın; çünkü Allah üzerinize kefil kılmışızdır. Şüphe yok Allah yapmakta olduklarınızı bilir." (Nahl Suresi, 91)

ALLAH'I ANMANIN FAZİLETİ

Bütün ibadetlerin özü ve aslı Allahu Teala?yı anmak ve O?nu hatırlamaktır. Allah (c.c.)?ın bize farz kıldığı ibadetlerin tümünün özünde Allah?ın daha iyi bir şekilde anılması vardır.

Zira Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur. "Asla gölge bulunmayan kıyamet gününde Allah yedi sınıf insanı kendi rahmeti altında gölgelendirir. Bunlardan birisi kimsenin bulunmadığı yerde Allah?ı zikredip Allah korkusundan gözleri yaşaran kimsedir."(Buhari-Müslim)

Yine başka bir hadiste "Lailahe İllallah"kelimesini zikretmenin faziletini Allah?ın Resulü şöyle açıklıyor. "Kulun yaptığı her iyilik kıyamet günü teraziye konur. Yalnız "Lailahe İllallah"kelimesi konmaz. Eğer onu teraziye koysalar, yedi kat gökten, yerden ve onun içindekilerden ağır gelir."(Taberani)

Peygamberimiz, şu veya bu şekilde daima zikirle meşguldü. Allah?la birlikte olmanın en iyi yolunun O?nu zikretmek olduğunu söylerdi. Kuran-ı Kerim?de şöyle buyuruluyor:

"Onlar otururken, yanları üzerine yatarken, Allah?ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler..." (Al-i İmran Suresi, 191)

"Rabbini sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine ürpertiyle yalvara yalvara için için zikret..." (A?raf Suresi, 205)

Peygamberimiz Allah?ı zikretme konusunda Kuran?daki bu uyarıları kendi hayatında mükemmel bir şekilde uygulamıştı. Hadis rivayetlerinde Otururken, ayaktayken, yürürken, yerken, uykudan evvel, abdest alırken, elbiselerini giyerken, yolculuğa çıkarken, mescide girerken, kısacası bütün durumlarda Allah?ı anmayı ihmal etmezdi.

Resulullah Efendimiz şöyle buyurdu:

"Allahu Teala dedi ki: Kullarım beni zikredip, dudaklarını benim için kıpırdattığı müddetçe ben kulumla beraberim. Kulum tenha biryerde beni zikrederse, ben de onu kendi zatımla anarım. Cemaatte andığı vakit, ben de onun bulunduğu cemaatten daha iyi bir cemaatte onu anarım. Kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana yürüyerek gelirse ben ona doğru koşarım, yani isteklerine süratle icabet ederim." (Buhari)

"Amellerinizin en hayırlısını, Allah katında en makbulünü ve derecelerinizi en çok yükseltecek olanını, altın ve gümüş infak etmekten daha değerli, düşman karşısında ölmekten yada öldürülmekten daha hayırlısını size bildireyim mi? Daima Allah?ı zikretmektir." (Tirmizi)

MÜMİNLER ARASINDAKİ BAĞLILIĞIN FAZİLETİ

Onlar, mü?minleri bırakıp kafirleri dostlar (veliler) edinirler. ?Kuvvet ve onuru (izzeti)? onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, ?bütün kuvvet ve onur? Allah?ındır. (Nisa Suresi, 139) Başka bir ayette ise müminlerin kurşundan kaynatılmış binalar gibi saf bağlamalarından bahsedilmektedir. Müminlerin diğer insanlardan en büyük farkları birbirlerine olan güvenleri, fedakarlıkları ve bağlılıklarıdır. Bu erdemleri müminlerin dışında yaşamaya çalışanlar hem dünyada hem de ahirette büyük bir hüsranla karşılaşacaklardır. Nitekim Resulullah Efendimiz bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Kim cemaat(imiz)den bir karış uzaklaşırsa kendini dine bağlayan İslam bağını boynundan çıkarıp atmış olur." (Ebu Davud)

"Bir müslümanın, müslüman kardeşine üç günden fazla küsmesi helal değildir. Bu kişilerden hayırlı olanı birbirlerini gördüklerinde önce selam verenidir." (Buhari)

Müminlerin bağlılıklarının göstergesi ayıplarının açığa vurmamasıyla anlaşılır. Onun ayıbını açığa vurur diğer insanların gözünde küçük düşüreceği yerde onun hatalarını söyleyerek düzelmesine yardımcı olması gerçek bir mümine yakışan bir davranış olur.

Hz. Muhammed (sav)?in şu sözleri bizi doğrular niteliktedir:

"Kim bir ayıp görür de örterse diri diri toprağa gömülmüş bir kızı ihya etmiş gibi olur." (Ebu Davud)

"Bir kul dünyada bir kulun ayıbını örterse Allah?da kıyamette onun ayıbını örter." (Müslim)

Müminler sevdiği insanı sadece Allah?ın rızasına göre sevmelidir. Bunun dışında heva ve hevesinde doğrultusunda gerçekleşen bir sevgi anlayışı Kuran?a ve Peygamberimizin sünnetine uygun olmaz. Hz. Muhammed buyuruyor ki:

Kıyamet günü Allah şöyle seslenecektir; "Nerede benim rızam için sevenler? Onları benim gölgemden başka hiç bir gölgenin olmadığı bu günde arşın gölgesinde gölgelendireceğim."(Müslim)

"Kim imanın zevki ve halaveti ile ferahlamak isterse, sevdiğini sırf Allah rızası için sevsin." (Hakim)

"İmanı kamil olan, sevdiği kimseyi, ondan menfaat gördüğü için değil sırf Allah rızası için sever. Gerçek iman budur." (Taberani)

"Bir adam, birini Allah için sever de ona; seni Allah için seviyorum derse ikisi de cennete girerler. Sevenin ise derecesi daha yüksektir." (Bezzar)

"Resulullah bir sohbet sırasında şöyle buyurdu. "Ey insanlar dikkatle dinleyin, dediklerimi iyi anlayın. Allah?ın öyle kulları var ki, Peygamber değiller, şehid de değiller, fakat Allah?a yakınlık ve yüce mevkilerine peygamberler ve şehidler imrenirler."Cemaatten bir kişi Hz. Muhammed (sav)?e şöyle bir soru sorar. "Ya Resulullah! Peygamber ve şehid olmadıkları Allah?ın katındaki mevkilerine peygamberlerin ve şehidlerin gıpta ettikleri insanlar nasıl kimselerdir?"Peygamberimi bu soruya şöyle cevap verir. "Onlar kimsenin önemsemediği, gösteriş yapmayan kimselerdir. Ayrı ayrı yerlerden akraba olmadıkları halde bir araya gelen, birbirlerine karşı kalpleri tertemiz, din uğrunda birleşip kaynaşan kimselerdir. Kıyamet günü, Allah onlar için, hakkettiği nurdan minderler üzerinde otururlar. Allah onlara nurdan elbiseler halkeder, yüzlerini nurlandırır. O gün herkes korku ve heyecan içindeyken, Allah?ın o veli kullarına korkar ne üzülürler." (Ahmed)

"Cennette yakut sütunların üzerinde halkedilmiş yeşil zümrütten odalar vardır. Yıldızlar gibi parlayan kapıları açıktır"dedi. "O odada kimler kalacak?"diye sorulunca, "Allah rızası için bir araya gelerek yardımlaşarak kaynaşan kimseler kalacak diye buyurdu."(Bezzar)

"Siz mümin olmadıkça cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe tam mümin sayılmazsınız." (Müslim)

"Kim Allah için yardım eder, Allah için yardımı keser, Allah için sever, Allah için evlenir ve evlenenlere yardım ederse, o zaman imanı kemale erer." (Tirmizi)

"Hep müminlerle arkadaşlık yap, yemeğini takva sahibi müminlere yedir." (İbn-i Hıbban)

Hz. Ali (r.a.); "üç şey gerçektir ve şüphe götürmez; Allah, İslam?dan nasibini alıp yararlı iş yapanı, İslamdan nasibini almayan gafiller gibi kılmaz. Allah, kendisine itaat ederek yaklaşan kulunu başkasına kul etmez. Kişi kimi severse, mutlaka ahirette onunla haşrolunur.?

"Müminler birbirini sevmekte, birbirine acımakta ve birbirini korumakta bir vücud gibidir. Vücudun bir uzvu rahatsız olursa, sair azaları da bu yüzden humma ve uykusuzluğa tutulur." (Buhari)

"Sizin dostunuz sadece, Allah, O?nun peygamberi ve Allah?a boyun eğerek namaz kılan, zekat veren müminlerdir. Kim Allah?ı Resulünü ve iman edenleri dost edinirse, şüphesiz ki Allah?ın taraftarları galip gelecektir." (Maide Suresi, 55-56)

BAŞKASINA ZARAR VERMEMEK,ZARAR VERENE MANİ OLMAK

Müminler, çevresine zarar vermediği gibi zarar verenlere müdahale eden kişilerdir. Bu yüzden de devamlı olarak çevremizdeki insanları hareketlerimizle ve sözlerimizle örnek insan olmamız gerekir. Allah, Kuran?da şöyle buyurmaktadır:

"Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran Suresi, 104)

Resulullah Efendimizin hayatında da bu konuda sayısız örnek vardır.

"Bir müslümana zarar verene Allah da zarar verir, meşakkat verene Allah da meşakkat verir." (Tirmizi)

"Şüphesiz ki Allah, dünyada insanlara azap edenlere azap edecektir." (Ebu Davud)

"Bir kötülük yapıldığını gören kimse onu eliyle değiştirsin. Şayet buna gücü yetmiyorsa diliyle mani olsun. Buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıfıdır." (Buhari-Müslim)

RİYA VE ŞİRKİN ZARARI

Riya, ibadet ve hayır işlerinin açık ve aleni yapılması ve yapan kişinin Allah?ın rızasından çok insanların rızasını aramasıdır. İbadet ve hayırlar sırf Allah rızası için yapıldığında ibadet ve hayırdır. Böyle bir maksat dışında yapılanlar makbul değil, aksine büyük günah ve gizli şirktir. Kuran?da da riyakarlığın münafıklık alameti olduğu belirtiliyor:

"Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah?ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah?ı ancak çok az anarlar." (Nisa Suresi, 142)

Resulullah Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: "Allah tüm insanları ve cinleri kıyamet günü topladığı zaman bir çağırıcı, ?kim Allah rızası için işlediği bir ibadete Allah dışında başka birisinin rızasını ortak etti ise, sevabını da ondan talep etsin. Çünkü Allah?ın ortağ ihtiyacı yoktur?, diyecektir.?

"Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Allah?a ortak koşma suçu işlemeleridir. Bilmiş olunuz ki şüphesiz onlar güneşe, yıldıza, aya tapıyor diyecek değilim. Fakat birtakım ibadetlerini Allah?tan başkası için işleyecekler ve gizli şehvet arzulayacaklardır." (İbn-i Mace)

"Kim ibadetlerinde riyakarlık ederse, Allah onun riyakarlığının cezasını verir. Kim ibadetlerini gösteriş için halka işittirirse, Allah onun niyetini halka işittirir." (İbn-i Mace)

DÜNYA HAYATININ GEÇİCİLİĞİ

Şeytanın en büyük hilesi yaşanılan dünyanın ve bu dünyadaki nimetlerin hiç sona ermeyecek gibi göstermesidir. Müminlerin şeytanın bu hilesi karşısında çok dikkatli olması gerekir. Nitekim Kuran?da şöyle buyuruluyor:

"Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?" (En?am Suresi 32)

Hz. Ali (r.a.) şöyle buyuruyor: "Ey Allah?ın kulları! Siz bu dünyadan göçenlerden farklı değilsiniz. Onlar sizden daha uzun ömürlü, daha kuvvetli, daha mamur beldelere ve daha ölmez eserlere sahip idiler. Birkaç nesil sonra sesleri sakinleşti ve tamamen duyulmaz oldu. Cesetleri çürüdü, yurtları bomboş kaldı ve eserleri yok oldu. Onlar muhteşem saraylarını, konforlarını ve atlastan dokunmuş yataklarını yastıklarını üzeri taşlarla örtülü, toprak yığılı viranelere yapılmış mezarlara değiştiler. Yerleri dar sakinleri gariptir. Onlar orada yalnızların, kendi başının derdine düşenlerin ve birbirleriyle samimi olmayanların arasındadırlar.

"Sizin ölüler diyarına varmanız ve orada yaptıklarınıza karşılık rehin olarak kalmanız yakındır. Sizi de kabir kucaklayacak... Ahiret için çalışmadan ahireti uman, uzun emellerin peşinde koşup tevbeyi geciktiren, dünyayı sevmeyen kişilerin diliyle dünyadan bahseden fakat dünyayı sevenler gibi çalışan, kendisine verilince doymayan, verilmeyince sızlanan kimselerden olmayın.?

Resulullah Efendimiz (r.a.), dünyadan yüz çevirmenin anlamını şöyle açıklıyor: "Dünyadan yüz çevirmek, ne helal şeyleri haram etmektir, ne de malı zayi etmektir. Dünyaya rağbet göstermemek, elinde olan nimete, Allah?ın elinde olan nimetlerden daha fazla güvenmemen ve başına bir musibet geldiğinde o musibete gösterdiğin rağbet, o musibetin gelmemiş olmasına gösterdiğin rağbetten fazla olmasıdır."(İbn-i Mace)

"Elinizden geldikçe kendinizi dünya işlerine fazla kaptırmayın. İbadet için kendinize vakit ayırın. Zira kimin amacı sırf dünya olursa, Allah işlerini dağıtır. Fakirliği devamlı aklına getirir. Kiminde amacı ahiret ise, Allah işlerini toparlar, huzurunu artırır. Zenginliği kalbine yerleştirir. Hakkında hayırlı olan herşeyi hızla ona yaklaştırır." (İbni Mace, Taberani, Beyhaki)

"Kim gönlünü tamamen Allah?a bağlarsa, Allah onun bütün ihtiyaçlarını sağlar. Onları beklemediği yerden rızık kapılarını açar. Kim de kendini tamamen dünyaya verirse, Allah onu dünyaya bırakır. Ona yardımı keser." (Beyhaki, İbni Hıbban)

"Kim sabahleyin kalkınca hep dünya işini düşünür, ibadetlerini ihmal ederse, Allah?tan ona hiçbir yardım olmaz." (Taberani)

"Adem oğlunun iki dere dolusu altını olsa üçüncüsünü isterdi. Adem oğlunun gözünü ancak bir avuç toprak doyurur. Tevbe edenin tevbesini Allah kabul eder." (Buhari-Müslim)

"Ey insanlar rızkınızı güzel yollardan arayın. Kul için takdir edilenden fazlası yoktur. Kul dünyadan göçmeden önce kendisi için takdir edilen rızkı alacaktır." (Hakim)

"Sizden biriniz kendisinden daha üstün servete malik olan kimseyi gördüğü zaman hemen kendisinden daha düşük olanı düşünsün." (Buhari-Müslim)

KISKANÇLIK (Hased)

Hased bir kimsede bulunan bir nimeti çekememek ve o nimetin o kimsenin elinden çıkmasını arzu etmektir. Bir nimetin sahibinin elinden çıkmasının arzu eden kişi bunu fiiliyata döksün yada dökmesin hased etmiş olur. Müminler arasında yapılan hased tesanüdü yok ettiği gibi büyük günahlar arasındadır.

Eğer bir kimse iradesi dışında hased ediyorsa bundan kurtulabilmek için Allah?a dua etmelidir. Müminlerin birbirlerine imrenmelerini gerektirecek tek konu takvaları olmalıdır. Müminler arasındaki kıskançlık ve gereksiz çekişmelerin sonucu Kuran?da şu şekilde açıklanıyor:

"Allah?a ve Resûlü?ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir." (Enfal Suresi, 46)

Resulullah Efendimiz buyuruyor: "Bir koyun sürüsüne giren iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, içinde hased duyguları taşıyan müslümanın dinine verdiği zarardan çok değildir. Gerçekten ateş odunu yakıp yediği gibi hased de iyilikleri yok eder."(Tirmizi)

"Birbirinize hiddetlenmeyin, birbirinizi kıskanmayın, birbirinize arka çevirmeyin; ey Allah?ın kulları kardeş olun. Bir müslümana üç günden fazla din kardeşi ile küs durması helal olmaz." (Müslim)

Ancak iki kişiye hased edilebilir; Allahın kendisine verdiği malı O?nun yolunda sarfeden kişi ve Allah?ın verdiği ilim ile amel eden ve onu başkalarına öğreten kişi (İbn-i Mace) Burada hasedden maksat nimete sahip kişinin kötülüğünü istemek değil aynı nimetlerin kendisinde de oluşmasını arzu etmektir.

"Ateş odunu yaktığı gibi, hased de sevapları mahveder." (Ebu Davud)

"Çekememezlik yapmayın, birbirinizden ayrılmayın, husumetleşmeyin, arka çevirmeyin, ey Allah?ın kulları kardeş olun." (Ebu Davud)

ÖFKELENDİĞİNDE ÖFKEYİ YENME

Müminin tevekkülünün, Allah?a olan yakınlığının ve kadere olan imanının en büyük göstergesi, öfkelendiği zaman öfkesini yenmesidir. Hayrın ve şerrin Allah?tan geldiğini bilen bir kişi başına gelen her türlü olayda Allah?a tevekkül eder ve öfkeye kapılmaz. Bu yüzden şeytanın, mümini öfkelendirerek Allah?ı unutturmasına olanak tanımamalıyız. Allah Kuran?da mümin vasıflarını anlatırken müminlerin öfkeyi yenmesi üzerinde özellikle duruyor:

"Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever." (Al-i İmran Suresi, 134)

Resulullah Efendimizin (sav) bu konuda bir çok hadisleri vardır: "Bir kulu yalnızca Allah?ın rızasını gözeterek öfkesini yenmesinden daha büyük bir ecir yoktur."(İbn-i Mace)

Bir sohbet sırasında Resulullah Efendimiz "sizce pehlivanlık nedir?"diye sordu. "Onlarda yenilmeyen kimsedir"dediler. Hz. Muhammed (sav), "hayır gerçek pehlivan öfkelendiğinde nefsine hakim olan insandır"buyurdu.

"Yapmaya gücü yettiği halde öfkesini yenen kimseyi, Allah kıyamet günü mahlukatın başına çağırır ve hurilerden dilediğini seçmesine izin verir." (Ebu Davud)

"Kim gücü yettiği halde hiddetini yener ve intikama kalkışmazsa, kıyamet günü mahlukatın huzurunda Allah-ü Teala onu çağırarak hurilerden dilediğini almakta serbest bıraktı." (Ebu Davud)

"Muhakkak ki cehennemde bir kapı var ki, bu kapıdan yalnız, kinin şiddetini, Allah?a isyan etmemek suretiyle yenenler girecektir." (İbn Ebi?d Dünya)

"Hiddetlenen kimse kendisini cehenneme sürüklemiş olur." (Bezzar)

"Gazap ve şiddet, kalpte yanan birer ateş parçası ve birer kıvılcımdır. Onun şah damarının şişmesini ve gözlerinin kızarmasını görmüyor musunuz? Sizden birinize bu hal geldiği vakit, ayakta dursun, oturuyorsa yatsın." (Tirmizi)

Resulullah Efendimiz nefsine yenilerek öfkelenenlere şöyle bir tavsiyede bulunmuştur: "Sizden biriniz öfkelendiği vakit su ile abdest alsın; zira hiddet şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır."(Ebu Davud)

EVLİLİĞİN FAZİLETİ

İslam alimleri evlenmenin fazileti konusunda ittifak etmişlerdir. Hz. Ömer (r.a.) "insanı evlilikten ancak, acizlik ve facirlik meneder"buyurmuştur.

Allah Kuran?da şöyle buyurmuştur: Ve onlar: "Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, gözün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahiplerine önder kıl"diyenlerdir. (Furkan Suresi, 74)

Abdullah İbn Abbas ise "kişinin ibadeti ancak evlenmek ile kemal bulur"demiştir.

Resul-i Ekrem: "Evlenen kimse dinin yarısını korumuş olur. Artık diğer yarısında da Allah?a karşı gelmekten sakınsın"buyurmuştur. (Beyhaki)

Peygamber Efendimizin evliliği teşvik eden hadisleri şöyledir: "Evlenmek benim sünnetimdir. Benim sünnetimi yerine getirmeyen benden değildir. Evlenin! Zira ben, diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim."(İbn-i Mace)

"Gençlerden ailesini geçindirecek kadar geliri olanlar derhal evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan daha fazla sakındırır, nefsi daha fazla korur. Evlenmeye gücü yetmeyenler oruç tutsun. Zira oruç şehveti kırar." (Buhari-Müslim)

Resulullah Efendimiz müminlerin kendilerine eş seçerken nelere dikkat etmeleri gerektiğini bize şöyle açıklıyor: "Kadını güzelliği dolayısıyla alma, çünkü güzelliğinin kendisini helaka sürüklemesinden korkulur. Kadını malı yüzünden de alma; çünkü servetinin kendisini azdırmasından korkulur. Ancak dindar olan kadını al."(İbn-i Mace)

"Kadın dört vasfı için nikahlanır: Malı, asaleti, güzelliği ve dindarlığı için. Sen bunlardan dindar olanını seç. Böyle yapmazsan yoksulluğa düşersin." (Buhari, Ebu Davud)

"Dünya bir metadır. Dünya metaının en iyisi salih bir kadındır." (Müslim)

Müminler evlendiği kişinin her şeyden önce müslüman olduğunu unutmamaları gerekir. Bu yüzden müminlerin aile hayatında, bu önemli unsuru unutmamaları gerekir. Zira Resulullah Efendimiz, "müminlerin iman yönünden en kamili ahlakı en güzel ve ailesine karşı en lütufkar davrananıdır"(Tirmizi) buyurmuştur.

Bir başka hadiste şöyle buyuruluyor: "Bir mümin erkek bir mümin kadına buğzetmesin. Çünkü onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir."(Müslim)

"Karısının kötü huyuna tahammül eden erkeğe, Allah hastalığa sabreden Eyüp Aleyhisselam?a verdiği mükafat gibi mükafat verir. Kocasının kötü huyuna tahammül eden kadına da firavunun nikahında bulunan Asiye?ye verdiği mükafatı verir." (İhya)

"İmanca en mükemmeliniz, ahlakça en güzelinizdir. En hayırlınız eşlerine en iyi davrananızdır." (Tirmizi)

"Kadınlara davranışlarınız konusunda Allah?tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah?tan emanet olarak aldınız." (Ebu Davud)

EVLADIN AİLESİNE ,AİLENİN EVLADINA KARŞI SORUMLULUKLARI

Evlenen müminlerin en büyük sorumlulukları hayırlı evlat yetiştirmektir. Resulullah, ahirette ümmetinin çokluğu ile övüneceğini söylemektedir. Bunun yanında yetiştirilen evlatların hayır duaları, ahirette kendisini yetiştiren anne ve babasına büyük fayda sağlayacaktır.

Bir evlada verilebilecek en iyi hediye ona İslam ahlakını aşılayabilmektir.

Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Dört kişi vardır ki Allah onları cennete koymayacak ve onları cennetin nimetlerinden faydalandırmayacaktır. Devamlı içki kullanan, faiz yiyen, haksız yere yetim malı yiyen ve anne babasına karşı asi olandır."(Tirmizi)

"Allah size analarınıza iyi davranmanızı tavsiye etti. Allah size babalarınıza iyi davranmanızı tavsiye etti. Allah size en yakın akrabanıza sonra yakınlık derecelerinize göre akrabalarınıza iyi davranmanızı tavsiye etti." (İbn-i Mace)

Kıyamet günü küçük çocuğa "cennete gir"denir. Çocuk cennetin kapısında durur ve ancak anne ve babamla birlikte girerim der ve direnir. O zaman "anne ve babasını da birlikte cennete koyun denir."(İbn-i Mace)

"Üç tane kızı olup ihtiyaçtan kurtarıncaya kadar onlara iyi bakan yedirip giydiren kimse affedilmeyecek bir günah işlememişse cennete gider." (Tirmizi)

"Buluğ çağına gelinceye kadar kim iki kız evlat yetiştirirse, (parmaklarını birleştirerek) kıyamet günü o ve ben şöyle beraberiz." (Müslim Tirmizi)

Kıyamet günü bağışlanması en zor günahların başında mümin anne ve babaya isyan gelir.

"Allah günahlardan dilediğini kıyamet gününe tehir eder, ancak anne ve babaya yapılan isyanın cezasını ölmeden önce dünyada verecektir." (Hakim)

"Baba, cennet kapılarının en hayırlısına girmeye vesiledir. Artık ya baba hakkını ihmal etmekle o kapıyı yitir veya onun hakkına riayetle o kapıyı elde etmeye çalış." (İbn-i Mace)

AKRABALIK BAĞLARINI MUHAFAZA ETMEK

Peygamber Efendimiz, yardımlaşmada, dini tebliğ etmede ilk önce kendi akrabalarımızdan başlamamız gerektiğini tavsiye ediyor. Aynı inançları paylaştığımız akrabalarımızla bağları koparmak sünnet-i senniyyeye uygun bir davranış olmaz. Fakat din konusunda müminlerle mücadele eden akrabalar, Resulullah?ın tarif ettiği akrabalar sınıfına girmez.

Resulullah'ın (sav) bu konuda bazı hadisleri şunlardır:

"Akrabalık bağlarını kesen cennet giremez."(Buhari-Müslim)

"Ey İnsanlar! Birbirinize selam verin. Akraba ziyaretini ihmal etmeyin. Geceleyin, insanlar uyurken namaz kılın ki selametle cennete giresiniz." (Tirmizi)

"Gerçekten insanların amelleri cuma gecesi Allah?a arzolunur. Fakat Akrabalık bağlarını kesenin ameli kabul olmaz." (Ahmed)

Rızkının bollaşmasını ve ömrünün uzamasını isteyen kişi akraba ziyaretinde bulunsun. (Buhari-Müslim)

YETİM HAKKI,FAKİR VE YAŞLILARLA İLGİLENMEK

"Allah Kuran?da yetim hakkı üzerinde özellikle durmuştur: Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir." (Nisa Suresi, 10)

Resulullah Efendimiz de yetimlerin hakkının korunması titizlikle durmuş ve yetim hakkı yiyenlerin dünya ahirette acı bir azapla karşılaşacaklarını söylemiştir:

"Müslümanlar arasında bir yetimi alıp yedirip içiren kimse affedilmeyecek bir günah işlememişse elbette Allah onu cennete sokacaktır."(Tirmizi)

"Müslüman toplumunun evlerinin en hayırlısı, kendisine iyilik edilen bir yetimin bulunduğu evdir. En şerlisi ise, yetimin kötülüğe uğradığı evdir." (İbn-i Mace)

"Allah?ım, ben şu iki zayıfın hakkının zayi edilmesinden insanları sakındırır ve menederim: Kadınlar ve yetimler." (İbn-i Mace)

Toplumumuzda yetimlerin olduğu kadar, yoksul ve yaşlılarında alaka ve yardıma ihtiyacı vardır. Tüm müslümanların çevresinde bu durumda olanlarla ilgilenmesi Resulullah?ın sünnetinin gereğidir:

"Kimsesizler için çalışan kişi, Allah yolunda cihad eden veya gündüzlere oruç tutup gecelere ibadetle geçiren kimse gibidir."(Müslim)

"Bir genç bir ihtiyara yaşlılığından dolayı hürmet ederse, Cenab-ı Hak, o gence yaşlandığı vakit ikram edecek kimseleri mutlaka bahşeder." (Tirmizi)

"Yaşlılara saygı göstermek Allahu Teala?ya ta?zimdendir." (Ebu Davud)

KOMŞU HAKKI

Kuran-ı Kerim?de müslümanların güzellikle davranması gereken kişiler arasında komşularda gösteriliyor.

Allah?a ibadet edin ve O?na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Nisa Suresi, 36)

Allah?ın Resulü (sav)komşularına yapabileceği her yardımı yapar ve onların iyi bir yaşam sürmeleri için tüm gayreti gösterirdi. Onlara fevkalade yakın davranır ve sık sık hatırlarını sorardı. Çevresindeki maddi ve manevi muhtaç olan kimselere herkesten önce O yardıma koşardı.

Peygamberimizin şu sözü komşu hakkının önemini açıklamaya yetiyor: "Hz. Cebrail bana komşu hakkı konusunda o kadar aralıksız tavsiyelerde bulundu ki komşunun komşuya varis kılınacağını zannettim."(Buhari, Müslim)

Resulullah Efendimiz (sav), ashabını komşularına iyi davranmayı, onları koruyup gözetmeyi, imkanları ölçüsünde yardımda bulunmayı tavsiye etmiştir. Belki Resulullah Efendimizden başka hiçkimse komşu hakkı konusu üzerinde bu kadar fazla durmamıştır. Bu O?nun hadislerinde de açıkça anlaşılıyor. Komşulara karşı müminlerin vazifeleri, anne, baba ve eşlere karşı olan vazifelerle bir tutulmuştur.

"Allah?a ve ahiret gününe inanan kimse komşusuna ikramda bulunsun." (İbn-i Mace)

Hz. Ayşe şöyle buyuruyor: "Bir gün ?ey Allah?ın Resulü iki komşum var, hangisine öncelikle hediyede bulunayım?? dedim."Resulullah, ?sana kapı itibarıyla yakın olana ver? cevabını verdi.?

HASTA ZİYARETİNDE BULUNMAK

Müslümanların birbirlerine en fazla ihtiyacı olduğu zamanlar hastalık anlarıdır. Hasta ziyaretleri, kardeşlik duygularını pekiştirdiği gibi, hastaya moral desteği olması açısından çok önemlidir.

"Hasta ziyaretinde bulunan kimse ziyaretten dönünceye kadar cennet meyvaları arasındadır." (Müslim-Tirmizi)

Peygamberimiz (sav)daima hastaları ziyaret eder ve sözleri ile onlara moral verirdi. Çevresindekilere hasta ziyaretinin müminler üzerine vacip olduğunu söylüyordu. Hicretin ilk yıllarında, sahabenin ölmek üzere olan hastaları Resulullah?a bildirmesi, Peygamberimizin de onlar için bağışlanma dilemesi bir gelenek haline gelmişti. Peygamberimiz, ölü evine gider ve ölen müminin affedilmesi için dua eder ve cenaze namazını kıldırırdı.

Resulullah Efendimiz bir hastayı ziyaret ettiğinde, "insanların Rabbi! Sıkıntıyı gider. Şifa yalnız senin elindedir. Senden başka hastalığı giderecek yoktur"derdi. Hastanın yanına geldiğinde şöyle derdi: "Zararı yok, geçer. İnşaallah günahlarının temizleyicisi ve kefaretidir."(Buhari)

Ne zaman hasta ziyaret etse onu teselli eder, elini alnına ve bileğine koyarak onun niyazda bulunur, "inşallah iyileşeceksin"derdi. Ancak hastaların kendi hastalıkları konusunda kötü konuşmaları ve şikayetçi bir üslup takınmalarından hoşlanmazdı. Cemaat huzuruna veya dostlarının karşısına çıkacak olan kimsenin süslenmesini Allah sever.

"Kim sevap ümidiyle müslüman kardeşini hasta iken ziyaret ederse ateşten yetmiş yıl yürüme mesafesi uzaklaştırılır." (Ebu Davud)

MECLİS ADABI VE MİSAFİRPERVERLİK HUSUSU

Peygamberimiz bir topluluk içerisine girdiğinde izzet ve incelik eseri olan tavırlarla otururdu. Bütün ashab O?nun bu örnek tavırlarını büyük dikkatle izlerdi. Bir şey söylediği vakit ilgiyle ve nezaketle O?nu dinlerlerdi.

Sahabe, Resulullah Efendimiz bir ortamda olsun yada olmasın bir kişinin sözü bitmeden sözünü kesmezdi. Bazı fakir bedeviler, dertlerini anlatmak için gelir ve meclis adabını bozarlardı. Peygamberimiz (sav)bunların sözlerini kesmeden sonuna kadar dinler ve sözlerinin sonunda anlayacakları tarzda nazik bir şekilde kendilerini uyarırdı.

Daima meclisteki konuşmalara katılır, insanlar ne konuşuyorlarsa o konudan konuşmayı sürdürürdü. Esprilerine katılır, cahiliye tarzı espri yapanları uyarırdı.

Sohbet ortamlarında konuşulan konular genelde din, ahlak ve insanların günlük hayatında yardımcı olacak genel bilgilerden oluşurdu..

Resulullah'ın Selamlaşma Konusundaki Tutumları

Kuran?da selamlaşmanın önemi şöyle vurgulanıyor.

"Bir selamla selamlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selam verin ya da aynıyla karşılık verin. Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak yapandır." (Nisa Suresi, 86)

Ayetten de anlaşılacağı gibi selam verildiğinde aynısıyla hatta daha güzeli ile karşılık vermek müminler üzerinde bir sorumluluktur. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyuruyor: "İslamda en efdal ve en hayırlı olan şey, yemek yedirmek ve tanıdığına, tanımadığına selam vermektir."(Buhari)

Diğer bir hadiste: "Üç şeyi kim şahsında bir araya getirirse, imanı da toplamış olur: Nefsine karşı olsa da insafı elden bırakmamak, herkese selam vermek, fakir olduğu halde sadaka vermektir."(Buhari)

Herkese selam vermek bir tevazu göstergesidir. Çünkü selam veren kişi selam verdiği kişiye kibir yapmadığını göstermektedir. Selamı alan kişi ise Kuran?da belirtildiği gibi daha güzeliyle karşılık verirse aynı şekilde tevazu örneği göstermiş olur.

Peygamberimiz bir evin kapısına geldiğinde kapıya doğru tam olarak yüzünü dönmez, kapının sağ ya da sol yanına çekilir ve iki kez "esselamu aleyküm"derdi. (Ebu Davud) Böylelikle içeridekilerin kendilerine ve eve çeki düzen vermelerine yardımcı olurdu. Selam verdikten sonra evin içerisine davet edilmeden girmezdi.

Kendisine ulaştırması için gönderilen selamları "aleyküm selam"karşılığını vererek alır ve orada bulunmayan kişilere yakınları vasıtasıyla selam gönderirdi. (Müslim)

Hz. Muhammed?in (sav)diğer bir sünneti, selamın sonuna "ve berekatuhu"eklemesiydi. Ayrıca selamı üç kere tekrarlardı. Böylelikle selamı herkesin duymasını ve karşılık vermesini sağlardı.

Biri ile karşılaştığında mutlaka selamı kendisi verir ve selam aldığında ise yüksek sesle ve karşısındakinin duyacağı bir ses tonu ile alırdı.

Resulullah buyuruyor: "Aranızda selamı yayınız. Yemek yediriniz. Akrabayı ziyaret ediniz. İnsanlar uyurken namaz kılınız, selametle cennete girersiniz."(Tirmizi)

"Sizden biriniz mescide girdiğinde ve ayrıldığında selam versin. Bu selamların biri diğerinden farklı değildir." (Tirmizi)

"Hayvan üzerinde olan yürüyene, yürüyen oturana, az çoğa, küçük büyüğe selam versin." (Buhari)

PEYGAMBERİMİZ (sav)'e SALAVAT GETİRMEK

"Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin." (Ahzab Suresi, 56)

Peygamberimiz (sav)?in adı anıldığında O?na salat ve selam göndermenin mecburiyeti konusunda alimlerimiz arasında görüş ayrılığı vardır. Fakat bunun fazileti ve ahirette Peygamberimiz (sav)?in şefaatine vesile olacağı konusunda Ehl-i Sünnet alimleri görüş birliği içerisindedir.

Resulullah (sav)?a salat ve selam göndermek çok hayırlı ve mübarek bir iştir. Bunu çok yapanın Allah (cc), ahirette mevkisini yükseltir.

Peygamberimiz (sav)?in hadislerine göre, Resulullah (sav)?ın adı anıldığında O?na salat ve selam göndermeyenler, ahirette büyük bir hayırdan mahrum kalmışlardır.

"Kıyamet günü bana en yakın olanlar ve şefaatime hak kazananlar, benim üzerime en fazla salavat getirenlerinizdir." (Tirmizi)

"Her kim benim üzerime salavat getirirse, Allah bu yüzden ona on misli mağfiret eder." (Ebu Davud)

"Günlerin en faziletlisi cuma günleridir. O gün benim üzerime çok salavat getiren. Zira sizin salavat ve selamlarınız melekler vasıtasıyla bana ulaştırılır." (Ebu Davud)

"Yanımda ben anıldığım halde üzerine getirmeyen adamın yüzü yere sürtülsün hakarete uğrasın." (Tirmizi)

"Adım anıldığında salavat getirin ve dua edin. Zira nerede olursanız olun, salat ve selamlarınız bana ulaşır." (Ebu Davud)

Resulullah (sav)?a salat ve selam göndermenin tavsiye edildiği zamanlar:

1) Ezan okunurken:

Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: "Ezanı duyduğunuzda müezzinin söylediklerini tekrar edin ve sonra bana salat gönderin. Bir salat ve selam için Allah size on kat sevap verir." (Ahmed)

2) Camiye girerken ve çıkarken:

Resulullah Efendimiz (sav) camiye girerken ve çıkarken salat ve selam okurdu. Hz. Ali (r.a.) "camiye girdiğinizde Resulullah?a salat niyaz edin" (Ahmed) buyuruyor.

3) Cenaze namazında:

Peygamberimizin sünnetine göre cenaze namazının sonunda Peygamberimiz (sav)?e salat okunur.

4) Bayram namazında:

Bayram namazında rükudan sonra salat ve selam getirmek sünnettir.

5) Duanın sonunda:

Hz. Ömer (r.a.): "Salat okunana kadar okunan dua yerle gök arasındadır.?

6) Cuma namazında:

Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: "Cuma günleri çok salat okuyun. Çünkü o gün melekler yanınızdadır. Kim bana salat ve selam gönderirse daha sözü bitmeden bana ulaşır." (Nesei)

YEMEK ADABI

Peygamber Efendimiz?in yemek adabı üzerine günümüze ulaşan hadislerin bu kadar fazla olması, O?nun konuya büyük hassasiye gösterdiğinin kanıtıdır. İklim koşullarının olumsuzluğu ve imkanların kısıtlı olması O?nun bu konu üzerinde hassasiyetle durmasını engellememiştir.

Resulullah?tan örneklerle sofra adabı:

1) Elini ve ağzını yıkamak:

Yemekten evvel ve yemek bitiminde sağlık açısından çok önemlidir. Peygamber Efendimizin (sav)bu konudaki hadislerinde hepimizi teşvik etmiştir: "Yemekten evvel elleri yıkamak yoksulluğu, sonra yıkamak ise günahları giderir."(Taberani)

"Kim yemekten sonra elini yıkamadan geceler ve kendisine bundan sonra bir musibet isabet ederse kendinden başka kimseyi suçlamasın." (Ebu Davud)

"Yemeğin bereketi yemekten önceki ve sonraki yıkamalardadır." (Ebu Davud)

2) Yemeğe başlamadan önce bismillahirrahmanirrahim, yemek bitiminde ise elhamdülillah denmesi sünnettendir.

"Sizden kim birşey yerse Bismillahirrahmanirrahim desin. Eğer söylemeyi unutmuşsa yemeğin sonunda başında ve sonunda Bismillahirrahmanirrahim desin." (Ebu Davud, Tirmizi)

Peygamber ashabından altı kişiyle yemek yiyordu. Bu sırada bedevinin biri besmele çekmeksizin masaya oturarak yemeğe başladı. Resulullah; "eğer besmele çekseydi yemek hepimize yeterdi"buyurdu. (Tirmizi)

3) Yemeğin hurma, tuz ya da suyla açılması Peygamberimiz (sav)tarafından tavsiye edilmiştir. Ayrıca Hz. Ali (r.a.) "yemeğe tuz ile başlayanı Allah dertlerinden kurtarır"buyurmuştur.

Resulullah Efendimiz sofraya getirilen yemeği hiçbir zaman kötülemezdi. Eğer sevmediği bir yemek getirilirse, hiçbir şey söylemeden sadece yememekle yetinirdi.

4) Sağ elle yemek ve tabağın kenarından yemek Peygamber Efendimizin sünnetlerindendir. Yanında yemek yiyen çocuğu Peygamberimiz şöyle uyarmıştır: "Ey çocuk benimle birlikte besmele çek, sağ elinle ye ve önünden ye."(Müslim)

"Bereket yemeğin ortasına iner. Öyleyse kenardan yiyin, yemeğin ortasından yemeyin." (Tirmizi, Ebu Davud)

5) Sofraya birarada oturmaya dikkat etmeliyiz. Yemeğin birarada yenmesi bereketi artırır.

Bir arada yiyiniz, sizin için bereketli ve mübarek olur. (Ebu Davud)

6) Yemeğin çok sıcak olmaması gerekir:

"Sıcak yemekte bereket olmaz. Allahu Teala bize ateş yedirmez. Sizde o yüzden yemeğinizi soğuduktan sonra yiyin."(Beyhaki)

7) Resulullah Efendimizin hadislerinde su içerken dikkat edilecek hususlar:

Bardağı sağ eline aldıktan sonra, üç yudumda ve bardağın içine nefesini vermeden içilmelidir. Zira Hz. Muhammed: "Suyu yudum yudum ve ağır ağır için, birden içmeyin. Zira bundan ciğer hastalığı hasıl olur buyurmuştur."(Deylemi)

"Resulullah suyu üç solukta içerdi. Böylesi daha kandırıcı, elemden salim kalıcı ve daha kolay akıcıdır buyurdu." (Müslim)

"Sizden biriniz su içerken bardağa solumasın, soluyacaksa bardağı ağzından uzaklaştırsın." (İbn-i Mace)

Bir toplulukta su dağıtılırken, bardak sağ taraftan ve sağ elde dolaştırılmalıdır. Resul-i Ekrem süt ve şerbet gibi şeyler içtiğinde yanında bulunanlara da birer yudum içirirdi. Bardak daima sağdan dolaşırdı.

"Resulullah?a su ile karıştırılmış süt getirdiler. Sağında bir bedevi solunda ise Ebu Bekir vardı. Sütü içti ve bedeviye verdi. Sonra evvela sağa sonra onunu sağına buyurdular." (Müslim)

Peygamber Efendimiz kalabalıkta yemek yemeyi severdi. Sofra kurulduğu zaman "Allah?ım, bu yemeği, kendisi ile cennet nimetlerine ulaşacak şükrü ödenmiş nimetlerden kıl"derdi. Yemeği çok sıcak yemez ve kendiliğinden soğuması bekler sonra yerdi.

Hz. Muhammed (sav), müminlerin birbirlerini davet etmelerini tavsiye etmiştir. İslam alimleri geçerli bir mazereti olmayan kişinin mümin kardeşinden aldığı davete icabet etmesinin vacip olduğunu belirtmişlerdir.

"Kim davet edildiği halde davete icabet etmezse Allah?a ve Resulüne başkaldırmış olur. Kim de davetsiz olarak bir masaya oturursa hırsız olarak girer ve yağmacı olarak çıkar." (Buhari, Müslim, Tirmizi)

"İki kişi birden davet ederse kapı itibariyle hangisi yakınsa ona icabet edin. Çünkü kapısı daha yakın olan komşulukta da daha yakındır. Bunlardan biri önce davet etmişse önce davranana icabet et." (Ebu Davud)

"Davet olunmadığı halde sofraya giden kimse, gitmekte fasık olduğu gibi, yediği de haramdır." (Beyhaki)

Müslümanlar üç yemekten mesul değildir. Sahur yemeği, iftar yemeği ve dostları ile birlikte yedikleri yemeklerdir. Peygamberimiz "cennette içi dışından dışı içinden görünen köşkler vardır. Bunlar tatlı ve yumuşak konuşan, yemek yediren ve insanlar uykuda iken namaz kılan insanlar içindir."(Tirmizi)

"Din kardeşinin arzu ettiği yemeği kendisine yediren kimsenin günahları bağışlanır. Din kardeşini sevindiren, Allah?ı sevindirmiş olur." (Taberani)

Bir davette nafile orucunu bozmayan kişiye peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Kardeşin senin için bu kadar külfete girdiği halde sen hala oruçluyum diye ısrar ediyorsun."(Beyhaki)

Davete icabet edip gelen kişiye hürmet göstermeli ve onun hoşlanmayacağı davranışlardan kaçınmalıyız.

Peygamberimizin Sevdiği Yemekler

Resulullah (sav) hiçbir yemek ayırmazdı. O anda yemek istemediği şeyi kötülemez, sadece yememekle yetinirdi. Ancak Peygamber Efendimizin en sevdiği sebze yemeği kabaktı. Ayrıca etli yemekler için övgü ile sözetmiştir.

Bir terzi yaptığı yemeğe Resulullah?ı davet etti. Yemeğe Resulullah ile ben de gittim. Yemek sahibi Resulullah?a arpa ekmeği ile içinde pastırma ve kabak olan bir çorba ikram etti. Ben Resulullah?ı tabağın kenarından kabakları ayırırken gördüm. Artık o günden sonra kabak sevmekteyim.

"Ya Aişe, tencereye fazla kabak koyun. Zira kabak kalbi takviye eder." (Fevaid)

"Et, dünya ve ahiretin en üstün yemeğidir. O, kulağın işitmesini artırır. Eğer, Rabbimden hergün et yemeği nasip etmesini isteseydim nasip ederdi."

Hz. Muhammed, sarımsaklı yemekleri yemez, yenmesini de tavsiye etmezdi. Bu hususu Enes b. Malik şöyle anlatıyor: "Resulullah?a yiyecek gönderildiği vakit onu yer, artanını bana gönderirdi. Bir gün yemediği halde yemeğini bana göndermedi. Çünkü içerisinde sarımsak vardı. Kendilerine ?bu haram mıdır? diye sordum. ?Hayır lakin ben kokusundan dolayı hoşlanmıyorum? buyurdu. Ben de, öyleyse senin hoşlanmadığından ben de hoşlanmıyorum dedim."

SAĞLIK VE TEMİZLİĞİN ÖNEMİ

Resulullah Efendimiz (sav)ümmetin sağlığına ve temizliğine büyük önem vermiştir. Sağlıklı bir kişinin, kendisine dikkat etmeden sağlığı bozulan kişiden üstün olduğunu söylemiştir. Bir hadiste "bileği kuvvetli olan zayıf olandan daha hayırlıdır"(Müslim) buyuruluyor.

