Editörler : Lanet
01 Haziran 2014 13:28

Bir Kızıl'a Açılma Çabası...

Mermilerin havada çarpıştığı, her an her adım başında bir neferin şehit olduğu bir savaş vaktiydi. Bu kez siperde ne çarıklı Anadolu insanı ne de hedefte anzak vardı. Takati kalmamış güneşin sırtını döndüğü, kemoterapi gören zavallı ağaçlara has griliğin gökyüzüne adi bir karabasan gibi çöktüğü bugün, aşkı kendinden utandıran iki kadehin savaş vaktiydi.
Dallar intihara meyilli yapraklardan ibaretti uzun zamandır. Evlerine çekilmiş salasını bekleyen onca yaşlı içinde göze çarpan tek şey -çok şükür tanrıya- lütuflarıydı. Öylesine boğuk, öyle samimiyetten yoksun çıkar oldu ki artık duaları ve bedduaları layıkıyla göndermek neredeyse imkansızdı.
Sahi imkansızlık zavallı insan beyni için kodlaması olmayan lüzumsuz bir şifreyken, beden için küçük ama nefes kesen bir aşıydı. Öyle ya beden, yalnızlığa gerilmiş küçük bir çarşaftı en nihayetinde. Ve kabullenmeme gibi bir lüksü yoktu onun.
Gözleri doluyordu her adımda. Ruhundan kattığı acı tebessümü de kalın kaşlarına asılmış prangalar gibi sırıtıyordu. Aslında sırıtmak bu insan için türetilmiş bir -kinaye- idi. Zira kıyafetleri bedenine, başı omzuna, gözü kulağına sırıtıyordu. Ancak bu durum, düşmanca arkadan değil bilakis dost gibi yüzüneydi.
Yavaşladı. Bir zamanlar hevesle çıktığı o yokuş yine bugünlerde kime eriştiğini bilmediği yol-kenarı karanlık patikası gibi gelmişti. Eğimi hangi dünya aracı için hazırlandığı merak uyandırsa da bu seferlik nefesi kesilmediği için oralı olmadı. Yine aynı yokuşun başındaki bahçeye ait sarı sandalyeli turuncu masalara takıldı gözü. Öylesine sırıtmıştı ki bu gri güne, kendinden bir parça bulmakta zorlanmadı. İşin şakası, o bu duruma gülemiyordu. Zira ilk umutların ekildiği o canlılık, şimdilerde Çernobil'den geriye kalan üç beş masaya denkti.
Bir şeyler hakkında ümit sahibi olabilmek uğruna, zaten bedenine sonradan monte edilmiş gibi duran kafasını bağışlayabilirdi. zira kafası ters dönmüş testi gibiydi. Aklı-fikri ve duyguları usulca akıyordu. Bu, ruhun bedenden ayrılmasına ne kadar çok benziyordu! Ölüm sonrası, ait olduğu güce; tanrıya gider gibi uçuyordu duygu cümbüşü.
Biraz daha bekleyecekti. Hal bu ya şikayetçi de değildi. Kelimelerin terkettiği aklında ne eskiden kalan bir ezber ne de geleceğe yatırım yaptığı mutluluğu vardı. Kaskatı vücudunda canlılığa dair tek kalıntı ise demin yaktığı sigaradan devraldığı kuru öksürüktü. Bulunduğu yerden sarı sandalyeleri ve turuncu masayı görebiliyordu. Masayı, gözleri sevgiden parlamaklı bir çift tarafından doldurulmuş şekilde hayal etti. Fazla konuşmaktan kaçınmalarına rağmen birlikteliğin keyfini çıkarır gibi yudumluyorlardı çayı. Diğer elleri masanın altında olan bu iki kişinin, sanki kalplerini avcunda saklıyor ve birbirine sunmak için doğru şarkıyı bekliyor gibi bir halleri vardı. Henüz bu kare oynarken ağlamaklı bir ünlem düşürüverdi hayalin ortasına. Asıl sebep demin tek nefes alıp, içmeye unuttuğu sigara parmaklarında küle dönmüş, haliyle dibinde kalan ateşi de tenine temas etmişti. Bir süre yelkovanı takip etti. Turuncu masa ise hala boştu.
Cebini yokladı. Bir sigara daha yakacak zamanı olduğuna emindi. Yastık altındaki güzel cümlelerini tekrarlıyordu içinden. Hatta bir ara aklında nasıl olduysa yer edinen ender şiirlerden birisi olan aynı kadehten şiirini mırıldandı. Her ne kadar kendi sesinden çıkınca anlamını yitiriyormuş hissine kapılsa da devam etti. Tam o anda çok daha karamsar bir tavırla onun bulunduğu yöne el işareti yaptı.
O geliyordu işte. Daha manalı bir gökyüzü hayal edemezdi. Ne yapacağını çok iyi biliyormuş da buna karşın yapacak hiç gücü yokmuş gibiydi. Grilikten aldığı halveti selamlamasına da yansıttı. Turuncu masaya gitmeyeceklerdi bu sefer. Yürüyorlardı.
Bazen gidecek tek yeriniz ve tek hakkınız varsa yürümek, adımların birbirini tekrar etmesinin ötesinde bir anlam kazanabiliyor. Her adımı attığında ufalanarak ardına düşen kristal taneleri vardı. Ve görünmeseler de sesine yansıyordu.