Kuran?da Hz. Yahya (a.s.)?yı anlatılırken şöyle buyuruluyor:

"Katımızdan ona bir sevgi duyarlılığı ve temizlik(de verdik). O, çok takva sahibi biriydi." (Meryem Suresi, 13)

Yemek yemeden evvel ve yedikten sonra ellerin yıkanmasını tavsiye etmesi, abdest konusundaki titizliği, vücud temizliği konusundaki hadisler peygamberimizin sağlık ve temizliğe verdiği önemi en iyi şekilde açıklamaktadır.

Kuran?da ibadet edilen yerlerin ve ibadet edenin temizliği üzerinde özellikle durulmuştur. İbadetler kirli bir vücut ve kirli elbiselerle yapılamayacağına göre müminler temizlik konusunda titizlikle durmaları gerekir. Bir hadiste "temizlik imanın yarısıdır?(Müslim) buyurulmuştur. Bu yüzden diğer imani ve itikadi konular kadar temizlik konusunda oldukça önemli bir konudur.

Namaz abdesti için Peygamberimizin bazı tavsiyeleri vardır. Eğer bunlara dikkat edersek günlük temizliğimizin büyük bir kısmını yerine getirmiş oluruz.

"Muhakkak ümmetimin kıyamet gününde abdest nurlarından yüzleri, el ve ayakları parlak olarak çağırılırlar. Yüzünün parlaklığını arttırmak isteyen kimse elinden geldiği kadar abdest alsın." (Buhari-Müslim)

Hz. Muhammed?in abdest konusunda bazı tavsiyeleri vardır. Abdestin sünnetleri başlığı altında toplanan bu tavsiyeleri sekiz tanedir:

1) Misvak kullanmak:

Ebu Hureyre?den nakille sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Eğer ümmetimin üzerine zahmet vermeyecek olsaydım, her namazda misvak kullanmalarını emrederdim."(Müslim)

Misvak kullanmanın bazı faydaları:

Dişleri parlatır, diş etlerini kuvvetlendirir, ağız sağlığını sağlar, ağız kokusunu giderir, dişleri sağlamlaştırır, diş taşlarını giderir, mideyi takviye edip, mide hastalıklarını önler. Hazmın kolaylaşmasını sağlar, Peygamberimizin sünneti yerine getirilir, Allah?ın rızasını kazanmaya vesiledir.

2) Ellerin yıkanması:

"Biriniz uykusundan uyanınca üç kez elini yıkamadan abdest almasın." (Buhari)

3) Burun temizliği:

"Kim abdest alırsa istinsarda bulunsun (burnunu temizlesin)." (Buhari)

4) Sakal ve parmak aralarını yıkamak: Müstevrid-ibnu şeddat

"Resulullah?ı gördüm. Abdest aldığı zaman sakalını ve parmak aralarını hilalliyordu." (Tirmizi, Ebu Davud)

5) Kulakları meshetmek: Rebi Bintu Mu?arız:

"Resulullah abdest aldı bu esnada elini kulaklarının hücresine soktu." (Ebu Davud)

6) Abdesti tam almak:

Ebu Hureyre: "Peygamber abdest aldı, yüzünü yıkadı, ellerini yıkadı, neredeyse omzuna kadar yıkıyordu. Sonra ayaklarını yıkadı bacaklarına kadar yükseldi."(Buhari)

7) Suyu israf etmemek:

Sa?d abdest alırken Hz. Peygamber geldi. "Bu israfın ne diye müdahale etti."Sa?d "abdestte israf olur mu"diye sordu. Resulullah "evet bir nehir kenarında olsanız da"diye cevap verdi.

8) Mendil kullanmak: Muaz:

"Resulullah?ı gördüm. Abdest alınca mendiliyle yüzünü siliyordu." (Tirmizi)

Hastalıklarda tavsiyede bulunurken ilk önce tabiplere öncelik verirdi. Konu hakkında bilgisi olsa bile ilk önce bir doktora götürülmesinin daha yararlı olacağını söylerdi.

Resulullah zamanında bir insanın yarası açılmıştı. Adam, Enramoğullarından iki kişi çağırdı. Resulullah: "Hanginiz en iyi doktor?"diye sordu. Adamlardan biri dedi ki: "Tıpta deva var mı ey Allah?ın elçisi?"Resulullah onlara şu cevabı verdi: "Derdi indiren devasını da indirmiştir."(Muvatta)

Ebu Derda Resulullah Efendimizden şöyle işittiğini rivayet etmiştir: "Allah, hastalık ve şifayı yeryüzüne beraber gönderdi ve her hastalık için bir şifa görevlendirdi. Şu halde tıbbi yoldan tedavi ol; fakat haram şeylerden sakın."

Peygamberimiz (sav)her hastalığın çaresi olduğunu ve insanların tedavi yollarını aramaları gerektiğini tavsiye etmiştir.

"Allah hastalığı da ilacı da indirmiştir ve her hastalığa bir ilaç varetmiştir. Öyleyse tedavi olun ancak haram olan şeylerle tedavi olmayın." (Ebu davud)

"Allah ne hastalık indirmişse onun devasını da indirmiştir. Tek bir hastalığın ilacı yoktur o da ihtiyarlıktır." (İbn-i Mace, Müslim)

"Ey insanlar tedavi olun. Allah nerede bir hastalık yaratmışsa tedavi de yaratmıştır. Öyleyse tedavi yöntemlerini araştırın." (Buhari)

Peygamberimiz, "iki nimet vardır ki insanların çoğu onlarla aldanma içindedir. Bunlar sıhhat ve boş vakittir"(Buhari) buyurmuştur. Sağlıklı olmanın büyük nimet olduğunu hiç bir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. Resulullah?ın (sav)dediği gibi boş vakit değerlendirilmediğinde ileride nasıl pişmanlık duyuluyorsa, sağlıklı olmanın ne kadar büyük nimet olduğu da ancak sağlığın kaybedilmesi durumunda anlaşılmaktadır.

Ebu Hureyre?den nakledilen bir hadisi şerifte Resulullah Efendimiz şöyle buyuruyor: "Eğer bir kimse bir ay süreyle her sabah bal yerse onda hiçbir ağır hastalık bulunmaz.?

"Vücudu afiyette, ruhundan emin, bir günlük azığı olduğu halde sabahlayan, sanki dünya ona verilmiş gibidir." (Tirmizi)

"Allah?tan kesin bilgi ve afiyet isteyin. Bir kula kesin bilgi ve afiyetten daha iyisi verilmemiştir." (İbn-i Mace)

Peygamber Efendimiz bazı yiyeceklerin yenmesinde fayda görmüştür. Bunların başında Kuran?da da bahsi geçen baldır. Peygamberimizin yenmesini tavsiye ettiği şeyler şunlardır: "Her kim sabah kahvaltısında yedi hurma yerse ona ne zehir isabet eder ne de sihir."(Müslim)

"Mantar, Allah?ın Beni İsrail?e indirdiği madendir. Onun suyu da göze şifadır." (Müslim)

Peygamber, aile efradına katık sordu. Onlar da sirkeden başka katığımız yok dediler. Sirkeyi istedi ve onunla yemeğe başladı. Hem de, sirke ne güzel katıktır, sirke ne güzel katıktır diyordu.

"Bir adam Resulullah?a gelerek kardeşimin midesi bozuldu dedi. O da kardeşine bal içir buyurdu." (Müslim)

KIYAFET HUSUSU

Peygamberimiz müminler arasında giyim konusunda gösteriş ve ihtişamdan pek hoşlanmazdı. Çoğu kez hafif ve ince şeyler giyerdi. En sevdiği giysi gömlekti. Sarığı genelde kısa büyüklükte olur, başa eziyet verecek şekilde uzun olmazdı. En çok sevdiği renk beyazdı. Parlak elbise giyme alışkanlığı yoktu.

Müminlerin kendi aralarında kıyafet konusunda övünmelerini menetmiş ve giysileri dolayısıyla böbürlenen insanları şöyle uyarmıştı: "Elbisesini büyüklenerek sürüyen kimseye Allah kıyamet günü bakmayacaktır."(Müslim)

Peygamberimiz müminlerin bulunmadığı ortamlarda kıyafetine oldukça dikkat eder ve özellikle ihtişamlı kıyafetler giymeyi tercih ederdi. Diğer kabile reislerinden ve krallardan gelen pahalı ve ihtişamlı giysileri reddetmez ve bu giysileri kullanırdı. Daima temiz ve yeni giysiler giyilmesini tavsiye etmiştir.

Abdullah b. Abbas Haruriye taifesinin yanına elçi olarak gittiğinde yemen kumaşlarının en güzellerinden giymişti. Onlar, "bu elbise nedir?"diye sordular. Abdullah b. Abbas: "Bu elbisenin neyini kınıyorsunuz. Ben Resulullah?ı elbiselerin en güzelini giymiş olarak gördüm"dedi.

Hz. Peygamber bir elbise giydiğinde şöyle dua ederdi: "Ya Rabbi! Hamd sanadır. Bana bunu sen giydirdin. Bunun hayrını ve bunun kullanıldığı iyi işin hayrını senden isterim. Bunun şerrinden ve kullanıldığı kötü işin şerrinden sana sığınırım.?

Resulullah Efendimiz (sav)müslüman erkeklere ipek ve altından yapılmış her şeyi yasaklamıştır. "Her kim dünyada ipek elbise giyerse ahirette giyemez."(Tirmizi)

"İpek giymek, altın kullanmak ümmetimin erkeğine haram, kadınlarına helaldir." (Tirmizi)

Mescidlere ve bir topluluğun arasına gelindiğinde en güzel ve en temiz şekilde gelmek peygamberimizin sünnetlerindendir. Resulullah "cemaat huzuruna veya dostlarının karşısına çıkacak olan kimsenin süslenmesini Allah sever"buyurmuştur.

"Resulullah sağ eline gümüş yüzük takmıştı. Yüzükte Habeşistan taşı vardı. Yüzüğün taşını avuç tarafına çevirmişti." (Müslim)

Hz. Ayşe şöyle rivayet ediyor: "Ben Resulullah?ı hoşlandığı en güzel koku ile kokulardım. Hatta sürdüğüm koku onun sakalından parlayıp damlayıncaya kadar devam ederdim."(Buhari)

ALLAH'A TEVEKKÜL ETMENİN ÖNEMİ

İşlerine Allah?ın yazması dışında tesadüflerin de karıştığını düşünenlerin Ehl-i Sünnet itikatında yerleri yoktur. Mümin ise herşeyin Allah?tan geldiğini ve hiçbir şeyin tesadüf olmadığını bildiği için başına gelen her şeye tevekkül eder. Çünkü, Allah?tan korkan birisinin başına gelen herşeyde bir hayır vardır.

Büyük İslam alimleri tevekkülün yerinin kalp olduğunu söylemişlerdir. Kul, rızkın kesin olarak Allah?tan geldiğine inandıktan sonra dünya hayatı için bedenen mücadele etmesi kalben beslediği tevekkül inancı ile çelişmez. Her şeyi yaratan, dilediğine dilediğini veren, dilediği şeyi dilediği kimseden alan Allah (c.c.)?tır. O?nun dışında bir irade yoktur.

Resulullah Efendimiz (sav)şöyle buyuruyor: "Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları sahraları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaştım ve sevindim. ?Bunlardan ancak yetmişbin tanesi hesapsız cennete girer? dediler. ?Bunlar hangileridir?? diye sordum. ?İşlerine sihir, büyü ve fal karıştırmayıp, Allah?tan başkasına tevekkül ve itimad etmeyenlerdir? buyuruldu."

"Kim Allah?a tevekkül ederse kalbindeki dağınıklığı önlemeye Allah yeter." (İbn-i Mace)

"Allah?a tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi size de gönderirdi. Kuşlar sabahleyin mideleri boş ve aç gider, akşam mideleri doymuş olarak dönerler?"

"Yaşlandığınız zaman rızkınızdan ümitsiz olmayın. Çünkü şüphesiz insanı kırmızı ve üzerinde hiçbir elbise olmadan annesi doğurur, sonra onu Allah rızıklandırır." (İbn-i Mace)

"Eğer siz layıkıyla tevekkül etmiş olsaydınız, Allah sizi kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı. Onlar sabahleyin yuvalarından aç çıkarlar, akşam döndüklerinde karınları toktur." (Tirmizi)

Fakirlikten korkmak ve uğursuzluğa inanmak şeytanın oyunlarındandır. Hayatımızda zor duruma düştüğümüz anlarda hiç beklenmedik yerlerden gelen yardımlarla sıkıntılardan kurtulduğumuza şahit olmuşuzdur. Fakat burada asıl yardım edenin aracılar olmadığını, tek yardımcımızın Cenab-ı Allah olduğunu bilmemiz gerekir.

Peygamber Efendimiz (sav), Allah (c.c.)?a duyduğu güven ve O?na olan sonsuz tevekkülü sayesinde büyük cesaret örnekleri göstermiştir. Sağlığında bütün savaşlara en ön saflarda katılmış ve asla zayıflık ve korkaklık göstermemiştir.

Mekkelilerin baskılarının dayanılmaz boyutlara geldiği sırada amcası Ebu Talip şöyle demiştir: "?Bütün bu anlattıkların hakkında konuşmasan olmaz mı? Kendi kendine inan, fakat başkalarıyla uğraşma. Konuşursan, ileri gelen insanları kızdırır, kendini ve hepimizi tehlikeye atarsın, o kadar.? Resulullah ise şöyle cevap vermiştir: ?Güneşi sağ elime, ayı ise sol elime koysalar, yine yolumdan dönmem.??

Peygamberimizin hayatında bu konu ile ilgili sayısız örnek vardır: "Canımın elinde olanın hakkı için, müminler arasında, onlarla uzlaşmadığımda benim arkamda kalmakla yetinmeyen insanlar yok mu? Allah yolunda sefere çıkıldığında geri durmam. Canımın elinde olanın hakkı için, öldürülüp hayata tekrar geri gelmeyi, sonra tekrar öldürülmeyi arzularım."(Müslim)

"Allah yolunda bir gün sınırda durmak bu dünya ve içerisindekilerden daha hayırlıdır." (Buhari)

Huneyn savaşında, düşmanın ok yağmuru sırasındaki kargaşa ortamında İslam dinine yeni girenlerin savaş alanından kaçtıkları rivayetlerde belirtilmektedir. Resulullah Efendimiz (sav) bu yeni müminleri tekrar cepheye gelmelerini emrettiği yine bu rivayetler arasındadır. Çağrıya uyan müminler tekrar saldırıya geçerek savaşın galibi olmuşlardır. Olaya şahit olan Bera b. Azib şöyle anlatmaktadır: "Evet kaçtığımız doğru. Ancak Resulullah?ın sebat ederek yerini terketmediğine şahitlik ederim. Allah için savaşın en kızgın anında O?nun yanına sığındık. Aramızdaki en cesur kimseler onunla birlikte direnenlerdir.

MUSİBETLERE KARŞI SABRETMENİN ÖNEMİ

Peygamber Efendimiz (sav)'in hayatı bütün insanlık için bir sabır örneğidir. Sadece peygamberlik gelmesinden sonra yaşadığı yirmidört yıl değil, ondan önce yaşadığı kırk yıl büyük zorluklarla geçmiştir. Küçük yaşta anne ve babasını kaybetmesi ve zor şartlar altında yetişmesi, O?nun toplumda saygın ve güvenlik bir insan olmasını engellememiştir.

Kuran?da sabretmenin önemini vurgulayan sayısız ayet bulunmaktadır.

"Ey iman edenler, sabredin ve sabırda yarışın, (sınırlarda) nöbetleşin. Allah?tan korkun. Umulur ki kurtulursunuz." (Al-i İmran, 200)

Resulullah Efendimiz, kendisine peygamberlik geldikten sonra, müşriklerin ve münafıkların yaptığı saldırılara sabırla göğüs germiş ve hiçbir zaman aceleci davranmamıştır. Yine Kuran?da Allah (c.c.) O?na sabrı şu şekilde tavsiye etmiştir.

"Artık sen sabret, Resullerden azim sahiplerinin sabrettikleri gibi, onlar içinde acele etme..." (Ahkaf Suresi, 35)

Nitekim Resulullah Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: "Bir kimse sabretmek isterse Allah ona sabır verir. Hiç bir kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir şey verilmemiştir."(Müslim)

"Müminin işi takdire şayandır. Zira işinin hepsi onun için hayırlıdır. Bu meziyet yalnız müminlere mahsustur. Zira o sevinirse şükreder. Bu ise onun için hayırlıdır. Başına bir bela gelirse sabreder. Bu da onun için hayırlıdır." (Müslim)

Herhangi bir kul bir musibete uğrar da "inna lillahi ve inna ileyhi raciun"(biz Allah?ın mülkündeyiz ve O?na döneceğiz), ey Allah?ım, "Uğradığım musibetin ecrini ver ve bunun üzerine daha hayırlısını ihsan buyur"derse muhakkak Allahu Teala onu musibetten dolayı sevaplandırır ve onun yerine daha hayırlısını verir."(Müslim)

Hz. Muhammed kabrin başında ağlayan bir kadın gördü, ve ona "Allah?tan kork ve sabret"dedi. Kadın "geç git, zira benim başıma gelen musibet senin başına gelmemiştir"dedi. Peygamberi tanıyamamıştı. Onun peygamber olduğunu söylediklerinde hemen kapısına gitti ve "ben seni tanıyamadım"diyerek itiraz etti. Peygamber "asıl sabır, musibetin ilk anında olandır"buyurdu. (Buhari)

"Herhangi bir müslüman başına yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, acı ve kaygıdan, diken batmasına kadar ne gelirse, Allah bunları o müslümanın hatalarına kefaret kılar." (Buhari)

Enes b. Malik, "sabır ilk başa geldiği andadır"demiştir. Mümin, Allah?a olan güvenini tam oturtursa Enes?in buyurduğu gibi başına gelen olaylara gösterdiği ilk andan itibaren hayır gözüyle bakabilir.

DİNDE AŞIRILIK

Tarih boyunca kendisine kitap gönderilen her kavim dinleri konusunda aşırılığa gitmekten geri kalmamıştır. Allah, İslam dinine inananların örnek olması için, onları orta bir ümmet kılmıştır. Müslümanlarında buna uyup her türlü aşırılıktan korunması gerekir. Nitekim Kuran?da şöyle buyuruluyor:

"De ki: Ey kitap ehl-i, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve daha önce sapmış ve birçoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun heva (istek ve tutku)larına uymayın." (Maide Suresi, 77)

Peygamberimizin hayatının son yıllarında ve Dört Halife döneminde Hariciler adı verilen ibadetlerine düşkün oldukları halde dinde aşırıya giden ve peygamberimizin sünnetinden ayrılan bir akım ortaya çıkmıştır. Resulullah Efendimiz (sav)bunlarla mücadele edilmesini emretmiştir. Günümüzde hala İslam adına ortaya çıkan bazı basiretsiz insanlar yaptıkları ve söyledikleriyle büyük zarar vermektedirler.

Resulullah Efendimiz, Allah?ın bu uyarılarını müslümanlara anlatmış ve takva adı altında İslam'da olmayan hareketleri İslam'ın bir parçasıymış gibi göstermeye çalışanlara göz yummamıştır. Peygamberimizin hayatı dinde aşırılığa karşı uyarılarla doludur. İşte bunlardan birkaç tanesi:

"Her şeyin bir şevki vardır. Her şevkin bittiği bir zaman vardır. Yapacağı işe bu şevki duyan kişi işini yaparken mutedil hareket eder. Ve bu itidali devam ettirirse muvaffak olacağını ümid edin. Şayet aşırılığa düşerek dikkat çekmiş ve parmakla gösterilecek hale gelmişse ona itibar edip salihlerden sanmayın." (Tirmizi)

Hz. Ayşe anlatıyor. "Yanımda Esed kabilesinden bir kadın vardı. Peygamber içeri girdi. ?Bu kimdir? diye sordu. ?Falancadır, geceleri hiç uyumaz ibadetle geçirir? dedim. Resulullah, ?sus yeter, size takat getirebileceğiniz amel yaraşır. Siz ibadet yapmaktan usanmadıkça Allah sevap vermekten usanmaz. Allah?ın hoşlandığı dini amel kişinin devamlı olarak yaptığı ameldir.?"(Buhari)

"İnsanların sual sormakta o kadar ileri gideceğinden korkulur ki, hatta mahlukatı Allah yarattı, Allah?ı kim yarattı diyecek olurlar. Böyle sualler sordukları zaman, İhlas suresini okuyun, sonra üç kez soluna tükürerek şeytanın şerrinden Allah?a sığının." (Buhari- Müslim)

KURAN'IN VE KURAN OKUMANIN FAZİLETİ

Kuran-ı Kerim okumak, Allah (cc)?ın müminleri yükümlü kıldığı önemli bir ibadettir. Resulullah Efendimiz (sav) Kuran okumaya başlamadan önce "Kovulmuş şeytandan Allah?a sığınıyorum" ya da "Allah?ım şeytan?ın kışkırtmasından, üflemesinden ve fısıldamasından sana sığınırım" derdi. (Ebu Davud)

Resulullah Efendimiz (sav), Kuran?ı okumanın ve onu okumayı öğretmenin fazileti üzerinde önemle durmuştur. Kuran?ı okumayı, onu uygulamanın başlangıcı olarak görmüştür. Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Kuran okuyunuz, zira Kuran. okuyanlarına kıyamet günü şefaatçi olur." (Müslim)

Kuran ve onunla amel eden kimseler mahşer yerine getirilirler. Bakara ve Al-i İmran sureleri, kendilerini okuyup amel eden kimseler hakkında birbiriyle "Ben şahadet edeceğim" diye yarışarak o kimselerin önlerine gelirler. (Müslim)

"Sizin en hayırlınız Kuran?ı öğreten ve onu öğrenendir." (Buhari-Müslim)

"İki kimse gıpta edilmeye şayandır: Birisi Kuran öğrenmiş ve onunla gece gündüz meşgul ve muktezasiyle amil olandır. Diğeri de Allah?ın kendisine mal ihsan ettiği kimselerdir ki gece gündüz o malı Allah yolunda sarfeder." (Buhari-Müslim)

"Kuran?ı oku da yüksel. Okuduğun nisbette cennet basamaklarından yukarı çık. Dünyada teenni ile okuduğun gibi cennette de öyle oku. Çünkü senin cennette yerleşeceğin yer, okuduğun ayetin son noktasıdır. Ne kadar okursan o kadar yükselirsin." (Ebu Davud-Tirmizi)

"Herhangi bir cemaat bir evde toplanıpta Kuran-ı Kerim?i okur, aralarında mukabele ederlerse, kalpleri sükunet bulur, rahat ederler. Allah?ın rahmeti onları kaplar. Melekler onları kuşatır. Cenab-ı Hak da onları kendi nezdindekiler arasında zikreder." (Müslim)

"Allah katında Kuran?dan daha üstün şefaatçi yoktur. Ne peygamber, ne melek ne başkaları." (Taberani)

"Kuran?ı duygulanarak okumayan bizden değildir." (Buhari)

Resulullah Efendimiz (sav)?in hadislerine göre Kuran-ı Kerim okumanın adabı:

1) Önce abdest almalı, yüzünü kıbleye dönmeli ve namazda oturur gibi mütevazi şekilde oturmalıdır.

2) Peygamberimiz (sav), "Kuran-ı Kerim?i üç günden önce okuyup bitiren ahkamını anlayamaz" buyurmuştur. Bu yüzden Kuran okunurken manası düşünülerek okunmalıdır.

3) Her ayetin hakkını vererek okumalıdır. Peygamberimiz (sav), içinde azap geçen ayetlerde Allah (cc)?a sığınır, rahmet ayetlerinde Allah (cc)?tan rahmet isterdi.

4) Gösteriş manası çıkarılabilecek şekilde veya namaz kılanların namazlarını karıştıracak şekilde okunmamalıdır. Peygamberimiz (sav) "Sessiz Kuran-ı Kerim okumanın sesli okumaya üstünlüğü, gizli verilen sadakanın açıktan verilen sadakaya üstünlüğü gibidir" buyurmuştur. (Buhari)

5) Güzel sesli okumaya gayret etmelidir. Resulullah Efendimiz (sav) "Kuran-ı Kerim?i güzel ses ile süsleyiniz" buyurmuştur. Okuyanın sesi ne kadar güzel olursa dinleyene etkisi o kadar fazla olur.

6) Kuran?ı okuyanın kalbinde büyüklüğünü hissetmesi gerekir. Okuyan, bunu hiç unutmayıp kalbini buna hazır bulundurmalı ve gafil olmamalıdır.

İLİM ÖĞRENMEK VE ÖĞRETMEK

Peygamber Efendimiz (sav), "Alimler peygamberlerin varisleridir" buyurmuşlardır. Resulullah (sav) bir başka hadislerinde de, "İlim Çin?de bile olsa öğreniniz" (Taberani) ve "İlim öğrenmek her Müslümana farzdır" (İbn-i Mace) buyurmuştur. Bu yüzden her Müslüman, başta İslam?ın temel kaideleri olmak üzere, dini temsil edecek seviyede ilim öğrenmesi farzdır.

Resulullah Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: "Peygamberler ne bir altın ve ne de bir gümüş bırakmamışlar, ancak ilmi miras bırakmışlardır. işte o mirasa konan, sonsuz bir haz ve nasip almış demektir. (Ebu Davud)

"İman çıplaktır. Elbisesi takva, süsü utanmak, meyvesi ise ilimdir." (Hakim)

"Beni Allahu Teala?ya biraz daha yakınlaştıracak yeni bir ilim edinmediğim günün doğmasında benim için bir hayır yoktur." (Taberani)

"Cenab-ı Hakkın rızası aranan bir ilmi sırf dünya metaına nail olmak için öğrenen kimse kıyamet gününde cennetin kokusunu bile duyamaz." (Ebu Davud)

Peygamberimiz (sav), "İlim öğreneni Allah ummadığı yerden rızıklandırır" buyurmuştur. Şeytan gelecek endişesi ile insanları korkutarak dünyaya daldırmak suretiyle ilim yolundan alıkoymaya çalışabilir. Oysa Allah (cc) yolunda İlim öğrenmeye çalışanın hem dünyası hem ahireti Cenab-ı Hak?kın koruması altındadır.

"Her kim ilim tahsil için yola çıkarsa, bu yüzden Allah ona cennete girecek yolu kolaylaştırır." (Müslim)

"İslamiyet?i yaşatmak için okurken ölen kimse ile, Peygamberler arasında bir derecelik fark vardır." (Darimi)

"Kıyamet günü üç sınıf insan şefaat eder: Bunlar peygamber, sonra alimler, sonra şehidlerdir." (İbn-i Mace)

"Allahu Teala her kimin hayrını murad ederse, onu dinde alim ve fakih kılar." (Buhari-Müslim)

Peygamberimiz (sav), ilim öğrenenleri, dünya için öğrenenler ve ahiret için öğrenenler olarak ikiye ayırmıştır. İlimi, dünya için öğrenenlerin gayeleri servet, mevki ve şöhrettir. İlmi ile amel etmeyenler ise münafıktır. Çünkü bunlar kendileri öğrendiği ve dilleri ile kabullendikleri halde kalbine bunu yerleştirememiş ve kendilerince Allah (cc)?ı aldatmaya çalışmışlardır. Resulullah Efendimiz (sav), bunların ahirette en ağır şekilde cezalandırılacağını bildirmektedir. Peygamber Efendimiz (sav), "Kıyamet günü en ağır cezayı görecek olan, Allah?ın ilminden faydalandırmadığı alimlerdir" buyurmuştur.

"İlmi çoğaldığı halde ahlakı düzelmeyen, Allah?a uzaklıktan başka birşey elde edemez." (Deylemi)

İlim sahibinin üzerine büyük bir sorumluluk yüklenmiştir. Takva sahibi mümin kendisine bağışlanan bu lütfu diğer müminlerle paylaşması gerekir.

"İlminden sorulduğu halde bildiğini saklayan kimsenin ağzına kıyamet günü ateşten bir gem takılır." (Ebu Davud)

"Adem oğlu ölünce amel defteri dürülür. Ancak üç şeyden dolayı defterine sevap yazılır. Bunlardan birisi istifade edilen bilgidir." (Müslim)

DUANIN FAZİLETİ

Hz. Peygamber (sav) Allah (cc)?ı zikretme konusu yaratılmışların en üstünü idi. Günün her anında ve hangi işle meşgul olursa olsun Allah (cc)?ı anmaktan ve dua etmekten geri durmazdı. Kuran?da "De ki: "Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?..." (Furkan Suresi, 77) buyuruluyor. Resulullah Efendimiz (sav) bunu layıkıyla kavramış olduğundan hangi durumda olursa olsun dua etmekten ve Allah (cc)?ı anmaktan geri durmazdı.

Resulullah (sav)?ın dua konusuna verdiği ehemmiyeti aşağıdaki sözlerinden daha iyi anlayabiliriz:

"Allah Katında duadan makbul ve kıymetli hiç birşey yoktur." (Tirmizi)

"Kul duasında üç şeyin birini almaktan şaşmaz: Ya dua sayesinde günahı bağışlanır veyahut peşin bir mükafat alır veya ahirette karşılığını alır." (Deylemi)

"Allah?ın fazlından isteyin. Allah Kendinden istenmesini sever. İbadetlerin makbulu, ferahlığı beklemektir." (Tirmizi)

"Kulun Allah?a en çok yakın olduğu secde halidir. Secdede Allah?a çok dua edin." (Müslim)

"Muhakkak ki sizin Rabbiniz haya ve kerem sahibidir. Kulları ellerini kaldırıp kendisinden birşey istedikleri zaman, onları boş çevirmez." (Tirmizi-Ebu Davud)

"Dua ettiğiniz zaman, kabul olunacağına inanarak dua edin. Bilmiş olun ki, gafletle yapılan duaları Allah kabul etmez." (Tirmizi)

"Allahu Teala dualarınızı kabul eder. Ta ki dua ettim hala kabul olmadı deyip acele etmedikçe. Allah?tan çok isteyin. Çünkü siz kerem sahibinden istiyorsunuz." (Buhari-Müslim)

Resulullah (sav)?ın gün içinde sık tekrarladığı bir dua şöyledir:

"Yüzümü, göğsü inanç dolu bir Müslüman olarak yeri ve göğü Yaratana çevirdim. Ben O?na ortak koşanlardan değilim. Kıldığım namaz, yaptığım ibadetler, hayatım ve ölümüm ortağı bulunmayan alemlerin Rabbi olan Allah?a aittir.

Allah?ım hükümran Sensin. Sen?den başka İlah yoktur. Sen Rabbimsin. Ben Senin kulunum. Rabbim, günahlarımı ancak Sen bağışlarsın. Beni en güzel huylara ulaştır. Zaten en güzellerine ancak Sen ulaştırırsın. Kötü huyları benden uzaklaştır. Onları Sen?den başkası benden uzaklaştıramaz. Ben Seninleyim. Sana döneceğim. Sen yüceler yücesisin. Affına sığınıyor, Sana yöneliyorum.

Göklerin ve yerin Yaratıcısı, gizli olanı, aşikar olanı bilen Allah?ım! Ayrılığa düştükleri konularda kullarının arasında Sen hükmedersin. İzninle, hakta ayrılığa düştükleri konularda beni hakka ulaştır. Şüphesiz Sen dilediğini doğru yola eriştirirsin." (Tirmizi-Müslim)

Peygamberimiz (sav)?in uyandığında ettiği dua ise şöyledir:

"Bizi ölümünden sonra dirilten Allah?a hamdolsun. O?nun huzurunda toplanacağız. Tek Allah?tan başka İlah yoktur. O?nun ortağı yoktur. Mülk O?nundur. Hamd O?nadır. O herşeye kadirdir. Allah?a hamdolsun. Allah?ı bütün eksikliklerden tenzih ederim. Allah?tan başka İlah yoktur. Allah en yücedir." (Buhari-Tirmizi)

Peygamberimiz (sav)?in evinden çıktığında yaptığı dua:

"Allah?ın adıyla. Allah?a tevekkül ettim. Allah?ım sapıklığa düşmekten ve düşürülmekten, ayağımın kaymasından ve kaydırılmasından, zulmetmekten ve zulme uğramaktan, cehalete düşmekten ve cahil görünmekten Sana sığınırım." (Tirmizi)

Peygamberimiz (sav)?in mescide girdiğinde yaptığı dua:

"Allah?ım günahlarımı bağışla ve bana rahmetinin kapılarını aç." (İbn-i Mace)

Peygamberimiz (sav)?in evine girerken yaptığı dua:

"Beni koruyan ve sığındıran Allah?a hamdolsun. Beni yediren ve içiren Allah?a hamdolsun. Bana iyilikte bulunan ve iyiliği artıran Allah?a hamdolsun. Yarab! Senden beni cehennemden korumanı dilerim." (Ebu Davud)

Peygamberimiz (sav)?in bir başka duası:

"Allah?ım! Görünen görünmeyen, maddi-manevi bütün pisliklerden, kovulmuş şeytandan Sana sığınırım." (Taberani)

Peygamberimiz (sav)?in ezan okunduğunda yaptığı dua:

"Bu eksiksiz, icabet olunan davetin ve kendisinden ötürü dualara icabet olunan hak davetin ve takva kelimesinin Rabbi olan Allah?ım. Beni bu inanç üzere öldür, ona bağlı yaşat, kıyamet günü amel yönünden bu inanca sahip salih kimselerden eyle." (Beyhaki)

Peygamberimiz (sav)?in yemek duası:

"Allah?ım! Yedirdin, içirdin, muhtaç etmedin, memnun ettin. Hidayet ettin ve dirilttin. Verdiğin nimetler mukabilinde Sana hamdolsun." (Ahmed)

Hz. Muhammed?in (sav) hadislerinde duanın adabı şöyle açıklanmıştır:

1) Şerefli vakitleri aramak:

Sene içerisinde arefe günleri, Ramazan ayı, perşembe geceleri, seher vakitleri, Peygamberimiz (sav)?in çokça dua ettiği zamanlardır.

2) Allah Katında önemli olan anlarda dua etmek:

Peygamber Efendimiz (sav), "Gök kapıları, İslam topluluğu ile küfür topluluğunun karşılaştığı, yağmurun yağdığı ve farz namazlarının kılındığı esnada açılır. Bu vakitleri ganimet bilerek dua edin" buyurmuştur.

Başka bir hadiste ise, "Oruçlunun duası reddolunmaz" (Tirmizi) buyrulmuştur. Böyle anlarda dua edilmesine özen göstermek hem duanın kabulü, hem de Sünnet-i Seniyye?nin yerine getirilmesi açısından önemlidir.

3) Dua sırasında kıbleye dönmek, elleri kaldırmak, avuçları birleştirip avuç içini yüze doğru ve gözleri semaya çevirmek sünnettendir.

Resul-i Ekrem Efendimiz (sav) dua ettiği zaman koltuk altı görünecek kadar elini kaldırır ve dua sırasında parmakları ile işaret etmezdi. (Müslim)

4) Duayı gizlice, hafif sesle yapmak:

"Ey insanlar! Sizin dua ettiğiniz Allah sizinle atlarınızın boynu arasındadır." (Müslim)

5) Duada yapmacık sözlerden sakınmak:

Dua eden kişi tevazu ve huşu içinde istemeli, yapmacık sözlerden kaçınmalıdır. Peygamberimiz (sav) bir hadisinde, "İleride duada haddini aşan cemaatler türeyecektir" buyurmuştur. Dua eden kişi aczini ifade etmeli, külfetli ve manasız isteklerden kaçınmalıdır.

6) Allah?tan (cc) korkarak, kabulünü umarak ve ısrarla dua etmek:

"Dua ettiğiniz zaman, kabul olunacağına inanarak dua edin. Bilmiş olun ki gafletle yapılan duaları Allah kabul etmez." (Tirmizi)

"Allah dualarınızı kabul eder. Ta ki dua ettim deyip hala kabul olmadı deyip acele etmedikçe. Allah?tan çok isteyin. Çünkü siz kerem sahibinden istiyorsunuz." (Müslim)

TEVBE:

"Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." (Maide Suresi, 39)

Tevbe, eski günahlardan ve hatalardan kurtumak için büyük bir fırsattır. Müminler bu fırsatı günün her anında değerlendirmelidir. Hz. Ali "Elinde tevbe ve istiğfar gibi kurtuluş çareleri bulunan kimselerin helak olmalarına şaşarım" buyurmuştur. Şeytanın oyunlarına yenik düşen ve hatalarını düzeltemeyen insanların tevbe ve duadan başka hiçbir kurtuluş yolu yoktur. Ancak bu sayede dünya ve ahirette saadete kavuşulabilir.

Hz. Muhammed (sav) şöyle buyurmuştur:

"Tevbe ve istiğfara devam eden kimseye Allahu Teala her sıkıntısından bir kurtuluş ve her darlıktan bir genişlik verir ve ummadığı yerden kendisini rızıklandırır." (Ebu Davud)

"Kalbimin ufuklarını bazen hafif bulutlar kaplar gibi olur ve bu sebepten günde yüz kere Allah?tan mağfiret dilerim." (Müslim)

Resul-i Ekrem (sav) devamlı olarak, "Allah?ım Seni noksan sıfatlardan tenzih eder ve Sana hamdederim. Allah?ım! Beni mağfiret eyle, Sen tevbeleri kabul eden merhamet sahibisin derdi." (Hakim)

"Allah?ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, nefsime zulm ettim, kötü işlerde bulundum, Senden başka günahlarımı bağışlayacak hiçbir kuvvet yoktur. Sen beni affet diyen kimseyi, akın halinde bulunan karıncalar kadar günahı olsa da Allah affeder." (Beyhaki)

"Allah?ım! Beni ihlasla iyilik ettiğinde cennet ile müjdelenen, kötülük ettiği zaman da akabinde tevbe eden kullarından eyle." (İbn-i Mace)

Peygamberimizin tavsiye ettiği tevbe istiğfar: "Allah?ım! Sen benim Rabbim, ben Senin kulunum. Beni Sen yarattın. Ben Sana gücümün yettiği kadar verdiğim söz üzerindeyim. Yaptığım kötülüklerden Sana sığınırım. Verdiğin nimetlere karşı kusur ettim, nefsime zulmettim. Günahlarımı huzurunda itiraf eder, geçmiş ve gelecek günahlarımdan dolayı senden mağfiret dilerim. Beni mağfiret eyle, her ne şekilde olursa olsun bütün günahları Senden başka kimse bağışlayamaz." (Buhari)

DİLİN BÜYÜK TEHLİKESİ, SÜKUT,FUZULİ KONUŞMAK:

"Müminler, onlar, ?tümüyle boş? şeylerden yüz çevirenlerdir." (Mü?minun Suresi, 3)

Peygamberimiz konuşmalarında ümmeti için sözlerin en iyisini ve güzelini seçerdi. Konuşma tarzını beğenmediği kişileri derhal uyarırdı. müminlerin söz ile birbirlerini kırmalarına izin vermezdi.

Resulullah boş ve yararsız sözler söyleyecek olan kişinin sükut etmesinin daha yararlı olacağını söylemiştir. Bir başka hadiste ise "sükut eden kurtulmuştur"(Tirmizi) buyurmuştur. Bu konuda Hz. Muhammed?in birçok hadisi bulunmaktadır.

"Midesinin, edep yerinin ve dilinin şerrinden korunan kimse, bütün kötülüklerden korunmuş olur." (Deylemi)

"Müjde o kimseyedir ki sözünün fazlasını tutmuş ve malının fazlasını infak etmiştir." (Bezzar)

"Hayır olmayan şeyden dilini çek, ancak bu sayade şeytana galebe çalarsın." (Taberani)

"Allahu Teala herkesin dilinin yanındadır. Yani söylenen her sözü bilir. O halde konuştuğu sözde Allah?tan korksun." (Hatib)

Allah?ı görüyor gibi O?na ibadet et ve kendilerini ölülerden say. İstersen bütün bunları içine alan daha mühimini haber vereyim? Dilini tut.

Bir söz söylerken düşünerek söylemek mümine yakışan güzel bir davranış olur. Düşünmeden söylenen bir söz bazen istenmeyen yerlere gidebilir ve değer verdiğimiz insanları incitebilir. Bu söz eğer İslami bir konu içeriyorsa daha da hassas olmamız gerekir. Resulullah buyuruyor ki: "Müminin lisanı kalbinin ötesindedir. Bir şey söyleyeceği zaman önce onu düşünür ve sonra konuşur. Münafık bunun aksine kalbi dilinin ötesindedir. Bir şey söyleyeceği zaman, düşünmeden onu söyler."(Haraiti)

Konuşurken laf fazla uzatılmamalıdır. Anlatacak konu kısa ve öz bir şekilde anlatılmalıdır. Bu sayede hem konuşulan kişinin fazla vakti alınmamış olur, hem de Resulullah?ın sünnetine riayet edilmiş olunur.

"Dikkat edin, derin sözlere dalıp gereksiz yere lafı uzatanlar helaka uğramışlardır." (Müslim)

"Bir zaman gelecek ki, insanlar insanlar sözlerini, ineklerin otu gevelemeleri gibi geveleyip duracaklar." (Ahmed)

Sözlerimizde çirkin, avami, argo ve müstehcen kelimelerden kaçınmalıyız. Bu tip konuşmalar bir süre sonra kalbin katılaşmasına ve konuşmaların fiillere de yansımasına sebebiyet verebilir. Nitekim Resulullah buyuruyor ki: "Aman fahiş, açık ve çirkin sözlerden kaçını; zira Allah çirkin sözleri ve fahiş konuşmaları sevmez."(Hakim)

"Mümin taa?n etmez, kimseye dokunmaz, lanet etmez, fahiş söz söylemez ve kimseyi yermez." (Tirmizi)

Müminler birbirlerine karşı yaptıkları suçlamalarda dikkatli olmaları gerekir. Eğer yaptığımız suçlama doğru değilse ahirette beklenmedik şekilde kul hakkı olarak karşımıza çıkabilir.

"Bir kimse bir kimseyi küfür ve fısk ile itham eder de itham edilen kimse böyle olmazsa bu itham, itham edene döner." (Buhari)

"Ey insanlar, ashabım, kardeşlerim ve yakınlarım hususunda beni düşününüz ve onların aleyhine konuşmayınız. Ey insanlar, biri öldüğü zaman onu kötülükleriyle değil iyilikleri ile anınız." (Müsned)

"Kim din kardeşinin tevbe ettiği bir günahından dolayı ayıplarsa, o günah ile müptela olmadan ölmez." (Tirmizi)

"En büyük hıyanet, arkadaşına verdiği bir sözde o sana inandığı halde yalan söylemektir." (Buhari)

"Yazıklar olsun o kimseye ki, milleti güldürmek için yalan söyler. Vay ona, vay ona." (Ebu Davud-Tirmizi)

Dinimizde, çok istisnai durumlar haricinde yalan kesinlikle yasaklanmıştır. Resulullah Efendimiz, yalanın küçük ve büyük yalan olarak ayırımının yapılamayacağını ve yalanın her türlüsünü kınadığını söylemiştir. Peygamberimizin bu konudaki duası şöyledir:

"Allah?ım kalbimi nifaktan, edep yerimi zinadan ve dilimi yalandan temizle." (Hatib)

"İnsan bir yalan söylediği zaman onun pis kokusundan melekler bir mil mesafe uzaklaşır." (Tirmizi)

Kuran?da gıybet (dedikodu) etmek, ölü kardeşinin etini yemekle aynı görülmüştür. Peygamberimizin hadislerinde de gıybetin müminler arasında tesanütü kıracağı ve kul hakkının oluşmasına sebebiyet vereceği söylenmiştir. Ayrıca müminlere tecessüsle bakmak, onların kusurlarını araştırmak, gıybet kadar büyük bir günahtır. Nitekim Hz. Muhammed miraçta karşılaştığı bir olayı şöyle naklediyor: "Miraca çıktığım gece, tırnakları ile yüzlerini tırmalayan birtakım kimseler gördüm. Cebrail?e ?bunlar kimdir? diye sordum. Cebrail de ?bunlar insanları gıybet edip gizli hallerini araştıranlardır? dedi. (Ebu Davud)

"Ey dili ile iman edip kalpleri ile inanmayanlar, müslümanları gıybet etmeyin, onların gizli hallerini araştırmayın. Kim mümin kardeşinin gizli hallerini araştırırsa Allah?ta onun gizli hallerini ortaya çıkarır." (Ebu Davud)

?Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz? Kardeşlerinizi hoşlanmayacağı şey ile anmanızdır? buyurdu. Bunun üzerine ?söyledikleriniz o adamda varsa buna ne buyurursunuz? diyenlere Resul-i Ekrem ?söylediğiniz kusurlar onda varsa işte o zaman gıybet olur, yoksa iftira etmiş olursunuz.? (Müslim)

"Bir kimse kardeşinin ırz ve şerefine gıybet edene müdahale ederse, Allah o kimseyi kıyamet günü cehennemden uzaklaştırır." (Tirmizi)

VEDA HUTBESİ

Veda Hutbesi Hz. Peygamber (sav)'in 114 bini bulan hacıya hitaben irad ettiği hutbe'dir.

Bu hutbeyi dinleyenlerin sayısının çok olması, gelen bu haberlerin doğruluk derecesini belirtmesi açısından önemlidir. Bu gibi haberlere mütevatir haber denir. Yanlış olması aklen mümkün değildir. Bu hutbede vazedilen her konu kutlu Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) tarafından söylenmiştir, bunda hiçbir şüphe yoktur. İçerik bakımından da, dünya ve ahiret hayatına dair yapılması gerekenleri bildirdiğinden dinin bir özetini oluşturmaktadır.

Hz. Peygamber (sav) bu son hutbesinde, bundan sonra bir daha haccedemeyeceğini bildirip vefatının yaklaştığını ima ettiği, sonraki gelen günler de O'nun (sav) bu sözlerini doğruladığı için bu hacca ?Veda Haccı?, bu hac esnasında irad ettiği hutbeye de ?Veda Hutbesi? adı verilmiştir.

Veda Hutbesi her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul edilmekteyse de, gerçekte bu hutbe, Arafat'ta, Mina'da ve bir gün sonra yine Mina'da olmak üzere arefe günü ile bayramın 1. ve 2. günlerinde parça parça irad edilmiştir. Değişik yer ve zamanda irad buyurulduğu için de hutbe, birçok kişi tarafından birbirinden farklı şekillerde rivayet edilmiş; kişinin ya da gurubun duyduğunu başkaları işitmediğinden, hutbenin tamamının bir araya toplanmasında bu farklı rivayetlerden yararlanılmış ve daha sonraki yıllarda bu üç aynı yer ve zamanda buyurulan hutbe tek bir hutbe olarak bir araya getirilmiştir. Hz. Peygamber (sav)'ın bu son haccından bir yıl önce nazil olan Tevbe suresinde, "Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe Suresi, 28), müşriklerin pis olduğu ve bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmamaları emredildiği için, Veda Haccı'nda Mekke'de sadece Müslümanlar vardı. Hutbeyi de yalnızca Müslümanlar dinlemişti. (Böylelikle müşriklerin bu hutbeye yalan katmaları da önlenmiş oldu.). Zaten Mekke'nin fethinden sonra müşriklerin sayısı parmakla sayılacak kadar azalmıştı. Hz. Peygamber (sav), Mekke'den kendisiyle birlikte yola çıkan 100 bin civarındaki ashabıyla Mekke'ye haccetmek için geldiklerinde bir yıl önceki ikaz sebebiyle Mekke'de müşrik kalmamıştı, çoğunluk Müslüman olurken Mekke'yi terkedenler de vardı. Hz. Peygamber (sav), haccın bütün erkanını bizzat kendisi yaparak Müslümanlara öğretmiş, İslam'ın Hac konusundaki emirleri de böylece tamamlanmıştı. İslam'ın tamamlandığını bildiren bazı ayetler de bu Veda Haccı'nda nazil oldu.

Cahiliye döneminde dışarıdan gelen hacılar Arafat'ta vakfeye dururken, Kureyş eşrafı diğer insanlardan üstün olduklarını belli edercesine Arafat yerine Müzdelife'de vakfeye dururlardı. Hz. Peygamber (sav), cahiliye döneminin bu sınıf üstünlüğüne dayalı adetini ortadan kaldırdı ve bütün hacılar gibi Arafat'ta vakfeye durdu. Hz. Peygamber (sav)'e orada bu dinin tamamlandığı şu ayet-i kerimeyle müjdelendi :

Bugün inkara sapanlar, sizin dininizden (dininizi yıkmaktan) umut kesmişlerdir. Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip-beğendim? (Maide Suresi, 3)

Dinin kemale erdirilmesine bütün Müslümanlar sevinirken yalnızca Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer, bunun Hz. Peygamber (sav)'in vefatının yaklaştığına delalet ettiğini anlamışlardı ve gözlerinden yaşlar akmıştı. Gerçekten de bundan sonra Hz. Peygamber (sav), 82 gün yaşamış ve vefat etmiştir.

Devesi Kusva'nın sırtında olduğu halde Hz. Peygamber (sav), Arafat'ta şu hutbeyi irad etti:

?Ey insanlar!

Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha buluşamayacağım. Ey insanlar; bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emindir.

Ashabım!

Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalaletlere dönüp birbirinizin boynunu vurmayınız. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenlerden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.

Ey ashabım!

Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine vesin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz ve ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin adet'in her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalip oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

Ashabım!

Cahiliye döneminde güdülen kan davaları da tamamen ortadan kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım kan davası da Abdulmuttalib'in torunu (yeğenim) Rebia'nın kan davasıdır.

Ey insanlar!

Bugün şeytan şu topraklarınızda yeniden nüfuz ve saltanat gücünü kaybetmiştir. Fakat bu kaldırdığım şeyler haricinde küçük gördüğünüz işlerde de ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan sakınınız.

Ey insanlar!

Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Ve onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; aile şerefinizi korumaları ve evlerinizi sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye açmamaları, çiğnetmemeleridir. Eğer onlar razı olmadığınız herhangi bir kimseyi evinize alırlarsa onları hafif bir şekilde dövebilir, azarlayabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini temin etmenizdir.

Ey müminler!

Size bir emanet bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet Allah'ın kitabı Kur'andır.

Ey müminler!

Sözümü iyi dinleyiniz ve muhafaza ediniz. Müslüman Müslümanın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Ancak gönül hoşluğuyla verilen başka. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.

Ey insanlar!

Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Varis için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zinakar için mahrumiyet cezası vardır. Babasından başkasına nesep iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına uymaya kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların düşmanlığına uğrasın. Cenab-ı Hak bu insanların ne tevbelerini ne de şehadetlerini kabul eder.?

Resulullah (sav) sözlerinin burasında dinleyenlere sordu:

?Ey insanlar!

Yarın beni sizden soracaklar. Ne dersiniz??

Ashab-ı Kiram cevap verdi:

?Allah'ın risaletini tebliğ ettin; görevini yerine getirdin, bize vasiyet ve nasihatte bulundun diye şehadet ederiz.?

Resulullah (sav)şehadet parmağını göğe kaldırarak üç kez:

?Ya Rab şahid ol! Ya Rab şahid ol! Ya Rab şahid ol!? buyurarak Arafat'taki hutbesini bitirdi.

Resulullah (sav), güneş batıncaya kadar vakfede durdu. Tam buradan inmeye karar vereceği bir anda yukarıda zikredilen Maide Suresi?nin 3. ayeti nazil oldu. Daha sonra devesine binen Resulullah (sav) yavaş adımlarla Arafat'tan inerek Müzdelife'ye geldi. Burada bir ezan ve iki kamet ile akşam ve yatsı namazlarını birleştirerek kıldı. Ve istirahate çekildi. Sabah olunca cemaatle birlikte sabah namazını kıldı ve ortalık iyice ağardıktan sonra Müzdelife'den Cemretü'l Akabe mevkiine geldi. Şeytan taşlamadan sonra Mina'ya geçen Resulullah (sav) burada da Veda Hutbesi?nin diğer bölümünü irad etti. Allah'a hamdü senadan sonra devamla :

?Ey insanlar!

Sizi Allah'ın kitabına bağlayan Peygamberiniz (sav)?in sözlerini iyi dinleyiniz, ona itaat ediniz. Hac ibadetinizin bütün hareketlerini benden gördüğünüz gibi ifa ediniz. Öyle sanıyorum ki, ben bu seneden sonra bir daha haccedemem.?

Resulullah (sav), bundan sonra halka sorulu cevaplı sürdürdüğü hutbesini :

?Ey insanlar!

Ayların yerini değiştirerek geri bırakmak inkarda aşırı gitmektir. Kafirler böyle yapmakla doğru yoldan saptılar. Allah'ın haram kıldığı ayların sayısını uygun yapmak için, bir yıl haram ayını helal, diğer yıl onu haram sayarlar. Böylece Allah'ın haram kıldığını helal kabul ederler. Zaman Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gibi aynı duruma döndü. Allah'ın Katında aylar on ikidir. Bunların dördü mukaddes (haram) aylardır ki üçü arka arkaya gelen Zilkade, Zilhicce ve Muharrem, dördüncüsü de Cemaziyelahir ile Şaban'ın arasındaki Recep'tir. Ey mü'minler! Bu ay hangi aydır?

-Allah ve Resulü daha iyi bilir.

-Zilhicce ayı değil midir?

-Evet, Zilhicce'dir.

-Bu içinde bulunduğumuz belde hangi beldedir?

-Allah ve Resulü daha iyi bilir.

-Mekke şehri değilmidir?

-Evet Mekke'dir.

-Bugün hangi gündür?

-Allah ve Resulü daha iyi bilir.

-Yevmünahr'dır. (kurban kesme günü) değilmidir?

-Evet Yevmünahr'dır.?

Bu diyalogdan sonra Resulullah (sav) sahabelere dönerek:

?Şu halde iyi biliniz ki; bu şehrinizde, bu beldenizde, bu gününüzün mukaddes (haram) olduğu gibi birbirinize kanlarınızı dökmek, mallarınızı haksız yere almak, namuslarınızı kirletmek de haramdır, her türlü saldırıdan masumdur. Muhakkak ki siz Rabbinize kavuşacaksınız, o zaman bütün bu işlerden sorulacaksınız.

Ey insanlar!

Aklınızı başınıza alında benden sonra birbirinizin boynunu vuracak şekilde dalalete, vahşete düşerek cahiliye devrine dönmeyin.

Ey insanlar!

Bu nasihatlerime kulak verip bunları burada hazır bulunanlarınız bulunmayanlara tebliğ etsin. Olabilir ki, kendisine tebliğ edilen kimse burada bulunup işiten bir kısım kimseden daha iyi anlayıp bellemiş olur. Ardından Resulullah (sav) iki kez:

-?Tebliğ ettim mi?? buyurdu.

-Sahabiler:

-?Evet ettin", deyince Resulullah (sav);

-?Şahit ol Ya Rab!? dedi ve tekrar hatırlattı:

Burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsin.?

Resulullah (sav), Mina'daki bu hutbesinden sonra kurban kesim yerine gelerek önceden hazırlanan develeri kurban etti. Bir kısmını da Hz. Ali (k.v) kestikten sonra her deveden birer parça et alınarak pişirilip yenildi. Daha sonra traş olan Resulullah (sav), ihramdan çıktı ve Kabe'yi tavaf etti. Öğle namazını da orada kıldıktan sonra Zemzem suyunun yanına gitti ve kendisine sunulan bir bardak suyu içtikten sonra tekrar Mina'ya döndü. Resulullah (sav) Mina'da geçirdiği teşrik günlerinde şeytan taşlama görevini yerine getirmiş, bu arada çevresinde bulunan insanlara hutbeler irad buyurmuştu.

"Allah'ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman Rabbini överek tesbih et. O'ndan mağfiret dile, çünkü O tevbeleri çok kabul edendir." (Nasr Suresi, 1-3) mealindeki Nasr Suresi?nin nazil olduğunu duyan Müslümanlara, hem yeni nazil olan bu sureyi okumuş hem de kendilerine nasihat ettiği hutbelerinden birini irad buyurmuştur. Bu hutbesinde de yine Müslümanların mal, can, namus emniyetinden bahseden Resulullah (sav) insan haklarının temelini oluşturan bu üç hakkı tekrar tekrar ümmetine hatırlatmıştı. Değişik yer ve zamanlarda irad edilen bu hutbeler, tek bir şekilde bütünleştirilmiştir.

Hutbedeki önemli ve anlaşılması zor cümlelerden biri:

"Vah size! Benden sonra dönüp birbirinizin boyunlarını vuran kafirler olmayın." dedi.

Bu rivayet, Resulullah (sav)'ın Veda Haccı sırasında yaptığı konuşmalardan birini aksettirmektedir. Ahir zamanda çıkıp dini tahrib edecek ve insanlığa büyük zarar verecek olan şahıslardan biri hakkında, Resulullah (sav), Veda Haccı gibi büyük bir kalabalığın bir araya geldiği ortamda bilgi vermektedir.

Hadisin sonunda ifade edilen, "Benden sonra dönüp birbirinizin boyunlarını vuran kafirler olmayın" cümlesinden, Nevevi'nin kaydına göre, yedi farklı hüküm çıkartılmıştır.

Müslümanın kanını haksız yere helal addeden Müslüman, kafir olur.

Bundan maksad nimet ve İslam'ın hakkına karşı nankörlüktür. Kadr-u kiymet bilmemektir.

Bu hal (mü'minin mü'mini öldürmesi) küfre yakın bir ameldir ve küfre götürür.

Bu kafirlerinkine benzer bir fiildir. Çünkü normalde mü'mini kafirden başkası öldüremez.

Bundan murad küfrün hakikatidir, yani manası şöyledir: Sakın küfre dönmeyin, Müslüman olmaya devam edin!

Bu manayı Hattabi ve başkaları hikaye etmişlerdir: Buradaki 'kafirler'den maksat, silah kuşananlardır. Araplar, "tekefferer reculü bi silahihi" derler. Yani silahını kuşandı. "Kuşandı" kelimesini tekeffür etti diyerek, küfr kökünden bir kelime kullanarak ifade ederler. El-Ezheri, Tehzibü'l-Lüga adlı kitabında silah kuşanan, silah taşıyan manasına kafir kelimesini kullanmıştır.

Hattabi de şu manayı anlamıştır: "Birbirinizi tekfir etmeyin (kafirlikle suçlamayın), sonra birbirinizi öldürmeyi helal addedersiniz."

Nevevi bu açıklamalardan sonra sözünü şöyle noktalar: "Bunlardan en muvafık olanı dördüncü maddede söylenendir. Kadı Iyaz (rahimehumullah) da bunu tercih etmiştir."

Veda Hutbesi birçok yönden ehemmiyet taşır:

Herşeyden önce Hz. Peygamber (sav)'in hayatının sonlarında irad edilmiştir. Malum olduğu üzere Veda Haccı Hicret'in 10. yılında cereyan etmiştir. Hz. Peygamber (sav) ömrünün son aylarını yaşamaktadır ve birkaç ay sonra vefat edecektir. "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak Müslümanlığı beğenip seçtim ve ondan razı oldum" (Maide Suresi, 3) mealindeki ayet de bu hac sırasında nazil olmuştur.

Hutbe muhteva olarak çok ehemmiyetlidir. Çünkü ciddi meselelere temas etmekte, o güne kadar ele alınmamış olan birçok cahili tatbikata son verilmektedir. Kan davasının, faizin kesinlikle kaldırılması, karı-koca arasındaki hukukun açığa kavuşturulması, hac kaidelerinin tesbiti gibi konuların hepsine bu hutbede yer verilir. Günümüz müelliflerinden bazıları Veda Hutbesi'ni İslam'ın "insan hakları" veya "kadın hakları" beyannamesi olarak değerlendirir. Gerçekten de insanların "mal, can, ırz" dokunulmazlığının te'yidi (kayıt altına almak, garanti etmek) tarihte ilk defa cereyan eden bir hadisedir. 20. asırda Birleşmiş Milletler?ce benimsenen insan hakları beyannamesi şüphesiz çok daha fazla teferruata yer veriyor. Ancak, onlar hep kağıt üzerinde kalmıştır. Burada ise alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (sav)'in tebliği olarak vicdanlara, ruhlara, akıl ve fikirlere nakşolma söz konusudur.

İnsanlık, Müslümanların en güçlü ve gösterişli olduğu devirlerde bile, dili, dini, rengi ne olursa olsun İslam topraklarında kanından, malından, ırzından emin olmuş hürriyet içinde yaşamıştır.

İnsan hakları anlayışı tarih boyunca yavaş yavaş gelişmiş olmakla birlikte en mütekamil şekliyle İslam'la gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber (sav)'ın Veda Hutbesi ilk insan hakları beyannamesi olarak önemlidir. İslami devletler tarafından gittikçe olgunlaştırılıp geliştirilen insan haklarının batı için, gelişmesi ancak 18. ve 19. yüzyıllarda (13 asır sonra) olmuştur.

Hutbenin Toplum Hayatına Getirdiği Prensipler:

Veda Hutbesi?nde Resulullah (sav)'ın başlıca şu noktalara temas ettiği görülür:

Her işte daima Allah (cc)'a hamd-ü sena etmek gerekir.

Nefis, insanı her zaman şerre yöneltmek ister. Bu sebepler nefislerin şerrinden Allah (cc)'a sığınmak gerekir.

Can, mal ve ırz kutsaldır. Yaşama hakkı tabii bir haktır. Irz, şeref, haysiyet, hürriyet ve mülkiyet saldırıdan korunmuş haklardır.

Cahiliye gelenekleri kaldırılmıştır. İnsanlar alışageldikleri şeyleri körü körüne yapmaktan vazgeçmelidir.

Faiz haramdır.

Kan davası gütmek haramdır.

Emanetler yerlerine verilmelidir. Emanete hıyanet edilmemelidir.

Küçük büyük, önemli-önemsiz her işte şeytana uymaktan sakınmalıdır.

Kadınların ve erkeklerin karşılıklı hak, vazife ve sorumlulukları vardır.

Hem kadın hem de erkekler zinadan şiddetle kaçacaklardır.

Köle ve hizmetçilere iyi davranılacaktır.

Bütün Müslümanlar kardeştir. Her türlü sınıf farkları ve ayrıcalıklar kaldırılmıştır. Üstünlük fazilet iledir.

Zulümden sakınmak gerekir, halkın malı haksız yere yenemez, birine ait bir şey sahibinin izni olmadıkça başkası için helal olmaz.

Müslümanlar birbirleriyle savaşmaktan sakınacaklardır.

Allah'ın kitabına ve Resulullah (sav)'ın sünnetine uyanlar asla sapıklığa düşmezler.

İslam sadeliğinden ayrılmamak, aşırılıklara sapmamak gerekir.

Hak Teala'ya ibadet olunacak; beş vakit namaz kılınacak, oruç ayında oruç tutulacak, Resulullah (sav)'ın tavsiyelerine uyulacaktır. Bunları hakkıyla yerine getirenlerin mükafatı Allah?ın izniyle cennettir.


akdenizdn
Daire Başkanı
08 Mayıs 2010 23:45

YABANCILARIN GÖZÜYLE HZ MUHAMMED(SAV)

İslam dininin son Peygamberi Hz Muhammed ve İslam dini hakkında Müslüman olmamalarına rağmen sözleriyle onu adeta tasdik eden Mahatma Gandhi, Tolstoy ve Bismarc gibi daha nice yabancı aydın, devlet adamı ve sanatçıların sözlerini okuyunca çok şaşıracaksınız!

Rabbimizin kendisini bütün mahlûkata ve kâinata tanıttırmak için yarattığı üç külli muhariften birisi olan son peygamberimiz Hz. Muhammed hakkında on binlerce kitap yazıldı. Dünyanın dört bir yanında onun hakkında konferanslar, seminerler düzenlendi ve araştırmalar yapıldı. Onun yolunda gidenler ve onu sevenler kuşkusuz sadece Müslümanlardan oluşmuyordu. Peygamber Efendimizin vefatından sonra onu ilmelyakin tanıma fırsatı bulan diğer dinlere mensup ya da dinsiz olan aydınlar, bilim adamları, yazarlar, sanatçılar ve devlet adamları onun hakkında güzel sözler söyledi, onun getirdiği din olan İslam hakkında eserler yayınladı. Özellikle yaşadığı dönemin koşulları gereği, tahrip edilmiş Hıristiyanlığın ve Museviliğin etkisi altına girmiş devlet adamlarının ve aydınların Hz. Muhammed ve İslamiyet hakkında söyledikleri cümleleri duymak Peygamberimizi ve onun davasını daha iyi anlamak için çok önemli bir teşvik olmuştu.

Yaşadığı döneminin en büyük İslam âlimlerinden biri olan İmam-ı Rabbanî, yazdığı eserin başına "Ben sözlerimle Muhammed'i övmüş olmadım, aslında sözlerimi Muhammed'le övmüş ve güzelleştirmiş oldum" diyerek Hz. Muhammed'in kendi dünyasında ne manaya geldiğini vurgulamıştı. Peygamber Efendimiz hakkında onu öven yazılar yazan yabancı aydınlarda, İmam Rabbani gibi açıklamalarında yaratılmışların en güzeline yer vererek kendi değerlerini arttırmışlardı bir bakıma. Çünkü söylenen sözler ve yazılan yazılar onunla daha bir anlamlı ve güzel oluyordu. Tarihte kendine yer etmiş tanınmış isimlerin, âlemlerin yaradılış sebebi Peygamber Efendimiz hakkında söylediği o güzel sözlerden size bir demet sunuyoruz.

Peygamberimizin döneminde yaşama şerefine erişememiş olmanın üzüntüsü sözlerinden açıkça anlaşılan Alman Devleti'nin kurucusu Prens Otto Von Bismarck yazdığı bir makalede bu sıkıntısını şöyle dile getiriyor:

"Sana muasır bir vücud olamadığımdan müteessirim ey Muhammed!

Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için taraf-ı lahutîden geldiği iddia olunan bütün münzel semavî kitapları tam ve etrafıyla tetkik ettimse de, tahrif olundukları için hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedîlerin Kur'anı, bu kayıttan azadedir. Ben Kur'anı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîlerin düşmanları, bu kitap Muhammed'in zade-i tab'ı olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel, hattâ en mütekâmil bir dimağdan böyle hârikanın zuhurunu iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasını ifade eder ki; bu da ilim ve hikmetle kabil-i telif değildir. Ben şunu iddia ediyorum ki; Muhammed mümtaz bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.

Sana muasır bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed!

Muallimi ve nâşiri olduğun bu kitap, senin değildir; o lâhutîdir. Bu kitabın lâhutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzur-u mehabetinde kemal-i hürmetle eğilirim."

Hakkında ölmeden önce Müslüman olduğu iddiaları ortaya atılan devrinin önemli devlet adamlarından Bismarc, Hz Muhammed hakkında başka bir yorum daha yapıyordu ve diyordu ki:

"Ben şunu iddia ediyorum ki, Muhammed mümtaz bir kuvvettir. Yaratıcının böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır."

Hindistan'ın bağımsızlığına kavuşmasına önderlik eden ve bağımsızlığını kazanmak isteyen toplulukların örnek aldığı büyük lider Mahatma Gandhi, Peygamber Efendimiz'in davasında başarı kazanmasının ve dünyada birçok insan tarafından benimsenmesinin nedenlerini bir konuşmasında şöyle sıralamıştı:

"Ben şu kanaate vardım ki, İslâmiyet'in süratle yayılması, kılıç yüzünden olmamıştır. Aksine her şeyden evvel sadeliği, mantıkî olması ve Peygamberinin büyük tevazuu (alçak gönüllülüğü), sözünü daima tutması, yakınlarına ve Müslüman olan herkese karşı sonsuz bağlılığı yüzünden, İslâm dinî birçok insan tarafından seve seve kabul edilmiştir."

Diğer bir taraftan Almanya'nın yetiştirdiği en büyük aydınlarından olan ve buradaki en büyük üniversiteye ismi verilen ünlü filozof Goethe, Peygamber Efendimizin yaydığı İslam dini hakkında sorulan bir soru üzerine;

"Hz. Muhammed 'in muvaffakiyetinde olduğu gibi, hakikat her tarafa nur saçabilmelidir; tek ve eşsiz Allah'ın mevhumunu aşılamakla o bütün dünyayı yenmiştir.'' şeklinde cevap vererek içinde yaşadığı toplumun tepkisini çekme pahasına gerçekleri açıklamaktan geri durmamıştı. Aynı filozof daha sonraki bir konuşmasında kendi toplumunun İslam dünyası karşısında geri kaldığını şu sözlerle açıklama gereğini hissetmişti:

"Hiç kimse Hz. Muhammed'in kurallarından daha ileri bir adım atamaz. Biz Avrupa Milletleri medeni imkânlarımıza rağmen Hz. Muhammed'in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki bu yarışmada kimse onu geçemeyecektir."

Dünyada birçok insanın paraya verdiği önemle tanıdığı Fransızların ünlü devlet adamı ve komutanı Napolyon bir kitabında Hıristiyanlığın bozulma sebebini anlatırken en son ve tahrip edilmemiş olan İslam dininin Peygamberi Hz. Muhammed hakkında şunları söylüyordu:

"Arapların yanına sokulan Aryenler, hakikî İsa dinîni bozarak onlara "Allâh, Allâh'ın oğlu, Rûhu'l-kudüs" gibi, üçlü, kimsenin anlayamayacağı akîdeleri [teslîs akîdesini] yaymaya çalışıyor, şarkın sulh ve huzûrunu tamâmen bozuyorlardı. Muhammed onlara doğru yolu gösterdi. Araplara, yalnız bir tek Allâh olduğunu, O'nun babasının da, oğlunun da bulunmadığını, böyle birkaç Allâh'a tapmanın, puta tapmaktan kalan saçma bir âdet olduğunu anlattı."

Yazdığı romanları dünyada herkes tarafından okunan ve klasikler arasında kendine yer edinen Rus Yazar Tolstoy, içinde bulunduğu zor koşullara rağmen doğru bildiğini söylemekten kaçınmamış ve hatta Peygamber Efendimizin hadislerini derleyerek bir kitap yazmıştı. İşte Tolstoy'un Komünist Rusya'sında yazdığı fakat o dönemde halka gösterilmesinde sakınca görülen kitabında Hz Muhammed ve onun yaydığı İslam dini hakkında söyledi güzel sözler:

"Muhammed her zaman Evangelizmin (Hıristiyanların) üstüne çıkıyor. O insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah'tan başka ilahı yoktur ve Muhammed O'nun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur. Eğer insan seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her Hıristiyan ve her bir insan şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği, tek Allah'ı ve O'nun peygamberini kabul ederdi."

Komünist Rusya'sının bir diğer ünlü Yazarı Dostoyevski Peygamberimizin Allah katına yükseldiği Mirac hakkında; "Büyük İslâm Peygamberi yüce yaratıcının katına çıkıp onunla buluşmuştur. Ben Mirac'a bütün kalbimle inanıyorum." diyerek bir anlamda Peygamber Efendimizin varlığını kabul ederek bunu tüm dünyaya haykırmıştı.

Dünyada çok meşhur olan İskoç asıllı yazar ve filozof Thomas Carlyle ''Kahramanlar'' adlı kitabında Hz Muhammed'in nasıl bir şahsiyet olduğunu adeta tüm dünyaya meydan okuyarak şu sözlerle ifade etmişti:

"Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti insan dehasının üç ölçüsü ise, modern tarihin en büyük şahsiyetlerini dahi, Hz. Muhammed ile mukayeseye kim cüret edebilir ki?"

Ünlü filozof ve yazar Jean-Paul Roux bir yazısında Peygamber Efendimizin şahsiyetini ve Kuran'ı Kerim'in nasıl bir kitap olduğunu bakın nasılda güzel ifade ediyordu:

"Hz. Muhammed'in hakiki mucizesi, bir melek vasıtasıyla gökten indirilmiş bütün âyetlerden oluşmuş olan Kur'ân'dır. Tevrat ile İncil'den sonra vahyolunan son mukaddes kitap ise odur. Şiirden üstün, taklidi imkânsız ve tercümesi mümkün olmayan bu ulvî eserin olgunluk seviyesine ne bundan evvel çıkılabilmiştir, ne de bundan sonra çıkılabilecektir. İslâm'ın yayılmasında Kur'ân okumanın bütün uzun nutuklardan daha büyük bir âmil olduğu birçok şehâdetlerle sabittir. Yola getirilmeleri imkânsız düşmanlar bile Kur'ân'ı dinler dinlemez birdenbire duraklıyorlar ve hemen imana gelip kelime-i şehâdet getiriyorlardı. âyetlerdeki kelimelerde fevkalâde bir kuvvet ve kudret vardır!"

__________________

Vedûdsun bana ki, beni kimse sevmezken Sen sevdin, sevdiklerime beni Sen sevdirdin; Seni sevmekle sevineyim, Seni sevenleri seveyim, beni sevenlere Seni sevdireyim

Vaktin Fransız Komünist Partisi Başkanı TOREZ de, islamı seçip şu sözleri sarfetmişti MATCH dergisinde.

"Artık komünizm bitmiştir. İnsanlığın kıblesi Kâbedir"

Tolstoy da Muhammed s.a.v ile ilgili şunları söyler.

"Hıristiyanların haçına tapmaktansa, Muhammedin miracına inanmak daha akılcı. Zaten aklını hür bir şekilde kullanan insanlar 3 sıfatlı bir Tanrı'nın olamayacağını anlarlar"

TOLSTOY PEYGAMBERİMİZE HAYRANLIK DUYAN Bİ YAZAR. ZATEN ONUN HADİSLERİNİ Bİ KİTAPÇIK HALİNE GETİRİP ÇOĞALTMIŞ DİE DUYMUŞTUM AYRICA ESERLERİNDE Kİ GÖRÜŞLER İSLAMİYETLE ÖRTÜŞÜYO.

HRİSTİYAN Bİ BAYAN TOLSTOYA YAZDIĞI Bİ MEKTUPTA OĞLUNUN MÜSLÜMAN OLDUĞUNU SÖYLEYİP TAVSİYE İSTİYO.TOLSTOYUN CVBI İSE OĞLUNUN DOĞRU YOLDA YÖNÜNDE.

'İNSAN NE İLE YAŞAR'


akdenizdn
Daire Başkanı
12 Mayıs 2010 00:24

Peygamberimizin açıklamaları olmasaydı, insanlar Allah'ın ayetlerini tam olarak anlayamazlardı. pek çok konu kapalı olarak kalabilir, insanlar o ayetlerle ne anlatılmak istenildiği konusunda tereddüt yaşayabilirlerdi.

Peygamberimiz Kur'an'ı açıklayıcı özelliğiyle tıpkı bir öğretmene benzemektedir. Onun döneminde Müslümanlar anlamadıkları ayetleri doğrudan Peygamberimize sorarak öğreniyorlardı. Örneğin,

"İnanıp, imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar... İşte onlar güvendedir ve onlar doğru yolu bulanlardır." (En'am 82) ayeti indiğinde buradaki haksızlığın ne olduğu anlaşılamamış, bazıları onu her türlü günah işlemek sanmıştı. Durum Peygamberimize sorulduğunda buradaki haksızlığın 'Allah'a ortak koşmak' olduğunu açıkladı.

Peygamberimiz sadece kapalı kalan ayetleri açıklamakla kalmıyor, Allah'ın buyruklarını bizzat uygulayarak insanların daha iyi öğrenmesine yardımcı oluyordu. Bu özeliğiyle Peygamberimiz bir eğitimciydi. Örneğin allah'ın namaz emrinin nasıl uygulanacağını Peygamberimiz uygulamalı bir şekilde, onu her gün kılarak öğretmiş; Müslümanlara namaz kılma alışkanlığını kazandırmıştır.

İnsanlara güzel davranışlar kazandırmak Kur'an'ın amaçlarından biridir. Peygamberimiz yaşadığı dönem boyunca karşılaşılan problemlere Kur'an'a uygun çözümler bularak Kur'an'ın bu amacını gerçekleştirmeye çalışmıştır. 23 yıl boyunca Peygamberimizin öncülüğünde insanlar Kur'an'ın amaçladığı güzel davranışları kazanmış ve bunları topluma yaygınlaştırmışlardır.

14 Mayıs 2010 17:23

allah razı olsun


akdenizdn
Daire Başkanı
16 Mayıs 2010 00:04

Kur?an-ı Kerim?de bir peygamber olarak Hz.Muhammed?le ilgili sayılan başlıca özellikler; Allah?ın elçisi, son peygamber, evrensel peygamber, âlemlere rahmet, yüce ahlâk sahibi ve güzel örnek oluşu özellikleridir.

Allah Elçisi

Hz.Muhammed (s.a.), Yüce Allah?ın peygamber olarak seçtiği ve doğru yol üzere olan elçilerden biridir: ?Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini, doğruluk rehberi Kuran ve hak din ile gönderen Allah?tır. Şahit olarak Allah yeter. Muhammed, Allah?ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkârcılara karşı sert, birbirlerine ise merhametlidirler.? (Fetih, 48/29); ?Yâ, Sîn. Kuran-ı Hakim?e and olsun ki, sen doğru yol üzere gönderilmiş peygamberlerdensin. Bu, babaları uyarılmadığından gâfil kalmış bir milleti uyarman için güçlü ve merhametli olan Allah?ın indirdiği Kuran?dır.? (Yâsîn, 36/1-4)

Son Peygamber

Hz.Muhammed?in (s.a.) Kur?an-ı Kerim?de belirtilen ikinci önemli özelliği, son peygamber oluşudur: ?Muhammed, içinizden herhangi bir adamın babası değildir. O, Allah?ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir.? (Ahzâb, 33/40) Bu hususu, Hz.Peygamber (s.a.) kendisi de belirtmiştir: ?Benden sonra artık gelecek olan peygamber yoktur.? (Müslim, fedâilü?s-sahâbe, 30)

Evrensel Peygamber

Önceki peygamberler, kendi kavimlerine veya belirli bölgelere gönderilmiştir. Hz.Muhammed?in (s.a.) peygamberliği ise, bütün insanlık içindir: ?Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez.? (Sebe,34/28)

Bütün insanlar için peygamber olduğunu ve buna inanmak gerektiğini duyurmak, onun Yüce Allah tarafından verilmiş görevidir: ?De ki: Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O?ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah?ın, hepiniz için gönderdiği peygamberiyim. Allah?a ve okuyup yazması olmayan, haber getiren peygamberine -ki o da Allah?a ve sözlerine inanmıştır- inanın; ona uyun ki doğru yolu bulasınız.? (A?raf, 7/158);?Öyleyse Allah?a, Peygamberine ve indirdiğimiz nûra, Kuran?a inanın; Allah işlediklerinizden haberdardır.? (Tegabün, 64/8); ?Allah?a ve Peygamberine kim inanmamışsa bilsin ki, şüphesiz Biz, inkârcılar için çılgın alevli cehennemi hazırlamışızdır.? (Fetih, 48/13)

Alemlere Rahmet

Son ve evrensel peygamber olan Hz.Muhammed (s.a.), âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir: ?Doğrusu bu Kuran?da, kulluk eden kimselere bildiri vardır. Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.? (Enbiya, 21/106-7) Bu niteliklerinin bir gereği olarak, insanlara Yüce Allah?ın buyruklarını ve yasaklarını iletti, hak dini öğretti, ebedî kurtuluş yolunu gösterdi.

Yüce Ahlâk Sahibi ve Güzel Örnek

Hz.Muhammed?in (s.a.) başlıca özelliklerinden bir başkası, onun üstün ahlâk sahibi oluşudur: ?Şüphesiz sen, büyük bir ahlâka sahipsindir.? (Kalem, 68/4) Böyle yüce ahlâk sahibi bir peygamber, bütün insanlığın bağlanacağı güzel bir örnektir: ?Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah?a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlara ve Allah?ı çok anan kimselere Rasûlullah (Allah?ın Elçisi) en güzel örnektir.?(Ahzâb, 33/21)

İnsanlığın büyük ahlâk örneğine, binlerce salât, selâm ve rahmet olsun.

Vecdi AKYÜZ


akdenizdn
Daire Başkanı
19 Mayıs 2010 12:20

En yüce ahlâka sahip olduğunda; yüzyıllar boyunca, dost ve düşman, herkesin üzerinde birleştiği tek bir insan vardır: Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam.

Hz.Muhammed (sav) alemlere rahmet olarak gönderilmiş olan en son peygamber ve bütün insanlık için en güzel ahlak örneğidir. Yüce Mevla?mız Kuranı Kerimde onun için şöyle buyurmaktadır.

? Şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin? Kalem Suresi 4

Zaten o, yeryüzünde bulunuş maksadını, " Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim ? buyurarak net olarak ifade ediyordu.

?Andolsun size bir Peygamber geldi ki sizin sıkıntıya uğramanız onu incitir ve üzer. Çünkü o size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.? Tevbe Suresi 128

? Rasulüm biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik? Enbiya Suresi 107

? Andolsun ki Rasulullah sizin için, Allah?a ve ahıret gününe kavuşmayı umanlar için ve Allah?ı çok zikredenler için güzel bir örnektir? Ahzab Suresi 21

Alemlere rahmet olarak gönderilen o Yüce Rasul güzel ahlak konusunda şöyle buyurmuştur:

? Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim?

? Sizin en hayırlınız ahlakça en güzel olanınızdır?

? Kişi güzel ahlakı ile geceleri ibadetle gündüzleri oruçla geçirenin derecesine yükselir?

? Su buzu erittiği gibi, güzel ahlakta günahları eritir (yok eder); sirke balı bozduğu gibi kötü ahlakta ameli bozar.?

? Allah?ım beni güzelleştirdiğin gibi ahlakı mı da güzelleştir?

Hz. Aişe Validemize Hz.Peygamber (sav)?in ahlakı sorulduğu zaman ?Siz hiç Kuran okumuyor musunuz. Onun ahlakı kurandı.? cevabını vermiştir.

Kuran ahlakı; Yüce Mevla?mızın Kuranı Kerimde bize bildirdiği, Hz. Peygamber (sav)?inde bizzat yaşayarak örnek olduğu ahlaktır.

HZ. MUHAMMED (SAV)'İN AHLAKI VASIFLARI

Ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve İslâm büyüklerinin mübârek sözlerinin ışığında, Yüce Rasûlullah (s.a.s.)'ın ahlâkî vasıflarını özetlemeye çalışalım :

* Rasulullah (s.a.s.) güler yüzlü, tatlı sözlüydü,

* Kimseye fena söylemez, kimsenin sözünü kesmezdi,

* Sert değildi, yumuşak idi,

* Edep ve hayâ âbidesiydi,

* İnsan severdi, Dosttu,

* Çok mütevâzi idi. Vâkurdu.

* Boş ve lüzumsuz konuşmazdı.

* Karşısındakini candan dinlerdi.

* Çocukları çok sever ve okşardı. Bir hadisi şeriflerinde şöyle buyururlar : "Büyüklerimize hürmet etmeyen, küçüklerimize merhamet etmeyen bizden (kâmil ümmetimizden) değildir"[1]

* Fazilet sahiplerine saygı gösterirdi.

* Akrabasını ve komşusunu hatırdan çıkarmaz, onlara ikrâmdâ bulunurdu. Fakat onları kendilerinden üstün, faziletli olanlara tercih etmezdi.

* Cömertti, şefkatliydi,

* Sözünde mutlaka dururdu.

* Dinlemesini, söylemekten fazla severdi,

* Nefsine hâkimdi,

* Beyaz giymeyi tavsiye ederlerdi,

* Namazı noksansız kıldıranların en hafif kıldıranıydı.

* Güleceği zaman mübarek elini, mübarek ağzının üzerine koyardı.

* Kahkaha ile gülmez, fakat daima mütebessim bulunurdu.

* Verilen müjdeler şükrederdi,

* Uyurken mübârek sağ elini, mübârek yanağının altına koyardı.

* Herkesin isteğini mümkün olan ölçüde, yerine getirirdi.

* Eli çok açıktı, cömertliği deryadan farksızdı,

* İlim, hikmet çağlayanı, sabır timsaliydi,

* Atılgandı, tehlikeden korkmazdı, heybetliydi.

* Gelmiş ve gelecek insanların en cesur ve en kahramanı, en kuvvetlisiydi.

* Hanımlarına karşı insanların en yumuşağı ve ikrâmlısıydı. Onlara karşı daima tebessümlüydü,

* Ne yer, ne içerse hizmetçisine de aynısını verirdi, Vefat ederken son anlarında dahi "Elinizin altındakilere (hizmetçi ve işçilere) iyi davranmamızı, onların haklarını gözetmemizi ve namaza dikkat etmemizi" tavsiye buyurmuştu.[2]

* Sofradan daima doymadan, yarı aç kalkardı.

* Temizliğe son derece ehemmiyet verir ve riâyet ederdi,

* Özel işlerini kendisi yapardı. Döşeği içi hurma lifi dolu deridendi.

* Dünya malına asla rağbet göstermezdi, Bir gün yanında dünyalıktan bahsettiler, Buyurdu ki : "İşitmiyor musunuz? Sâde hayat imandandır"'

* Ekseri yediği arpa ekmeği ve hurmaydı, Allah'ın huzuruna kavuştuğu vakit, evinde az bir arpadan başka yiyecek maddesi bulunmamıştı.[3]

* Kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı,

* Çok adildi.

* Sosyal adaleti ve kardeşlik hukukunu en güzel o uyguladı.

* Çalışmaya, ilim ve irfana, icad ve keşiflere teşvik etmiştir.

* Daima Hakk'ın ve haklının yılmaz savunucusuydu.

* Zulüm ve sömürünün amansız düşmanıydı.

* İnsanların faydası için, kendi rahatını terk ederdi,

* İnsanlara madde ve mevkisine göre değil, takvâ ve ahlâkına göre değer verirdi.

* İlim-irfan âdab-erkân şiârıydı.

* Hayatı iman ve cihad olarak görmüştür,

* Cahil bir toplumu, dünyanın en insâni, en müreffeh devleti haline getirmiştir, O'nun tebliğ ettiği İslam Nizamı'nı hayatlarına gerçek mânasıyla tatbik eden cemiyetler, yine aynı şekilde dünyanın ve insanlığın efendisi olurlar,

* Modern medeniyetin öncüsü ve insanlığın manevi mimarıdır.

* İlk defa insan haklarını tam manâsıyla o açıklamış ve bunu tatbik etmiştir.

Rasulullah (s.a.s.) her yönden örnek alınacak en mükemmel insandır, Her müslümanın O'nu en güzel şekilde öğrenip tanıması; Onun yüce ahlâkını yaşamaya ve yaşatmaya çalışması lazımdır, Çünkü O'nun ahlâkı, Kur'ân ahlâkı idi. Hz. Âişe (r,anha) Validemize, Sahabeler Rasulullah'ın (s.a.s.) ahlâkını sordular. Buyurdu ki : "Siz Kur'ân okumuyor musunuz Allah Rasulü (s.a.s.)'nün ahlak-ı Kur'an idi"

Şair Nabi şöyle diyor :

"Çalış, ehl-i kemâl ol, uyma her nâdân-ı gümraha,

Baş eğ, el bağla, sonra gel Huzüru Hazreti Şâh'a."

Rasulullah (s.a.s.) Efendimizin çok yapmış olduğu dualarından biri şudur :

"Allah'ım: Fayda vermeyen ilimden, kabul olmayan amelden, müstecâb olmayan duadan sana sığınırım" (250 Hadis, H, No: 95).

Bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Ey mü'min, sende şu dört şey bulunursa dünyada kaybettiğin (elde edemediğin) şeylere üzülme: Doğruluk ve sadakat, emanetlere riayet, güzel huy ve yüksek ahlâk, meşru çalışıp helalden kazanmak"

Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi Peygamber Efendimize ve O'nu örnek edinenlerin üzerine olsun.


'elsa'
Aday Memur
20 Mayıs 2010 13:19

"İşlerin en hayırlısı azda olsa devam edendir."

Teşekkürler akdenizdn hocam.


akdenizdn
Daire Başkanı
26 Mayıs 2010 23:54

Peygamberimizin Eğitim ve Öğretimle İlgili Sözleri

Terbiye: Bir şeyi zaman içinde kemale eriştirmektir. Biriken beşer kültürünü yeni nesillere aktarma ve insanın doğuştan getirdiği kabiliyetlerin müspet yönde açılıp genişlemesine yardımcı olmaktır. Terbiye, kulu dini ve dünyevi görevlerini yerine getirebilecek bir kemale ulaştırmaktan ibarettir.

Eğitim ve öğretim iki ayrı unsur değil, birbirine sımsıkı kenetlenmiş bir bütündür. Peygamberimiz eğitirken öğretir, öğretirken de eğitirdi.

Bir hadisinde ? Ben insanlara muallim olarak gönderildim? buyuruyor. O, ALLAH?ın tayin ettiği bir öğretmen. Yapan bilir, bilen yapar kaidesince, insanların nasıl terbiye edileceğini en iyi bilen ALLAH, kitabında ?Peygamberin verdiği her şeyi alınız ve yasakladığı her şeyden de kaçınınız? diye emrediyor. İnanan için, itaatten başka yol mu vardır?

Gaye: Şahsiyeti İslam?a göre tesis ve inşâdır. Sağlıklı toplumlar da ancak fertlerle kurulur.

Samimiyet: İlahi fermanda ALLAH ancak kendisi için yapılmış ibadeti kabul eder buyuruluyor. Bu emrin en güzel uygulaması Efendimizdedir. O her işinde olduğu gibi eğitiminde de ihlas ve samimiyet timsalidir. Ebu Talib?e, ?Amcacığım, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar yine bu vazifeyi bırakmam? diyebilmiştir.

Merhamet: Hangi öğrenci kendisi için gözyaşı döken bir öğretmenin tesirinde kalmaz?

Söylediğini Yaşamak: Öğretmenin anlattığı konuları yaşaması, öğrenciye tesir eder. Eğitimci tavsiye ettiği meseleleri uygulamalıdır. Kendini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Kuran-ı Kerim?de: ?Niçin yapmadıklarınızı söylüyorsunuz?? diye ferman edilir. Ayrıca bildiğini yaşamayan alimler, kitap yüklü merkeplere benzetilir.

Örnek Olmak: Öğretmenin ahlak ve fazilet sahibi, örnek bir insan olması, güneşin parlaması kadar zaruridir. Isınmayan soba ısıtmadığı, ışıklanmayan lamba aydınlatmadığı gibi, güzel sıfatlarla süslenmeyen eğitimci de başkalarını eğitemez.

Sevgi: Eğitimle yakından ilgilenenler bilirler ki öğrencinin başarısında öğretmenin sevilmesi büyük rol oynar. Hocasını sevmeyen talebe onun dersini de sevmez. Dinlemek azap, çalışmak işkence olur. Fakat dersin öğretmenini seven öğrenciye başarının yolları açılır. Peygamberimiz sahabeleri tarafından, ALLAH?tan sonra en çok sevilen zattır.

Arzu: Zorla yapılan eğitimin faydası azdır. Talebe mecburiyet karşısında bazı meseleleri öğrense bile uygulamak istemez. Acıkmayan yemek yer mi? Susamayan su içer mi? Öğrenci de öğrenmeye karşı açlık duygusu bulunmalı, eğer yoksa bu his uyandırılmalıdır. Efendimiz bunu başarmıştır. İlmin önemini anlatmış, alimlerin ALLAH katındaki değerinden bahsetmiş, sonuçta büyük bir ilim arzusu uyandırmıştır.

İlmi Yaymak: O, insanları ilmi yaymaya da teşvik etmiştir. Hazır olup dinleyenler burada bulunmayanlara işittiğini anlatsın buyurur. İlmi yaymanın iki yolu vardır. Anlatmak ve yazmak. Yazılı kaynaklar kalıcıdır. Daha fazla insana tesir etme özelliği taşır. O, anne babaya da mesuliyet yükler. ?Çocuklarınıza ikram edin ve terbiyelerini güzel yapın? buyurur. Bu işte babanın rolü de pek mühimdir. Bir baba çocuğuna güzel edepten daha efdal bir şey hediye edemez.

Konu: Eğitimde her konu aynı derecede ilgi uyandırmaz. Ruhlar Sultanı Efendimizin ise terbiyesinde yer verdiği meseleler fevkalade hayatidir. ? Nereden gelip, nereye gidiyoruz? Bizi bu dünyaya kim gönderdi? Niçin yaratıldık?..? Her ilim dalı için temel prensip niteliğinde bilgilerdir bunlar. Bu düsturlar İslam alimleri için birer pusula gibidir.