Bu vakit konuşmanın olmadığı, tablo havasında asılı kalmış kelimelerin kalıbını kırmaktan yorgun düştüğü bir savaş haliydi. Bakışmalar yer yer çarpışsa da yenen olmayacaktı.
Sonunda önceden tasarladığı yere geldiler. Zamanını, zamanı durdurma isteğiyle harcamak yerine muhabbete harcamakta niyetliydi. Kadehleri yavaşça doldurdu. Çıkan sesi unutmayacağı kesindi. Önceleri konuşmaktan yorulan bu iki beden, şimdilerde sohbete kurak bir vahanın kalan son damlaları edasında aralıklarla ve olabildiğince soğuk şekilde devam ediyordu.
Yudumlamaya başladılar. Kız, düşünceli ve üzgün olmasının yanı sıra gerginliğini saklayamıyordu. Ancak yine de kısa ve alabildiğine kızıl saçlarına örttüğü krem rengi örgü beresiyle konuk olmayacağı şiir yoktu. Adamsa büyüyü bozmamak uğruna aralıklarla konuşuyor, deniz manzarasında beyaz eldivenlerine şarap kadehini sıkıştırmış ve zihninden bir ömür çıkmayacak bu kişiyi, zavallı kafasına ilmek ilmek işliyordu. Orta çağdan kalma katedral tablolarını ağzı açık izlemeye koyulan ve hayranlıklarını gizlemek bir yana o tarihte yaşamak için can atanların hislerine ortak oluyordu.
Ve ona sarılmıştı! Sımsıkı hem de. Parmakları onun gamzesindeydi. Ayrıca şairanevi tavırlar sergilemeden, bir anda gerçekleşmişti ki her zaman olduğu, hatta daha bir kendisi olduğu gibiyken. Hiç konuşmamıştı ve yine de o bir bir anlamıştı. Sahibine kavuşan hisler şimdi yeni bir soluk kazanmıştı.
Nihayet son yudumdaydı. Öylesine sarılmak isterdi ki. Ancak yeniden dalmamak adına birkaç soru peydah etti kalan son aklıyla. Gözlerini yeniden kadehine dikti. İçme eylemi ne kadar ağırdan alınırsa o kadar ağırdan alıyordu. O ise çoktan bitirmiş gitmek ister gibi bir kaç adım ileride denizi seyrediyor bir yandan da cevap vermek için titizlikle düşünüyordu. Halbuki cevapları umrunda değildi. Bu adam şuurunu içiyordu. Zamanı akıttığı bu kadehini karşısındaki güzellikle tatlandırmıştı. Şu senaryodaki tek yanlışın zaman olduğunu düşünerek içini rahat tutmaya çalışsa da önünde hayalinde oynayanından daha masum duran birisi vardı. Ve şişede duran bir veda aroması.
Kadeh elindeydi. Son zamanlarda hep bu adam konuşmuştu. Uzun cümleleri severdi ve konuyu dağıtıp, yirmi dokuz harften yararlanmaktan zevk alırdı. Dinliyordu karşısındakinin anlattıklarını, cevaplarını, sorularını. Ağzından çıkan her şeye dikkat kesilmişti. Bu arada denizi izliyor bir yandan da ileride kulağında yankılanma ihtimali doğan cümleleri tekrar ediyordu içinden.
Sımsıkı sarılmıştı. Hayır hayır. O hayali kurmamalıydı. Ama ya gamzesi?
Son yudumu da nihayet bitirdi. Usulca duvarın dibine, şişenin iki yanına iki farklı kadehi koydular. Farklı olacaktı elbette. Aynı göründüklerine bakmayın siz, ikisi birbirinden ne farklı duygularla içilmişti.
Yokuşun başına kadar birlikte yürüdüler. Son adımlar atılıyordu. Bu adımları özleyecekti bu adam.
Durdular. Aslında sadece formalite yerine geliyordu. Bugün olanlar, çok zaman önce yaşanmış nitekim bitmiş ancak sırf tanrı mutlu olsun diye canlandırılmışa benziyordu. Ne yazık ki bir şeylerin değişmesi ihtimali, az evel gevrek bir yaprak gibi bıraktı kendini toprağa.
Bir şey olmuyorsa olmuyordur. Bunun örneğini bu adamdan daha iyisini ancak romanlar verebilir.
Adım attıkça hızlanan kristal taneleri yanağıyla her buluştuğunda adım atma gücü azalıyordu. Derhal sigarasını yakmaya koyuldu. Sanki doğadan az evvel olanlara karşılık bir cevap bekler gibi gezindi gözleri. Turuncu masaya bakmamak için ters yönden yola koyuldu.
Hiçliğe çok yakındı. az önce sesi kulağında yankılanan o kişi için sıradan birisi olmaya tek adım kalmıştı. Sadece bu düşünce bile içindeki hiçliği kora çevirebiliyordu. Sigarasını içerek ilerledi.
Ve sıradanlığa karıştı. Herkes gibiydi. Bir vasfı yoktu. En azından tanrı senaryoda değişikliğe gidene kadar oynanacak yeni bir canlandırma olmayacaktı...

Çok Yazılan Konular

Sözlük

Son Haberler

Editörün Seçimi