Öğrenciyi Tanımak: Ruhlar Sultanı Peygamberimiz muhataplarını tanımakta benzersizdir. Kabiliyetlerini keşfetmiş, seviyelerini tayin ve ihtiyaçlarını tespitten sonra ders vermiştir. Öğrencisini tanımayan ve kabiliyetlerini bilmeyen öğretmen, görünmez hedeflere kurşun atan avcı gibidir. Böyle bir eğitimin faydasından söz edilir mi? Efendimiz talebelerini dinlemekte gayet sabırlı ve anlayışlıdır. Muhataba göre eğitim meselesinde öğrencilerin anlayış dereceleri de nazara alınmalıdır. Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde: ?İnsanların akıllarının alacağı derecede söz söyleme emri aldı? buyurmuştur. Önemli olan muhatabı ikna ve tatmin etmektir.

Ferdi Eğitim: Akıllar muallimi Peygamberimizde ferdi eğitim önemli bir ter tutar. Bunu, göze bakıp kalbe hitap etmek diye tarif ediyoruz. Efendimiz bir kişidir, meşgul olmaya değmez diye düşünmemiş, gereken telkini yapmıştır. Hz. Enes?e: ?Yavrum, kalbinde bir kimseye karşı kötülük düşüncesi olmadan gününü ve geceni geçirmeye çalış. Bu benim sünnetimdir. Kim sünnetini yaşatırsa beni sevmiştir. Beni seven de cennette benimle beraberdir.? Buyurmuştur.

Hayat İçi Eğitim: Peygamberimizin eğitiminde hayat içi eğitim büyük bir yer tutmaktadır. O, sınıfta ders verip, programı bitince evinde kabuğuna çekilen bir muallim değildir. Her an sahabelerle her an beraber yaşamaktadır. Birlikte harbe gitmiş, yemek yemiş, mescit inşaatında çalışmış, sohbetlerinde bulunmuştur.

Canlı Eğitim: Peygamberimiz bir adamın parmağında altın yüzük görür, çıkarıp atarak şöyle buyurur: ?Sizden biriniz ateş parçasını alırda eline takar mı?? Adamın cevabı bir daha eline asla altın yüzük takmamak şeklindedir.

Dershane: Peygamber mescidi İslam tarihinin ilk yatılı üniversitesidir. Efendimizin dershanedeki huzur, sükun ve düzen büyük bir titizlikle korunmuştur. Dersi ihlal edecek hallere göz yumulmamış, sahabeler de bu konuda titizlik göstermişlerdir. Bir gün mescitte dağınık oturulduğunu görünce ?Ne diye sizi dağınık bir halde görüyorum?? buyurarak onları ikaz etmiştir. Hutbe okurken insanları çiğneyerek ön saflara gelmeye çalışan birine hemen müdahale etmiş, ?Otur, gerçekten işkence ettin!? buyurmuştur.

Program: Önce temel kabul edilen imani bilgiler, arkasından ibadet, daha sonra da dini hükümler başka bir ifadeyle helal ve harama dahil konular öğretilmiştir. Hakiki imanı kazanmayan kişiye helal ve haramdan bahsetmek herhalde abes olurdu. Kur?an-ı Kerim ayetlerinin inişi de bu sırayı takip eder. Ahlak eğitimi ise her dönemde devam etmiştir.

Yaş Sınırı: Peygamberimizin terbiyesinde yaş sınırı yoktur. Çocuklarla ihtiyarlar ders halkasında diz dize otururlar. Onun eğitiminde çocukluk ve ilk gençlik çağının ayrı bir önemi vardır. Temel eğitim anlayışı hakimdir. Her Müslüman buluğ çağına gelinceye kadar temel dini ve dünyevi bilgileri öğrenmek zorundadır.

Disiplin: Efendimiz olumlu yönde bir disiplin uygulamıştır. Gördüğü hatalar karşısında susmamış, gereken ikaz vazifesini münasip bir lisanla yapmıştır.

Hz. Bilal(r.a.) siyahi olduğu için Hz. Ebu Zer(r.a.) tarafından ayıplandığında Peygamberimiz Hz. Ebu Zer?i kınamış ve ?Sen, kendisinde cahiliyye ahlâkı bulunan bir adam mı olmak istiyorsun?? demiştir. Bunun üzerine Hz. Ebu Zer Hz. Bilal?den özür dileyerek bağışlanmasını istemiştir.

Peygamberimizin eğitiminde mükafatta büyük yer tutar. Hoşuna giden bir hareket yapıldığında yapanı takdir edip ödüllendirir. Sık sık Hz. Ebu Bekir(r.a.) ve Hz. Ömer(r.a.)?i takdir ettiğini belirtmiş, onlarında örnek alınmasını istemiştir.

Dersi Kolaylaştırmak: Sevgili Peygamberimiz: ?Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.? buyurmakta ve hep bu prensiple hareket etmektedir. Tatlı bir dil, güler bir yüz, iyimser bir kalple yürütülen eğitim elbette başarıya ılaşır.

Ayrıntılar: Resulullah, ayrıntılarla öğrencinin zihnini bulandırmayı hoş görmez. Açık ve sade misaller verir. Yaptığı benzetmeler uygun ve hoştur. Anlattığı kıssalar ibret verici ve kolayca unutulmayacak kıssalardır. O, ayrıca tane tane ve anlaşılır biçimde konuşur.

Soru Cevap: Sual ilmin anahtarıdır. ALLAH Resulü soru sormaları için sahabelerini teşvik eder. Kur?an da da ?eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun? buyurulur. Peygamberimiz kendisine sorulan her soruyu büyük bir ciddiyetle cevaplandırmış ve hiç birini cevapsız bırakmamıştır.

Dil Bilgisi: Öğretmenin bir konuyu iyi anlatabilmesi için dile hakim olması da gerekir. Kelimeleri seçemeyen, onları tam olarak telaffuz edemeyen, yahut manayı bozacak şekilde kullanan öğretmen öğrencisine iyi bir ders veremez. Efendimiz bu konuda da son derece kudretli bir insandı. Arapçayı O?ndan daha güzel konuşan ve O?ndan daha güzel hitap edebilen bir kimse yoktu.

Belagat: Peygamberimiz sözün az ve öz olmasına da çok dikkat ederdi. ?Sözün hayırlısı az ve öz olandır? buyururdu. Ayrıca ?Bana az sözle çok şey anlatma kabiliyeti verilmiştir? buyurmuştur.

Üslup: Üslup da eğitimci için önemli bir konudur. Resulullah Efendimizin de kendisine has hoş bir üslubu vardı. Aynı konuyu bir başkası anlatsa belki o kadar ilgi çekmez, fakat Efendimiz anlatsa büyük bir alaka ile dinlenirdi. Her muallimde kendine has bir üslup geliştirmenin yolunu bulmalıdır.

Netice: Peygamberimizin eğitim ve öğretim hususundaki başarısı açıkça görülmektedir. Demek ki O, en mükemmel teknikleri bulmuş, uygulamış ve sahabelerini yeryüzünün en üstün insanları olarak yetiştirmeyi başarmıştır. İmkanların kısıtlı olmasına ve şartların gerçekten ağır bulunmasına rağmen bütün bu olumlu başarıları elde eden Efendimizin örnek alınması ve kıyamete O?nun koyduğu prensiplere uyulması iyi bir eğitim için gereklidir. Bu husus yerli ve yabancı bütün araştırmacıların adeta ittifakla belirttiği bir husustur ve başarı kazanmanın gerçek yoludur.


akdenizdn
Daire Başkanı
26 Mayıs 2010 23:58

Hz Muhammedin İlme Verdiği Önem

Hz Muhammed?den önce cahiliye hayatı yaşayan Arapların hayatları Hz Muhammed?in gelmesiyle birlikte kökten değişmiştir Bu değişimin en önemli etkeni vahiy ve Hz Muhammed?in sünnetidir Hz Muhammed?den önce koyu bir bağnazlıkla yaşayan Araplar Hz Muhammed?in açtığı çığırda bilimin büyük temsilcileri haline gelmişlerdir İslam dünyasında bilim konusunu incelerken öncelikli gereken şey Hz Muhammed?in bilime, bilgiye karşı olan tutumuna ve vahye bakmaktır

Aslında burada inceleyebileceğimiz çok sayıda hadis ve ayet vardır Ancak biz birkaçına bakalım:

?Yaratan Rabbinin adıyla oku O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı Oku, insana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir " (Alak,1-5)

"?De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp-düşünürler " (Zümer Suresi, 9)

?(Ey Muhammed) de ki: Rabbim, benim ilmimi artır " (Taha, 114)

"Allah?ın gökyüzünden su indirdiğini görmedin mi? Böylece Biz onunla, renkleri değişik olan meyveler çıkardık Dağlardan da beyaz, kırmızı renkleri değişik ve siyah yollar (kıldık)

İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da renkleri böyle değişik olanlar vardır Kulları içinde ise Allah?tan ancak alim olanlar ?içleri titreyerek- korkar? Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır " (Fatır Suresi, 27-28)

"Allâh, pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır " (Yûnûs-100)

?Hikmet ve ilim müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır " (Tirmizî, İlm, 19)"İlim Çin?de (Çin gibi uzak bir yerde) de olsa alınız " (Suyûti,Feyzu?l-Kadir, c 1, s 542)

"Ya Öğreten, ya öğrenen, ya dinleyen , ya da ilmi seven ol Fakat sakın beşincisi olma (yani bunların dışında kalma) helâk olursun" (Mecmeu?z-Zevâid ve Menbeu?l-Fevaid, c 1, s 122)

?Allah Teâlâ kıyamet günü kulları diriltir Sonra alimleri ayırır ve onlara şöyle hitap eder "Ey alimler topluluğu, ben ilmi, size azap etmek için vermedim, sizi bağışladım, cennete giriniz " (Mecmeu?z-Zevaid ve Menbeu?l-Fevaid, c l, s 126)

Bu ayet ve hadislerin haricinde Hz Muhammed?in kurdurduğu camiler,mescidler,küttablar,suffe,daru?l kurra, gibi kurumlar bilimsel atılımda çok önemli görevler almıştır Bu konuda Alman Goethe Üniversitesi Arap-İslam Bilim Tarihi Enstitüsü Direktörü Prof Dr Fuat Sezgin?in konuyla ilgili olarak verdiği bilgiler, Müslümanların bilimsel alanda kaydettikleri bu büyük atılımı yansıtması açısından oldukça önemlidir:"İslam dini sadece bu ilimleri hiçbir medeniyette tanımadığım bir şekilde geliştirdi ve zirveye çıkardı Himaye etti Din ilimi teşvik ediyordu, asla baltalamıyordu En büyük alimlerin doğal ilimler sahasındaki kitaplarını okuduğumuz zaman bakıyoruz "bismillah" ile başlıyor, "elhamdülillah" ile bitiyor Modern bir bilim adamı nasıl çalışıyorsa onlar da öyle çalışıyorlardı Bu şartlar altında Müslüman dünyada ilim büyük bir gelişme gösterdi"


akdenizdn
Daire Başkanı
27 Mayıs 2010 17:36

HZ.MUHAMMED

TOLSTOY

Ünlü Rus Yazarın İslam Peygamberi İle İlgili Kayıp Risalesi

MUHAMMED

GIZLEHEn KİTAP

3.95J

ırn~.

KuraKuiU

Karakutu Yayınları: 74 Dünya Edebiyatı: 05

© 2005, Karakutu Yayınları

Yayın Yönetmeni: Rasih Yılmaz Yayın Koordinatörü: Asya Çağlar Editör: Z. Aybike Yılmaz Proje Sorumlusu: Arif Arslan

Kapak Tasarım: Karakutu Ajans - Hüseyin Özkan İç Tasarım: Burhan Maden

Baskı: Kilim Matbaası - Zeytinburnu/İstanbul

1. Baskı: Mayıs 2005 (10.000)

2. Baskı: Haziran 2005 (10.000)

3. Baskı: Temmuz 2005 (10.000)

4. Baskı: Temmuz 2005 (10.000)

5. Baskı: Temmuz 2005 (10.000)

[HZ. MUHAMMED]

TOLSTOY

RUSÇA'DAN AZERİCE'YE ÇEVİRİ

Prof. Dr. Telman Hurşidoğlu Aliyev Vakıf Tehmezoğlu Halilov

AZERİCE'DEN TÜRKÇE'YE ÇEVİRİ Arif Arslan

'Muhammed her zaman Evangelizm'in (Hıristiyanların) üstüne

çıkıyor. O, insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir

tutmuyor. Müslümanların Allah'tan başka ilâhı yoktur ve

Muhammed onun peygamberidir. Burada hiçbir

muamma ve sır yoktur.'

Lev Nikolayeviç TOLSTOY

Yayıncının notu...

İnsanların bilmesi gerekenler

Tolstoy'un İslâm peygamberi Hz. Muhammed'in hadis-leriyle ilgili risalesi (kitapçığı), uzun yıllardır Türkiye'de ya¬yıncılar arasında bilinen, ama okuyucuya sunulamayan gi¬zemli bir eserdi. Çünkü Tolstoy gibi dünyaca ünlü bir yaza¬rın Hz.Muhammed'in sözlerine ilgi duyması ve bunu derle¬yip Rus halkıyla paylaşmak adına yayımlaması inanç ve kül¬tür dünyası içinde alabildiğine önemliydi.

Tolstoy'un Hindistanlı alim Abdullah El-Sühreverdi ta¬rafından hazırlanan "Hazret-i Muhammed'in Hadisleri" ki¬tabından derleyip seçtiği hadislerden oluşan kitapçığı, oriji-naliyle birlikte ortaya çıkartmak ve basmak ciddi çabalar ve araştırmalar gerektirdi bizim için. Tolstoy'un yalnızca İslâm peygamberinin hadislerini derleyip kendi imzası ile basıp yayımlamasının bile ne kadar önemli olduğunu bilmemize rağmen, bu kitapçığı destekleyen unsurlarla, var olan derle¬meyi bir proje haline getirmenin daha iyi olacağını düşün¬dük. Ve Tolstoy'un Müslümanlık ve İslâmiyet ile ilgili yazış¬malarını ve anekdotlarını da elinizdeki esere farklı bölümler halinde koymaya karar verdik. Söz konusu mektuplara ve' anekdotlara ulaşmak için ciddi araştırmalar yapılıp belgelere

7

ulaşıldı; ardından ise asıllarına sadık kalınarak yeni bir edis¬yon ile sizlere sunuldu.

Aslında Tolstoy'un Hz. Muhammed'in hadislerini der¬leyip Çarlık Rusya'sında basması bile başlı başına bir olaydı; bunu da kesinlikle biliyorduk. Çünkü Tolstoy gibi bir dâhi¬nin seçme hadisleri derlediği sırada hangi düşünce ve duygu ile bunu yaptığını hayal etmek ve onu anlamaya çalışmak bi¬le insanın ufkunun genişlemesinde ciddi yardımlarda bulu¬nabilirdi. Ama her şeyden önemlisi Tolstoy gibi bir dâhinin, Müslüman olma ihtimali ve İslâm'a duyduğu hayranlığın bir ifadesi olarak, küçük de olsa böyle bir derlemeyi hazırla¬yıp insanlarla paylaşmak arzusunda olması ve bu kitapçığı bastırmasıydı.

Amacımız, olmayan bir olguyu, düşünceyi veya yazını varmış gibi sunarak bilinç altlarını aldatmaya yönelik bir gi¬rişimde bulunmak kesinlikle değil. Varolanın ve gerçek ol¬duğuna inandığımız şeylerin üzerindeki gizem perdesini kaldırarak belge, bilgi ve kaynaklarıyla sunmak. Çünkü bi¬zim için Tolstoy'un 'Eğer insan, seçme hakkına sahip olsay¬dı, aklı başında olan her Provoslav (Hıristiyan) ve her bir in¬san, şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği; tek Allah'ı ve onun peygamberini kabul ederdi.' sözü dahi bir kitap hacmindeki bilgi ve anlam kadar değerliydi. Ve insanlar ün¬lü yazarın bu inanç kültüründeki değişimini ve değişim san¬cılarını bilmeliydi.

Rasih Yılmaz

8

Önsöz

Tolstoy'un inancı

Dünyaca ünlü Rus yazar Tolstoy'un Hz. Muhammed is¬mindeki risalesinin (kitapçık) bir sürü özelliği var. Öncelikle bu eser, baskı döneminde Hıristiyan Rusya'sında yazılıp 1909 yılında yayımlanmıştır. Bu risaleyi, Rusya'nın ve dün¬yanın önemli yazarlarından biri, yaşadığı sürede dahi klasik kabul edilen Rus yazarı Lev Nikolayeviç Tolstoy derlemiştir. Büyük mülk ve servet sahibi olan Lev Tolstoy, dinî inançları¬nın sağlam olması ve doğru olana hizmet etmesi ile tanın¬maktadır. Benzerlerinden farklı olarak o, şovenistçe dinde ayrım yapanlardan olmamıştır. Bu doğru olana tutkunluğu ve dünyevi değerlere kıymet vermemesi onu dinî gerçeklere yaklaştırmıştır.

L. Tolstoy, Hz. Muhammed'e ve İslâm dinine duyduğu hayranlık sonucu derlediği bu eseriyle hiç kimseyi, özellikle yüksek kültürlü ve dinî bilgilere sahip, çağdaş dünyada ön¬cül olan Türk okurlarını hayrete düşürmeyecektir diye düşü¬nüyoruz.

L. Tolstoy, bu kitapçığı Çarlık döneminde derleyerek, kendisinin diğer eserleriyle birlikte 1909'da yayımlatmıştır. Tolstoy, bu eseriyle Rus okurlarını, Hz. Muhammed'in hadis-leriyle tanıştırmıştır. Cesaretle söyleyebiliriz ki, böylelikle

9

Hz. Muhammed

onların dinî düşünce ve terbiyesine tesir etmiştir. Burada hem Hz. Muhammed'in benliği, ilâhî kudrete dayanan fikir¬leri, aynı zamanda Rusya'da dinî mü'min sayılan Tolstoy'un takdimleri kitapçığın etkisini arttırmıştır.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği döneminde L. N. Tolstoy'un eserleri tekrar tekrar basılırken "Muhammed'in Kur'an-ı Kerim'e Girmeyen Hadisleri" derlemesi nedense hiç yayımlanmamıştır. SSCB'nin ilk yıllarında insanlara, "Ateist-lik" kimliği zorla kabul ettirilmiştir. Bu kimliği kabul etmedi¬ği için 1938 yılında Repressiya kurbanları olarak anılan bir çok insan da idam edilmiştir. Böyle bir dönemde, doğal ola¬rak L. Tolstoy'a da istisna gösterilmesi düşünülemez.

Bu sansürcü yaklaşıma bir örnek vermek gerekirse; 1978 yılında (kitapcığın yayınından 70 yıl sonra) Azerbaycan Cumhuriyeti'nin en büyük dergisi olan Azerbaycan'da bu ri¬salenin giriş bölümüne ek olarak Türk asıllı bir Generalin eşi olan Y. Vekilova'nın L. N. Tolstoy'a yazdığı mektubu, Azeri Türkçe'sine çevrilerek yayınlatılmak istenir. Bakû sansür ku¬rulu yayına izin vermez. Sebep ise Tolstoy gibi bir dâhi Rus yazarın İslâm dinî ve Hz. Muhammed için yüksek ve olumlu fikirler dile getirmesidir. Redaktör bu yazı yüzünden dergi¬nin yayınını uzun süre geciktirir ve izin için bu kez Mosko¬va'ya başvurulur. Oradan "Evet, yayınlanabilir" cevabının gelmesiyle risale ve mektuplar okurla buluşur. Böylelikle bu kitaptaki mektuplar 1978 yılında ilk defa olarak Azerbaycan basınında Azeri Türkçe'sinde ve Rus dilinde yayınlanır.

Tolstoy'un derlediği risale ve mektuplar oldukça ses ge¬tirir. Ancak Tolstoy gibi dâhi bir kalem sahibi, İslâm'a büyük rağbeti ve saygısı olan bir şahıs, eserine isim seçerken meto¬dolojik bir yanlışa düşer. Bize göre İslâm, Rus İmparatorluğu döneminde açıkça yasaklanmasa da Rusya'da öğrenilmesi mümkün olmayan bir dindi. Bu yüzden Tolstoy da risalesine isim seçerken metod olarak bir yanlış yapmıştı.

10

Tolstoy

70 yıllık Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra dinî değerle¬re yeniden önem verilirken, L. Tolstoy'un risalesi, 1990 yılın¬da, kendi dili olan Rusça'da basılmıştır. Maalesef, Tolstoy'un hatasını risalenin Azerbaycan baskısının editörlüğünü yapan yayıncı Kayıbov da tekrarlamıştır. Biz ise bu kitabı çevirir¬ken yapılan isim yanlışlığını İslâmi terminolojiyi baz alarak, teknik bir hata kabul edip düzeltmek zorunda kaldık. Tols¬toy'un yayımladığı sırada risalenin adı: "Hz. Muhammed'in Kur'an'a Girmemiş Hadisleri" idi. Bizce bu isim yanlıştı. Çünkü Kur'an, Allah kelâmıdır. Hadis ise Hz. Muham-med'in sözleridir. Doğrudur, Hz. Muhammed, seçilmiş bir kuldur ama yine de kuldur. Bu konuda biz de, Tolstoy'un ri¬salesinin isminin "Hz. Muhammed" olarak sunulmasının daha doğru olduğunu düşündük.

Bir konuya daha temas etmek istiyoruz ki, Rusya'da, Rus milletinden, İslâm'ı kabul etmiş Valeriya Porohova adın¬da bir kadın vardı. Bu kadın bir Arap'la evlenmiş, 11 yıl eşiy¬le birlikte Suudi Arabistan'da yaşamıştı. Bu arada İslâm di¬nini iyice öğrenmiş ve Müslüman olmuştu. Porohova, »Kur'an'ı Kerim'i Rusça'ya tercüme etmiş; İlahiyatçılar da bu tercümeyi beğenmişlerdi. Porohova Hanım, cesaretle Tolstoy ve İslâm konusunu medyada çok ciddi bir şekilde aydınlat¬mıştır.

Bayan Porohova, L. N. Tolstoy'un, ömrünün son zaman¬larında İslâm'ı kabul ettiğini ve bir Müslüman gibi toprağa verilmeyi vasiyet ettiğini Sovyet medyasında dile getirmiştir. Sovyet hükümeti, uzun yıllar bu gerçeği gizlemeye çalışmış¬tır. Bayan Porohova, bu önemli belgeyi büyük cesaretle açık¬layıp yayınlanmasını sağlamıştır. Bayan Porohova'nın açık¬lamalarına göre, Tolstoy, İslâm kuralları ile defnedilmişti. Onun mezarının üstünde Hıristiyan sembolü olan 'Haç'ın ol¬maması da bunun açık delili olarak gösterilmiştir.

Rus halkı, özellikle Rus aydınları ve bilginleri, L. N. Tolstoy'u ilâhî kuvvete sahip birisi gibi seviyorlardı ve onun

11

Hz. Muhammed

İslâm'ı kabul etmesi Rus toplumu içinde İslâm'a güçlü bir akım başlatabilirdi. Bu yüzden de Tolstoy'un İslâm'ı kabul etme ihtimalini dahi gizli tutmaya çalışıyorlardı. Rus Devle¬ti, Tolstoy gibi bir dâhinin İslâm'a saygısını ve Müslüman ol¬duğunun topluma duyurulmasına izin veremezdi. Bu yüz¬den Tolstoy'un Hz. Muhammed'in hadislerini derlediği risa¬lesi (kitapçığı) uzun süre insanlardan gizlendi.

Bu kitapçıkta yer verilen hadisleri ve diğer İslâmi konu¬ları, dikkatle inceleyip Türkçe'ye çevirerek, Türkiye'de ya¬yımlanmasında yardımcı olan Dr. Arif Arslan'a teşekkürleri¬mizi sunuyoruz.

Prof. Dr. Telman Hurşidoğlu Aliyev

Vakıf Tehmezoğlu Halilov

Bakû - Azerbaycan

Nisan 2005

12

Sunuş

Hz. Muhammed'e hayran bir yazar: Tolstoy

Tolstoy'un Müslüman olarak son nefesini verme ihtima¬lini bilmek dahi bir Muhammedi olarak alabildiğine sevindi¬rici bir durumdu bizim için. Ve bu yüzden olsa gerek, böyle bir dâhinin Hz.Muhammed ile ilgili bir derlemesinin Türk¬çe'ye çevrilip kazandırılmasında katkıda bulunmak şahsım adına onur vericiydi.

Kaptan Cousteau Müslüman olduğunda Fransız "Match" dergisinde röportajını okumuştum ve inanamamış¬tım. Aynı şekilde 1983 yılının mayıs ayında, Clement Torez için de aynı dergide bir yazı okumuştum. Fransız Komünist Partisi genel başkanlığı yapmış biriydi Torez. "İnsanlık ar¬tık, komünizme değil, gerçek kıblesi olan Kâbe'ye dönecek, komünizm bitti..." diyordu ve Filistinli eşiyle birlikte, gazete ve dergilere çekinmeden pozlar ve demeçler veriyorlardı. Batı'da oldukça ünlü olan ve daha sonra Müslüman olanlar yalnızca bu isimler değildi tabi ki. Daha eskilere gidersek, Prens Bismark, Goethe ve benzerleri ile yine bir Rus olan A. Puşkin ve diğerleri de söz konusuydu. Bu diğerlerinden biri de, yazar Alev Alatlı'dan başka hemen hiç kimsenin haberi olmadığı 2000'lerin başında Müslüman olan Rusya'nın Din İşleri Başkanı Polosin'di.

İlginçtir ki, Polosin bütün Rus medyasının önünde Müs¬lümanlığını açıklarken şöyle diyordu:

13

Hz. Muhammed

"Kamuoyunda şahadet ederim ki ben Ortodoks Kilise-si'nin ne papazı nede müridiyim. Artık Müslüman'ım... Ka¬muoyunda şahadet ederim ki ben kitaplı dinlerin Hazreti İb¬rahim'den başlamak üzere tüm peygamberlerinin yüce gele¬neği olan hakiki imanın takipçisi olarak, tek doğru dine şa¬hitlik ettim. Sosyal hayatımı da inançlarım doğrultusunda şekillendirmeye karar verdim. Ve Müslüman oldum."

Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanı Hıristiyan olduğunu açıklasa, büyük tartışmalar meydana gelmez mi? Hele Ortodoksluğun kalesi komşumuz Rusya'da nasıl yankı¬lanır Polosin'in yaptığı? Ancak 1999 yılında, Rusya Ortodoks Patrikliği'nin Kamu Dernekleri ve dinî Örgütleri İlişkiler Ko¬mitesi Başkanı ve Yüksek Sovyet Vicdan Özgürlüğü Komite¬si Başkanı ve Rus Federasyonu Temsilciler Meclisi "DU-MA"da milletvekili de olan Başpiskopos "Viaçeslav Polo-sin"in (Türkiye Cumhuriyeti'nde Diyanet İşleri Başkanlığı makamına tekabül ediyor) Müslüman olması, nedense Tür¬kiye'de hiç kimse tarafından duyulmamıştı ta ki Alev Alatlı dile getirene kadar.

Polosin, Moskova Devlet Üniversitesi Felsefe Fakültesi, Zagorsk Dini Mektebi ve Rusya Federasyonu Dışişleri B a -kanlığı Diplomatik Akademi mezunuydu aynı zamanda. B e n bu müthiş bilgiyi, Alev Alath'nın, "Gogol'un İzinde A y -dınlanma Değil, Merhamet" isimli kitabında okuyunca, önce inanamadım. Böylesi bir olayın duyulmamasının imkânsızlı¬ğını düşündüm. Ancak biraz araştırınca yanıldığımı anla¬dım.

Polosin, Müslüman olduğunu açıkladıktan sonra başına gelebilecek tehlikeler hakkında ne düşündüğü sorulunca şöyle diyordu: "Hepimiz faniyiz, önünde sonunda bu dün¬yadan ayrılacağız. İnsanoğlunun vehimlerine itaat etmekten¬se, Hakikat'e teslim olmuş olarak gitmek daha iyi!"

Eşinin de Müslüman olduğunu açıklayan ve Ali adına alan Polosin, Rus steplerinde şimdilik bilinen ve daha önce

14

Tolstoy

Hıristiyan olan son ünlü Müslümandı. 1978 yılında Moris Bucaille ve Roger Graudy gibi fikir adamları da Müslüman olmuştu. R. Graudy Müslüman olduğunda da aynı sevinci duymuştuk. Bunlar geçmişte komünizmin fikir babalarıydı. Kim bilir kimler nerede gizli veya açık, Tolstoy gibi İslâm'a girip Müslüman oluyorlardı da haberimiz yoktu.

Tolstoy, Müslümanlığı Komünizmin en üst seviyede temsil edildiği ve fikir olarak en kuvvetli olduğu bir zaman¬da dile getirmişti. O zaman böyle bir işe girişmek için belki de işkence ve idamı göze almak gerekiyordu. Tolstoy işte bu¬nu yaptı. Sanatının zirvesindeyken ve hiçbir şeye muhtaç ol¬madığı bir dönemde bu işe girişmişti ki, ona bir mazeret bul¬mak da mümkün değildi. Y a n i "Zayıftı, sığınmaya ihtiyacı vardı..." diyemezdi kimse.

Tolstoy, bütün bunları görerek ve bilerek Hz.Muham-med'in hadislerini derleyip Rus halkına sunuyordu. Zaten temelden yanlış olduğu belli olan komünizm veya komüniz¬min alt yapısını oluşturan sosyalizm onu hiç sarmamış ve tam zirvede olsa bile onun nimetlerinden faydalanmak yeri¬ne ayrılıp Müslüman gibi yaşamayı tercih etmişti.

"... Benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan (Hıristiyan¬lıktan) mukayese edilemeyecek kadar yüksekte duruyor. Eğer insan, seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her Provoslav ve her bir insan, şüphe ve tereddüt etmeden Mııhammediliği; tek Allah'ı ve onun Peygamberini kabul ederdi..."

Yelena Vekilova'ya yazdığı mektubun bir paragrafında yukarıdaki cümleleri kuran Tolstoy, açıkça Müslümanlığa ve İslâm dinine hayranlığını ifade ediyordu. Rusça'dan çeviride küçük nüanslar olduğunu sandığımız diğer paragrafta da İs¬lâm dininin, diğer dinlerin düştüğü duruma düşmekten kur¬tarıldığını, Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği dinin en son ve en mükemmel din olduğunu vurgulayarak, diğer dinlerdeki ba¬tıl inançlara ve hurafelere dikkat çekiyordu.

15

Hz. Muhammed

Hadislerden seçtiği konular da "fakirlik" ve "eşitlik" gi¬bi kavramlarla Rus halkına ve onları aldatanlara bir ders ve¬rir nitelikteydi. Tolstoy, seçip kitaplaştırdığı bu hadislerle, gerçek adalet ve eşitliğin, gerçek kardeşlik ve fedakârlığın yerinin İslâm olduğu, hatta insana saygı ve sevginin ve daha ötesinin de yerinin İslâm olduğunu vurgulamak istemişti...

Tolstoy'un derlediği hadislerden birçoğunun kaynağını tespit ettik. Tespit edemediklerimiz belki de Kütüb-ü Sit-te'nin dışındaki hadislerden olması ve Tolstoy'un da mektu¬bunda temas ettiği "az da olsa akla mantığa yatmayan ve gerçeği gölgeleyen şeylerin" yani hurafelerin bulaştığını söylediği, an¬laşılmayan hususlar da bu hadislere bakarak söylenmiş söz¬lerdir. Yoksa eğer Tolstoy, tek başına Kur'an-ı Kerim'i oku¬yup inceleme şansına ve bilgisine sahip olsa veya onu yo¬rumlardan öğrenmeseydi, bu sözü İslâm için sarf etmezdi.

Takdir edersiniz ki, Türkçe'ye yaptığımız çeviri ile risalenin kazandığı dördüncü bir kimlikten de bahsedebiliriz. Birincisi, Arapça'dan alınan hadislerin değiştirdiği ve Rusça'ya geçerken kazandığı kimlik... İkincisi, eski (klasik) Rusça'dan yeni Rus¬ça'ya geçerken kazandığı kimlik. Üçüncüsü, Rusça'dan Azeri¬ce'ye geçerken kazandığı kimlik, dördüncüsü de Azerice'den Türkçe'ye geçerken kazandığı kimlik. Bu nedenle gerek mek-tuplardaki, gerekse hadislerdeki milli kültüre uygun lisanlar, daha fazla araştırma yapılmayı gerektirmektedir.

Bu kitapçığı ve mektupları Azerice'ye tercüme edip bize ulaştıran değerli büyüklerimiz Prof. Telman Aliyev ve V a k ı f Halilov beyefendilere, Türk okurlarına sunmak adına ısrarcı olup tercüme bitene kadar ve proje sonlanana kadar da "me¬rak ve heyecanla" bekleyen Karakutu Yayınları Yönetim Ku¬rulu Başkanı Rasih Yılmaz'a teşekkürlerimi sunarım.

Arif Arslan

Mayıs 2005 İstanbul

16

Lev Nikolayeviç Tolstoy

Dâhi bir yazarın hikâyesi

28 Ağustos 1828 tarihinde Moskova'nın güneyinde yer alan Tula şehrinin Yasnaya Polyana bölgesindeki çiftlik evin¬de, varlıklı ve asil bir ailenin dördüncü çocuğu olarak doğ¬du.

Henüz çocukluk çağını sürdürürken annesini yitirdi. Eğitim ve öğrenimiyle babası Kont Nikolay Tolstoy ilgilendi. Çocuk yaşlarda Fransızca ve Almanca'yı öğrendi. Babaanne¬si ve halaları, asil bir ailenin üyesi olarak yetişmesinde bü¬yük rol oynadılar. Dokuz yaşını sürerken babası zehirlenerek öldürüldü. Hemen ardından babaannesini de yitirince, kar¬deşleriyle birlikte halaları tarafından sahiplenildi.

1844 yılında Kazan Üniversitesi'nde Doğu dilleri üzeri¬ne öğrenim görmeye başladı. Bu tarihlerde kendini bohem yaşama kaptırdı. İçki, kadın ve kumar ile geçen bu dönemde öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. 1845 yılında bu kez hukuk öğrenimi görmeye başladı ama bunu da tamam¬layamadı ve iki yıl sonra okuldan kovuldu.

On dokuz yaşına geldiğinde ailesinden kalan mirasın varislerinden biri olarak genç yaşında büyük bir servetin sa¬hibi oldu. Yasnaya Polyana'daki çiftlik evi de mirasta ona kalmıştı ve yaşamını çok sevdiği bu evde sürdürmeye başla¬dı.

17

Hz. Muhammed

1 8 5 1 yılında, üzerinde derin etkiler bırakacak olan K a f -kasya'ya gitti. Kafkasya'da bir askerî okula devam ederken 1853'te Osmanlılara karşı savaşmak üzere görev aldı. 1854'te Kırım ordusuna atandı ve Kırım Savaşı'na katıldı. 1 8 5 6 yılın¬da ordudaki görevinden ayrıldı.

Çocukluk anılarını anlattığı ve ilk eseri olan "Çocuk-luk"u 1851 yılında henüz yirmi üç yaşındayken yazmaya başladı.

Üzerinde büyük etkiler bırakan Kafkasya'daki halkların yaşamlarını, 1852 yılında kaleme aldığı "Hacı Murat" ve "Kazaklar" adlı romanlarında, Kırım Savaşı'nda yaşadıkları¬nı ise 1855 yılında yayınladığı "Sivastopol Hikâyeleri"nde anlattı.

1857 yılında ilk önce Almanya'ya, ardından da 1860'da İngiltere, İsviçre ve Belçika'ya seyahat etti. Bu ülkelerin önde gelen düşünce insanları ve yazarlarıyla tanıştı.

1861 yılında Rusya'ya geri döndü ve Moskova'nın tanın¬mış doktorlarından B e r s ' i n kızı S o f y a ile 2 2 E y l ü l 1 8 6 2 tarihin¬de evlendi. Bu tarihten itibaren çiftliğine çekilerek sade bir ya¬şam sürmeye, sadece edebiyatla ve ailesiyle ilgilenmeye başladı.

1863 yılında en büyük eseri sayılan Savaş ve Barış'ı yaz¬maya başladı. Bu kitabın yazımını 1869'da tamamladı.

1873 yılında Savaş ve Barış'tan sonraki en güçlü eseri sa¬yılan Anna Karenina'yı kaleme almaya başladı. Üç çocuğunu ve halalarını yitirdiği talihsizliklerle dolu üç yıla yakın bir dönem içinde bu eserini bitirdi.

Hasta olan erkek kardeşinin ölümünün kendisinde uyandırdığı etkiyle, yaşamının sonuna kadar hiç eksilmeye¬cek ve sonu gelmeyecek olan karmaşalarını anlattığı "İtiraf-larım"ı kaleme almaya başladı.

"Savaş ve Barış" ile "Anna Karenina" dan sonra bir di¬ğer güçlü eseri olan Diriliş'i, Anna Karenina'yı yazmayı ta-

18

Tolstoy

marnladığı 1876 yılından yirmi yıl sonra yazmaya başladı. Bu zaman süresince yaşamında büyük sarsıntılar geçirdi ve dünyaya, insana, yaşama bakışında köklü değişimler yaşadı. Bu değişimlerle birlikte teolojinin ağırlığının hissedildiği, Al¬lah, insan, yaşam ve ölümün sorgulandığı eserler kaleme al¬dı. "Din Nedir", "İvan İlyiç'in Ölümü", "İnsan Ne İle Yaşar", "Üç Ölüm" ve "Ölüm Manifestosu" gibi roman ile hikâyele¬rinde bu temalar yoğun biçimde yer aldı.

1891-92 yıllarında Rusya'da yaşanan kıtlık ve salgın has¬talık döneminde şahit olduklarının, bunun hemen ardından da en sevdiği çocuğu olan kızı Vanişka'nın yedi yaşında öl¬mesinin getirdiği ruh haliyle manevî yaşamı alt üst oldu.

1 8 9 6 yılında ilk cümlesini kurduğu Diriliş, 1 8 9 9 yılında tamamladı. Aynı tarihte, giderek artan huzursuz ruh hâlinin yansımalarının yer aldığı "Kreutzer Sonatı"nı yazmaya baş¬ladı.

Evliliğinin ilk yıllarında başlayan aile kavgalarının artık dayanılmaz hâl aldığı bir anda, ardında karısına yazılmış bir mektup bırakarak Yasnaya Polyana'daki evini terk ettiğinde tarih 9 Kasım 1910'u gösteriyordu ve Tolstoy seksen iki ya¬şındaydı.

Kendisini, yaşamın anlamını ve Allah'ı arayışı bütün ömrü boyunca süren Tolstoy, evini terk ettikten birkaç gün sonra Odesa-İstanbul üzerinden Bulgaristan'a gitme hazırlı¬ğı yaparken yolda zatürreye yakalandı. Astapovo'daki met¬ruk tren istasyonunun bir odasında 20 Kasım 1910 sabahı sa¬at 06:05'te gözlerini yaşama kapadı..

Vasiyeti üzere, yaşamının en güzel dönemi olarak nite¬lendirdiği çocukluğunun geçtiği kardeşleriyle birlikte oyun¬lar oynadığı, Yasnaya Polyana'daki çiftliğinin gölgeli ve ses¬siz bir köşesine gömüldü.

19

1.BÖLÜM

HZ. MUHAMMED

(L. N. Tolstoy, 1908 yılında, "Abdullah El-Sühreverdi"nin Hindistan'da basılmış "Hz. Muhammed'in Hadisleri" kitabını okumuştur. Okuduğu hadislerden bir kitapçık derlemiş, bunu Rus¬ya'nın "Posrednik" adlı yayınevinde bastırmıştır. Kitap, 1908 yılı¬nın ekim ayında "Muhammed'in Kur'an'a Girmemiş Hadisleri" isminde okuyucuya sunulmuştur. 1. Bölüm Tolstoy'un derlediği bu hadis kitapçığından oluşmaktadır. Kitapçığın ismi metodolojik olarak yanlış olduğu için daha sonra Hz.Muhammed olarak değiş¬tirilmiştir.)

"Kalbimizde Allah'ın nuru vardır, onun adı da vicdandır."

Tolstoy

Evrensel Tavsiye

Tolstoy'un İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'e açık hayran¬lığını önceki bölümlerde dile getirmiştik. Ona bu hayranlığı Hz. Muhammed'in hadislerini okuması kazandırmış ve bunun üzeri¬ne Hindistanlı İslâm düşünürü Sühreverdi'nin hazırladığı hadis kitabını incelemiştir. Okurken not alıp, Hz.Muhammed'den mah¬rum olan Rus halkına ve kendisini hemen her konuda örnek alan diğer okuyucu kitlesi ile dost ve arkadaşlarına da Hz. Muham-med'i tanıtmak ve sevdirmek istemiş olmalı ki, "evrensel tavsiye ve uyarılarla" dolu bu hadis kitapçığını veya risalesini hazırla¬mıştır.

Hz. Muhammed'in sevgiye ait sözleri ve davranışları, hoşgörü, ahlâk, adalet, doğruluk ve daha birçok evrensel de¬ğerin yine Tolstoy'un ifadesiyle "aklı başında" bir insanı celp ve cezp etmemesi zaten düşünülemezdi. O da bu inceliği ya¬kalamış, cihanın görüp göreceği en zeki ve duru vicdanlı in¬sanlardan biri olarak, bu teşhis ve tespiti yapmış ve insanlar¬la paylaşacağını umut etmişti şüphesiz. İşte, dâhi yazarın bu dileği de bugün elinizde onun seçtiği bir demet hadisle ve bu kitapçıkla gerçekleşmiş oldu.

23

Hz. Muhammed

"Allah'ım Sana Olan Sevgimi Bana Bağışla"

"Hurma ağacının altında uyumuş olan Hz. Muhammed uyanınca, elinde bir kılıçla habersizce başucunda dikildi ve;

"Ey Muhammed, seni benden kim kurtaracak?" dedi. Hz. Muhammed:

"Allah!" diye cevap verdi. Dü'sûr'un kılıcı yere düştü. Onu Rasülullah aldı ve;

"Asıl şimdi seni benden kim kurtaracak?" dedi.

Dü'sûr, "Hiç kimse!" dedi. Rasülullah onu serbest bırak¬tı ve "Kalk işine git" dedi.

Dü'sûr giderken, "Sen benden daha hayırlısın" dedi. Re-sul-i Ekrem:

"Ben buna senden daha hak sahibiyim" dedi. Dü'sûr:

"Ben de Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin Al¬lah'ın Resulü olduğuna şahadet ediyorum" diyerek Müslü¬man oldu. Hz. Muhammed'in de en sadık arkadaşlarından biri oldu."(l).

* * *

"Allah'ım! Sana olan sevgimi, bana bağışla. Sevdikleri¬nin sevgisini de kalbime koy. Öyle yap ki, ben senin layık

24

Tolstoy

bildiğin, sevdiğin işlerin uygulayıcısı olayım. Öyle yap ki, senin sevgini benim için, bana, aileme ve servetime olan sev¬gimden üstün eyle."

"Allah'ım! Senden sevgini ve seni sevenlerin sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli istiyorum. Allah'ım! Senin sevgini nefsimden, ailemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl."(2).

* * *

"Hakikat insanlar için ne kadar acı olsa da, hakikati söy-leyin!"(3).

* * *

"Din kardeşin zalim de mazlum da olsa ona yardım et." Bir adam:

"Ya Rasülallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım ede¬yim. Ama zalimse nasıl yardım edeyim, söyler misiniz?" de¬di. Resul-i Ekrem:

"Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüp¬hesiz ki bu ona yardım etmektir" buyurdu.(4).

* * *

"Kim bir hayır işlerse, ona onun on misli vardır veya da¬ha da artırırım. Kim bir kötülük işlerse, ona da onun misli vardır. Ya da tamamen affederim. Kim bana bir karış yakla¬şırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım; kim bana bir arşın yakla¬şırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek ge¬lirse, ben ona koşarak varırım. Kim bana hiçbir şeyi ortak koşmamak şartıyla dünya dolusu günahla gelirse, ben ken¬disini o kadar mağfiretle karşılarım." (5).

* * *

"Allah'ım, beni miskin (fakir) olarak yaşat, miskin ola¬rak ruhumu kabzet, kıyamet günü de miskinler zümresiyle birlikte haşret."

25

Hz. Muhammed

Hz. Ayşe ileri atılarak sordu:

"Niçin ey Allah'ın Resulü?"

"Çünkü dedi, onlar cennete, zenginlerden kırk bahar ön¬ce girecekler.

Ey Ayşe! Fakirleri sev ve onları (rivayet meclisine) yak¬laştır, ta ki kıyamet günü Allah da sana yaklaşsın."

"Allah'ım! Beni fakirlerle yaşat, fakirlerle öldür ve fakir¬lerle birlikte haşreyle."(6).

* * *

"Allah Teâlâ'nın en hoşuna giden şey, insanın, kendi ça¬lışmasıyla elde ettiği azıcık kazancından, gücü yetmeyenlere yardım etmesidir."(7).

* * *

"Hiçbir kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki iç-memiştir."(8).

* * *

"Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz."(9).

* * *

"Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; cennet ise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmışhr."(10).

* * *

Allah Teâlâ buyurmuştur ki: "Ey insan! Yalnız benim ka¬nunlarıma uysan, bana uyar ve benzersin. Diyorsun ki, "Bu böyle olmuş, şöyle olacak..."(11).

Yani insan, hayatın ve tabiatın kanunlarına uygun hare¬ket etse, Allah Teâlâ'nın iradesine de uygun hareket etmiş olur ve istediklerini elde eder." (Abdullah El-Suhreverdi)

26

Tolstoy

"Çok fazla yiyip içerek kendi kalbinize yüklenme-yin."(12).

* * *

"Allah arzı yarattığı zaman, arz sallanmaya (tıpkı bir hurma ağacı gibi sağa sola) yalpalar yapmaya başladı, bu¬nun üzerine dağlarla onu sabitleştirdi ve böylece arz istikra¬rını bvıldu. Melekler dağların şiddetine hayrette kaldılar.

"Ey Rabbimiz, dediler, dağlardan daha şiddetli bir mah¬lûk yarattın mı?"

"Evet, buyurdu. Demiri yarattım."

"Demirden daha şiddetli bir şey yarattın mı?" dediler.

Hak Teâlâ: "Evet! Dedi. Ateşi yarattım."

"Ateşten daha ağır bir şey yarattın mı?" diye yine sordular.

Hak Teâlâ: "Evet, dedi, suyu yarattım!"

"Sudan daha şiddetli bir şey yarattın mı?" dediler.

Hak Teâlâ tekrar cevap verdi: "Evet, rüzgârı yarattım."

"Rüzgârdan daha şiddetli bir şey yarattın mı?" diye yine sordular.

Hak Teâlâ: "Evet insanoğlunu yarattım" dedi ve devam etti:

"Eğer o, sağ eliyle sadaka verir, sol eli görmeyecek kadar gizlerse (daha şiddetlidir)."(13).

* * *

Allah Teâlâ buyurur: "Ben, gizli bir hazine idim. Bilin¬mek istedim ve insanı yarattım."(14).

* * *

"Kimseyi kırma. Biri seni kırar ve ayıplarını, kötülükle¬rini açığa vurursa, sen de onun kötülüklerini açıklayıp yay-ma."(15)

* * *

27

Hz. Muhammed

"Allah Teâlâ bazı şeyleri farz kıldı, onları ihmal etmeyin. Bazı günahlara yaklaşılmaması için sınırlar koydu, o sınırları aşmayın. Bazı şeyleri haram kıldı, o haramları çiğnemeyin. Bazı şeyleri de unuttuğu için değil size olan merhameti sebe¬biyle dile getirmedi, onları da araştırıp kurcalamayın."(16).

* * *

"Kim Allah'ın yarattıklarına karşı merhametli olursa, Allah da ona merhametli olur. İnsanların iyilik ve kötülükle¬rine bakmayarak onlara iyilik et. Başkalarına iyilik yap ki kö¬tülüklerine engel olasın" (17).

* * *

"Hz. Muhammed'den sordular ki:

"Dinin esası ne üzerine kurulmuştur?" O da şöyle cevap verdi:

"Kendiniz için istediğinizi başkaları için de isteyin; ken¬diniz için istemediklerinizi başkaları için de istemeyin." (18).

* * *

"Bir Müslüman'ın samimiyetinin ölçüsü, onun gücünün yetmediği şeylerde çaresiz kalmasıdır." (19)

* * *

"Allah Teâlâ, her iki tarafına duvarlar yapılmış birtakım yollar yapmış, duvarların üzerlerinde perdeler asılmış, açık kapılar kurulmuş, bir yol yapmıştır. Bu yolun başlangıcında durmuş bir bekçi, kapılara doğru gidenlere şöyle diyor:

"Doğruca gidin ve hiçbir tarafa sapmayın." Sonra yuka¬rıda duran bekçi: "Şu kapıdan içeri girmeyin, yoksa içine dü¬şersiniz."

Bu yol, hayat yoludur. Açık kapılar Allah Teâlâ tarafının tehlikeli görülmüş amellerdir. Kapıları kapatan perdeler Al¬lah'ın koyduğu sınırlardır. Birinci bekçi Allah'ın kelâmıdır. İkinci bekçi ise, her insanın kalbindeki Allah korkusudur."

28

Tolstoy

(Ç.n.: Tolstoy'un derlemesine koyduğu bu hadiste tercü¬me ve nakil hatası ile ilaveler var. Hadisin kaynağından yap¬tığımız tercümesi şöyledir.)

Bir adam; "Sırat-ı müstakim (doğru yol) nedir?" diye sordu. Hz. Peygamber ona şu cevabı verdi:

"Hz. Muhammed, bizi sırat-ı müstakimin bir başında bı¬raktı. Bunun öbür ucu ise cennete ulaşmaktır. Bu ana yolun sağında ve solunda başka tali yollar da var. Bunlardan her birinin başında bir kısım insanlar durmuş oradan geçenleri kendilerine çağırıyorlar. Kim bu dış yollardan birine saparsa, yol onu ateşe götürecektir. Kim de sırat-ı müstakime (dos¬doğru yola) giderse, o da cennete ulaşacaktır." İbnu Mes'ud bu açıklamayı yaptıktan sonra şu âyeti okudu:

"İşte bu benim sırat-ı müstakimimdir, buna uyun. Başka yollara sapmayın, sonra onlar sizi Allah'ın yolundan ayırır-lar..."(20).

* * *

"Her Müslüman'ın sadaka vermesi gerekir" buyurdu. Kendisine:

"Ya bulamayan olursa?" diye soruldu.

"Eliyle çalışır, hem şahsı için harcar, hem de sadaka ve¬rir" cevabını verdi.

"Ya çalışacak gücü yoksa?" diye soruldu. "Bu durumda, sıkışmış bir ihtiyaç sahibine yardım eder" dedi. "Buna da gücü yetmezse?" dendi. "İyiliği veya hayrı emreder" dedi. "Bunu da yapmazsa?" diye tekrar sorulunca: "Kendini başkasına kötülük yapmaktan alıkoyar. Zira bu da bir sadakadır" buyurdu.(21) .

* * *

"Şehvetle bakmak zinadır. Erkek olan meclise bir kadı¬nın kendini göstermek için süslenip gitmesi ve ihtirasla bak¬ması da zinadır."(22).

29

Hz. Muhammed

Vâbisa İbni Ma'bed diyor ki, Resul-i Erkem'in huzuruna varmıştım. Bana:

"İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?" dedi.

"Evet" dedim. O zaman şunları söyledi:

"Kalbine danış."

"İyilik, kalbin uygun gördüğü ve yapılmasını onayladığı şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye nice nice fetvalar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandı¬ran şeydir."(23).

* * *

"Siz, kendi dininize sahip çıkmadıkça Allah'ın saltanatı¬na varis olamayacaksınız ve birbirinizi sevmedikçe isteğini¬ze kavuşamayacaksınız." (24).

* * *

"Mülayimlik ve itaat, imanın alâmetleri; boşboğazlık ve cerbezeli konuşmalar ikiyüzlülüğün alâmetleridir." (25)

* * *

"Zalimlerle birlikte olmaktansa, kendi başına, yalnız kal¬mak daha iyidir. Kendi kendine olmaktansa hayırlı insanlarla birlikte olmak daha iyidir. İlim öğrenmek isteyene ilim öğret-m e k susmaktan iyidir. B o ş konuşmaktansa susmak iyidir." ( 2 6 ) .

* * *

"Öfkesini açığa vurmaktan çekinip, onu boğanları Allah daima mükâfatlandırır." (27).

* * *

"Herkesin ameli, onun davranışlarındaki niyetine göre değerlendirilir. (Ameller niyetlere göredir)" (28).

* * *

"Allah Teâlâ, kendi kazancıyla yaşayanları, kendisine dost yapar."(29).

30

Tolstoy

"Gerçek üzere olan o kimsedir ki, kötülüğe karşı sabırlı¬dır ve kırılmayı unutur." (30).

* * *

"Gerçek tevazu, bütün iyiliklerin başıdır." (31).

* * *

"Tevazu ve anlayış olmadan iman olmaz." (32).

* * *

"İyilikleri paylaşma konusunda ısrarlı olun." (33).

* * *

"Ben ışığa doğru koştum, ışıkta da yaşıyorum." (34).

* * *

"En hayırlınız odur ki, iyilik bulunca Allah'a şükreder, kötülüğe maruz kalınca sabreder. O daima Allah tarafından mükâfatlandırılır." (35).

* * *

"Doğru yolu bulmuş insanlar, tartışmaya girmeselerdi bu yoldan sapmazlardı." (36).

* * *

"Allah'ın en büyük düşmanları, mü'min oldukları halde haksız yere zulmedip cana kıyanlardır." (37).

* * *

"Kabir, ahiret menzillerinin ilkidir."(38)

* * *

"En mukaddes savaş, insanın (nefsine) kendine galip gelmesidir." (39).

31

Hz. Muhammed

"Bir saat çalışmak, bir yıl keyif çekmekten iyidir." (40).

* * *

"İbadet, dua eden mü'minin ruhunun yükselmesi ile Al¬lah'a kavuşmasıdır." (41).

* * *

"Ölüm bir köprüdür, dostu dosta kavuşturur." (42).

* * *

"Fakirliğim, benim övünç kaynağımdır." (43).

* * *

"Mü'min, Allah'a sadık olarak, onun hükmüne ve rah¬metine razı, ümitle yaşar." (44).

* * *

"Gözlerin zinası bakmaktır, dilin zinası konuşmaktır. Nefis de temenni eder ve iştah duyar. Uzuvlar da bunu doğ¬rular veya yalanlar."(45).

* * *

"Allah Teâlâ'nın en sevmediği şey, erkek veya kadınların ibadetlerinde gösteriş yapmasıdır." (46).

* * *

"Allah Teâlâ, kendi kazancıyla geçinenlere merhamet eder, dilenerek geçinenlere değil." (47).

* * *

"Kim daha çok sıkıntı içindeyse, onun mükâfata da bir o kadar büyük olur. Kim daha fazla belâlara maruz kalmışsa onun mükâfatı daha fazladır. Gerçekten Allah Teâlâ, kimi daha çok severse onu daha fazla belâlara uğratır." (48).

32

Tolstoy

Hz. Muhammed namazını kılınca arkasından âdeti ola¬rak şöyle dua ederdi:

"Allah'ım! Sana imanımın sağlamlığı için dua ediyorum. Doğru yolla gideceğime hazır olduğum için dua ediyorum. Senin merhametine ve yardımına güvenerek sana secde edi¬yorum. Sana dua ediyorum ki, beni hatalarımdan temizle¬yip, temiz bir kalp, doğruyu konuşan bir dil verdin. Sana dua ediyorum ki, bana iyilik yapmayı tavsiye edip kötülük¬ten ve hatalardan koruyorsun. Senden gizli ve açık yaptığım günahlarımı bağışlamanı istiyorum." (49).

* * *

Biliyor musunuz ki, bizim dinimizin aslını bozup onu düşüren nedir?

"Tefsirci ve tahlilcilerin yanlışları; riyakâr nakilcilerin yozlaştırıp tartışmaları ve yoldan sapmış hükümdarların buyruklarıdır."(50).

* * *

"Kadın erkeğin ikinci parçasıdır."(51).

* * *

"İlim, unutulursa kaybolur, liyakatsizlerin elinde yok olur. Gerçek âlim odur ki, bilgisini hayata tatbik eder." (52).

"Allah Teâlâ ilmi insanların hafızalarından silip unuttur¬mak suretiyle değil, fakat âlimleri öldürüp ortadan kaldır¬mak suretiyle alır. Neticede ortada hiçbir âlim bırakmaz. İn¬sanlar bir kısım cahilleri kendilerine lider edinirler. Onlara birtakım meseleler sorulur; onlar da bilmedikleri halde fetva verirler. Neticede hem kendileri sapıklığa düşer, hem de in¬sanları saptırırlar." (53).

33

Hz. Muhammed

"Fazla geçmez bir zaman gelir ki, kendi dininizin adın¬dan başka bir şey kalmayacak. Kur'an'dan, onun görüntü¬sünden başka bir şey kalmayacak. O zaman camilerde artık ilim ve din öğrenilmeyecek, Allah'a kulluk yapılmayacaktır. Din adamları, ilim adamları, insanların en kötüsüne döne¬cek, münakaşa ve münazaralar onlardan çıkacak ve insanlar dinden çıkıp geri dönecekler." (54).

* * *

"İlim öğrenmek her Müslüman'a farzdır. İlmi, ehil olma¬yana öğretmek, domuzların boyunlarına cevher, inci ve altın takmaya benzer." (55).

* * *

"İlim üç şekilde olur: Bunlardan biri, şüphesiz gerçektir, onun ardınca git. Diğeri yoldan çıkarır, ondan sakın. Üçün¬cüsü ise, bilinmeyen konulardadır, bunun da cevabını Al¬lah'ın indinde ara." (56).

* * *

"Mü'minler ölmezler. Onlar yalnız fani dünyadan ebedi âleme göçerler." (57).

* * *

"Gerçek mü'min, iyi günleri için Allah'a şükreder, başı¬na bir belâ geldiği zaman da Allah'a sığınır." (58).

* * *

"Allah'a tevekkül et (güven), ancak deveni sağlam kazı¬ğa bağlamayı da ihmal etme." (59).

* * *

"Dünya ve dünyanın bütün nimetleri değerlidir. Ancak o¬nun nimetleri içinde en değerlisi, Saliha (iyi) kadınlardır." (60).

34

Tolstoy

"Biliyorum ki, 'Allah'tan başka her şey fanidir.' Sözünü 'Lebid'den başka kimse söylememiştir." (61).

* * *

"Doğruluğa sığının, yalandan kaçının!" (62).

* * *

"Gerçek mü'mine, kimseyi rezil etmek, yaramaz işler yapmak, bir kazanç sağlamayan sözler söylemek yakışmaz." (63).

* * *

"İnsanların kusurlarını, özellikle böyle kusurlar kendin¬de varsa, onların yüzüne vurmaktan sakın!" (64).

* * *

"Daha fazla susup, ruhun hayra (iyiliğe) yönelmesine kavuşmaktan daha güzel bir şey yoktur." (65).

* * *

"Konuşunca doğru söyleyin; söz verince yerine getirin; borçlarınızı ödeyin; kendi fikir ve işlerinizde sapıklığa düş¬meyin; ellerinizi israftan ve kötü şeylerden koruyun." (66).

* * *

"Allah Teâlâ, halim selim, saygılı ve mütevazı olmayı emrediyor ki, kimse başkasına zulmetmesin." (67).

* * *

"O kimse ki, bizi zulmetmeye çağırır, o bizden değildir. Kendi halkını cehalette, yalan içinde bırakanlar da bizden değildir. Kendi halkını zorluğa ve sıkıntıya maruz bırakanlar da bizden değildir." (68).

* * *

"Muhabbet, insanı sevdiğine karşı sağır ve dilsiz yapar." (69).

35

Hz. Muhammed

"Kendisi için istediğini, mü'min kardeşi için de isteme¬yen gerçek mü'min değildir."(70).

* * *

"Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mü'min de, halkın, can ve malla¬rını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir."(71).

* * *

"Diliyle insanları kıranları, ibadetleri temizlemez."(72).

* * *

"Namaz kılıp oruç tutmaktan ve iyilik etmekten daha güzeli nedir bilir misiniz?

Dargınları barıştırmak. Çünkü kin, nefret ve düşmanlık insanı Allah'ın vereceği her mükâfattan mahrum eder."(73).

* * *

"Allah Teâlâ, akıl ve zekâdan daha güzel, daha iyi bir şey yaratmamıştır. İnsanlara verdiği serveti de onların hatırı¬na veriyor. Allah'ı anlamak da zekâdan doğar."(74).

* * *

"Allah Teâlâ, kendisi mülayimdir ve mülayim davranır. O, mülayimlere verdiğinden, sert ve haşin kimselere ver¬mez." (75).

* * *

"Güçlü, azametli (kuvvetli) insanlardır ki, insan liyakati¬ni azaltmaz. Aksine kendi gazabından çekinir."(76).

* * *

"Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil, gönül tokluğu-dur."(77).

36

Tolstoy

Abdullah İbnu Mes'ûd şöyle dedi:

"Rasülullah bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Uyku¬dan uyandığında, hasır vücudunun yan tarafında iz bırak¬mıştı. Biz:

"Ya Rasülallah! Sizin için bir döşek edinsek, dedik. Bu¬nun üzerine Resul-i Ekrem:

"Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden bi-nitli bir yolcu gibiyim" buyurdular."(78)

* * *

"Kendinizden fazla zengin ve güzel insanları seyreder¬ken, kendinizden aşağıda olanları da unutmayın." (79).

* * *

"Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görme¬meniz için gereklidir." (80).

* * *

"Bir adam gelerek;

"Ey Allah'ın Resulü! Ben seni seviyorum" dedi. Rasülullah:

"Ne söylediğine dikkat et!" diye cevap verdi. Adam:

"Vallahi ben seni seviyorum!" deyip, bunu üç kere tek¬rar etti.

Rasülullah, bunun üzerine adama:

"Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha süratli gelir." ( 8 1 )

* * *

"İnsanın her bir eklemi için her Allah'ın günü bir sadaka vermesi gerekir:

37

Hz. Muhammed

İki kişinin arasını bulman, (haklarında adaletle hükmet¬men) bir sadakadır.

Bir kimseye bineğine binerken yardımcı olman veya yü¬künü hayvanına yüklemesine yardım etmen bir sadakadır.

Güzel bir söz söylemek sadakadır.

Namaza giderken attığın her adıma bir sadaka sevabı vardır.

Gelip geçenleri rahatsız eden bir şeyi yoldan alıp atman bir sadakadır."(82).

* * *

Allah Teâlâ şöyle buyurdu: "Her kim (ihlâs ile bana kul¬luk eden) bir dostuma düşmanlık ederse, ben de ona karşı savaş ilân ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazana¬maz.

Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim.

Kulumu sevince de (adeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne ister¬se, onu mutlaka veririm; bana sığınırsa, onu korurum." (83).

* * *

"Yerin sürtünme kuvvetiyle demiri temizlediği gibi, Allah Teâlâ'yı bilip iman etmek de insanın kalbini temizler." (84)

* * *

"Her bir maruf (iyilik) sadakadır." Başka bir rivayette: "Kardeşini güler yüzle karşılaman, kendi kovandan kardeşi¬nin kabına su vermen de birer maruftur (iyiliktir)." Şeklinde¬dir. (85).

38

Tolstoy

"(Bir keresinde) Rasülullah'a (ayrı düştüğü) çocuğuna duyduğu özlemden dolayı rastladığı her çocuğu kucaklayan, göğsüne bastırıp emziren bir kadının da aralarında bulundu¬ğu bir esir grubunu getirdiler. Resul-i Ekrem çevresindekile¬re (o kadını işaretle):

"Bu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir mi-siniz?"diye sordu.

"Asla, atmaz!" dedik.

Bunun üzerine Hz. Peygamber:

"İşte Allah Teâlâ kullarına, bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir" buyurdu. (86).

* * *

"Herkes için yaratılan bir şeyi yalnız kendi hesabına kulla¬nan kimse, suçlu ve kanun karşısında sorumludur." (87).

* * *

"İşçinin hakkını alnının teri kurumadan (yorgunluğu geçmeden) veriniz."(88).

* * *

"İnsanlara nezaketli ol, kabalık etme. Onlarla iyi geçin, onlardan nefret etme. Sana Yahudiler ve Hıristiyanlar rast ge¬lip cennetin anahtarını sorsalar, onlara anlat ki, cennetin anah¬tarı, 'Allah'ın varlığına ve birliğine, şahadet etmektir' de." (89).

* * *

"Kardeşine karşı göstereceğin tebessümün bir sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır; gözü sa¬kat kimse için görüvermen sadakadır; yoldan taş, diken, ke¬mik (gibi şeyleri) kaldırıp atman sadakadır; kovandan karde¬şinin kovasına su boşaltman sadakadır."(90).

39

Hz. Muhammed

"İnsanlara merhamet edin ki, Allah da size merhamet et¬sin!" (91).

* * *

"Bir insanı güzel bir sözle teselli etmek, başkasına hak ve adaleti sevdirmek, yazılı talimatlara, istemeyerek ve istek¬sizce riayet etmekten iyidir." (92).

* * *

"Hükmünüzde olan alaycıyı/tahkirciyi affetmeniz, Al¬lah karşısında fazla derecede değerlendirilir." (93).

40

Tolstoy

Kaynaklar

(1) Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi, X, 55; İs¬mail Mutlu, Peygamberimizin Mucizeleri, s. 420.

(2) Tirmizi, Da'avât 74, (3485).

(3) Tirmizi, Fiten 26, (2192).

(4) Buhârî, Mezalim 4; İkrah 6. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 68.

(5) Müslim, Zikir 22.

(6) Tirmizi, Zühd (2353).

(7) Karş: Tergib ve Terhib Tercümesi: Hadislerle İslâm, C.II, s. 290; 317.

(8) Karş: Tergib ve Terhib Tercümesi: Hadislerle İslâm, C.V, s. 325-337.

(9) Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyamet 59; Ne-sâî, İman 19,33; İbnu Mâce, Mukaddime 9.

(10) Buhârî, Rikak 28; Müslim, Cennet 1; Ebû Dâvûd, Sünnet 22; Tirmizî, Cennet 21; Nesâî, Eymân 3.

(11) Kaynağı bulunamadı.

(12) Benzerleri için bkz: Tergib ve Terhib Tercümesi: Hadislerle İs¬lâm, C.IV, s. 363-376.

(13) Tirmizi, Tefsir, Muavvizateyn 2, (3366).

(14) el-Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 132 (2016).

(15) Kaynağı bulunamadı

(16) Dârekutnî, es-Sünen, IV, 184. Ayrıca bk. Hâkim, el-Müsted-rek, IV, 115"(15)

(17) Karş: Tirmizi, Birr 16, (1925); Ebü Dâvud, Edeb 66, (4941).

(18) Karş: Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71, (45); Nesâî, İman 19, (3,115); Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyamet 60, (3517); İbnu Mâce, Mukaddime 9, (66).

(19) Kaynağı bulunamadı.

41

Hz. Muhammed

(20) (En'âm, 6:152) (Ayet, Rezîn İbnu Muâviye'nin ilâvesidir).

(21) Buhârî, Zekât 30, Edeb 33; Müslim, Zekât 55, (1008).

(22) Ramuzü'l-Ehadis, 2: 341 (6). Karş: Buharî, isti'zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20, (2657); Ebü Davud, Nikâh 44, (2152).

(23) Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 227-228; Dârimî, Büyü' 2.

(24) En yakın için bkz: Tirmizi, Kıyamet 46, (2490); Müslim, Cen¬net 63, (2865).

(25) Bkz. Kars: Tirmizi, Kıyamet 46, (2490); Tirmizî, Birr 77, (2019).

(26) Karş: Tergib ve Terhi Tercümesi (Hadislerle İslâm), IV, 431-446.

(27) Taberani, Mucemü's-Sağir Tercüme ve Şerhi (İsmail Mutlu), c. II, s. 289.

(28) Buhârî, Bed'ü'l-vahy 1, îmân 41, Nikâh 5, Menâkıbu'l-ensâr 45, İtk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmaret 155. Ayrıca bk. Ebû Dâ-vûd, Talâk 11; Tirmizî, Fezâilü'l-cihâd 16; Nesâî, Taharet 60; Talâk 24, Eymân 19; İbni Mâce, Zühd 26

(29) En yakın için bkz: Mürşid, 3.0, Hadis no: 7212.

(30) En yakın için bkz: Buharî, Tefsir, Hâ-mim, es-Secde (Fussilet) 1.

(31) En yakın için bkz: Tirmizî, Birr '77, (2019).

(32) En yakın için bkz: Tirmizî, Birr '77, (2019).

(33) Kaynağı bulunamadı.

(34) Kaynağı bulunamadı.

(35) Müslim, Zühd 64, (2999).

(36) Tirmizî, Tefsir, Zuhruf, (3250); İbnu Mâce, Mukaddime 7.

(37) Kaynağı bulunamadı.

(38) Tirmizi, Zühd 5, (2309).

(39) Fedâiıu'l-Cihad 2, (1621).

(40) Kaynağı bulunamadı.

(41) En yakın için bkz: Tirmizî, Daavât 112, (3542).

(42) Süyuti, Kabir Âlemi Tercümesi, s. 39.

(43) En yakın için bkz: Tirmizi, Zühd 36, (2351).

(44) Kaynağı bulunamadı.

(45) Buharî, isti'zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20, (2657); Ebü Davud, Nikâh 44, (2152).

(46) Karş: Buharî, Tefsir, Nun ve'1-Kalem 2, Tefsir, Nisa 8, Tevhid 24; Müslim, İmân 302, (183).

(47) Kaynağı bulunamadı.

(48) Kars: Muvatta, Kelâm 8, (2,986); Tirmizi, Züht 57, (2400).

42

Tolstoy

(49) Karş: Buhâri, Teheccüt 1, Daavât 10 Tevhid 8, 24, 35; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirin 199, (769); Muvatta, Kur'ân 34, (1, 215, 216); Tirmizi, Daavât 29, (3414); Ebü Dâvud, Salât 121, (771); Nesâi, Kıyâmu'1-Leyl 9, (3,209,210).)

(50) Benzer bir hadise rastlanmadı.

(51) Kaynağı bulunamadı.

(52) Karş: Buhari, İlim 34, İ'tisam 7; Müslim, ilm 13, (2573); Tirmi-zi, ilm 5, (2654).

(53) Buhârî, İlim 34; Müslim, İlim 13. Ayrıca bk. Buhârî, İ'tisâm 7; Tirmizî, İlim 5; İbni Mâce, Mukaddime 8

(54) Kaynağı bulunamadı.

(55) İbnu Mace ve diğerleri, Tergib ve Terhi Tercümesi (Hadislerle İslâm), C. I, S. 129.

(56) Kaynağı bulunamadı.

(57) Kaynağı bulunamadı.

(58) Müslim, Zühd 64, (2999).

(59) Tirmizi, Kıyamet 61, (2519).

(60) Müslim, Radâ' 64, (1467); Nesai, Nikah 15, (6, 69).

(61) Kaynağı bulunamadı.

(62) Karş: Tirmizi, Kıyamet 61, (2520); Nesai, Eşribe 50, (8, 327, 328).

(63) Karş: Tirmizî, Tefsir, Hucurat (3264); Ebu Dâvud, Edeb 71, (4926).

(64) Karş: Buhari, Edeb 57, 58; Müslim, Birr 28-34, (2563 - 2564); Ebu Dâvud, Edeb 40, 56, (4882, 4917); Tirmizi, Birr 18, (1928); 85, (2033).

(65) Kaynağı bulunamadı.

(66) Karş: Buhâri, İman 24, Mezâlim 17, Cizye 17; Müslim, İman 106, (58); Ebu Dâvud, sünnet 16, (4688); Tirmizi, İman 14, (2634); Nesâi, İman 20, (8,116).

(67) Karş: Buhârî, İstitâbe 4, İsti'zân 22, Edeb 35; Müslim, Birr 48, Selâm 10. Ayrıca bk. Tirmizî, İsti'zân 12; İbni Mâce, Edeb 9.

(68) En yakın için bkz: Müslim, İman 164, (102); Tirmizî, Büyü 74, (1315); Ebu Dâvud, Büyü, 52, (3452); İbnu Mâce, Ticarât, 36, (2224). Me¬tin, Müslim'inkidir.

(69) Ebu Dâvud, Edep 125, (5150).

(70) Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71, (45); Nesâî, İman 19, (3, 115); Tirmizî, Sıfatui-Kıyamet 60, (3517); İbnu Mâce, Mukaddime 9, (66).

(71) Tirmizî, İman 12, (2629); Nesâî, İman 8, (8,104,105).

(72) Karş: Tirmizi, Birr 85, (2033).

43

Hz. Muhammed

(73) Karş: Tirmizî, Salât 266, (360); Müslim, Birr 36, (2565); Muvat-ta, Hüsnü']- Hulk 17, (2, 908); Ebu Dâvud, Edeb 55, (4916); Tirmizi, Birr 76, (2024).

(74) Kaynağı bulunamdı.

(75) Karş: Buhârî, İstitâbe 4, İsti'zân 22, Edeb 35; Müslim, Birr 48, Selâm 10. Ayrıca bk. Tirmizî, İsti'zân 12; İbni Mâce, Edeb 9.

(76) En yakın için bkz: Buhari, Edeb 76, Müslim, Birr 107, (2760); Muvatta, Hüsnü'1-Halk 12, (2,906).

(77) Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 130. Ayrıca bk. Tirmizî,

Zühd 40; İbni Mâce, Zühd 9.

(78) Tirmizî, Zühd 44.

(79) Buhari; Rikâk 30; Müslim, Zühd 8, (2963); Tirmizi, Kıyamet 59, (2515).

(80) Buhari; Rikâk 30; Müslim, Zühd 8, (2963); Tirmizi, Kıyamet 59, (2515).

(81) Tirmizi, Zühd 36, (2351).

(82) Buhârî, Sulh 11, Cihâd 72,128; Müslim, Zekât 56. Ayrıca bk. Müslim, Müsâfirîn 84, Ebû Dâvûd, Tatavvu 12, Edeb 160

(83) Buhârî, Rikak 38

(84) Kaynağı bulunamadı.

(85) Buhârî, Edeb 33; Müslim, Zekât 52, (1005); Ebu Dâvud, Edeb 68, (4947); Tirmizî, Birr 45, (1971).

(86) Buhârî, Edeb 18; Müslim, Tevbe 22. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 1; İbni Mâce, Zühd 35.

(87) En yakın için bkz: Buhâri, İstikrâz 2; Buhârî, Hums 7.

(88) Tergib ve Terhib Tercümesi: Hadislerle İslâm, C. IV, s. 169.

(89) Kaynağı bulunamadı.

(90) Tirmizi, Birr 36, (1957).

(91) Buhâri, Tevhid 2, Edeb 27; Müslim, Fedail 66, (2319); Tirmizi, Birr 16, (1923).

(92) Kaynağı bulunamadı.

(93) Kaynağı bulunamadı.

44

2. BÖLÜM

MEKTUPLAR

Hz. Muhammed'in Öğretileri

Rus yazarı L. N. Tolstoy, 1908 yılında, 'Abdullah El-Süh-reverdi'nin Hindistan'da yayımlanmış 'Hz. Muhammed'in Hadisleri' kitabını okumuştur. Tolstoy, okuduğu hadislerden bir kitapçık tertip etmiş, bunu Rusya'nın 'Posrednik' adlı ya¬yınevinde (1908 Ekim) "Muhammed'in Kur'an'a Girmemiş Hadisleri" ismini koyarak bastırmıştır. Tolstoy'un kendisi bir dindar olarak çeşitli dinî konulan iyi biliyordu. Onun İs¬lâm'a bakışı, özellikle 15 Mart 1909 yılında, Azeri kökenli General İbrahim A ğ a ile evli olan Rus asıllı bayan Y e l e n a V e -kilova'ya yazdığı mektuptan da anlaşılıyordu.

Dönemin Rusya'sında, çocukların, kendi halkının (Aze-ri-Türk toplumu) huzuru için İslâm'ı kabul etmek istemeleri halinde; anne ve baba farklı dine mensup dahi olsa çocukla¬rının din değiştirmeleri konusunda baskı yapmazmış. Yelena Vekilova, bu yaklaşımdan hareketle durumu düşüncelerine değer verdiği çağdaşı Tolstoy'a bildirip çocuklarının kimlik¬lerine hangi dinî yazdırmasının daha iyi olacağını, "bu ko¬nuda ne tavsiye edersiniz, acaba ben ne yapayım?" diyerek danışmıştır. Tolstoy da bu çağrıya cevap vermekte gecikme¬miştir.

47

Hz. Muhammed

'En son ve en büyük din olan İslâm...'

Tolstoy

Tolstoy'un Cevap Mektubu

"... Muhammediliğe, Provoslav (Rusya'da Hıristiyanlı¬ğın bir kolu) dininden daha fazla önem vermelerine gelince, ben bütün kalbimle buna katılıyorum. Bunu söylemek ne ka¬dar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan (Hıristiyanlıktan) mukayese edilemeyecek kadar yüksekte du¬ruyor. Eğer insan, seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her Provoslav (Hıristiyan) ve her bir insan, şüphe ve te¬reddüt etmeden Muhammediliği; tek Allah'ı ve onun Peygam¬berini kabul ederdi.

Neden? Çünkü zor ve anlaşılmaz bir ilâhiyatçılık olan To-ritsa(*) (Baba-Oğul ve Kutsal Ruh), sırlarla dolu Meryem Ana, Mukaddesler ve onların resimleri, tasvirleri ve zor ayinlerle do¬lu... Başka türlü de olamazdı. Yani Muhammediliğin, dinî öğre¬tilerin aslının yerine geçen birçok batıl inançların, kilise inanç¬larına çevrildiği bir dönemde, kilise inancından yüksekte dur¬maması mümkün değildi. Şuna dikkat edelim ki:

Muhammedilik, Hıristiyanlıktan 600 yıl sonra ortaya çıkmıştır. Dünyada her şey gelişiyor, mükemmelleşiyor. Her bir insanın geliştiği gibi bütün insanlık da gelişip mükemmel-leşiyor. İnsan hayatının anlamı, esası, onların dinî anlayışları-( * ) - Rusça bir kelime olan Troitsa, teslis yani üçleme demektir. Hıris¬tiyanlıktaki teslis inancı, Baba (Allah), Oğul (Hz. İsa) ve Kutsal Ruh'tan (Meryem) oluşur.

48

Tolstoy

dır. Dinin mükemmelleşmesi ise, onun anlaşılmasını kolaylaş¬tırmaktan ve her türlü gizli kalan düşünceleri açıklamaktan ibarettir.

Dini değerlerin ve gerçeklerin perde arkası, karanlık yer¬lerinin açıklanıp aydınlatılması, en eski devirlerden beri in¬sanlığın büyük düşünürleri tarafından yapılmış, hayata geçi¬rilmiştir. Onların, bütün büyük dinlerin esaslarını koydukları hesap edilmiştir. Her şeyden önce bizce bilinen dinlerin, böyle yani dinin en yüksek değerleri, "Veda"nın (Hinduizm) kitap¬larında, daha sonraları Hz. Musa'nın, Buda'nın, Konfüç-yüs'ün, Lao-Tse'nin, Hz. İsa'nın ve Hz. Muhammed'in öğre¬tilerinde verilmiştir. Yani dinlerin bütün kurucuları, dinî eski anlamından çıkarmış onları daha derin, daha kolay ve akla uy¬gun hale getirenler de insanlar idiler. Ancak yine de "insan" idiler ve bu yüzden de gerçeği, onu bütün aydınlığı, derinliği ve eskiden kalan herhangi bir yanlışlıktan temizlenmiş halde ifade edememişlerdir.

Düşünsek ki, bu insanlar yanlış yapmıyorlardı ve onun için onların kendilerinin çok aşağısındaki öğrencileri, gerçeği derinliğiyle kavrayarak, tabii ki süslemek amacıyla, herkese göre geçerli hale getirmek için birçok lüzumsuz ve özellikle de tuhaf şeyler ilave ederek çevirmişlerdir. Bunun sonucunda da insanların birçok gerçeği görmesi zorlaşmıştır. Dinler ne ka¬dar incelenirse, bir o kadar fazla ilâhiyatçının açıkladığı ger¬çeklerin böyle aslından uzaklaştırılıp değiştirilmesi ise gerçek¬lerin yüzünü örter, karartır.

Bu konularda en eski dinlerde her şeyden fazla tuhaflıklar ve her çeşit batıl inançlar, uydurmalar (hurafeler) vardır ki, bunlar da doğruyu saklıyor, perdeliyor. Bu da, ağırlıklı olarak eski dinler¬den olan Budizm, Brahmanizm, Konfüçyüs dininde Taoizm gibi beşeri dinlerle Hıristiyanlık ve Musevilikte ve çok az da olsa en son ve en büyük din olan İslâm'da da vardır... "(*)

(*) - Tolstoy'un, 15 Mart 1909'da Yelana Vekilova'ya yazdığı mektup; "Literaturniy Azerbaydjan" Dergisi, No: 12,1978, sayfa 114.

49

Hz. Muhammed

'Kalbimizde Allah'ın nuru vardır,

onun adı da vicdandır.'

Tolstoy

Lev Tolstoy'a Mektup

Aradan altı yıl geçer. Ancak ne İbrahim Ağa'nın baba yüreği sakinleşir ne de Yelena Vekilova'nın ana kalbinin ra¬hatsız çarpıntıları kesilir. Onların intizarının esas sebebi, oğullarının hangi dine hizmet edeceğidir. Allah, onlara üçüncü evlâdı da vermiştir. Kızları Reyhan da artık on üç ya¬şındadır. "Nereye gidip kimden akıllı bir maslahat almalı?" diye düşünmektedirler. Resmî devlet daireleri ve din adam¬ları, içinden çıkılmaz bir duruma düşen aile meselesine bu yönde bir yardım edememektedir.

General İbrahim Ağa'nın Petersburg Teknoloji Enstitü-sü'nde tahsil yapan büyük oğlu Boris (Faris)'i ve Mosko-va'daki Alekseyev Askeri Okulu'nda subay olan kardeşi Qlebi (Galip)'i de düşündüren ciddi bir durum söz konusu¬dur:

"Biz kimiz, hangi millete mensubuz? " şeklindeki inanç sorgulaması...

Bu açıklanamaz sorgulamalar karşısında iki kardeş sık sık anne ve babaya müracaat edip sorunlarına çare arıyorlar-dır.

Evlâtlardan Fâris (Boris) Vekilov bakın bu durumu nasıl anlatıyor;

50

Tolstoy

"Benim yaşım 19 olmuştu. Ders meşguliyetleri ile bera¬ber Muhammed'in dinine geçme fikri de beni bırakmıyordu. 1904 - 1905 yıllarındaki şartlar bu niyetimin hayata geçmesi¬ne yardım etmeliydi. Kötü niyetli Rus - Japon savaşı, halk kitleleri arasındaki inkılâbı ruh haliyle Çar hükümetini bazı liberal kararlar almaya mecbur etmişti.

1904 yılında "Din özgürlüğü hakkında manifesto (ka¬rar)" yayınlandı. Herhangi bir sebepten dolayı ana baba di¬ninden dönmüş olanlara tekrar o dine dönmeye izin veril¬mişti, insana öyle geliyordu ki, uygun dilekçe vermek yeter¬liydi ki konu hallolsun. Tecrübeli insanlar, olan ebeveynim Petersburg'a gelişimin ilk yılında Pravoslav (Hıristiyan) di¬ninin savunucularının aracısız yakınlığında bu meseleyi kal¬dırmaya maslahat görmediler. Annemin Lev Tolstoy'a yazdı¬ğı mektupta da dikkatli davranması düşüncesi hakimdi. Hoş olmayan olaylardan yakayı kurtarmak için niyetimin hayata geçirilmesini bir o kadar geciktirdik. Babam (İbrahim Ağa Vekilov) ve annem Yelena Vekilova şu karara varmışlar ki, anlayışlı yazar Lev Tolstoy'dan başka hiç kimse bu ciddi aile meselesine akıllı bir cevap veremezdi."

2 Mart 1909 yılında, anne Yelena Vekilova, Tiflis'ten Tolstoy'a bir mektup yazar ve aile bireylerinin inanç arayış¬larını anlatır.

"Bizim çok sevdiğimiz hocamız Lev Nikolayeviç!

Mektubumla sizi rahatsız ettiğim için, size karşı özür di¬leyecek söz bulamıyorum. Biliyorum ki, benim gibi sizden akıl almak isteyenler çoktur. Bütün bunlara bakmayarak ben de si¬ze müracaat ediyorum. Çünkü hayat benim karşıma gücümün yetmediği bir konu çıkarmıştır.

Ben kısaca isteğimi size anlatmaya çalışacağım. Ben elli yaşındayım. Üç çocuk annesiyim. Kocam da Müslüman'dır. Ancak nikâhımız kanunidir (yani dinî nikâh yapmadık). Ço-

51

Hz. Muhammed

cuklarımız Hıristiyan dinine inanıyorlar. Kızım on üç yaşın¬da, oğlumun biri yirmi üç yaşında ve Petersburg Teknoloji Enstitüsü'nde okumaktadır. Diğeri yirmi iki yaşında, o da Moskova'daki Alekseyev Askeri Okulu'nda subaydır. Oğulla¬rım, babalarının dinine geçmek için benden izin istiyorlar. Ben ne yapmalıyım? Ben biliyorum ki şimdi bu mümkündür ve aynı zamanda bizde yaşayan yabancı vatandaşlarla kötü ilişkileri de biliyorum. Onlarda bu fikrin uyanmasına sebep küçük ailevi meseleler değil. Ne maddi çıkar beklentisi, ne de makam mevki tutkusu da onları bu konuya sevk etmiyor. An¬cak karanlıkta kalan Tatar (Azeri-Türk) halkına yardım etmek maksadını taşıyorlar. Onların halkla birleşip kaynaşmasına ve yardımlaşmasına dinleri engel oluyor. Ama ben korkarım ki, kendi düşüncemle onları kötü bir yola sevk edeyim. Ben kendi derdimle baş başayım... Ah... Eğer ben kendi dertlerimi ve çektiklerimi, savaşlarımı size yazabilseydim... Ben kendi ev¬lâtlarını delicesine seven bir annenin gözyaşları ile yazıyo¬rum. Artık azaptan aklımı yitirmiş halde sizden akıl isteme durumuna geldim. Siz, yalnız siz, kendi aklınızla hayatımızın bugünkü şartlarından bunun nasıl neticeleneceğini duyabilir¬siniz. Benim derdim size küçük ve basit görünebilir. Ancak ba¬na dehşetli azaplar vermektedir.

Lev Nikolayeviç, siz bize, bizim gibi küçük insanlara hiç¬bir zaman yürekten gelen değerli tavsiyelerinizi esirgemedi¬niz. Bunu bildiğim için cesaret edip sizi kendi isteğimle rahat¬sız ettim. Beni teselli ateşine atın. Çok çok özür dilerim ki si¬zin kıymetli vaktinizi aldım. Bu adımı atmaya beni mecbur e¬den şey delicesine analık sevgisidir."

Bütün kalbiyle size bağlı olan

Yelena YEFİMOVNA VEKİLOVA

Tiflis, Uçebnıy Pereulok I, Ev 8.

52

Tolstoy

'Müslümanlık Hıristiyanlık

karşısında üstündür.'

Tolstoy

Lev Tolstoy'un Cevabı

Tolstoy, 15 Mart 1909 yılında "Yasnaya Polyan"dan gön¬derdiği cevap niteliğindeki mektubunda şöyle diyordu:

"Yelena Yefimovna (Vekilova)'ya

Sizin oğullarınızın Tatar halkının bilgilenmesine yardım etme arzusunu takdir etmemek olmaz. Böyle olduğu halde Muhammed'in dinini kabul etmenin de ne derece lâzım oldu¬ğunu da anlatamam. Genellikle size demeliyim ki, hükümete itiraf etmeden, insanın hangi dine mensup olması hakkında ki¬me olursa olsun artık kendinin bilgi vermesini gerekli sayıyo¬rum. Buna göre de sizin oğullarınızın Muhammed'in dinini Hıristiyanlıktan üstün tutarak kabul etmeleri yani bir dinden başka bir dine geçmeleri hakkında kimseye bilgi vermeleri ge¬rekmez. Belki bu zaruridir. Fakat ben bu konuda bir şey diye¬mem. Ona göre de sizin evlâtlarınız bu konuda hükümet or¬ganlarına haber verip vermemeleri hakkında kendileri karar vermelidirler.

Müslümanlığın Hıristiyanlık karşısındaki üstünlüğüne ve özellikle sizin evlatlarınızın hizmet ettikleri maksadın âlice-

53

Hz. Muhammed

naplığına gelince, bu konuya bütün kalbimle katılıyorum. Hı¬ristiyan ideali ve öğretisini, onun hakiki manasında, her şey¬den üstün tutan bir insan için bunu söylemek ne kadar garip olsa da demeliyim ki, Müslümanlığın kendine has dış görünü¬şüne göre Kilise Hıristiyanlığından kıyas kabul etmez derece¬de üstün durması, bende hiçbir şüphe doğurmuyor. Eğer ki, bir kimsenin karşısına kilise Hıristiyanlığı veya İslâm dinine girme hakkında bir tercih koyulsa, o zaman her bir akıllı adam, mürekkep ve anlaşılmaz ilâhiyatın üç sıfatlı Allah'ın, günah çıkarma merasiminin, dinî ayinlerin, İsa'nın anasına yalvarı¬şın, mukaddeslerin ve onların resimlerine sayısız hesapsız iba¬detlerin yerine, hükümleri bir Allah'ı ve peygamberi olan İs¬lâm dinini, şüphesiz ki üstün tutar. Bu başka türlü de olamaz.

Ayrı ayrı fertlerin, bütün insanlığın ve bütün insanların hayatının esasını teşkil eden dinî şuurun mükemmelleştiği (olgunlaştığı) gibi, hayatta her şey gelişir ve mükemmelleşin Dinin gelişip mükemmelleşmesi ise, onun sadeleşmesinden, anlaşılmasından ve onu anlaşılmaz yapan her şeyden kurtul¬masından ibarettir. Dini hakikatlerin, onu anlaşılmaz yapan her şeyden kurtarılması en eski zamanlardan beri dinlerin esa¬sını koyan düşünürler tarafından hayata geçirilmiştir. Böyle¬likle bize malum olan bütün dinlerin hepsinden önce böyle yü¬ce ve yüksek din anlayışı, Veda'nın (Veda-Hinduizm) kitapla¬rında, daha sonra Musa'nın, Buda'nın, Konfüçyüs'ün, Lao Tzu'nun, Hıristiyanlık ve Muhammed'in Öğretilerinde veril¬miştir. Dini, onun eski kaba manasından kurtarıp, daha derin, sade ve akla uygun hakikatlerle değiştiren bütün yeni din ha¬dimleri (hizmetçileri/tebliğcileri) büyük adamlar olmuşlardır. Fakat sırf büyük adam olduklarındandır ki, hakikati olduğu gibi, bütün aydınlığı, derinliği ve sadeliği, saflığı ile eski yan¬lış fikirlerinden kurtarılmış şekilde ifade edememişler. Bu kim¬selerin hata yapmayacakları, onların bütün söylediklerinin tekzip edilmez asıl gerçekler olduğu farz edilse bile, onların kendisinden çok çok aşağıda bulunan şakirtleri/'öğrencileri, ha-

54

Tolstoy

kikati bütün derinliği ile anlamadan, onu daha gösterişli ve herkes için uygun hale getirme arzusu ile ona pek çok gereksiz eklemeler, özellikle acayip şeyler karıştırdıklarından, herkesin gerçeği görmesi oldukça zor olur.

Gerçeğin din tarafından böyle tahrifi ne kadar çok itiraf edilmişse, bu tahrifler o kadar çok artmış, neticede dine hizmet edenler tarafından keşfedilmiş asıl hakikat karanlıkta kalmış¬tır. Buna göre de en eski dinlerde gerçeği gizleyen mucize ve uydurmalar her şeyden çoktur. Bu, en çok en eski dinde, Brah¬man dininde, ondan az Yahudi dininde, ondan az Buda, Kon-füçyüs, Taoizm dinlerinde, onlardan daha az Hıristiyan dinin¬de ve nihayet en az, en son din olan İslâm dininde vardır. Bu bakımdan Müslümanlık en elverişli durumdadır.

İslâm dini, onda harici, tabii olmayan ne varsa, hepsini atsa ve öz temeline Muhammed'in dinî -manevi öğretilerinin esaslarını koysa- tabiidir ki, bütün büyük dinlerin esasları ve özellikle, gerçeği itiraf eden Hıristiyan öğretilerinin esasları ile birleşir.(*)

Siz böyle uzun uzadıya yazıyorum ki, siz benim fikirleri¬mi oğullarınıza ulaştıracaksınız ve bu fikirler de onların güzel düşüncelerini hayata geçirmeye yarayabilirler. Dinin mahiye¬tini teşkil eden büyük hakikatlerin, onu karanlıklaştıran her şeyden temizlenmesine yardım etmek, insanın yapabileceği en güzel işlerden biridir. Eğer sizin evlâtlarınız bu işleri ailevi bir görev hesap etseler, o zaman hayatları dolu ve tam olacak.

Bilmiyorum, Müslümanlıkta benim bildiğim, yüksek esaslı hakikatleri gizleyen yanlış fikirlerden ve mevhumlardan kurtarılmasına hizmet ettiklerini iddia eden iki öğreti sizce ve sizin evlatlarınızca biliniyor mu bilinmiyor mu?

(*) Çünkü dinlerin temel kaynağı Allah'tır. Öğretileri ise Allah'a ve Allah'ın iman edilmesini istediği şeylere inanıp iman etmektir. Bu durumda Tolstoy'un dediği gibi, dinler bozulmamış olsaydı hepsi İslâm'ın esasları ile birleşecekti.

55

Hz. Muhammed

Buna göre söz konusu her iki grup, araştırılmış ve hâlâ da araştırılmaktadır. Bunlardan biri İran'da çıkmış sonra Tür¬kiye'ye geçmiş olan ve orada yerleşmeye çalışan Bahaîlik'tir. Bahâilik, Akka'da yaşayan Bahaullah'ın oğlunun adından yola çıkılarak kurulmuştur. Ancak bütün insanlık için bir olan sevgi dinini kabul eden bu dinî mezhep, ibadetin hiçbir şeklini kabul etmiyor!*)

İkincisi, Kazan'da ortaya çıkmış, taraftarları, kendilerini kurucularının adıyla adlandırıp kendilerine "Allah'ın ordu¬su" veya "Vaisovçular" diyorlar. Bunlar da inancın aslını sevgide görürler ve sevgiye zıt olan her şeyden uzak dururlar. Bu mezhep veya tarikat da takip edilmekte, rehberleri yakala¬nıp hapse atılmaktadır.

(*) Lev Tolstoy'un da yanlış ve batıl bir inanç olarak nitelendirip dik¬kat edilmesini istediği Bahaî Dini; inananları tarafından Bahaullah olarak adlandırılan Mirza Hüseyin Ali Nuri ( 1817-1892 ) liderli¬ğinde İran'da kurulan batıl bir dindir. Mirza Hüseyin Ali, 1863 yı¬lında Bağdat'ta daha önce Tebriz'de öldürülen ve müridi olduğu Şeyhi Bab Mirza Ali Muhammed'in ve diğer dinler tarafından ge¬leceği vaat edilen Peygamber - Tanrı Elçisi - olduğunu açıklayarak Baha dinini kurmuş oldu. Mirza Hüseyin kendini peygamber ola¬rak açıkladıktan sonra Osmanlı Devleti içerisinde değişik bölgelere sürgüne gönderilmiş ve Bahaî inancını yaymıştır. Mirza Hüseyin Ali'nin (Bahaullah) ölümünden sonra büyük oğlu Abdülbaha (1844-1957) öğretinin liderliğini yapmış, Abdülbaha'nın vefatın¬dan sonra ise büyük torunu Şevki Efendi, Bahaîliğin liderliğine ge¬tirilmiştir. Başlangıçta İslâm dininin bir mezhebini andıran Baha¬ilik zamanla bağımsız bir din halini almıştır. Bahailik'te Yahudilik ve Hıristiyanlıktan alınan esaslarda vardır. Günde üç vakit özel namaz kılarlar. Namaz kılarken, İslâm'dan ayrılan önceleri mez¬hep sonra ayrı bir din hüviyetine dönüşen inanç sistemi olmaları¬na karşın Kâbe'yi kıble olarak kabul etmezler. Bahaullah'ın otur¬duğu evin bulunduğu yeri kıble sayarlar. Bahaîlerin inançlarını düzenleyen iki Kutsal kitapları vardır. Bunlar: El-ikan ve Kitabu'l-Akdes'tir Ülkemizde Yargıtay'ın 1 3 . 1 0 . 1 9 6 2 tarih ve 1 2 5 2 esas, 2 3 4 5 sayılı kararıyla ayrı bir din olarak kabul edilmediği için ayrı iba¬dethane yapımına izin verilmemiştir.

56

Tolstoy

Eğer benim düşüncelerim hiç olmasa bir şeye yarasalar, siz veya oğullarınız kendi faaliyetleri hakkındaki kararlarını bana bildirseler çok memnun olurum."

Lev TOLSTOY

Görülüyor ki, Tolstoy'u annenin yazdığı mektup çok he¬yecanlandırmıştır. Bunu dört sayfalık ve acele yazılan mek¬tubundan anlamak mümkündür. Lev Tolstoy'un, "Müslü¬manlığın kendine has dış görünüşüne göre kilise Hıristiyan¬lığından kıyas kabul etmez derecede üstün durması bende hiçbir şüphe doğurmuyor" cümlesi, onların aile ıstırabına son veren bir cevap olur. Mektup, ailede hüküm (emir) gibi okunup kanun gibi kabul edilir.

Tolstoy'un mektubundan sonra Tiflis'teki Zagafgaziya Ruhani İdaresi general İbrahim Ağa Vekilov'un evlâtlarını Müslümanlığa kabul etmiş ve bu arada Müftü Mirza Hüse¬yin Efendi Kayıpzade'nin imzası ile resmî senet vermiştir. Çocukların adını da değiştirip; Boris, Faris olmuş, Qleb ise Galip olarak resmileşmişlerdir.

Lev Tolstoy'un, Yelena Vekilova'ya yazdığı mektubun aslını Yelena'mn oğlu Faris'de, 1978 yılında Moskova'da Lev Tolstoy adına açılan müzeye vermiştir. Mektuplar müzede hâlâ sergilenmektedir.

57

Hz. Muhammed

'Müslümanların Allah'tan başka ilâhı yoktur ve Muhammed onun peygamberidir.'

Tolstoy

Yasnopolyana Kayıtları

Dâhi yazar Lev Tolstoy, İslâm dinine olan inancını sade¬ce Vekilov'lara yazdığı mektuplarla açıklamamıştır. Onun çok yakınında bulunan binlerce kalem ve kalp dostları Tols¬toy ile İslâm dinine, Hz. Muhammed'in şahsiyetine ulvî mu¬habbeti hakkında yazılar yazıp, sohbetler ederlermiş. Tols¬toy'un, müslümanlığı kabul etmesi konusundaki ilk net ifa¬desi ise, aşağıdaki sözlerinden anlaşılabilir.

Slovak asıllı D. P. Makovitski, altı yıl Tolstoy'un özel doktorluğunu yapmış ve çok sayıda dostunun Tolstoy'u zi¬yaret etmesi sırasında aralarında geçen diyalogları not ede¬rek, "1904-1910 Yıllarında Tolstoy'un Yanında" adlı büyük bir eser yazmıştır.

Bu kitap 1979 yılında dört cilt olarak "Yasnopolyana Ka¬yıtları" adıyla, ilk defa Moskova'da yayımlanmıştır. Kitabın III. cildinin, 356. sayfasında ise Tolstoy'un ailevi sohbetleri veriliyordur. Okuyucu orada Tolstoy'un, General İbrahim Ağa Vekilov'un hayat arkadaşının kaygısına ortak oluşuna ve İslâm dinini kalben sevmesine bir kez daha şahit olur.

Tolstoy'un doktoru Duşan Petroviç Makovitski bu duru¬mu bakın nasıl anlatıyor:

58

Tolstoy

1909 yılı Mart ayının 13'ünde Lev Nikolayeviç Tolstoy bir sohbet sırasında dedi ki: 'Bir anneden mektup aldım. Y a -zıyor ki: Çocuklarımın babası Müslüman'dır ben ise Hıristi¬yan'ım. İki oğlum var, biri talebedir, öbürü zabit (subay). Her ikisi de İslâm dinine geçmek istiyor.'

Tolstoy'un bu sözü üzerine Sofya Andreyevna (Tols¬toy'un arkadaşı): 'Belki de oğullan, çok eşli olmak için Müs¬lüman olmak istiyorlardır.' der.

Tolstoy: 'Ne olur ki... Sanki bizde çok eşliler az mı? Bu mektup hakkında düşünürken benim için çok şey aydınlan¬dı. Muhammed her zaman Evangelizm'in (Hıristiyanların) üstüne çıkıyor. O, insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah'tan başka ilâhı yoktur ve Muhammed onun peygamberidir. Burada hiçbir muam¬ma ve sır yoktur.'

Sofya Andreyevna (Tolstoy'un arkadaşı) : 'Hangisi daha iyidir? Hıristiyanlık mı, Müslümanlık mı?'

Tolstoy: 'Benim için açıktır ki, Müslümanlık daha iyidir, daha üstündür.'

Kısa bir süre sustuktan sonra Lev Nikolayeviç Tolstoy tekrar eder: 'Müslümanlık mukayese edildiğinde Hıristiyan¬lıktan üstünlüğü görülür. Müslümanlık bana çok yardım et¬miştir.'

Mikail Vasileyeviç (Tolstoy'un arkadaşı): 'Zaporojyeli Nekrasovçular(*) İslâm Dinine geçmişler...'

Lev Nikolayeviç Tolstoy. 'İnsan inkişaf edince (gelişince) dinin esasları da; Taoizm, Budizm, Hıristiyanlık da inkişaf ediyor. Bunların da hepsinin dinî esasları birdir. Zaman geç¬tikçe bu da birliğe ve sadeliğe getirip ulaştırıyor..."

(*) 1878 yılında Bulavin isyanı yatıştırıldıktan sonra ataman İknat Nekrasov'un rehberliği ile Türkiye'ye göçen Don Kazakları.

59

Hz. Muhammed

Bir dertli anne Yelena Vekilova

Ünlü yazar Tolstoy ve dertli anne Yelena arasındaki mektuplaşmaların üzerinden yaklaşık 80 yıl geçtikten sonra "Literetarnuya Gazeta"nın 7. sayısında (1991), General İbra¬him Ağa Vekilov'un aile mektubu hakkında bir haber dosya¬sı yayımlandı. Dosya, İslâm dininin bütün dogmalarını (nass-kaynak) kendinde toplayan eşsiz kitap Kur'an-ı Ke-rim'e ayrılmıştı. Bu teşebbüs, İslâm dininin esasları hakkın¬da binlerce Rus okuyucusuna açık, abartısız bilgi vermek için güzel bir başlangıç idi.

Yazar Lev Tolstoy'un Yelena Vekilova'ya yazdığı mek¬tuptan bölümlere yer veren gazete, "Çok teessüf ediyoruz ki, Yelena Vekilova'nın şahsiyeti hakkında hiçbir bilgimiz yok¬tur" itirafında da bulunmadan edememişti.

Azerbaycan'da bu soruya cevap verecek bir tek kimse vardı: General İbrahim Ağa'nın tek torunu olan, Profesör Leyla Galip kızı Vekilova. Asker bir ailenin kızı olan torun Vekilova ailesini şöyle anlatıyor:

"Babaannem Yelena, Tiflis'te subay toplantılarından bi¬rinde, dedem genç subay Ağaoğlu İbrahim Vekilov ile tanış¬mış. Bizim Vekilovlar nesli, Azerbaycan'ın kenar şehri Ka¬zak'tandırlar. Zadegan (Beyzade) soyuna mensup neslimiz resmî olarak 350 yıldan fazladır devam etmektedir. Bizim so-

60

Tolstoy

yumuz, kendi halkına, vatanına birçok savaşçı, âlim, yazar ve şair yetiştirmiştir.

İki genç, birbirini sever. Ancak onların saadetlerine yal¬nızca din farkı engel oluyordur. Azerbaycanlı İbrahim Veki-lov Müslüman, Yelena Yermolayeva ise Provoslav (Hıristi¬yan) dinine mensuptur. O zamanki Rusya İmparatorluğu ka¬nunlarına göre nikâh kıymak için eşlerden biri kendi dinin¬den feragat etmek zorundadır. Ancak dedem de, babaannem de ailelerinden aldıkları dinî terbiyeye karşı çıkamamakta¬dır. Durum böyleyken İbrahim Ağa Vekilov, 'Rus Çarı'na müracaat eder. Uzun çekişmelerden sonra evlilik izni verilir. Fakat böyle evliliklerde yine dünyaya gelen çocuklar, Rus İmparatorluğu kanunlarına göre Provoslav (Hıristiyan) dinî terbiyesi almalıdırlar.

Böylece Yelena üç çocuğunu -kızı Reyhan, oğulları Boris ve Qleb'i vaftiz ettirir. Fakat babalarının ve akrabalarının et¬kisi ile çocuklar İslâm dinine meyleder ve Tolstoy'un telkini ile Müslüman olurlar..." (*)

Tolstoy ve Nakşibendiler

Tolstoy'un 80. yaş gününde Kazan-Tatar Türkçesinde yayın yapan gazete ve dergilerde L.N. Tolstoy hakkında pek çok anma yazısına yer verilir. Tatarların ünlü yazarları Ab¬dullah Tukay, Fatih Emirhan, Fatih Kerimi gibi isimler, Tols¬toy'u tanıtan makaleler yayımlar. 'Fikir', 'İdeal', 'Vakit', 'El-Islah' ve 'Şura' gibi basın yayın organlarında Tolstoy'un fel¬sefesi anlayışı ve dünya edebiyatında ki yeri hakkında yazı¬lar kaleme alınır. Bu arada bazı Tatar yazarların Tolstoy'la mektuplaşmaları da bahsi geçen yayın organlarında yer bu¬lur.

(*) Kaynak: Şemistan Nazirli, Topoğraf General İbrahim Vekilov, Azerbaycan Devlet Kütüphanesi; Bakü "Zaman" 2002. Kayıt no: 71277 ve 70823.

61

Bu mektupların en dikkat çekeni ise 1909 yılında 'İktisat' dergisinin yazarı Fatih Murtazın'ın, Tolstoy'a cevaplaması için gönderdiği 5 soruluk yazındır. Tolstoy'un cevabı 9 Ocak 1910'da gelir. Tolstoy'un mektubunun Tatarca'ya tercümesi 'İktisat' dergisinin (1910) 11. sayısında yayımlanır.

Tolstoy cevabında; 'Aslında her din güzel, hayatın ma¬nasını ise dine inanan her insan aramalı ve insanlığı sevmeli' diyerek hümanist bir yaklaşım sergiler. Ancak işin ilginç ta¬rafı ünlü Rus yazarın cevap mektuplarıyla beraber, derginin yazarı Murtazın'a, 'Hergün İçin Bir Hadis' adında bir kitap¬çıkta göndermesiydi. Bu kitapçıkta Tolstoy, Hz. Muham-med'in sözlerine yer verir ve ekler; "Bu ilahi (ezgi) kelimeler her türlü din ehli için gereklidir"(*)... Dergide çıkan cevap mektubunda Tolstoy, Arapça bilmediği için İslam'ı Rus mis¬yonerlerinden öğrendiğini de itiraf etmektedir.

Prof. Dr. Elfine Sibgatullina'ya göre Tolstoy'un bahsetti¬ği misyonerler Tatarlar arasında varolan (1860) ilginç bir sofi teşkilatıdır. Kurucusu Bahauddin Vaisov, Nakşibendî Tarika-tı'na mensup olsa da dönemin sosyal ve yaşamsal gereklilik¬lerine ek olarak tarikat felsefesine yenilikler yükleyecek ka¬dar da açık fikirlidir... Ancak Rus Çarı'na göndermiş olduğu mektuplarda hükümetin siyasetini tenkit ermesinden dolayı Bahauddin Vaisov sürgüne gönderilir.

Prof. Dr. Elfine Sibgatullina'ya göre Bahauddin Vaisov, Tolstoy ile görüşmüş ve bazı konularda ortak noktalarda bu¬luşmuşlardır. Hatta Tolstoy Vaisov gibi devletten ve toplum¬dan ayrılma fikrine katılmıştır(**)

(*) Ravil Amirhanov. Tatarskaya Dorevolutsyonnaya Pressa (V Kontekste "Vostok-Zapad"), Kazan, Tatarskoye Knijnoye İzdatelstvo, 2002; s. 141-142.

(**) Tatar Edebiyatı Tarihi, II. Cilt, Kazan, Tataristan kitap neşriyatı, 1985.

62

3.BÖLÜM TOLSTOY'UN İTİRAFLARI

Allah'a İnanmak

Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebine göre vaftiz edildim ve çocukluk yıllarımda bu mezhebin görüşleri doğrultusun¬da eğitildim. Çocukluk ve gençlik yıllarımdaki öğrenim ya¬şantımda da yine bu inanç çizgisinde öğrenim gördüm. An¬cak on sekiz yaşımdayken, ikinci yıldan sonra üniversite öğ¬renimimi yarıda bıraktığımda artık bana öğretilmiş görüşle¬rin hiçbirine inancım kalmamıştı. Geçmişte yaşadığım olay¬lara ve anılara dayanarak hüküm vermem gerekirse, aslında çok da inançlı biri sayılmazdım. Fakat buna rağmen çevrem¬deki insanların inançlarına saygı gösteriyor ve bana öğreti¬len bilgilere inanıyor, itimat ediyordum. Aslında işin gerçeği, bu itimat çok da kalpten inanarak değildi.

Benim dinî inançlarımdan kopuşum, kültürlü ve aristok¬rat tabakaya mensup insanlarda geçmiş dönemlerde nasıl ol¬muşsa ve şimdi de nasıl olmaya devam ediyorsa öyle olmuş¬tu. Sanırım bu durum bir çok insan için aynı seyri takip et¬mektedir. Y a n i çevresindeki çoğunluk nasıl yaşıyorsa insan da öyle yaşıyor.

İnsanların büyük bir kısmı, inanç esaslarıyla hiçbir ortak noktası olmayan, hatta çoğunlukla ona ters düşen ilkelere bağlı olarak yaşıyorlar. İnanç öğretisinin yaşantımızda pek yeri yok; ne başka insanlarla olan ilişkilerimizde rastlıyoruz

65

Hz. Muhammed

ona, ne de bizzat kendi yaşantımızda onunla ilişkimiz olu¬yor. İnanç esaslarını herhangi bir yerde, yaşamdan uzakta ve yaşamdan bağımsız olarak kabulleniyoruz. O, herhangi bir zamanda karşımıza çıkınca da yaşamı içten hiç ilgilendirme¬yen ve sanki sadece dıştan bir olaymış gibi karşılıyoruz.

Bir insanın dindar olup olmadığını, eski zamanlarda ol¬duğu gibi şimdi de o insanın hayatından ve davranışların¬dan anlayabilmek oldukça güçtür.

İnanç, bugün ya da eski devirlerde olsun hep dış baskı¬larla ayakta tutulmaya çalışılmıştır ve insanlar ona sonsuz bir güven duyarak, yaşamlarında inanca bütünüyle yer vere¬memişlerdir. İnanç, bugün artık bilimlerin ve inanç esaslarıy¬la ters düşen hayat deneyimlerinin etkisi altında erimektedir ve erimiştir.

İnsanların büyük bir bölümü, kendisine daha çocuk¬lukta öğretilen inanç öğretisinin kendisinde sanki hiç bozul¬madan varlığını devam ettirdiğini zanneder; oysa ki aslında bu öğretiyi, o inancı çoktan kaybetmiştir.

Bu durum insanların çok büyük bir çoğunluğunda sanı¬rım aynıdır. Elbette bizim gibi eğitim görmüş insanlardan, yani kendi kendine karşı samimî davranan insanlardan bah¬sediyorum; yoksa inandıkları dinlerini, dünyevî amaçlarına alet eden insanlardan değil. Aslında bu tip insanlar gerçek inançsızlardır; çünkü, inanç onlar için herhangi bir dünyevî amaca ulaşmak için araç durumundadır. Bu ise şüphesiz ki asla inanç değildir. Bazı insanlar, bilginin ve hayatın ışığının yıktığı o çürük binanın kalıntılarını çoktan silip süpürmüş, bazıları ise bunu henüz fark edememişlerdir.

Evet, Allah'a inanıyordum; daha doğru söylemek gere¬kirse Allah'ı inkâr etmiyordum ama nasıl bir Allah'a inanı¬yordum, işte bunu anlatamazdım.

Yalnızca, kendi adıma tek gerçek olduğuna inandığım şeyi, ulaştığım bu gerçek bilgiyi yazılarımda diğer insanlara

66

Tolstoy

öğretiyordum. Yani benim şimdi sürdürdüğüm gibi yaşamak gerektiğini ve insanın en rahat yaşadığı yerin ailesinin yanı olduğunu anlatıyordum insanlara. Yaşantım böyle sürüp gi¬diyordu. Fakat yaşantımın bu akışa girmesinden beş yıl son¬ra tuhaf bir şeyle karşılaştım. Bazı anlarda zihnimi birdenbi¬re kuşkular sarıyordu. Sanki yaşam böyle anlarda duruyor, zaman akmıyordu. Nasıl yaşamam, ne yapmam gerektiğini bilmiyor gibi oluyordum. Dengemi yitirdim ve melankoliye düştüm. Fakat bu durum kısa bir süre sonra geçti. Yaşantımı kaldığı yerden, yine eskiden olduğu gibi sürmeye başlamış¬tım ki, bu kuşku anları daha sık, hem de öncekine göre çok daha yoğun bir hâlde tekrar etmeye başladı. Hayatımın dur¬duğu bu anlarda hep aynı sorular ortaya çıkıyordu:

Niçin? Peki, ya sonra ne olacak?

Başlangıçta bunların anlamsız, saçma sorular olduğunu düşündüm. Sanıyordum ki, bunların cevapları belli, ortada olan cevapları var ve ben bu cevaplara kolayca ulaşacağım. Her şeyden önce bu soruların çözümü ile uğraştığımda me¬selenin ortadan kalkacağını düşünüyordum. Fakat bununla uğraşacak zamanım yoktu. Eğer günün birinde canım isterse cevaplan bulabilirim diye düşünüyordum. Ancak sorular gittikçe daha sık ortaya çıkmaya ve çoğalmaya başladılar; üstelik bu sorular, cevaplarını bulmanın çok güç olduğu so¬rulardı. Durmadan aynı yere düşen noktalar gibi, bu cevap¬sız sorular da kara bir leke halinde toplanıp büyüyordu. Bir iç hastalık nedeniyle acı çeken bir insanın hâli nasılsa, benim hâlim de öyleydi. Önce hastanın önem vermediği küçük işa¬retler belirir, sonra bu işaretler gittikçe daha sık tekrarlanır ve zamanla kurtulmanın imkânsız olduğu bir ıstırap haline gelir. Acı giderek büyür ve hasta düşünmeye vakit bulamaz olur. O zaman şunu fark eder ki, kendisinin sağlık içinde ya¬şarken pek fazla önemsemediği şey, aslında dünyada onun için en önemli olan şeydir: Yani, ölümdür.

67

Hz. Muhammed

Yaşantım sanki durmuştu; sadece nefes alıyor, yiyor, içi¬yor ve uyuyordum. Ancak bunları yapıyorum diye yaşadı¬ğımdan bahsetmem mümkün değildi; çünkü ruhumu ra¬hatlatacak ve aklımı tatmin edecek bir arzum yoktu. Aslın¬da şunu da çok iyi biliyordum ki, bir arzum olduğunda, onu gerçekleştirsem de gerçekleştirmesem de sonunda bir şey değişmeyecekti.

Yaşamayı sürdürüyordum ama bu sadece yaşam fonksi¬yonlarımı sürdürmekten ibaretti. Bir uçurumun başına gel¬miştim ve önümde yok oluştan başka bir şey olmadığını çok iyi görüyordum. Ulaştığım sonuca kayıtsız kalmam imkân¬sız olduğu gibi, önümde yalnızca acı ve gerçeğin durduğunu görmemek için gözlerimi kapatmam da imkânsızdı. Yaşadı¬ğım tam bir perişanlıktı.

Bir seyyahla, onun çölde karşılaştığı yırtıcı hayvanları anlatan o şark masalını kim bilmez ki! Seyyah, yırtıcı bir hayvandan kurtulmak için kendini kurumuş bir kuyuya atar. T a m o anda, kuyunun dibinde onu yutmak için ağzını açmış bekleyen bir ejderha görür. Yırtıcı hayvan tarafından parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen ama ejderha tarafından yutulmamak için aşağıya da atlayamayan bu zavallı seyyah, kuyunun duvar taşları arasında boy ver¬miş bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur. Az sonra elleri uyuşmaya başlar ve kendisini her iki tarafta bekleyen felâke¬tin kucağına düşeceğini anlar; ancak dala hâlâ sımsıkı tutun¬maktadır. O sırada birkaç farenin, onun tutunduğu delğn çevresinde dolaşmakta ve dalı kemirmekte olduğunu görür. Dal kopacak ve o da canavarın ağzının ortasına düşecektir. Seyyah bunu görünce kurtulma ümidinin artık hiç kalmadı¬ğını anlar. Çaresizlik içinde çevresine bakarken, dalın yap¬raklarında bal damlaları görür; dilini uzatır ve bunları yala¬maya başlar. İşte, ben de aynen bu seyyahın benzeriydim; ölüm ejderhasının kaçınılmaz bir şekilde beni beklediğini, beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim hâlde, son bir

68

Tolstoy

ümitle hayatın dallarına tutunuyordum ve bu azaba niye düştüğümü de aklım bir türlü almıyordu. Bana o güne kadar teselli vermiş olan balı yalamayı deniyordum; ancak bal ar¬tık tat vermez olmuştu. Ölüm ejderhası ağzını açmış beni yutmak için beklerken, yaşamın kemirgen fareleri de tutun¬duğum dalı kopartmaya çalışıyorlardı. Bense artık sadece kendilerinden kaçamayacağım o ejderha ile fareleri görüyor, gözümü onların üzerinden ayıramıyordum. Üstelik bu bir masal değildi; gerçeğin ta kendisiydi. Bu, aksinin ispatlana-mayacağı ve herkesin algılayabileceği bir gerçektir.

Soru: "Ne için yaşıyorum?"

Cevap: "Sonsuz büyük mekânda, sonsuz zaman irinde, sonsuz küçük parçacıklar, sonsuz küçük bileşimler içinde değişirler ve sen eğer bu değişimlerin yasalarını kavrayama-mışsan, yeryüzünde niçin yaşadığını da kavrayamamışın¬dır."

Aynı şekilde düşünce anında kendi kendime şöyle di¬yordum: "Bütün insanlık, onu yöneten manevî ilkelere ve ideallere dayanarak gelişiyor. Bu idealler dinlerde, bilimler¬de, sanatlarda, devlet şekillerinde ifadesini buluyor. Bu ide¬aller gittikçe yükselmekte ve insanlık da gittikçe daha yük¬sek mutluluğa tırmanmaktadır. B e n de insanlığın bir parçası¬yım. Bu nedenle benim görevim, insanlığın ideallerini öğren¬mek ve bunların gerçekleştirilmesine katkıda bulunmaktır."

Zihin gücümün zayıf olduğu sıralarda bu cevapla yetin¬dim. Ancak yaşamın sorusu içimde bütün netliğiyle uyanır uyanmaz, bu teori de birdenbire yıkılıverdi. Bilimlerin, in¬sanlığın küçük bir bölümünün araştırılmasından çıkardığı ve genel geçer sonuçlar olarak sunmaya çalıştığı vicdansız vur¬dumduymazlığı ile insanlığın ideallerinin yer aldığı bu felse¬fenin birçok yönünün karşıtlıklar yığını olması bir yana, bu felsefenin aptalca demeyeyim ama şaşılacak noktası şuydu: Her insanın karşısına çıkan "Ben neyim?" ve "Ben niçin yaşı¬yorum?" ya da "Benim görevim ne?" sorularını cevaplandır-

69

Hz. Muhammed

mak istiyorsak, önce şu soruyu çözmemiz gerekiyor; "Bizim yalnızca çok küçük bir zaman diliminde, çok küçük bir par¬çasını bildiğimiz o bütünün ve insanlığın varlığının anlamı nedir?"

İnsan, bunu yanıtlayabilmek için öncelikle bu bahsi ge¬çen sırlarla dolu insanlığı, yani daha kendini bile kavraya¬mamış insanlardan kurulu insanlığın ne olduğunu kavra¬mak zorundadır.

Kendine "Nasıl yaşamalıyım?" sorusunu samimiyetle soran insan, deneysel bilimlerin bu soruya verdiği "Sonsuz evrendeki zaman ve birleşme imkânları bakımından sonsuz parçacıkları araştır; sonra kendi hayatını anlayacaksın?" şek¬lindeki cevapla nasıl tatmin olmuyorsa, aynı insan şu cevap¬la da yetinemeyecektir: "Başlangıcını ve sonunu hiç bilmedi¬ğimiz ve belki de en küçük parçacığını bile tanımadığımız insanlığa ait bütün yaşam anlayışlarını araştır; işte o zaman kendi yaşamının anlamını kavrayacaksın!"

Hiç Olabilmek İçin

Hastalık, yaşlılık ve ölümü hiç görmemiş ve onların ne olduğunu bilmeyen genç, mutlu prens Sakya-Muni, bir ge¬zinti sırasında görünüşü perişan, dişleri dökülmüş, salyaları akan bir ihtiyara rastlar. O zamana kadar ihtiyarlığın ne ol¬duğunu bilmeyen prens, şaşkınlık içinde arabacısına bunun ne olduğunu, adamın nasıl olup da bu acınası ve itici hale düştüğünü sorar. Bunun bütün insanların ortak kaderi oldu¬ğunu, kendisi kral oğlu olsa bile aynı şeyin kendi başına gel¬mesinin de mukadder olduğunu öğrenince gezisine devam edemez ve bu konuda düşünmek için geri dönmek ister. T e k başına bir köşeye çekilerek günler boyunca düşünür ve anla¬şılan sonunda bir teselli bulur. Çünkü yine keyifli ve mutlu olarak geziye çıkar. Bu defa karşısına vücudu şişler içinde, güçsüz ve gözlerinin feri sönmüş hasta bir adam çıkar. O gü¬ne kadar hastalığı hiç bilmeyen prens arabayı durdurur ve

70

Tolstoy

arabacıya bunun ne olduğunu sorar. Bunun hastalık olduğu¬nu, herkesin başına gelebileceğini, sağlıklı ve mutlu bir kral oğlu olan kendisinin bile aynı hastalığa yakalanabileceğini öğrenince yine neşesini ve cesaretini kaybeder, geri dönmeyi emreder. Daha önce olduğu gibi yine düşüncelere dalarak te¬selli arar. Aradığı teselliyi yine bulur ki, üçüncü kez gezinti¬ye çıkar. Bu üçüncü gezisinde yine bir manzara ile karşılaşır. Bir şeyin insanlar tarafından taşınmakta olduğunu görür. Arabacıya sorar:

-Bu nedir?

-Bir cenaze efendim.

-Cenaze ne demek?

-Bu herkesin sonudur.

Prens ölüye yaklaşır, örtüyü açar ve yüzüne bakar.

-Şimdi ne yapacaklar onu? diye sorar.

-Onu gömecekler.

-Niye?

-Çünkü artık kesinlikle canlanmayacak ve gelecekte on¬dan sadece pis bir koku ve kurtçuklardan başka hiçbir şey kalmayacak.

- V e bu insanların kaderi öyle mi? Benim de mi? Beni de gömecekler, benden geriye de pis bir kokudan başka bir şey kalmayacak, öyle mi? Beni de kurtçuklar mı yiyecek?

-Evet.

-Geri dönelim. Artık gezmek istemiyorum ve bir daha da bunu istemeyeceğim.

Sakya-Muni bu defa bir teselli bulamadı ve yaşamın en büyük dert olduğu sonucuna vardı. Bütün gücünü, kendini ve başkalarını bundan kurtarmaya harcadı. Yaşamdan öy¬le kurtulsunlar ki, ölümden sonra da hiçbir biçimde tekrar¬lanmasın ve yaşam kökünden kazınmış olsun.

71

Hz. Muhammed

Yaşamın sorusuna cevap verdiği zaman, insan bilgeliği¬nin kesin cevaplan bu doğrultudadır.

Sokrates: "Maddî hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüz¬den maddî hayatın yok edilmesi bir mutluluktur ve biz bunu dilemeliyiz." der.

Schopenhauer: "Hayat, olması gereken bir şeydir ama bir derttir; hiçliğe geçiş ise hayattaki tek mutluluktur." der.

Hz. Süleyman: "Dünyadaki her şey: delilik ve bilgelik, zenginlik ve yoksulluk, sevinç ve acı; bunların hepsi boştur, hiçtir. İnsan ölüp gider ve ardında hiçbir şey kalmaz. Ve bu saçmadır." der.

Buda: "Istırabın, acının, güçten düşmenin, ihtiyarlığın ve ölümün kaçınılmazlığının bilinciyle yaşanmaz. İnsan ken¬dini hayattan, hayatın her imkânından kurtarmak zorunda¬dır." der.

Bilimlerin içinde dolaşmam beni çaresizlikten kurtara¬madığı gibi, bu çaresizliğimi daha da arttırdı. Bu bilimlerden biri yaşamın sorusuna hiç cevap vermedi. Bir başka bilim ise diğerinin tersine soruma doğrudan cevap vererek benim çaresizliğimi onayladı ve bana gösterdi ki, ulaştığım sonuç benim yanılmışlığımın, benim hastalıklı ruh hâlimin meyve¬si değil. Yani, benim doğru düşündüğümü ve insanlığın dâhileriyle aynı sonuçlara vardığımı onayladı.

Bunda yanılma yok; her şey boş ve ölüm yaşamdan çok daha iyi. İnsanın yaşamdan kendini mutlaka kurtarması ge¬rek. Hiç doğmamış olana ise ne mutlu.

Bilinmeyeni Bulmak

Çözümü bilimde bulamamıştım ve bu çözümü yaşam¬da aramaya başlamıştım; umudum onu çevremdeki insan¬larda bulabilmekti. Böylece insanları gözlemlemeye başla¬dım. Beni çaresizliğe sürükleyen bu sorulara karşı diğer in¬sanların nasıl bir tavır takındıklarını merak ediyordum.

72

Tolstoy

Peki, öğrenim seviyeleri ve yaşam tarzlarıyla bana ben¬zeyen bu insanlar nasıl bir cevap bulmuşlardı? Gördüm ki, benim çevremdeki bu insanlar, içinde bulunduğumuz bu korkunç durumdan kurtulmak için dört farklı çıkış yolu bul¬muşlardı.

Birinci çıkış yolu bilgisizlik yoluydu ve bu yol şundan ibaretti: Hayatın bir belâ ve saçmalık olduğunu bilmemek ve kavramamak.

İkinci çıkış yolu ise Epikürcü çıkış yoluydu. Bu düşünce¬nin esası şuydu: İnsan hayatın umutsuzluğunu bilse de, o¬nun sunduğu nimetleri tatmaktır.

Benim çevremdeki insanları çoğunluğu yaşama imkânı¬nı ancak böyle buluyordu. İçinde bulundukları şartlar onla¬rın dertten çok nimet kazanmasını sağlıyor ve ahlâkî duyar¬sızlıkları sayesinde unutma imkânı buluyorlardı. Bu ahlâk¬sızlık ve duyarsızlıklarına rağmen iyi durumda olmaları ise sadece bir rastlantıdır.

Çağımız insanlarının büyük çoğunluğu böyle düşün¬mekte, böyle hissetmektedir. Bu insanlardan bazılarının dü¬şünce ve hayal güçlerinin felcini bir felsefe diye ilân etmele-riyse bu insanları yaşamın sorusunu görmemek için balı yalamayı sürdürenler grubundan ayırmaz. Benim bu in¬sanlara uymam da mümkün değildi. Onların hayal gücü¬nün duyarsızlığı bende olmadığı için, yapay olarak da bu¬nu sağlayamazdım. Gözlerimi, onları bir kere görmüş olan herhangi bir insan gibi, farelerden ve ejderhadan çeviremez-dim.

Üçüncü çıkış yolu, güç ve enerjinin yoluydu. Esası şuy¬du: İnsan, hayatın dert ve saçmalık olduğunu anlayınca onu yok etmelidir.

Dördüncü çıkış yoluysa zayıflık yoluydu ve bunun esası şuydu: İnsan, yaşamın dert ve saçmalık olduğunu kavradığı ve bu yaşamdan bir şey çıkmayacağını bildiği hâlde onu sür¬dürmeye son vermez.

73

Hz. Muhammed

Bu grubun insanları ölümün hayattan iyi olduğunu bi¬lirler. Fakat onlar yanılgılarına bir an önce son vererek ken¬dilerini öldürecek akıllıca davranma gücüne sahip olmadık¬ları için, sanki bir şeyler bekliyor gibi davranırlar. Bu zayıflı¬ğın yoludur; çünkü eğer ben daha iyi olanı biliyorsam ve bu¬na gücüm de yetiyorsa, kendimi daha iyi olana vermekten neden geri kalacaktım? İşte, ben bu gruptaydım.

Benim grubumun insanları kendilerini o korkunç çeliş¬kiden çeşitli şekillerde kurtarıyorlardı. Aklımı ne kadar zor-lasam da, bu dördüncü çıkış yolunun yanına bir beşinci yol koyamıyordum. Sadece bazı çareler vardı. Bu çarelerden biri, yaşamın saçmalık ve dertlerden oluştuğunu, boş olduğunu ve bu yaşamı sürdürmemenin daha iyi olduğunu kavrama-maktı. Fakat bunu bilmemek benim için mümkün değildi. Bunu bir kere görmüştüm ve bilmezlikten gelemez, gözleri¬mi bundan çeviremezdim.

İkinci çare, hayatı olduğu gibi kabullenmek ve geleceği düşünmemektir. Ancak ben bunu da yapamazdım. İhtiyar¬lık, acı ve ölümün var olduğunu bildiğim hâlde Sakya-Muni gibi ava gidemezdim. Yaşam gücümün çok güçlü olmasına rağmen, kısa bir süre için bana zevk veren anlık tesadüfler¬den hoşlanmıyordum.

Üçüncü çare, yaşamın bir belâ ve bir delilik olduğunu anladıktan sonra ona son vermek, intihar etmekti. Bunu kav¬ramıştım ama sebebini ben de bilmem, kendimi öldürmeyi hiç denemedim.

Dördüncü çare ise, Hz. Süleyman'ın ve Schopenhauer'in durumunda yaşamak, yaşam denilen şeyin bana yapılan ap¬talca bir şaka olduğunu bilmek ama yine de yaşamaktır; yı¬kanmak, giyinmek, yemek yemek, konuşmak, hatta kitap yazmaktır. Bu benim için iğrenç bir şeydi; acı ve ıstırap do¬luydu ama yine de bu şekilde yaşamımı sürdürdüm.

74

Tolstoy

Aklım, yaşamın akılsızca bir şey olduğunu kabul etmiş¬ti. Eğer daha yüksek bir akıl yoksa -ki yoktur ve varlığı hiç¬bir şeyle ispatlanamaz- o hâlde bence akıl, yaşamın oluşu¬munu meydana getirir. Akıl olmasa, benim için yaşam da ol¬maz. Fakat bu akıl eğer yaşamın sebebi ise, yaşamı nasıl in¬kâr edebilir ki? Ya da tam tersine yaşam olmasa, benim ak¬lım da olmaz; yani akıl yaşamın yaratığıdır. Yaşam her şey¬dir. Akıl yaşamın meyvesidir ve bu akıl bu yaşamı inkâr et¬mektedir. Bu noktada doğru olmayan bir şeyin var olduğu¬nu hissediyorum.

Yaşamın boş olduğunu gözlemlemek, öyle büyük bir akıllılık değil. Bu düşünce en eski çağlardan beri dile getiri¬lir; hem de en basit insanlar tarafından bile. Fakat bu insan¬lar yine de yaşamışlardır ve yaşıyorlar. Herkes nasıl oluyor da yaşamayı sürdürüyor ve yaşamın akla uygunluğundan bir an olsun şüphe etmiyor, bunu anlayamıyorum.

Bilgelerin bilgelikleriyle onaylanmış olan bilgim bana şunu göstermişti ki, dünyada var olan canlı cansız her şey son derece bilgeceydi; yalnızca benim durumum çok aptal-caydı. Bu ahmaklar, yani insanların büyük bir çoğunluğu, dünyadaki canlı cansız tüm varlıkların yapısı hakkında en u¬fak bir şeyi bile bilmeden yaşıyorlardı. Fakat sonuçta bu in¬sanlar yaşıyorlardı ve yaşamlarının da son derece akla uy¬gun şekilde düzenlenmiş olduğuna inanıyorlardı.

Bütün bu düşünceler aklıma şu soruyu getirdi: " Y a he¬nüz bilmediğim bir şey varsa?" Cehalette işte aynen böyle çalışır. Cehalet hep aynı şeyi söyler ve eğer bilmediği bir şey karşısına çıkarsa onun saçma olduğunu söyler. Aslında in¬sanlık bir bütündür; yani yaşamış olan ve yaşayan tüm in¬sanlar sanki hayatın anlamını kavramış gibi davranırlar. Çünkü onu kavramamış olsalardı, yaşayabilmiş olamazlardı.

Bilgeliğimiz ne kadar kesin olsa da, yine de yaşamın an¬lamını öğrenmeyi bahşetmedi bize. Yaşayan bütün insanlar, milyonlarca insan, yaşamın anlamından hiç şüphe etmiyor.

75

Hz. Muhammed

En karanlık çağlardan bugüne gelinceye kadar, yaşamın boş ve anlamsız olduğunu bana da ispat eden o görüşleri ta¬nıyan tüm insanlar, buna rağmen yine de yaşamış ve yaşama yine de bir anlam vermişlerdir.

Benim içimdeki ve çevremdeki her şey, maddî ve maddî olmayan ne varsa, hepsi onların yaşam hakkındaki bilgileri¬nin meyvesidir. Zekâmın bu yaşamı yargılama ve lanetleme¬me yarayan araçları benim tarafımdan değil, onlar tarafın¬dan meydana getirilmiştir. Ben doğdum, eğitildim, büyü¬düm. Onlar demiri yeryüzüne çıkardı ve işledi, onlar ormanı açmayı öğretti, onlar inekleri ve atları ehlileştirdi, onlar ekin ekmeyi öğretti, onlar birlikte yaşamayı öğretti, onlar yaşantı¬mızı sağlam biçime soktu, onlar bana düşünmeyi, konuşma¬yı ve yazmayı öğretti. Yiyip içmem, giyinmem ve ders görüp eğitilmem onlar sayesinde oldu. Onların eseri olan ben, yine onların düşünce ve sözleriyle düşünerek onlara diyorum ki, bunların hepsi boş ve anlamsızdır. "Bunda bir yanlışlık var!" diyordum kendi kendime. Fakat bu yanlışlık neydi, işte onu bulamıyordum.

Yakınımdaki insanların oluşturduğu dar çevreye baktı¬ğımda, o soruyu anlamayan bir çok insan görmüştüm. Soru¬yu anlamış ya da anlamaya çalışan bir çok insan ise yaşamın sarhoşluğu içinde onu susturmuştu. Diğer yandan onu anla¬yan ve yaşamlarına son verenler ile ne kadar kaçmaya çalış¬salar da, en sonunda onu anlayan ve yaşamlarını çaresizlik içinde sürdürme zayıflığını gösterenler de vardı. Bu tahsilli, zengin ve avare insanlardan oluşan benim de dahil olduğum dar çevrenin bütün bir insanlık demek olduğu yanılgısı için¬de yaşamıştım. Bir zamanlar yaşamış ve şimdi yaşamakta olan milyonlarca insan, birer insan değil, sanki bir tür hay¬vandı.

76

Tolstoy

Allah'la Birleşme

Tahsillilerin ve bilgelerin temsil ettiği şekliyle, yani akıl yoluyla elde edilen bilgi, yaşamın anlamını inkâr etmektedir. İnsanlığın büyük bir bölümü ise, bu anlamı akla dayandırıl¬mamış bilgide görmektedirler. Akla dayandırılmamış bu bil¬gi ise inançtır; yani benim reddetmem gerektiğine inandığım inanç; bir ya da üçlü bir Tanrı'ya, dünyanın altı günde yara¬tılmış olduğuna, şeytana, meleğe ve benim aklımı kaybetme¬diğim sürece kabul edemeyeceğim her şeye duyulan inanç.

İçinde bulunduğum durum dehşet vericiydi. Biliyordum ki, akla dayalı bilgi yolunu izlediğimde yaşamı inkârdan başka bir şey bulamayacaktım. Akla dayalı bilgiden çı¬kan sonuç da şuydu: Hayat bir belâdır ve insanlar bunu bi¬lirler. Yaşamamak, insanların kendi elindedir. Fakat onlar yi¬ne de yaşadılar ve yaşıyorlar. Ben de hayatın anlamsız bir şey, bir belâ olduğunu çok iyi bildiğim hâlde yaşadım ve ya¬şıyorum. Yaşamın anlamını kavramak için kendimi akıldan kurtarmalıyım; yani bu anlam olmadan var olamayan akıl¬dan. İnançtan çıkabilecek en iyi sonuç işte buydu.

İçine düştüğüm çelişkilerle beraber iki yol açılıyordu önümde: Ya benim akla yatkın dediğim şey benim düşündü¬ğüm kadar akla yatkın değildi ya da bana saçma görünen şey düşündüğüm kadar saçma değildi. Böylece, akla dayalı bilginin ilerleyişini gözlemlemeye başladım.

Akla dayalı bilginin ilerleyişini gözlemlediğimde ve so¬nuçlarını kontrol ettiğimde, ortaya çıkan sonuçları tamamıy¬la doğru buldum. Hayatın bir hiç olduğu sonucu kaçınılmaz olarak karşıma çıkıyordu. Ben niçin yaşayayım? Benim bir gölgeyi andıran yok oluşlu yaşamımdan gerçeğe ve ölüm¬süzlüğe dair ne çıkar? Bu ölümsüz dünyada benim ölümlü varlığımın anlamı nedir? Bu gibi soruları cevaplandırmak için hayatı araştırmaya kalkışıyordum.

77

Hz. Muhammed

Yaşadığım bütün sorularımın çözümü, anlaşılacağı üze¬re beni tatmin etmiyordu. Çünkü benim sorum ilk bakışta her ne kadar yalın görünse de, ölümlüyü ölümsüzlük yoluy¬la açıklamaya ya da tersine daveti kapsıyordu. Kendime so¬ruyordum: "Benim yaşamımın zaman, sebep ve mekân dışı anlamı nedir? Yaşamımın zamana, sebebe ve mekâna bağlı anlamı nedir?" Derin ve zahmetli bir düşünme eyleminden sonra cevabım her defasında şu oluyordu: "Hiç!" Gözlemle¬rimde hep ölümlüyü ölümlüyle, ölümsüzü ölümsüzle karşı¬laştırmıştım. Bunu başka türlü de yapamazdım; çünkü bun¬dan başka yapılabilecek bir şey yoktu. Bundan dolayı vardı¬ğım sonuç olması gerektiği gibiydi: "Kuvvet kuvvettir, son¬suzluk sonsuzluktur, hiçlik hiçliktir." Bundan başka bir so¬nuca ulaşmam mümkün değildi. "Nasıl yapmalıyım?" soru¬sunu nasıl sorarsam sorayım, onun cevabı "Allah'ın yasasına göre!" olacaktır. "Benim şimdiki hayatımdan ne çıkar?" "Sonsuz azap ya da sonsuz mutluluk." "Ölümün mahvetme¬diği anlam nedir?" "Sonsuz olan Allah ile birleşmedir; cen¬nettir." Böylece şunu zorla kabul etme durumuna geldim: O döneme kadar bana göre biricik ve kesin sayılan akla dayalı bilginin yanında, bütün insanlığın akıl dışı bir başka bilgisi vardı. Bu bilgi, insana yaşamak ve yaşamını sürdürmek im¬kânı veren yaratıcının kurgusuna olan inançtı.

İnancın bütün akıl dişiliği benim için o güne kadar ne ise, öyle kaldı; fakat onu kabul etmek zorunda kaldım. Çün¬kü yalnızca o, insanlığın yaşamın anlamına dair sorduğu so¬rulara cevaplar buluyor ve bunun sonucunda da yaşama im¬kânı sağlıyordu.

Akla dayalı bilgi beni hayatın saçma bir şey olduğunu kabullenmeye sürüklemişti; yaşamım durmuş, donuklaş-mış ve ben de onu yok etmek arzusuna kapılmıştım. İnsan¬lara, bütün insanlığa bakıyordum ve görüyordum ki, insan¬lar yaşıyorlardı. Üstelik yaşamın anlamını bildiklerini iddia ediyorlardı. Sonra kendime baktığımda görüyordum ki, ben

78

Tolstoy

yaşamın anlamına dair sorulara cevaplar bulduğum sürece yaşıyordum. Diğer insanlara olduğu gibi bana da yaşamın anlamını ve yaşama imkânını inanç vermişti.

Başka ülkelerin insanlarına, çağdaşlarıma ve ölmüşlere baktığımda, yine aynı şeyi görüyordum. İnsanlığın başlangı¬cından itibaren, yaşamın olduğu her yerde, yaşama imkânını ve iradesini inanç veriyordu. İnancın ana çizgileriyse her yerde hep aynıydı.

'Allah'ı bulmak gerek'

İnanç hangi cevapları verirse versin ve bu cevapları ki¬me verirse versin, inancın verdiği her cevap insanın ölümlü varlığına sonsuzluk anlamı katıyordu; yani acılarla, fedakâr¬lıklarla ve ölümle yok olmayan bir anlam. Bu demektir ki, yaşamanın anlamı ve imkânı yalnızca inançta bulunabilir. Peki inanç nedir? Şunu kavradım ki, inanç yalnızca görülme¬yen varlıkların açığa çıkması, yalnızca vahiy değildir. (Bu, inancın özelliklerinden yalnızca birinin tanımıdır.) İnsanın Allah ile ilişkisi değildir. (Önce inancı sonra Allah'ı tanımla¬mak gerekir. Yani, Allah aracılığıyla inancı değil.) Dinî kabul, inancın çoğunlukla insanın Allah ile ilişkisi ve insana söylen¬miş olan şeylerin kabul edilmesi olarak anlaşılır. Oysa inanç, insan yaşamının ya da anlamının öğrenilmesidir. O sayede insanın kendi varlığını yok etmeyerek yaşamını sürdürdüğü şeydir. İnanç, yaşamın gücüdür. İnsan yaşıyorsa, bir şeylere de inanıyordun Eğer ona bir şeylerin yaşamayı emrettiğine inanmasa, o zaman yaşayamaz. İnsan, ölümlünün bir gölge¬den ibaret olduğunu kavrıyorsa, o zaman sonsuz olana inan¬mak zorundadır. Çünkü inançsız yaşanamaz. Bugün bütün o iç çatışmalarımın başlangıcını ve gidişatını hatırladığımızda ürperiyorum. İnsanın yaşayabilmesi için ya sonsuz olanı görmemesi ya da bir cevaba ulaşmış olması gerekir. Benim böyle bir cevabım vardı ama ölümlüye inandığım sürece ona ihtiyaç duymuyordum. Akılla onu sınamaya başladığımda,

79

Hz. Muhammed

aklın ışığı karşısında o zamana kadar geçerli olan bütün açıklamalar silinip gitti ve ölümlüye inanmaya son verdiğim zaman geldi artık. Bildiğim şeylerin akla yatkın temellerine dayanarak, kendime yaşamın anlamını verebilecek bir açık¬lama çıkarmaya başladım. Fakat bir açıklama bulmak müm¬kün olmuyordu; insanlığın en seçkin bilgeleri ve dehâlarıyla aynı sonuca ulaşıyordum:

Cevabı deneysel bilimlerde aradığımda ne yapmıştım?

Ne için yaşamakta olduğunu bilmek istemiş ve bu amaç için benim dışımda olan her şeyi araştırmıştım. Farklı konu¬larda pek çok şey öğrenmiştim ama asıl ihtiyaç duydukları¬ma dair hiçbir şey bulamamıştım.

Cevabı felsefî bilimlerde aradığımda ise, benimle aynı durumda olan ve niçin yaşıyorum sorusuna cevap bulama¬yan yaratıkların düşünce yapısını araştırmıştım. Tabiî ki ken¬dimin de bildiği şeyden başkasını öğrenememiştim; yani, in¬sanın hiçbir şey bilemeyeceğini.

"Ben neyim?" Cevap: "Ölümlü olanın bir parçası." İşte, bütün mesele bu kelimelerde saklı.

İnsanlık, her zekî çocuğun kendiliğinden ağzından dö-külebilecek bu basit soruyu, sanki benden önce kimse sor¬mamış gibi kendine soruyordu.

Hayır, bu soru insanlar var edildiği ilk andan beri sorul¬muş ve cevap aranmıştır. İnsanlar var edildiği andan, daha en baştan belliydi ki, bu sorunun çözümü için ölümlüyü ölümlüyle, sonsuzu da sonsuzla ölçmek hep yetersizdir. İn¬sanlık, yaratıldığı andan bugüne kadar ölümlünün sonsuzla ilişkisini aramış ve bunu kelimelere dökmüştür.

Ölümlünün sonsuzla karşılaştırıldığı yaşamın anlamını içeren bütün o kavramları -Allah, özgürlük, iyilik vs.-hepsini mantıkî bir incelemeden geçirelim. Bu kavramlar ak¬lın eleştirisini kaldıramazlar. Çok korkunç değilse bile, bizim kibir ve avuntuyla kendimizi kandırmamız çok gülünç ve

80

Tolstoy

çocukça bir şey değil midir? Hani saati parçalayıp zembere¬ğini bozan, onu bir oyuncak gibi kullanan ve sonra da "Saat artık niye çalışmıyor?" diye şaşıran çocuklar gibi.

Sonlu ile sonsuz arasındaki çelişkinin çözümü kaçınıl¬maz ve çok önemlidir. Aynı şekilde yaşamı mümkün kılan, yaşama dair soruların cevabı da öyle. Her yerde, her za¬manda ve bütün milletlerde bulduğumuz bu yegâne çözü¬mü -bu çözüm, içinde insanların yaşamlarının kaybolduğu bir zamanın sonucudur; benzerini bir daha bulamayacağı¬mız kadar güç bir çözüm- sırf herkese özgü olan ve cevap bulamadığımız o soruyu tekrar sormak için sorumsuzca yı¬kıyoruz.

Sonsuz bir Allah kavramı; ruhun kutsallığı kavramı; in¬sanî şeylerin kutsallığı kavramı; insanî şeylerin Allah'la bir¬likteliği; ruhun niteliği ve iyi ile kötü konusundaki insan ta¬sarımları, işte bütün bunlar, insan düşüncesinin uçuk son¬suzluğunda ortaya getirilmiş kavramlardır. Onlar olmazsa yaşamın kendisi de olmaz.

İnsanlığın bütün bu düşünce emeğini bir yana atarak, her şeyi yeni baştan ve kendi düşüncelerime göre kurmak is¬tiyordum. O zamanlar böyle düşünüyordum. Bu düşüncele¬rin temelleri içimde zaten mevcuttu. Şunu artık iyice kavra¬mıştım ki: İnancın verdiği cevaplarda insanların en derin bil¬geliği saklıydı ve akla dayanarak onları yadsımaya hakkım yoktu. Bu cevaplar sadece ve sadece yaşamın sorusuna ce¬vap veriyordu.

Hıristiyanlığı Kabul Edemiyorum

Artık her türlü inancı kabullenmeye hazırdım. Ancak bu kabulleniş bana pek huzur vermiyordu. Bir inancı kabulle¬nirken ondan istediğim şey benden aklın inkârını istememe¬si ve bir yalan olmamasıydı. Budizm'i ve İslâmiyet'i kutsal kitaplarına müracaat ederek incelemeye başladım; her şey-

81

Hz. Muhammed

den önce kutsal metinlerden ve çevremde yaşayan dindar insanlardan başlayarak Hıristiyanlığı incelemeye koyul¬dum.

Doğal olarak her şeyden önce kendi çevremdeki inançlı insanlara yöneldim. Ardından bilginlere, Ortodoks ilâhiyat¬çılara, papazlara, yaşlılara, yeni akıma mensup Ortodoks ilâ¬hiyatçılara ve hatta yeni Hıristiyanlar diye nitelenenlere yö¬neldim; hani şu "Mutluluk, ruhun kurtuluşu inancına bağlı¬dır." diye vaaz edenlere. Bu dindar insanlara bağlandım ve onları yaşamın anlamını içinde gördükleri inançlarının ne¬lerden ibaret olduğu konusunda sorguya çektim.

Akla gelebilecek her türlü itirafta bulunduğum ve her türlü zihniyet kavgasından uzak durduğum hâlde, bu insan¬ların inancını kabul edemiyordum. Onların inanç diye nite¬lendirdikleri ve kabullendikleri şeyin bir açıklama değil, da¬ha ziyade yaşamın anlamının bir çeşit yok edilişi olduğunu gördüm. Onlar, beni inanca götüren yaşam sorusunu cevap¬lamak adına inançlarına sımsıkı bağlanmış değillerdi; tam tersine bana yabancı olan başka inanış ve amaçlar için bağ¬lanmışlardı.

Bu insanlarla bir araya her gelişimde içimi dolduran umuttan sonraki o duyguyu, yani dehşetin, eski çaresizliği¬min içine geri dönüşün o azap verici duygusunu unutamıyo¬rum.

İnanç öğretilerini bana ne kadar sık ve ayrıntılı anlatı¬yorlarsa, ben de onların karmakarışık kafalarını o kadar iyi tanıyor ve onların inancında yaşamın anlamına dair cevapla¬rı bulma ümidimi tamamen kaybediyordum. Bana itici ge¬len, inanç öğretilerinin açıklanmasında bana hep yakın gelen gerçeklere bir çok yararsız ve mantıksız şeyler karıştırmaları meselesi değildi; bu insanların yaşamlarının da aynı benimki gibi olması beni itiyordu. Onlarla benim aramdaki tek fark, inanç öğretilerinin gösterdiği ilkelere yaşamlarının hiç de uymuyor olmasıydı. Çok net olarak görüyordum ki, onlar da

82

Tolstoy

yanılıyorlardı ve onlar da tıpkı benim gibi tek bir yaşam an¬lamına sahiptiler: Ömür elverdiği sürece yaşamak ve elin u¬laştığı her şeyi almak. Bunu çok iyi kavramıştım. Çünkü, eğer sahip olmakla feragat, acı ve ölüm korkusunu yok ede¬cek bir zihniyetleri olsaydı, bunlardan korkmazlardı. Sonuç¬ta benim çevremin insanları ve dindarları da aynı benim gibi refah ve bolluk içinde yaşıyorlardı işte. İşlerini büyütmeye ya da ellerinde tutmaya çalışıyorlar, feragatten, acıdan, ölümden korkuyorlar ve aynı benim gibi, öteki inançsızlar gibi yaşıyorlardı. İsteklerini doyurarak, inançsızlardan daha kötü değilse bile en az onlar kadar kötü yaşıyorlardı. Hiçbir görüş beni onların inançlarının doğruluğuna inandırmazdı. Bana yokluğun, hastalığın ve ölümün verdiği korkuyu yok edecek bir yaşam duygusuna sahip olduklarını açıklayacak davranışlar gerekliydi; ancak o davranışlar beni onların sa¬mimiyetine inandırabilirdi. Fakat bu türlü davranışları be¬nim çevremdeki inançlı kişilerde görmüyordum. İlginçtir ki, bu davranışları çevremdeki en inançsız denilebilecek insan¬larda görüyordum.

Böylece benim için bazı şeyler açıklığa kavuştu. Bu in¬sanların inancı benim aradığım inanç değildi. Onların inancı inanç değil, sadece hayatın Epikürcü zevklerinden biriydi. Anlamıştım ki, bu inanç insana teselli veremezdi; belki an¬cak ölüm döşeğinde pişmanlık duyan birine yararlı olabilir¬di. Ancak insanların o büyük çoğunluğuna bir fayda getire¬mezdi; yani başkalarının emeğini sömürerek zevk almak üzere yaratılmamış, bütün insanlık yaşayabilsin, yaşamını sürdürebilsin diye yaşamı var etmek üzere yaratılmış insan¬lara bir fayda getirmesi mümkün değildi.

Yaşama bir anlam vermek için uğraşan milyarlarca in¬san, bunların dışında gerçek bir inancın ve imanın bilgisine sahip olmak zorundalar.

"Yaşamın anlamı nedir?" şeklindeki sorum ve "Bir dert!" şeklindeki cevap tamamen doğruydu. Yanlış olan şuy-

83

Hz. Muhammed

du: Sadece bana yönelen cevabı, ben genel olarak yaşama aktarıyordum. Kendi kendime "Yaşantımın anlamı nedir?" diye sormuş ve cevabı almıştım: "Bir dert ve bir anlamsız¬lık!" Şüphesiz benim yaşam biçimim, yani şımarıklık, zevk ve sefa dolu bir yaşam, anlamsız ve kötüydü gerçekten. Bu yüzden "Yaşam kötü ve anlamsızdır." cevabı genel olarak in¬san yaşamına değil, benim yaşamıma aitti. Daha sonraları Hıristiyanlıkta bulduğum gerçeği, yani insanların ışıktan çok karanlığı sevdiğini, karanlık işlerle uğraşanların ışıktan n e f -ret ettiklerini ve yaptıkları işlerin aydınlığa çıkmasından korktukları için de ışığa doğru ilerlemediklerini kavradım.

Açık ve net olan bir gerçek vardı: "Yaşamın anlamını kavramak için her şeyden önce yaşamın anlamsız ve kötü ol¬maması gerekiyordu." Ben ne diye uzun bir süre böyle apa¬çık bir gerçeği görmeden dolaşmıştım, bilemiyorum. İnsan eğer insanlığın yaşamı hakkında düşünmek ve konuşmak is¬terse, birkaç asalağın yaşamı üzerinde değil, insanlığın yaşa¬mı üzerinde düşünmek ve konuşmak zorundadır. Bu gerçek 2x2=4 gibi bir gerçektir. Bunu ben görememiştim. Çünkü 2x2=4 olduğunu kabul etseydim, kendimin iyi olmadığını kabul etmek zorunda kalacaktım. Oysa kendimi iyi hisset¬mek benim için 2x2=4'ten daha önemli ve daha gerekliydi. Ancak şimdi, iyi insanları sevmeye başladıktan ve kendimi nefrete lâyık bulduktan sonra, gerçeği kabul ediyordum. B e -nim için her şey artık açıklığa kavuşmuştu.

Bir kuş uçtuğu, yem topladığı ve yuva kurduğu sürece yaşamını sürdürür. Kuşların bu yaşam çabalarını görünce onların duyduğu sevinçten sevinç duyuyorum. Keçi, tavşan, aslan; hepsi de beslenmek, çoğalmak ve yavrularını besle¬mek zorunda oluşlarına imkân veren yaşam şartlarının için¬de bulunmaktalar. Biliyorum ki, eğer onlar bunu yapıyorlar¬sa mutludurlar ve yaşamları kendi yaşam kurgulan içinde tutarlı ve mantıklıdır. Peki, insan ne yapmak zorunda? O da yaşamın içinde tıpkı hayvanlar gibi mücadele etmek zorun-

84

Tolstoy

da. Aralarında yalnızca bir fark var; eğer insan yaşamı tek başına alt etmek isterse mahvolur. İnsan, yaşamı sadece ken¬disi için değil, herkes için alt etmek zorunda. Eğer bunu ya¬pıyorsa mutludur, yaşamı da mantıklıdır.

Peki, ya ben bugüne kadarki otuz yıllık bilinçli yaşamım süresince ne yaptım? Bırakın başkaları için mücadele etmeyi, kendim için bile mücadele etmedim. B i r asalak olarak yaşa¬dım ve kendime "Yaşamanın amacı nedir?" diye her sordu¬ğumda şu cevabı aldım: "Amaçsız!"

Dünya yaşamı, herhangi bir iradeye göre gerçekleşmek¬tedir. Biri, dünyanın varlığıyla ve bizim yaşamlarımızla ken¬dine özgü bir eser gerçekleştirmektedir. Bu iradenin anlamı¬nı kavramak ümidine sahip olmak istiyorsak, her şeyden ön¬ce onun isteklerini yerine getirmek, bizden isteneni yapmak zorundayız. Eğer benden isteneni yapmazsam, bu durumda benden istenen şeyi asla kavrayamam. Bunun sonucunda da hepimizden, bütün bir insanlıktan isteneniyse hiç kavraya-mam.

Allah'ı Arayış

Akıl yoluyla edinilen bilginin insanı yanılgıya götürdüğü görüşü, verimsiz düşüncelere kapılmak hatasına düşme¬mem noktasında bana yardımcı oldu. Gerçeğin bilgisinin an¬cak yaşam yoluyla bulunabileceğine emin olmam, beni yaşa¬mın doğruluğundan şüpheye çağırdı. Beni kurtuluşa götüren yol, ben merkezciliği kavramam ve yalnızca bunun gerçek ya¬şam olduğunu anlamam olmuştu. Anladım ki, ben eğer haya¬tı ve anlamını kavramak istiyorsam, bir asalak hayatı sürmek istemiyor ve gerçek yaşamı istiyorsam, gerçeklerin ayrımına varmış insanlığın ona verdiği anlamı kavradıktan sonra bu hayatla birleşmek ve onu incelemek zorundaydım.

Tam o sıralarda başıma ilginç bir olay geldi. "Yaşamıma bir kurşunla mı yoksa bir ilmekle mi son vereyim?" diye dü-

85

Hz. Muhammed

şündüğüm yıl, kalbim bahsettiğim bu düşünceler nedeniyle hüzünlü bir duyguyla dağlanıyordu. Eğer bu duyguya bir isim vermek gerekiyorsa "Allah arayışı" diyebilirim. Bunu en içten inancımla tekrarlıyorum: Bu Allah arayışı, düşün¬ceyle değil duyguyla ilişkili bir arayıştı. Bu bir korku, bir ter¬kedilmişlik, bir yalnızlık duygusuydu; evrenin orta yerinde, belli belirsiz bir yardım beklentisinin ve umudunun duygu¬suydu. Allah'ın varlığını ispatlamanın olanaksız olduğuna iyice inanmışbm. Çünkü, Kant bunu ispatlamanın mümkün olmadığını ispatlamış ve ben de bunu anlamıştım. Yine de her şeye rağmen Allah'ı arıyor, onu bulacağımı umuyor¬dum. Aradığım ve bulamadığım Allah'a, âdet olmuş bir dua ile yönelmekten de geri kalmıyordum. Bazen Kant'ın ve Schopenhauer'in seslendirdiği Allah'ın varlığının ispatlana-mazlığı hakkındaki gerçeklerini tartıp ölçüyor, bazen de bu gerçekleri çürütmeye çalışıyordum. Bunun sebebinin, mekân ve zaman gibi bir düşünce kategorisinin olmadığını düşünü¬yordum. Eğer ben varsam, bunun bir sebebi Allah denen şeydi. Bu düşüncenin üstünde duruyor ve varlığımın bütün yetenekleriyle bu sebebin bilincine ermeye çalışıyordum. Ancak iradesine tâbi olduğumuz bir gücün var olduğunun bilincine ulaşır ulaşmaz, yaşamın imkânını hissettim. Fakat kendime sorular sormaya devam ettim: "Bu sebep, bu kuv¬vet nedir? Onun hakkında ne düşünmeliyim ve Allah dedi¬ğim şeye karşı nasıl davranmalıyım?" Sorduğum tüm bu so¬ruların karşılığında, bilinen cevaplardan başka şey gelmedi aklıma: "O yaratandır, yaşatandır."

Bu cevaplar beni hiç tatmin etmedi. Yaşamak için ihtiya¬cım olan şeyi kaybettiğimi hissettim. Ruhumu bir korku sar¬dı ve aradığım şeye dua etmeye başladım, ondan bana yar¬dım etmesini diledim. Dua ettikçe bir şeyi çok açıkça anla¬dım ki, o beni duymuyordu. Kalbim, Allah'ın olmayabilece¬ği şüphesiyle dolmuştu. O anda yine dua ettim: "Efendim, bana acı, beni kurtar! Efendim, Allah'ım, bana yol göster!"

86

Tolstoy

Fakat hiç kimse bana acımadı ve ben yaşamımın tamamen durduğunu hissettim.

Çok farklı taraflardan bakarak hep şu sonuca varıyor¬dum: Ben sebepsiz ve anlamsız olarak dünyaya gelmiş ola¬mazdım. Kendimi benzer durumda hissettiğim gibi, yuva¬dan düşmüş sırt üstü yatan bir yavru kuş da olamazdım. Hem öyle olsa bile, yuvadan düşmüş, sırt üstü yatan bir kuş-cağız yüksek çimenlerin arasında ötüyordu. Ötüyordum; çünkü annemin beni yüreğinin altında taşıdığını, ısıtıp besle¬diğini, sevdiğini biliyorum. Nerede o anne? Ben eğer doğu-rulmuşsam, kim doğurmuştu beni? Birinin beni severek dünyaya getirdiğini kendimden saklayamam ki! Peki, bu bi¬risi kim? Yine Allah.

'Sebepsiz bu dünyaya gelemezdim'

O, benim arayışımı biliyor, çaresizliğimi ve savaşımı da görüyordu. "O var!" dedim kendi kendime ve bunu kabul etmem yetti. O anda yaşam içimde kıpırdandı ve ben varlı¬ğın imkânını, sevincini hissettim. Ancak kısa bir an sonra, Allah'ın varlığını kabullenmek düşüncesinden ona olan ilgi¬yi aramaya geçtim. Karşımda yine üç değişik kılıkta kurtarıcı oğlunu bize gönderen yaratıcımız, Allah vardı. Bu dünyadan ve benden kopmuş olan Allah, bir buz parçası gibi gözleri¬min önünde eriyip gitti ve sonunda yine bir hiçlik kaldı. Ya¬şam pınarının yine kuruduğunu hissettim. Beni yine kuşku ve o kötü duygu sardı: Kendimi öldürmekten başka çıkar yol olmadığı duygusu. Fakat en kötüsü, bunu becerecek durum¬da olmadığımı hissediyor olmamdı.

Çok iyi hatırlıyorum, bahardı ve ormanda yalnızdım. Ormanın sesine kulak vermiştim. Dinliyor ve tek bir şeyi dü¬şünüyordum. Zaten son üç yılda hep o tek ve aynı şeyi dü¬şünmüştüm. Y i n e Allah'ı arıyordum.

87

Hz. Muhammed

"Pekâlâ, Allah yok!" dedim kendi kendime. Benim hayal gücümün ürünü olmayıp da gerçek olan, yani hayatım gibi gerçek biri yok. Yok böyle biri ve hiçbir şey, hiçbir mucize böyle bir şeyi ispatlayamaz. Çünkü, mucizeler benim hayal gücümün ürünleri ve üstelik de mantığa aykırı. " Y a benim aradığım yaratıcı kavramı? Peki bu kavram nereden geli¬yor?" diye sordum kendi kendime. Bu düşünceyle birlikte içimde yaşama sevinci dalgalanmaya başladı. Çevremdeki her şey yaşam gücü ve anlam kazandı. Fakat sevincim yine uzun sürmedi. Akıl işlemeye devam ediyordu: Bir yandan "Allah tasavvuru Allah değildir!" diyordum kendi kendime. Sonra da "Tasavvur, benim içimde cereyan eden bir şeydir. Yaratıcı tasavvuru benim içimde uyandırıp uyandıramadı-ğım bir şey. Ben onsuz hayatın olmayacağı bir şeyi arıyo¬rum." diyordum. Şimdi içimdeki ve çevremdeki her şey yine ölüyordu ve ben yine kendimi öldürmek istiyordum.

Sonunda kendimi inceledim ve içimde neler oluyor diye kendime baktım. Ölmeye ve dirilmeye dair yüzlerce olay ha¬tırladım. Gördüm ki, ben yalnızca Allah'a inandığımda yaşı¬yordum. Allah'ı düşünmem yetiyordu, o zaman hemen diri-liyordum. O'nu unuttuğum, O'na inanmadığım zamanlarda ise, yaşam da yok oluyordu. Yaşamın bu diriliş ve ölümleri neydi? Allah'ın varlığına inancı kaybettiğimde, sanki yaşam¬la ilgili bağlarım da kopuyordu. Allah'ı bulmak konusunda az da olsa umudum olmasa, yaşamıma çoktan son verirdim. Fakat yaşıyordum. O'nu hissettiğim ve O'nu aradığım za¬man yaşıyordum. Öyleyse, O vardır. O, O'nsuz yaşanmayan şeydir. Allah'ı bilmek ve yaşamak, bir ve aynı şeydir. Allah yaşamdır. Allah'ı arayarak yaşadığın takdirde, yaşam Al-lah'sız olmaz."

Eskisinden çok daha güçlü bir şekilde içimdeki ve çev¬remdeki her şey ışıldadı ve bu ışık yaşantımda beni bir daha hiç terk etmedi. Böylece intihardan kurtuldum, içimdeki bu değişimin ne zaman ve nasıl gerçekleştiğini dile getiremez-

88

Tolstoy

dim. Nasıl içimdeki yaşama gücü farkına varmadan yavaş yavaş yok olmuş ve yaşamanın imkânsızlığının, durgunlu¬ğunun ve intiharın gerekliliğin farkına varmışsam, aynı şe¬kilde yaşama gücü yavaş yavaş içime geri dönmüştü. Bana geri dönen bu yaşam gücü yeni değil, yaşamımın ilk günle¬rinde bana eşlik eden en eski güçtü. Her bakımdan en eski¬ye, çocukluk ve gençlik yıllarımın görüşüne, yani beni mey¬dana getiren ve benden bir şeyler isteyen iradeye inanmaya geri dönmüştüm. Yaşamımın tek ve başlıca amacının daha iyi bir insan ve bir iradeyle büyük bir uyum içinde olmak ol¬duğu düşüncesine dönmüştüm. Bu iradenin ifadesini, ben¬den saklı duran ve uzak bir geçmişte bütün insanlığı kendi düsturu hâline getiren şeyde bulacağım düşüncesine dön¬müştüm. Yani kısacası, Allah'a inanmaya, ahlâkî bir mükem-melleşmeye ve yaşamın anlamını bahşeden geleneğe dön¬müştüm. Yalnız bir şey farklıydı: O zaman bütün bunları bi¬linçsizce kabulleniyordum; şimdi ise artık bu olmadan yaşa¬yamayacağımın farkındaydım.

Başımdan geçenleri şöyle ifade edebilirim: Ne zamandı bilmiyorum; neresi olduğunu bilmediğim bir sahilde beni bir kayığa oturttular ve sonra kayığı karşı kıyıya yönelttiler. Kü¬rekleri elime verip beni yalnız bıraktılar. Küreklerle elimden geldiği kadar uğraştım ve ilerledim. Ancak ben açıldıkça be¬ni o bilmediğim yere götüren akıntı da şiddetleniyordu. Ulaşmam gereken hedeften farkında olmadan uzaklaşıyor-dum. Etrafımda benim gibi akıntıya kapılan bir çok kürekçi-nin olduğunu gördüm. Bazıları durmadan kürek çekmeye devam ederken, bazıları küreklerini çoktan fırlatıp atmıştı. Koca kayıklar, dev gibi gemiler insanlarla doluydu. Bir kısmı akıntıya karşı çabalamaya devam ederken, bir kısmı kendini akıntıya bırakmıştı. Ben de bir yandan ilerleyip bir yandan da akıntının aşağılarında kalan yolcuların ardından bakar¬ken, bana gösterilen yönü unuttum. Tam da akıntının orta¬sında, aşağı doğru giden kayık ve gemilerin kalabalığında

89

Hz. Muhammed

yönümü iyice kaybettim. Her yanımdan tayfalarının neşeli zafer çığlıkları attığı yelkenliler, gemiler ve kürekli kayıklar geçiyor, akıntının aşağılarına doğru giderlerken bana "Başka bir yön yok!" diye sesleniyorlardı. Ben de onlara inanıyor¬dum ve onlarla birlikte ilerliyordum. Böylece çok uzaklara yol aldım. Öyle uzaklara gittim ki, ortasında yolumu şaşırdı¬ğım hızlı akıntıların gürültüsünden başka ses duyamaz ol¬dum ve kayıkların orada nasıl parçalandığını gördüm. Ve bütün bu gördüğüm, yaşadığım şeylerin dehşetinden olsa gerek, kendime geldim. Uzun süre, bana ne olduğunu anla¬yamadım. Önümde yalnızca koşar adım yaklaştığım ve korktuğum yok oluşu görüyor, hiçbir yerde kurtuluş göremi-yordum. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. O zaman ge¬riye doğru baktım ve sayısız kayık gördüm. İnatla, büyük bir savaş vererek akıntıyı geçiyorlardı. O anda kıyıyı, kürekleri ve yönümü hatırladım. Geriye döndüm ve akıntıya ters yön¬de, kıyıya doğru kürek çekmeğe başladım.

Kıyı Allah'tı; yön gelenek, kürekler ise bana verilen öz¬gürlüktü. Ve bunlar bana kıyıya ulaşmaya çabalayayım, Al¬lah'la birleşeyim diye verilmişti.

90

4. BÖLÜM

BELGELER

93

Tolstoy'un derlediği "Hz. Muham-med'in Kur'an'a Girmeyen Hadisleri" risalesinin orijinal Rusça baskısı.

Tolstoy

107

Vekilov Ailesinin Tolstoy ile Gerçekleş¬tirdikleri Yazışmaların Kitapçık Halin¬deki Metinleri

Hz. Muhammed

108

109

Tolstoy


akdenizdn
Daire Başkanı
01 Haziran 2010 19:04

Prof. Dr. İskender Pala - Hakikatli Sevgili

Aşk ve sevgi? Tecellisi gönülde beliren, gönlü muhatap alan duygular... Buna, insanı anlamlandıran beşerî, İlahî ve mecazî boyutta telvinler de denilebilir.

Belki biri diğerinin vasıtası, diğeri ötekinin hedefi. Asıl hedefe giden yolda kah temrin, kah oyalanıp aldanma?

Aşk ve sevgi? İçinde mahabbet, alâka, yakınlık, dostluk, meveddet, mürüvvet ve daha pek çon insanî hasletlerin gizlendiği dünya? Bazen şefkatin, bazen himayenin, bazen merhametin adı. İlahî anlamda yalnızca bir hedefe, Sevgili?ye bakmak, beşeri anlamda ise aynı hedefe birlikte bakmak?

Sevgililer günü diye bir icad var artık. Bize dışarılardan dayatılmış bir anlayış? Ve aşkın yalnızca beşeri boyutunu görüyor; başka sevgileri ve sevgilileri de hariçte tutuyor. Evet? Varsayalım ki biz de bu mânâda ?sevgili? diyeceğimiz kişiyi, can yoldaşımızı hatırlayacağız; onu hediyelerle, çiçeklerle hatırlamadan evvel kalbimizde hatırlamaya kim itiraz edebilir?!.. Üstelik bunu bir gün değil, her gün yapmamız gerektiğini ihtara hacet var mıdır?!.. İşte bu daimi hatırlamadır ki bizi ismete, ahlaka, nezahete ve necata götürür. Bu da bizim, canına sevgili arayan behîmî yanımızı yontup sevgili için can götüren insanî hasletimizi teraziye koyacaktır. Örnek mi istiyorsunuz; beraber okuyalım:

Canı için sevgili isteyenin hikâyesi

Vaktiyle bir padişahın çok güzel bir kızı vardı. Garibanın biri onu görmüş ve âşık olmuştu. Her nereye gitse sevdiğinden bahsediyor, aşkını anlatıyor, sabredemiyor, çırpınıyor, ah çekiyor, halkı kendine acındırıyordu. Öte yandan şehirde haber çabuk yayıldı ve sultan bunu duyunca âşıkı huzura getirtip,

-Ya ülkemi terk eder gidersin, dedi, ya da kelleni vurdurtacağım, kararını hemen ver.

Zavallı adam, düşündü, taşındı ve gitmeye karar verdi. Sultan ise adamın cevabını duyunca cellatları çağırttı. Vezir dedi ki:

-Hünkarım, neden suçsuz birinin kellesini vurdurttunuz?

-Çünkü gerçek bir âşık değildi o, sahtekardı. Eğer gerçekten âşık olsaydı başının kesilmesini seçerdi. Eğer başının kesilmesini seçseydi, tahtımdan kalkıp onu yerime oturtacaktım.

İhtar: Hayatını sevgilisinden daha çok seven kişi aşk davasına kalkışmamalı.

Sevgili için can isteyenin hikâyesi

Vaktiyle bir padişahın çok güzel bir kızı vardı. Uzun saçlı bir delikanlı ona âşık oldu. Geceleri hasretiyle ah ediyor, gündüzleri sarayın kapısını gözlüyor, o nereye giderse atının ardından sürüklenip gidiyor, koşuyor, gözlerinden yağmur gibi yaşlar akıtıyordu. Bu yüzden sultanın çavuşlarından durmadan eziyet görüyor, dayak yiyor, ama bir kerecik olsun feryad etmiyor, ah demiyordu. Halk bu olup biteni gördükçe kah delikanlıyı ayıplıyorlar, kah sultanın insafsızlığına söyleniyorlardı. İçlerinden bir tanesi bile delikanlıyı kıza layık görmüş değildi. Nihayet kız, babasına,

-Bu bela niceye dek sürecek, dedi; beni bu halden kurtar, artık utanıyorum.

Sultan bunun üzerine o delikanlının tutulup derhal şehir meydanına getirilmesini, orada saçlarından bir atın ayağına bağlanıp bedeni paramparça olana dek sürükletilmesini ferman etti. Halk, yürekleri parçalanarak meydana toplandılar, göz yaşları toprağı kızıl güllere benzetmekteydi. Ve nihayet sultan da kızı uğrunda can feda edecek olanın halini görmek istiyordu. Herkes hazır olunca bir asker, delikanlının saçlarından tutup hazırlanan atın ayağına bağlamak üzere sürüklerken aniden kurtuldu ve padişahın huzuruna koşup eteğine yapıştı:

-Ey âleme adalet veren sultan, dedi; senden bir dileğim var, bir parçacık beni dinle!...

Sultan hışımla karşılık gösterdi:

-Canını bağışlamamı istiyorsan, nafile; şu anda seni öldürtmekten daha önemli bir arzum yok. Saçımdan sürükletme, bir anda öldürecek bir yol tut diyeceksen, ahdettim, senin kanını at nallarına çiğneteceğim. Bir zaman için bana aman ver diyeceksen, bu da mümkün değil, çünkü toplanan halka karşı küçük düşmüş olurum. Yok kızımla birkaç dakika olsun yalnız kalayım diyeceksen, onun bir tek tel saçını bile sana reva görmem, artık onun yüzünü göremeyeceksin.

-Hayır, ey her yaptığını güzel yapan sultan, dedi delikanlı, canımı bağışlamanızı istemiyorum sizden. Hiçbir an mühlet de dilenmiyorum hatta. Kızınızı bana göstermeyeceklerini de artık biliyorum. Atların ayağı altında sürüklenme konusuna gelince, buna da itirazım yok. Benim sizden isteğim tamamen başka.

-Söyle o vakit nedir dileğin?

-Elbette bugün beni öldürecek, at nalları altında hor ve hakir bir halde kanımı toprağa karıştıracaksın. Dileğim o ki beni onun atının ayağına bağlayıp sürüklet. Çünkü ben o ay yüzlünün yolunda ölünce ancak diri olabilirim.

Sultan, onu bağışladı ve kızıyla evlendirip ölü gönlüne can verdi.

Aşağıdaki satırlar, gerçek sevgilerin cazibe merkezi, yüreklerin en hassas süveydalara açılan kapısını ve Sevgililer Sevgilisi?nin ruh ve beden yapısını anlatır ki Hakanî Mehmed Bey tarafından yazılan Hilye-i Saadet adlı kitaba göre düzenlenmiştir.

En Sevgili?nin hilyesi...

?Saçı fazla uzun olmazdı ve tam kıvırcık denilmeyecek derecede dalgalı idi. Saçını ortadan ayırır ve dört bölük halinde; ikisini omuzlarına, ikisini de kulaklarına doğru bırakırdı. Bazan kulaklarını açıkta bıraktığı da olurdu. Bu saçlar, misk gibi siyah renkli ve güzel kokulu idi.

Her iki mânâda alnı açıktı. Bu alın genişçe ve buğday renkli idi. Ancak ortasında daima bir nur parlardı.

Yüzü değirmi idi. Ona dikkatle bakılamazdı. Parlak bir çehresi vardı. Ayın ondördü gibi parlardı. Dolgun veya şişman olmadığı gibi kuru ve zayıf bir yüz de değildi. Yanakları ne etli ne de çöküktü. Yüzünün aklığı içinde yanaklarının kırmızısı gâlip idi. Terlediği zaman üzerine çiğ tâneleri kondurmuş gülü andırırdı. Öfkesi ve memnûniyeti, yüzünden anlaşılabilirdi. Uzun, ince ve hilal kaşlı idi. Kaşlarının ucunda kıvrım vardı. İki kaşı arasında tüy yok idi ve bembeyaz görünürdü.

Kirpikleri siyah ve uzun idi.

Gözünde ezelden bir sürme mevcuttu. Beyazı katı beyaz; karası kapkara idi. Gözleri geceleyin de gündüz gibi görürdü. İlahî aşkın eseri bazan gözlerinde kızarıklık oluştururdu. Baktığı zaman karşısındaki kişi nazarına dayanamaz ve gözlerine dikkatle bakamazdı.

Burnu mütenasip idi. İki kaşına yakın olan kısmı bir parça yüksekçe idi. Koku almakta çok hassastı.

Ağzı ne çok büyük; ne de çok küçük idi.

Dişleri aralıklı olup üst üste değildi. İnci gibi bembeyazdı. Konuşurken ön dişleri arasından bir nur çıkar gibi görünürdü. Güldüğü zaman dişleri dolu taneleri gibi parlardı.

Gülüşü tebessümden ibaretti. Kahkaha ile gülmekten hayâ ederdi. Eğer kahkaha ile gülecek olsa Arş-ı Âlâ titrerdi. Bu sebeple ömrü boyunca hiç kahkaha ile gülmedi.

Çenesi yuvarlak idi.

Sakalı sık ve siyah idi. Ömrü boyunca sakalında yalnızca 17 kılı ağarmıştı. Her yeri aynı uzunlukta kesilirdi.

Boynu ve gerdanı bembeyaz idi. Bu boyun, ne uzun; ne kısaydı. Gerdanı çok güzel görünüşlüydü.

Pazuları etli ve beyaz idi.

Omuzları genişti. Üzerinde tek tük kıllar mevcut idi. Yassı yağrınlı olup yağrının ortası etli idi. Nübüvvet mührü onun iki kürek kemiği arasında ve sağ omzuna yakın bir yerde bulunuyordu. Bu mühür, siyaha çalan sarı renkte olup çeyrek altın büyüklüğünde bir ben idi. Üzerinde dik duran siyah kıllar var idi.

Beden olarak ince yapılıydı. Vücut yapısının bir benzeri daha yaratılmamıştır. Giyecek olarak en çok beyaz; sonra yeşil rengi tercih ederdi. Yazın ince atlas kumaş; kısın yün giyerdi. Elbisesi asla gösterişli olmazdı. Ömrü boyunca aynı anda iki elbiseye birden sahip olmadı.

Bir yere yöneldiği zaman bedeniyle birlikte döner, asla başını çevirerek bakmazdı. Başını çevirip bakmak insanı hayasız eylediği için onun bu tavrı ümmetine sünnet olmuştur.

Vücudundaki kemikler irice ve muntazam idi.

Pazusu koluyla; uylukları da ayaklarıyla şekilce birbirine uygun idi. Kuru yâhut ince olmayıp dolgun idiler. Her azası birbirinden güzel idi. El ve ayak ayaları genişçe idi. El parmakları uygunluk içindeydi.

Göğsü ve karnı birbirine uygun ve aynı düzgünlükte idi. Göbeği yuvarlaktı. Göğsünden göbeğine kadar bir çizgi hâlinde kıllar uzanırdı.

Orta boylu sayılırdı. Göze çarpacak kadar kısa; dikkat çekecek kadar da uzun değildi. Orta boylu olmasına rağmen kendisinden uzun birinin yanında el ayası kadar uzun görünürdü. O kişi yanından ayrılınca yine orta boylu gösterirdi. Boyu selvi misâli düzgün idi. Bedeninde kıl yok idi. Teni gül gibi kokardı ve yaşı ilerledikçe âdetâ tazelenirdi. Ne zayıf; ne de etli ve göbekli idi. Her bir parmağı kalem gibi düzgün idi.

Yürürken hızlı yürürdü. O kadar ki ayakları altında yeryüzü dürülüyormuş gibi olurdu. Yürürken ona yetişebilmek zor idi. Hayasından yokuş iner gibi önüne eğik olarak yürür ve etrafına bakınmazdı.

Yolda birdenbire karşısına çıkıveren kişi ondan heybet duyar ve aciz kalırdı.

Konuştuğu kişiye güzel kokusu siner ve birkaç gün çıkmazdı. Bir çocuğun başını okşasa birçok günler çocuğun kokusundan, ona Peygamberimiz?in dokunduğu bilinirdi. O çocuk, diğer akranları arasında daima fark edilirdi. Konuştuğu her kişi sözlerindeki güzellik ve tatlılık ile onun kulu kölesi olmaya hazır olurdu. Etkili konuşması ile müşrikler Müslümanlığı seçerdi. Sözlerinde ruha ferahlık veren bir edâ var idi. Asla dedikodu ve malayâni konuşmazdı.

Kısacası yaratılış ve huyca ne o tam olarak kimseye benzer; ne de kimse O?na benzeyebilirdi. Bir hadîs-i şerîfte; ?Ben en fazla babam Hz. Âdem?e benzerim; peygamberler içinde bana en çok bezeyen de atam Hz. İbrahim?dir.? buyurmuştur.


akdenizdn
Daire Başkanı
06 Haziran 2010 22:22

Prof.Dr.İskender Pala - Gül Medeniyetinin Müstesna Gülü

Gülü tarife ne hacet ne çiçektir biliriz

Hilkatin Fâtiha'sı, nübüvvetin hâtimesi, ins ü cinnin peygamberine selamdan sonra,

Varlık güzeline Gül diyeceğiz biz, Gül çağında ıtırlarını duymak için...

Beşeriyet bütün zaman ve mekan boyunca Gül'ü bilememenin ve Gül'ü sevememenin ıstırabıyla kıvrandı ve büyük hakikat şu ki başını nereye vursa o Gül'den başka Gül bulamayacak, Gül'ü örnek almadıkça ete kemiğe bürünmüş feryadından kurtulamayacaktır. Eller nakış nakış, desen desen Gül'ü dokur çünki, kağıtlar renk renk, deste deste Gül'ü okur. Gül'ün ıtırlarında bülbüller yaşar aşk ile, ve aşk ile renginin şulesinden pervaneler düşer. Kimin eline değerse Gül, elleri Gül kokar onun. "Burada beni ancak Allah buyruğuna bağlı Peygamber affı kurtarır / Ben de onun öç ve adalet eline uzatıyorum işte sağ elimi" der Sezai Karakoç'un ağzından Ka'b b. Züheyr, ve o günden sonra bürdesini giyer Gül'ün. Çelikten büklümler erir Gül'ün yapraklarında.

"Eğer Gül'ün vasıflarının şerhini devamlı, durmadan söylesem, yüzlerce kıyamet geçer de o yine bitmez." der Mevlana. Lisan ve kalem Gül'ü hakkıyla anlatamaz, bunu herkes bilir. Bilir de Asr-ı Saadet'ten bu yana sayısız kalemler Gül'ü yazar ciltler ve kütüphaneler dolusu; hesaba gelmez lisanlar Gül'ü söyler manzumeler ve şiirler boyu.

Şimdiye kadar neler söylenmedi Gül hakkında, neler yazılmadı. Yazmakla bitirilemedi ve bitirilemeyecek. Adına na't dediler Gül'ü anlattılar; tazarru dediler, Gül'e iltica ettiler. Siyer dediler hayatını söylediler, şemail dediler vasıflarını sayıp döktüler. Hilye yazdılar yakınlıklarını ifade için, mi'raciye dizdiler şanını tebcil için. Besteler yaptılar Gül terennümünde, İlahiler söylediler Gül deminde. Na'tî diye mahlas kullandılar, divanlar doldurdular; adını anarak başladılar mesnevilere bir bakışına mazhar olmak için. Aherli kağıtlara döküldü bin bir harf düz ve eğik, Gül'ü yazmak için yarıştı gubari ile şikeste ta'lik. Hamdullah'tan Hâmid'e harf başına şükür diye yazdı divitler; Levnî'den Osman'a tel tel renk verdi çivitler. Ne yana baksa Gül'den bir iz görür gözler, ne yöne dönse Gül'ü özler, geceler ve gündüzler. Eşya ve varlık Gül için vardır ve Gül, eşya ve varlık olur serâpâ. Bir milyon adı varsa aşkın, bir eksiğiyle hep Gül'den alır ilhamını. Kağıt, kalem ve kitap... Söz, kelam ve hitap... Her suret ve her şekilde Gül'e mahkum. Nitekim kimiler Gül dediler, ömür boyu Güldüler; kimiler Gül dediler, Gül uğruna öldüler.

Gül'ü anlatmayan dil ne söyler ki efsaneden başka!.. Gül harflerinden Gül söylemeyen kelimeler gerçeği olmayan isimlerden öte nedir ki?!.. Gül kokusu taşıyan bilgi canda ışık; Gül destesi götürmeyen kervan bedene kuru yüktür.

Gül hakkında en müstesna sözleri Divan şiiri söylemiştir. Türk şairlere özgü bir tür olan Hilye'lerden siyer kitaplarına; mevlidlerden mi'raciyelere; divanlar ile her türlü mesnevilerin başında Tevhid ve münacaatlardan sonra yer alan na'tlardan düzyazı eserlerdeki hamdele ve salvele bölümlerine varasıya kadar hep "önce Gül" der kalemler. Divan edebiyatının Gül hakkında söyleyecek sözüne hadd ü pâyân mı bulunur? O şairler ki kitapları yahut sözlerinin, en başında O'nun adını anmakla korunabileceğine inanmışlardır. Bir divan şairinin, kendini şair saydırmak, yahut şairliğinin kanıtı olan divanını tertib etmek için yazması gereken şiirlerden biri de Gül hakkında inşad edeceği kasidesidir.

*

Hz. Peygamber'den bahseden manzumeler belli bir konu sınırlaması içinde düşünülemezler. Risalet, hicret, mucizeler, din yolunda çektiği sıkıntılar, ümmetine va'd ettiği şefaat, özel bir kıssasının anlatımı vs. hep divan şairinin konuları arasındadır. Ancak daha da önemlisi na'tlardır ki divan şairine, Gül'e karşı beslediği duygularını dile getirme fırsatı verir. Beşeriyetin en hayırlısına, varlığın en şereflisine karşı gösterilen bu sevgi ve saygı, şairin dilini ve yolunu aydınlatır hiç farkına varmadan, kelimelerini birdenbire güzelleştiriverir. Bütün divan şiiri ürünleri içinde dilin en güzel ve sanatlı kullanıldığı manzumeler, yalnızca ve yalnızca na'tlardır. Bunun sebebi, şairin içinden geldiği şekilde anlattığı Gül aşkıdır, Gül'e bende olmanın samimiyetinden kaynaklanan sanattır. Allah'a yakınlık bakımından hiç kimse nasıl Efendiler Efendisi'ne ulaşamazsa, şair de peygamberine ulaşma yolunda kimse kendisine ulaşamasın ister. O'nun erdiği makama nasıl kimse erememişse, O'na yol alırken de kimse şaire yetişemesin ister. Bu şiirlerden pek çoğunun özel gün ve gecelerde okunmak üzere bestelenmesi, onların halk tabakaları arasında da Peygamber sevgisini çoğaltıcı eserler olarak yaygınlaşmasını sağlar çünki.

Evrenin en güzel Gül'üne yazılan müstakil eserler içinde en yaygın okunanı hiç şüphesiz Süleyman Çelebi'nin "Vesîletü'n-Necât (Kurtuluş vesilesi)" adıyla bilinen Mevlid'idir. Bunu Hakanî Mehmed Bey'in Hilye'si (Hz. Peygamber'in suret ve siret güzelliklerinin anlatıldığı eser), sonra da Nâyî Osman Dede'nin Mi'râciye'si izler. Bu üç eser de zamanla musıkî formunda okunmuş ve çağlar boyu geniş halk kitleleri tarafından sevilerek Türk kültürünü yönlendirmiştir. Na'tlar içinde Nazîm'in küçük bir divan oluşturacak kadar çok sayıdaki maznumeleri ile Fuzulî'nin Su Kasidesi, Nabî'nin coşku dolu dizeleri, Şeyh Galib'in müseddes tarzında yazdığı muhteşem eseri, Nef'î'nin "sözüm" redifli kasidesi ilk akla gelebilecek olanlardır. Çok sayıda na't yazdıkları için Na'tî mahlasıyla bilinen Na'tî Mehmed, Na'tî Ahmed ve Na'tî Mustafa efendiler de Gül'e olan aşkı doruğa ulaştıran, fanilerin söyleyebileceği en müstesna sözleri söyleyen şairlerdir. Bu arada değişik şairlerin na'tlarının derlenmesiyle oluşturulmuş Nu'ût-ı Nebeviye mecmualarını da hatırlamak gerekir.

Na'tların gazel tarzında yazılanları da vardır elbet. Bunlar genellikle vezin yönlendirmesiyle şekil bulan ve 4 mefâîlün kalıbıyla yazılıp "...yâ Rasûlallah" redifiyle sona eren gazellerdir. Bu tür na'tlar içinde Zekâî Mustafa Dede'nin,

Garîk-i bahr-i isyânem şefâat yâ Rasûlallah

Esîr-i nefs-i nâdânem şefâat yâ Rasûlallah

beytiyle başlayan kısa na'ti gibi manzumeler XVII. yüzyıldan itibaren sıkça görülür. Leyla Hanım'ın,

Alîl-i derd-i isyâne devâsın yâ Rasûlallah

Bize sûy-ı cinâne reh-nümâsın yâ Rasûlallah

dizeleriyle başlayan na'ti, Şeyhülislam Arif Hikmet Bey'in,

Ser-i kûyunda kemter hâk-i râhım yâ Rasûlallah

Nesîb-i âsitânındır penâhım yâ Rasûlallah

ve Musahip Mustafa Paşa'nın,

Hevâ-yı nefse cânım mübtelâdır yâ Rasûlallah

İşim hep çcümleten cürm ü hatâdır yâ Rasûlallah

matlalı gazelleri bu tür na'tların en ünlüleridir. Gazel tarzında olup hakkında menkıbevî rivayetler de bulunan bir şiir de Nabî'nin na'tıdır. Onun hac seyahatinde Medîne'ye varmak üzereyken söylediğine inanılan ve şehre girdiği esnada Mescid-i Nebevî müezzinlerinin hep bir ağızdan kerameten okudukları menkıbevî üslupla anlatılan şiir şu beyitle başlar:

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu

Nazargâh-ı İlahî'dir makâm-ı Mustafâdır bu

*

Bütün bunların dışında, Gül'den bir vesile ile bahsedecek olan şair için ilk başvurulacak kaynaklar, mucizelerdir. Efendiler Efendisi'ni hastalıkların devası, cennet yolunun klavuzu, Allah'ın Habîbi olarak gören şair, O'ndaki beşeriyet kadar nebeviyeti de söz konusu etmekten hoşlanır; yüceliğini dile getirmek için sık sık mucizelerden bahseder. Fenâyî'yi dinleyelim mesela:

Et kıyâs parmaklarından mu'cizâtın gayrı bes

Çeşme akdı her birinden eyleyip şakku'l-kamer

Demek ister ki: "Sen O yüce peygamberin mucizelerindeki ihtişama bak ki, yalnızca parmakları bile her birinden çeşmeler akıttı, ve şehadet parmağıyla ayı ikiye böldü." Hudeybiye'de Ashâb'ın çok susadığı bir anda Efendiler Efendisi son tastaki suya bir elini sokup diğer elinin beş parmağından beş çeşme gibi su akıtmış ve ashab hem abdest alıp hem kana kana içmişlerdir. Keza Mekke müşrikleri kendisinden mucize istedikleri vakit şehadet parmağıyla işaret edip ayı ikiye yarmıştı, hani İslam tarihleri ve siyerlerin şakku'l-kamer diye zikrettikleri mucize. Şair Gül'ün yalnızca parmaklarından sadır olan mucizelerinin bu derece büyük olduğunu, diğerlerine sıra gelirse anlatmaya kelimelerin yetmeyeceğini ancak bu kadar güzel anlatabilir değil mi?!...

Divan şairi Gül'den bahsedeceği zaman O'nu eşref-i mahlûkât, cihan bağının nadide çiçeği, varlığın evveli ve âhiri, şefaatin kaynağı, mahşer gününün efendisi, ahsen-i takvîm, güzel ahlakın tamamlayıcısı gibi sayısız vasıfları bir anda sıralayıverir. Bütün amaç Gül'den şefaat istemektir ya hani, bunun için sık sık O'ndan bahseden âyetlere ve kudsî hadislere müracaat eder. Bu durumda ayetler genellikle şiirdeki vezin zaruretini de beraberinde getirir ve tamamı yerine bazı ibareler şeklinde zikredilir. "Ahsen-i takvîm, kaabe kavseyn ve ev ednâ, leamrük, lî-maallah, Kâf u Nûn, Tâhâ ve Yasîn, mâ zâğa'l-basar, Sidre ve müntehâ, rahmeten li'l-âlemîn, tarfetü'l-ayn" gibi ibareler bunlardandır. Şu beyit Nesîmî'ye aittir:

Vasfını "Ve'n-Necmi" "Ve'ş-şemsi" "Tebârek" söyledi

Şânına "Tâhâ" vü "Yâsîn" geldi Hak'tan beyyinât

Hz. peygamber'den bahseden hadisler de zaman zaman divan şairlerinin konuları arasına girer. Bunlardan en ünlü olanı "levlâke levlâk" sırrını taşıyan hadis-i kudsîdir. Bunu "ene efsah" ve "medinetü'l-ilm" gibi ibarelerin geçtiği hadisler takip eder. Beyti Şeyhülislam Yahya'ya söyletelim:

Sana mahsûs lutfudur Hakk'ın

Tâc-ı "Levlâk" u taht-ı "Ev ednâ"

Gül'ün şanı söz konusu olunca tasavvufî divan şairlerinin en ziyade andıkları kelime "muhabbet"tir. O ünlü beyitte olduğu gibi:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl

Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl

Ebced geleneği bile Gül hakkında abidevî bir beytin doğmasına kapı aralamıştır:

Aman lafzı senin ism-i şerîfinle müsâvîdir

Anınçün âşıkın zikri "amân"dır yâ Rusûlallah

"Amân" ile "Muhammed" isminin ebced karşılığı 92 eder. Buradan âşıkın "amân!" diye her haykırışında aslında Hz. Peygamber'i anmak istediğinin söylenmesi ne kadar da şairane bir buluştur. Hezâr gıbta!..

*

Burada divan şairinin iman cephesinden İslam'ın varlık sebebi olan Gül'e bakışındaki genel kabulleri vermeye çalıştık. Şimdi en başa dönelim ve bir Gül olarak, Gülde bir remz olarak, teri Gül kokan, yüzünde Gül, ağzında gonca görülen Efendiler Efendisi'nden Güle yansıyan ilham dolu birkaç beyit ile sözü tamamlayalım. Böylece bütün Türk coğrafyasını doldurarak bir aşka dönüşen Gül medeniyetinin aslında bir iman ve aşk medeniyeti olduğunu anlayalım.

Dicle'nin serin yamaçlarında gözyaşlarını ikindi sularına karıştırarak Kıble'ye yönlendiren bağrı yanık şair hasretini anlatıyordu ve o Fuzulî idi:

Suya versin bâğbân Gülzârı zahmet çekmesin

Bir Gül açılmaz yüzün teg verse bin Gülzâre su

Sultan, rüyalarının sevgilisine Gül rölyefleriyle başı üzre yer vermek için sorgucunu O'nun ayak izinden yaptırıyor ve üzerine şu dizeleri nakşettiriyordu; o dahi Sultan Ahmed idi:

Nola tacım gibi başımda götürsem dâim

Kademi nakşını ol hazret-i şâh-ı rüsülün

Gül-i Gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir

Ahmedâ durma yüzün sür kademine o Gülün

Ve sultanın mürşidi -ki adına Hüdâyî denir- her yüzde Gül'ün aşkını okumaktaydı:

Gül ağlama Gül bize

Ele diken Gül bize

Gül olanın yüzünde

Gül açılır Gül bize

Ve bugün biz, bir çağa geldik, Gül için feryâdlar çağına:

Güle gûş ettiremez boş yere bülbül inler

Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler

Şikayet değildir kasdımız Gül'e, cür'etimiz içimizin yanışından. Gülistanlarda savaşlar var bugün Gül'üm ve bülbüllerin kurşuna dizilip kefensiz gömülüyor artık. Hiç bugünkü kadar yakışmadı Kâbe'ne siyahlar ve biz seni hiç bugünkü kadar özlemedik. Varlığa bir Gül ise sebep, kokusundan ya renginden nasıl duralım ayrı.

Ebedî Gülşeninde tek ayak üzre duracak bir yer de vermez misin bize Gül'üm


akdenizdn
Daire Başkanı
07 Haziran 2010 20:07

Dr.Veli Sırım - Âlemler O Güzel Gülle Güldü

Size bir soru:

Bir sigara tiryakisine sigarayı bıraktırabilir misiniz?

Cevabınız ?Evet? ise, hemen şu soruya cevap verin:

Bunu nasıl ve ne kadar zamanda başarırsınız?

Diyelim ki, kendi ölçülerinize göre bir yöntem ve süre belirlediniz.

O zaman hayal gücünü son sınırlarına kadar zorlayın ve dünyanın en cahil, en kaba, en vahşi, en inatçı bir insanını en bilgili, en kibar, en merhametli ve en medenî hale getirmeyi bir düşünün.

Böyle bir şey mümkün mü?

Bizim için o kadar zor ki.

***

On dört asır önce, bir imkansız gerçekleşti. Bir tek kişi, dünya tarihinin en büyük inkılâbını gerçekleştirdi.

Dünyanın en vahşi, adetlerine en mutaassıp, en inatçı ve en cahil bir toplumu, çok kısa bir zaman diliminde değiştirdi. O insanların akıllarını, kalplerini, ruhlarını, nefislerini fethetti. Kalplerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin güzel bir terbiyecisi ve ruhların sultanı oldu. O günün şartlarında insanların hayatlarını dahi uğrunda kolaylıkla verdikleri alışkanlıkları, örf ve adetleri, üstelik inatçı, mutaassıp bir toplumdan kaldırdı. Üstelik hiçbir zor kullanmadan, baskı yapmadan, güç harcamadan. Hem de, ortadan kaldırdığı zararlı ve kötü özelliklerin yerine, son derece güzel huyları, alışkanlıkları ve seciyeleri, öylesi bir toplumun kan ve damarlarına kadar yerleştirdi.

Ve o insanlar, kısacık bir zaman diliminde, bütün dünyaya muallim, medenî milletlere üstad oldular...

O, kimdi?

Bakın, Onun için,

Yeryüzü bir mescid,

Mekke bir mihrab,

Medine bir minber oldu.

O,

Rabbimizi bize tanıtan en açık bürhan,

Bütün mü?minlere imam,

Bütün insanlara hatip,

Bütün peygamberlere reis,

Bütün evliyaya seyyid oldu.

O,

Köklerini bütün peygamberlerin oluşturduğu,

Ayrı ayrı tatları, lezzetleri ve meziyetleriyle evliya meyveleri veren,

Dalları, geçmiş ve geleceği aynı anda gölgeleyen nuranî bir Tûba ağacıydı.

Onun davasını geçmiş zamanın peygamberleri mucizeleriyle, gelecek zamanın evliya ve asfiyası kerametleriyle tasdik etti.

?Lâ ilâhe İllallah? dedi.

Bu prensibi, davasının en önemli esası olarak kabul etti.

Bütün geçmiş ve gelecekte saf tutan sayısız mübarek insanlar hep bir ağızdan ?sadakte ve bilhakkı natakte? (doğru söyledin ve hakkı dile getirdin) diyerek tasdiklerini dile getirdiler.

Elinde, her yönüyle mucize bir Kitap; dilinde, hakikatleri haykıran bir hitap vardı.

Bütün insanlığa; hattâ cinlere ve meleklere; hattâ bütün varlık âlemlerine ezelî bir hutbeyi tebliğ etti. Bu alemin yaratılış sırrını açıkladı. Nice muammaları çözdü. Nice hakikatleri keşfetti.

Şu âlemin yaratılış sırrını açıkladı. İnsanlığın zihnini hep meşgul eden ?Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?? gibi müdhiş sorulara, son derece ikna edici cevaplar verdi.

O zât, ebedî bir saadetin habercisi ve müjdecisi oldu;

Sonsuz bir rahmetin kâşifi, ilancısı;

Kainattaki İlahî saltanatın dellâlı, seyircisi;

Kulluğu cihetiyle bir muhabbet timsali, insaniyetin şeref kaynağı, yaratılış ağacının en nuranî meyvesi;

Peygamberliği cihetiyle hakkı gösteren en kat?î delil, bir hakikat güneşi, bir hidayet feneri, bir saadet vesilesi oldu.

Onun nuruyla, bütün karanlıklar aydınlandı. Bir matemhâneyi andıran âlem, neşe ve sürûra gark oldu. Onun öğrettikleriyle her şey birbirine dost, kardeş ve arkadaş oldu.

O, âlemlere rahmet olarak gönderildi. Varlıkların övünç kaynağı oldu.

O, içindeki ahlâk güzelliği yüzüne yansımış güzel bir dü. O le, âlemler dü.

O ün güzelliği, nice bülbülleri kendine aşık eyledi.

O ün asıl güzelliği, güzeli çok seven sonsuz bir Güzeli ve güzelliği göstermesiydi. O sonsuz Güzel de, bütün güzellikleri, o güzel ün üzerinde toplamıştı.

***

İşte biz, o Güzeller Güzeli Rabbimizin dergahında boynumuzu büküyor; elimizi açıp yalvarıyoruz. O?nun en çok sevdiği ve bütün güzellikleri üzerinde topladığı Habîbini, hakkıyla sevmeyi ve sadakatle bağlanmayı niyaz ediyoruz.


akdenizdn
Daire Başkanı
08 Haziran 2010 16:14

Abdülaziz Hatip - Peygamber Ve Dua

Hz. Peygamber'in davasında doğru ve samimi olmasının bir delili de, getirdiği İslam'ın inanç, ibadet ve yasalarına bağlılık açısından insanların başında gelmesidir. Rabbine olan imanı; kudretine, büyüklüğüne, rahmetine, nimetine, kullarını hayır ve şer adına ne yapmışlarsa Kıyamet gününde hesaba çekeceğine olan derin şuuru, onun aklını, kalbini ve vicdanını tamamen doldurmuştu. Bu, her vesileyle dilinden dışarı taşıyordu. Meselâ, her fırsatta Rabbine dua ediyordu. Sabahleyin uykudan kalktığında, yeni günde tadacağı hayat nimetinin değerini anladığını gösteren dualarla Rabbine yalvarıyordu.

***

Akşamleyin yatağına girdiğinde Rabbine karşı güven dolu, O'na canını ve bütün varlığını teslim etmiş bir kimsenin yakarışıyla niyazda bulunuyordu. Yağmur yağdığında dua ediyor, güneş veya ay tutulduğunda namaz kılıp dua ediyor, kuraklık olduğunda dua ediyor, yolculuğa çıktığında Rabbine yalvarıyor, dua esnasında hamd ve şükür ifâdeleri mübarek ağzından duyuluyor, haccettiğinde telbiye (Lebbeyk=Buyur Mevlam..!) sesleriyle dağ, dere ve ovaları çınlatıyordu. Kısaca, Rabbini asla unutmuyor, savaşta ve barışta lisanı O'nu anmaktan hiç geri kalmıyordu. Ölülere dua ediyor, dirilere dua ediyor, gündüzün aydınlığında, gecenin karanlığında hep dua ediyordu.

Hac veya umreden döndüğünde, bir tepeye çıktığında veya bir düzlüğe indiğinde üç defa tekbir getirir, arkasından da şöyle derdi: ?Allah'tan başka hiçbir İlah yoktur, O tektir, hiçbir ortağı yoktur, mülk sadece O'nundur, hamd de O'na mahsustur. O'nun her şeye gücü yeter. Rabbimize sığınarak, O'na tövbe ederek, O'na ibadet, secde ve hamd ederek geri dönüyoruz. Allah sözünü doğru çıkardı, kuluna yardım etti ve tek başına orduları bozguna uğrattıî (Buharî, Umre 12).

***

Yeni bir elbise giydiğinde ?Allahım, Sana hamdolsun. Onu bana Sen giydirdin. Onun hayrını ve yapılış amacının en hayırlısını Senden diliyorumî diye dua ederdi (Ebû Dâvud, Libâs 1).

Uyumak üzere yatağına uzandığında ?Allahım, canımı Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana havale ettim, sırtımı Sana dayadım. Bunu Sana ümit bağladığım ve Senden korktuğum için yaptım. Senin azabından kurtulmak için Senden başka sığınılabilecek hiçbir sığınak ve kurtuluş yeri yok. İndirdiğin kitaplarına ve gönderdiğin peygamberlerine iman ettimî diye dua ederdi (Buhari Tevhîd 34).

Uykudan uyandığında ?Bizi, öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamdolsun. Dirilerek dönüş sadece O'nadırî diye dua ederdi (Buharî, Daavât 7).

***

Hayır işlemeyi, kötülüklerden sakınmayı ve fakirleri sevmeyi nasip etmesi, insanlar hakkında bir fitne geleceği zaman, canını alması pahasına o fitneye maruz bırakmaması için Rabbine yalvarırdı. (Ahmed, Müsned, I, 368...).

Bir meclisten kalktığında şöyle dua ederdi: ?Allah'ım, bizimle Sana isyan sayılan şeyler arasında engel olacak korkunu, bizi cennetine ulaştıracak taatini, dünya musibetlerini gözümüzde hafifletecek kuvvetli imanı bize nasip eyle. Allah'ım, hayatta kaldığımız sürece bizi kulaklarımızdan ve gözlerimizden faydalandır ve biz ölünceye kadar onları bizden alma. Bize zulmedenlerden öcümüzü al. Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım eyle. Bize dini musibet verme. Dünyayı bizim en büyük kaygımız ve ilmimizin hedefi yapma. Bize merhamet etmeyenleri başımıza musallat etme!î (Tirmizî, Daavât 79).

Güneş ve ay tutulduğunda, yağmur yağmadığında, biri öldüğünde yaptığı dualar ise gayet meşhur olup ilmihal kitaplarında yer almaktadır. Hastalara da şöyle dua ederdi: ?Allah'ım! Ey insanların Rabbi! Hastalığı gider. Şifa ver. Şifa veren ancak Sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Öyle bir şifa ver ki, hastalıktan eser bırakmasın!î (Buharî, Marda 20)

Hz. Peygamber her vesileyle bizzat dua etmekle yetinmemiş, bazı sahabilerinden de kendisi için dua etmelerini istemiştir. Mesela, Hz. Ömer'e şöyle demiştir: ?Kardeşim, duanda bizi de unutmaî (Tirmizî, Daavât 109).

***

Bakınız, nasıl müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber iken, hesap, sevap, ceza, cenneti ve Allah'ın rızasını isteme, Allah'ın azap ve ateşinden korkma konusunda herhangi bir insandan farksız olduğunu tüm mensuplarına ilan ediyor!

Eğer Hz. Muhammed davasında samimi ve doğru olmasaydı, bir taraftan Allah'ın elçisi olduğunu ve kendisine Allah'tan vahiy geldiğini söylerken diğer taraftan, bu duaların muhtevalarında da görüldüğü gibi böylesine acizliğini, muhtaçlığını ve hiçliğini, Cenneti kazanmak için var gücüyle çalışması gerektiğini itiraf ve günah işlemekten bu kadar çok korktuğunu ilan eder miydi? Hilekâr bir kişinin böylesine hayret edilecek derecede Rabbinin yolunda fani olması mümkün mü?


akdenizdn
Daire Başkanı
10 Haziran 2010 21:02

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Avrupa Kiliseler Birliği?nin ?Kuran?ın Allah Kelâmı ve Hz. Muhammed?in ise Hz. İbrahim?den beri gelen Peygamberler zincirinin bir halkası olduğunu ve asla sahte peygamber olamayacağını itiraf ettik? dediği belgelendi.

?Bu toplantıda Kuran?ın Allah Kelâmı ve Hz. Muhammed?in ise Hz. İbrahim?den beri gelen Peygamberler zincirinin bir halkası olduğunu ve asla sahte peygamber olamayacağını itiraf ettik?

İnanılması güç ama bu ifadeler Avrupa Kiliseler Birliği üyesi Hıristiyan Dünyasının önde gelen saygın isimleninin altına imza attığı bir toplantıda alınmış ortak karar.

TARİHİ İTİRAF

Avrupa Kiliseler Birliği?nin 5 -10 Mart 1984 tarihleri arasında Avusturya?nın Pölten Şehri?nde gerçekleştirdikleri konferansta Hz. Muhammed?in Hak Peygamber olduğunu ve Kuran?ın Allah Kelamı olduğunu kabul ve tastik ettikleri ortaya çıktı.

Avrupa Kiliseler Birliği Konferansı?nın Pölten?de gerçekleştirdiği konferansta aldıkları kararlar, 1985 yılında Cenova?da basılan ?Seküler Avrupa?da Allah?a Şehadet? adlı kitapçıkta yayınlandı.

Kitapçığın orijinal metni, toplantıya hangi isimlerin katıldığı ve tamamının Türkçe çevirisi, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz?ün yayına hazırladığı, Popüler Kitaplar etiketiyle neşredilen Çan?dan Minare?ye Büyük İtiraf adlı kitapta yayınlandı.

Kitapta yer alan bilgilere göre, ?Avusturya?dan 3 papaz; Belçika?dan 2; Kıbrıs Ortodoks Kilisesinden 1; Rusya?dan 2;Danimarka?dan 2; Finlandiya?dan 1; Fransa?dan 2, Alman Kiliselerinden 7; ingiltere?den 7; Yunanistan?dan 1; Macaristan?dan 1; italya?dan 1; Hollanda?dan 2; Norvei?den 1; Polonya?dan 1; Portekiz?den 1; Romanya?dan 1; İspanya?dan 1; İsviçre?den 2; Rus Ortodoks Kilisesinden 1; Katoliklerden Thomas Michel ve 3 papaz daha; Amerikan İncil Cemiyeti?nden bir temsilci; Luter Dünya Federasyonundan bir temsilci; Ortadoğu Kiliseler Konseyi?nden bir temsilci; Dünya Kiliseler Birliği?den bir temsilci; Bazı Müslüman ülke temsilcileri ve Genel Sekreter Drs. Jan Slop?un katıldığı toplantıda, alınan ?Bu toplantıda Kuran?ın Allah Kelâmı ve Hz. Muhammed?in ise Hz. İbrahim?den beri gelen Peygamberler zincirinin bir halkası olduğunu ve asla sahte peygamber olamayacağını itiraf ettik? kararına itiraz edenler de vardı.

MÜSLÜMAN ÜLKELERDEN GELEN HIRİSTİYAN TEMSİLCİLER İTİRAZ ETTİLER

Bu kararlara özellikle Müslüman ülkelerden gelen temsilcilerin, ?Eğer bu kararları dünyaya ilân edersek, İslam dünyasında Hristiyan kalmaz ve hepsi Müslüman olurlar? diye itiraz ettikleri görülüyor.

KARARLARA KİLİSELER BİRLİĞİNİN WEB SAYFASINDA YER VERİLMEDİ

Kiliseler Birliği?nin 1959 yılından beri yaptıkları toplantılar ve konuların yer aldığı web sitesinde 1984 yılında yapılan toplantı ve konusuna yer verilmiyordu.

1984 tarihli konferansın yer verilmediği liste şu şekilde

1959 Nyborg, Denmark: ?European Christianity in Todays Secularized World = Seküler Dünyada Avrupa Hristiyanlığı.?

1960 Nyborg, Denmark: ?The Service of the Church in a Changing World = Değişen Dünyada Kilisenin Rolü.?

1962 Nyborg, Denmark: ?The Church in Europe and the Crisis of Modern Man = Avrupa?da Kilise ve Modern İnsanın Krizi.?

1964 m.v. Bornholm (at sea): ?Living Together as Continents and Generations = Kıtalar ve Nesiller Olarak Birlikte Yaşama.?

1967 Pörtschach, Austria: ?To Serve and Reconcile: the Task of the European Churches Today = Avrupa Kiliseleri?nin Birleştirici Rolü.?

1971 Nyborg, Denmark: ?Servants of God, Servants of Men? = ?Allah?ın Kulları veya İnsanların Köleleri?

1974 Engelberg, Switzerland: ?Act on the Message ? Unity m Christ and Peace in the World = ?Dünyada İsa?da Birlik ve Banş.?

1979 Chania, Crete: ?Alive to the World in the Power of the Holy Spirit = Kutsal Ruhun Gücüyle Dünyayı İhya.?

1986 Stirling, Scotland: ?Glory to God and Peace on Earth = Allah?ı Teşbih ve Yeryüzünde Barış?

1992 Prague, former CSFR: ?God Unites ? in Christ a New Creation.?

1997 Graz, Austria: ?Reconciliation, Gift of God and Source of New Life = Allah?ın Hediyesi ve Yeni Bir Hayatın Kaynağı?

2003 Trondheım, Nonvay: ?Jesus Christ Heals and Reconciles: Our Witness in Europe = Hz. Isa Manen Tedavi Eder ve Bizi Birleştirir?

PROF. AKGÜNDÜZ KAYIP HALKAYA ULAŞMAYI BAŞARDI

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, yaptığı araştırmalar ve kurduğu temaslar sonucucu söz konusu konfaransın içeriğinin yer aldığı kitapçığa zor da olsa ulaşmayı başardığını belirtiyor.

Prof. Akgündüz, ?7 yıldır Hollanda?da İslâm Üniversitesi?nin rektörlüğünü yapıyorum ve Hz. Muhammed?in (sav) verdiği müjde­nin gerçekleşeceği günleri bekliyorum. Bütün sıkıntılara rağ­men beni orada tutan sebep, Hz. Peygamber?in verdiği müjde ve Bediüzzaman?ın ısrarla bu müjdenin gerçekleşeceğine dair tespitleridir. Ancak yeni Papanın olumsuz beyanları, Avrupa Devletleri?nin menfî yaklaşımları, Danimarka?daki karikatür olayları, Hollanda?da Wilders gibilerin olumsuz hareketleri, Batıda ve Amerika?da artarak devam eden ?Islâmofobi parano-yaklığı? bu ümitlerimizi kırıyordu. Ancak Hollandalı bir araştırmacı ve papazın bana ve değerli meslektaşlarıma yaptığı bir sitem bizi uykudan uyandır­dı. Bu uzun yıllar papazlık yapmış olan insan, daha sonra bu kararları değerlendiren bir makale yazmış ve adını şöyle koymuş: ?Hristiyanların Hz. Muhammed?i Tanımasıyla Alâkalı Tartışmalar.? Bu meslektaşımız şunu haykırıyordu: ?Siz Avrupalılara ve Hristiyanlara sitem ederken, kendi ku­surlarınızı görmüyorsunuz. Rotterdam İslâm Üniversitesi gerçek manada diyalogun ve Peygamberinizin verdiği müjdeyi gerçekleştirecek bir adım. Daha ötesi var. Ben size Müslümanların maalesef değerlendiremediği ve sonra da ortadan kaldırılmaya çalışılan Kiliseler Birliği?nin tarihî bir kararından bahsedeceğim? diye özetliyor bu tarihi belgeyle kendisini buluşturan olayları.

HZ. MUHAMMED?İN HADİSİ ŞERİFİ IŞIĞINDA YAPILAN YORUM

Akgündüz, kitapla ilgili olarak konuk olduğu Ülke TV?nin Sıradışı programında Turgay Güler?in sorularını yanıtlarken, bu eserin ne anlama geldiğini açıkladı ve Avrupa?dan bir İslami devlet doğacağını söyledi.

Akgündüz?un bu öngörüsünün dayanağı, Ahmed İbn-i Hanbel?in ?Müsned? adlı Hadis kitabında, Ebu Davud, İbn-i Mace ve İbn-i Hibban?ın ?Sünen? adlı eserlerinde ahirzaman ile alâkalı olarak kaydettikleri çok önemli bir hadis: ?Bir gün gelecek Hristiyanlarla (Rum ile) tam bir emniyet içinde barış yapacaksınız. Siz ve onlar yani Müslümanlar ve Hristiyanlar, kendilerinin dışında müşterek bir düşman ile birlikte savaşacaksınız. Galip gelecek ve çok kazanımlar elde edeceksiniz. Sonra tepeli bir çayıra konaklayacaksınız.?

?Bu hadisi belli yerlerde Bediüzzaman da kullanmaktadır? diyor Akgündüz ve ekliyor, bir kısım İslam alimleri bu Hadis?in, Hıristiyan alemi tarafından ?Har-Magedon? veya ?Armageddon? adıyla bilinen ve hayır ile şerri birbirinden ayıracak ve dünyanın sonunu getirecek savaş olduğunu açıkladıkları kıyamet alameti olaya işaret ettiğini zikretmektedirler. Bazıları ise Avrupa ve Amerika ile Müslüman Alemi arasında çıkacak büyük bir savaşa işaret ettiğini izah ediyorlar. Ancak biz buna katılmıyoruz. Bediüzzaman?a göre bu ortak düşmün dinsizlik cereyanıdır. Doğru yorumun Bediüzzaman tarafından yapıldığına inanıyoruz?

?Meşrutiyet yıllarında Ezher şeyhlerinden Şeyh Bahit, Bediüzzaman Said Nursi?ye sorar: Avrupa ve Osmanlı konusundaki görüşün nedir?? Bediüzzaman şu cevabı verir: ?- Avrupa bir İslâm Devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hâmiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.? Aradan 10-15 sene geçmeden Osmanlı doğurur. Avrupa henüz doğumunu yapabilmiş değildir. Ancak doğum sancıları çoktan başladı. Bu belge bunun en önemli kanıtıdır diyor? Prof. Dr. Ahmet Akgündüz


akdenizdn
Daire Başkanı
27 Eylül 2010 16:19

Ebû Derda (r.a.) anlatıyor:

Muhakeme.net - Efendimizin Gençlere Tavsiyeleri

?Allah Resûlü?nü (s.a.v.) şöyle derken dinledim:

?Kim ilim tahsili için yola koyulursa Allah onun için cennete giden yolu kolaylaştırır.

Melekler, yaptığı işten dolayı duydukları hoşnutluğu belirtmek üzere ilim öğrenenin üzerine kanatlarını gererler. Göktekiler ve sudaki balıklara varıncaya kadar yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ilim öğrenen kimse için mağfiret dilerler.

Alimin, ibadetle meşgul olan (âbid) kimseye olan üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmazlar. Peygamberler miras olarak sadece ilim bırakırlar. Kim ilmi elde ederse büyük bir pay ele geçirmiş olur.?

Ebû Davud, Tirmizî, İbn Mâce, Beyhaki ve İbn Hibban

?Oku..?4

Allah-u Teâlâ?nın, Peygamberi Muhammed?e (s.a.v.) söylediği ilk söz. Hz. Peygamber?in kalbine inen ilk vahiy nuru... Vahyin ilk ışıltısı ve ilk aydınlığı...

Okumak ilmin yolu; ilim ise bilmenin kaynağıdır. Bilgi ise aklın ve kalbin nurudur. Bilgi olmadığı takdirde akıl ve kalp, cehaletin ıssız vadilerinde, dalaletin çöllerinde nereye gittiğini bilmez şaşkın bir halde kalakalır. Bilgi olmadığı sürece akıl ve kalp asla hidayet yolunu bulamaz.

İlimden maksat; bireyin dünya ve ahiret hayâtında kendisinden faydalandığı ve başkalarına da faydalı olduğu her ilimdir. Özelikle insanı evrenin, hayâtın ve eşyanın değişmez kanunlarının kaynağı olan Yaratıcı?ya bağlayan ilimdir. Çünkü insanın öğrendiği ve keşfettiği bütün bilgilerin yegane kaynağı ve mercii ancak Allah?tır. Aynı şekilde elde edilen maddi neticelerin kaynağı da O?dur.

Çiftçinin ürün elde etmek, hasat almak ya da istifade etmek amacıyla toprağa bıraktığı çekirdek ya da tohumu düşün. Allah işte o çekirdek ve tohumun ürününü verebilmesini belli koşullara bağlamıştır. Bu koşullardan bir tanesi eksik olsa, toprağa bırakılan o çekirdek veya tohum asla beklenen ürünü vermez.

Çiftçinin ya da ziraatçinin tecrübeleri ve uygulamaları esnasında elde ettiği ilmin kaynağı ve esası Rabdir. Çekirdeğin, tohumun, havanın, suyun, güneşin Rabbi... Aynı şekilde çalışan elin, gözlemleyen gözün, şefkatli gönlün Rabbi...

Bütün bunların üstünde ise ?ümit? var...

Bol ve temiz ürün elde etme ümidi...

Geçmişte ve günümüzde birtakım insanlar, ümidi ve imani ilmi temelinden saptırarak kendi zanlarınca birtakım zaruri sonuçlara bağladılar. Gerçekte onlar hakikatin etrafında dolaşmakta ama ona asla ulaşamamaktadırlar.

Çünkü ümit gayb?dır... Gayb ise yalnızca Allah?ın kudret ve tasarrufundadır.

İlim konusunda, dünyevi ilimleri ve özelliklerini mutlaka anlatacak olsaydım, dini ilimleri anlatmadan geçmezdim. Çünkü dini ilimler anlatılmaya daha layıktır. Kaldı ki, dini ilimleri anlatmak da ilim öğretme ve öğrenmenin bir çeşididir. Bazen zındıklığın amaçlandığı, yıkımın hedeflendiği ve dini ilmin ifsadı niyetiyle öğrendiği durum bunun dışında kalır... Bunda ise pek çok tehlike vardır. Allah?ın Resûlü (s.a.v.) ne kadar doğru söylemiş:

?Ümmetim hakkında en çok endişe ettiğim şey, çok bilmiş her münafıktır.?

Hadis-i şerîfe, temiz ve iffetli söze dönüyoruz:

?Hiç kuşkusuz ilim öğrenmek farzdır.?

İlmin farz oluşuna ilişkin pek çok özendirici faktör vardır. ?Kim ilim tahsili için yola koyulursa Allah onun için cennete giden yolu kolaylaştırır...?

?Kolaylaştırır? sözcüğünde duralım.

Hadis-i şerîfte buyurulmaktadır ki:

?Cennet gönle hoş gelmeyen şeylerle çevrilidir.?

Öyleyse cennet yolu zorlu ve çetindir. Cennet?in etrafı meşakkat, yorgunluk ve bıkkınlıklarla kuşatılmıştır. Cennet yolcusu pek çok yanılmalara, yanlışlara, tökezlemelere düçar olacaktır.

İnsan nefsini tahrik eden şehvet çukurları, keyfi arzuların zirveleri, şehvet dikenleri ve tırmıkları... Ter, gözyaşı, mücadele, savaş ve sabır...

Bunların hepsi ilmin kaynağına sımsıkı bağlanmış ilim öğrencisinin önünde kolaylaşmaktadır. Niçin?

Çünkü ilim öğrencisi, engeller karşısında ancak apaçık bir delille hareket ederek bütün engelleri hiçbir zorluk ve sıkıntı duymadan aşmaktadır. Asla şaşkınlığa düşüp yolunu kaybetmemekte, yolda tıkanıp kalmamakta ve tereddüt etmemektedir.

İlim öğrencisinin karşılaştığı kolaylığın ilki ve en büyüğü, meleklerin kanatlarıdır.

Bu kanatlar ilim öğrencisi için yere iner ve son derece şefkat ve yumuşaklıkla onu üzerine alır. Sonra, engellerin üstüne yükselip adeta engellerle alay ederek, onlara aldırmadan geçip gitmesi için meleklerin kanatları ilim öğrencisini kaldırır, yükseklere çıkarır.

Meleklerin kanatlarında manevi dereceler kateden ilim öğrencisi dünya hayâtının ağırlıklarından hafiflediğini, yeryüzünün kir ve pisliklerinden gönlünün ve vicdanının temizlendiğini hisseder.

Vicdanında hoşnutluk nağmeleri ve mutluluk melodileri ses verir. Yüzünde derin bir neşe belirir.

Sonra bütün bunlar yola devam etme azmi ve kararlılığı biçiminde davranışlarına akseder.

Bu durum gerçekte Hz. Peygamber?in (s.a.v.) haber verdiğinden başka bir şey değildir:

?Göktekiler ve sudaki balıklara varıncaya kadar yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ilim öğrenen kimse için mağfiret dilerler.?

Denizlerin karanlık mağaralarında ve yoğun su katmanları altında yaşayan balıklara varıncaya kadar tüm canlılar ilim öğrenen kimse için sürekli mağfiret diliyorlar. Mağfiret dilekleri su katmanlarını yarıyor, nihayet suyun yüzeyine çıkıyor ve bir ahenk içinde diğer dualara katılıyor.

Sevgili gençler...

İlim öğrencisinden bütün dünya razı ve hoşnuttur.

Aileden başlayıp tüm canlılara varıncaya kadar bütün dünya...

Makam ve onur bakımından ilim öğrencisinin sahip olduğu fazilet ve üstünlüğe denk hiçbir fazilet ve üstünlük yoktur... İbadetle meşgul olan (âbid) kimse Allah katında ve insanlar nezdinde yüksek bir derecede olduktan sonra, ilmiyle amel eden alim de, elbette daha yüksek bir makamda ve daha ulvi bir mertebede olacaktır.

Alimin âbid kimseye olan üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.

Dolunayın bulunmadığı bir gecede yıldızlar parlak bir biçimde ortaya çıkarlar ve etrafa ışık saçarlar. Hatta ışığı cılız en uzaktaki yıldız bile belirginleşir, göze gelir. Ama ay ortaya çıkıp dolunay halini aldığında o yıldızlar tutulur, gizlenir ve tevazu gösterirler.

Alim ile âbid arasındaki fark işte böyledir!!..

?Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmazlar. Peygamberler miras olarak sadece ilim bırakırlar. Kim ilmi elde ederse büyük bir pay ele geçirmiş olur.?

Büyük bir miras, ağır bir sorumluluk, zor bir emanet...

Kime bu miras verilmiş ve o da bunları hakkıyla takdir edip kıymetini bilerek, gereğini yerine getirmiş ise muhakkak o dosdoğru bir yola (sırat-ı müstakim?e) iletilmiştir. Kime de bu miras verilmiş ve o da bunları hakkıyla takdir edemeyerek kıymetini bilmeyerek, gereğini yerine getirmemiş ise muhakkak onun ameli boşa gitmiştir. Ve kime de bu miras verilmemiş ve o da bunları elde etmek için gayret göstermemiş ise muhakkak o dünyasını ve ahiretini ziyan etmiştir.

Sevgili gençler...

Göz ve kalplerimizden cehalet örtülerini kaldırmaya ve ardından hayât yolculuğunu sürekli olarak başkalarının ardısıra giden ve onlara uyan kuyruk insanlar olarak değil; onurlu önderler olarak sürdürmek için bu mirası elde etmeye ve ona olan güveni yeniden sağlamaya ne kadar muhtacız.

Aklıma konuyla alakalı çok güzel bir hikaye geliyor.

Rivayetlere göre;

Hz. Peygamber?in vefatından sonra Ebû Zerr (r.a.), bir gün Medine?nin çarşılarını dolaşıyordu. İnsanları kargaşalı bir halde gördü. Dünya hayâtı onları iyiden iyiye meşgul etmiş, hayât meşgalesi onlara egemen olmuş, akıl ve duygularını esir almıştı.

Ebû Zerr (r.a.), dünya hayâtının müslümanları bu derece meşgul etmesinden endişeye kapıldı. İnsanlara seslendi:

?İnsanlar! Şimdi mescidde Muhammed?in mirası dağıtılırken siz mal ve ticarete kendinizi kaptırmış ne yapıyorsunuz?!

Bu söz üzerine insanlar derhal mescide koşuştular.

Ancak mescidde rukü ve secde eden, ibadet edenlerle birlikte, ilim öğreten alim ve ilim öğrenen öğrenciler ve fıkıh öğreten fakîh ve fıkıh öğrenen öğrencilerden başka bir şey göremediler. Derhal homurdana homurdana geldikleri gibi ökçeleri üzere geri döndüler. Ebû Zerr?e (r.a.):

?Mescidde, söylediğinden bir şey göremedik?! dediler. Ebû Zerr (r.a.):

?Muhammed?in mirası işte odur, cevabını verdi.

Bu bir hatırlatma ve öğüttü.

Sevgili gençler...

Ben de size ve kendime bu mirası hatırlatıyor ve onu öğütlüyorum. Zira hatırlatma ve öğüt, Allah?a inanan (mü?min) insanlara fayda verir.

Toplam 44 mesaj

Çok Yazılan Konular

Sözlük

Son Haberler

Editörün Seçimi