HAYATIMIN EN MUTLU ANIYMIŞ, BİLMİYORDUM
O kadar çok anlattılar ki sana bu hikayeyi. Mutlu sonla biten her masal gibi . Tekrar edip durdun,
çağırdın o hiç olmayacak şeyleri. O kadar çok bekledin ki. Öyle torunlarına
anlatacak bir hikayem olsun diye. Herkesin başının etini yedin. Oysa her afilli
hikayenin ağır bir bedeli olduğunu kimse söylemedi sana.
Aşk. Kocaman bir duygu.
İçine sığdırdığımız onca şey. Hem sevgi hem nefret hem şiddet. Dolu dolu.
En kötü anın hem, hem de en muazzam yanın. Aşk bu, ne zaman geleceği de meçhul, ne
zaman gideceği de. Gitmesin isteriz halbuki biz. Kalsın yanımızda hep, bizimle
olsun isteriz. Kimseye bir şey olmasın, imkansız olmasın. Ama hayat bu işte. Birilerine
hep bir şeyler olur. Ya gider başka birinin olur, ya birinizin kafası karışık
olur, ya da ölümcül bir hastalık olur. Ve en kötüsü yaşadıklarınız, konusu
berbat bir arabesk film senaryosu olmayabilir.
Tabii diğer yandan.
Şiirsiz aşk da olmaz bence. Şair kimdir diye sora bana biri, Şairler en
amansız aşklara sözcükler bulan insanlardır derdim ben. Bu ülkenin konuşmayı
pek beceremeyen bu kavruk çocukların, bu cümlelere ihtiyacı vardır çünkü.
Ben sana mecburum, bilemezsindir aşk.
Aysel git başımdan, istemiyorumdur,
Ayrılıklar da sevdaya dahil, çünkü ayrılanlar hala sevdalıdır.
Arabesk filmimize dönecek olursak, öleceğini bilmek müthiş bir gerilim yaratır insanda.
Sabahları geç cevap verdiğinde hala yaşıyor mu acaba diye düşünmek de.
Aslında hiç mutlu bir sonunuz yoktur zaten, hikayenin her bir versiyonu kötü sonla bitiyordur, her
şey imkansızdır, bunu biliyorsunuzdur ama. Hala aşık kalmaya devam
ediyorsunuzdur. Hala bitirilmesi meçhul kitaplar alıyorsunuzdur. Hala
gelecekten bahsedebiliyorsunuzdur.
Bir kitapta okumuştum.
Kişinin dedesi, toplama kampına düşüyor. Anneannesini orada görüyor. Ve ilk görüşte aşk.
Onunla tanışmak için nereden buluyorsa bir lahana buluyor ve onu bir sapa geçirip,
veriyor. İşte insanı kurtaran bu. Toplama kampında bir lahanayı çiçek
yapmak ve karşılığında o lahanayı bir çiçek olarak görebilmek insan türünün
yaptığı bunca ahmaklığa rağmen sürebilmesinin esas sebebi. Mesele lahanayı bir
aşk süsüne çevirebilecek hayal etme becerisini korumakta çünkü.
Diğer yandan arabesk filmimize dönelim,
ölüme koşan birine eşlik edince pek çok şey öğreniyor insan.
O gidecek, engel olamıyorsun, durduramıyorsun da. Ne tıpla, ne aşkla ne duayla. Bir
anlaşma var sanki. Ve sen tanıksın. O gidişin süratine, onu
yaşayan insanın paniğine, korkularına, acısına, öfkesine, hepsine tanıklık
ediyorsun... Elin değiyor ölüme. Bunları yaşadıktan sonra da korku diye bir şey
kalmıyor. Gereksiz ciddiyetler gülünç oluyor. O boşluk hiç dolmuyor. Böyle, bir
şölen gibi, bir lunapark gibi sevdalık yaşayınca bu görkemi taşımayan her şey
bir çadır tiyatrosu gibi geliyor insana.
Ama en kötüsü de ölü
birine aşık kalmak galiba. Geride kalmış zaman yığının içinde bir yerde toplu
iğne başı kadar bir yanlışlık, rayların bir anlık yanlış makası ve bir gün...
Sedeflerin ortasında işte böyle, büsbütün karanfilsiz!
HAYATIMIN EN MUTLU ANIYMIŞ, BİLMİYORDUM
O kadar çok anlattılar ki sana bu hikayeyi. Mutlu sonla biten her masal gibi . Tekrar edip durdun,
çağırdın o hiç olmayacak şeyleri. O kadar çok bekledin ki. Öyle torunlarına
anlatacak bir hikayem olsun diye. Herkesin başının etini yedin. Oysa her afilli
hikayenin ağır bir bedeli olduğunu kimse söylemedi sana.
Aşk. Kocaman bir duygu.
İçine sığdırdığımız onca şey. Hem sevgi hem nefret hem şiddet. Dolu dolu.
En kötü anın hem, hem de en muazzam yanın. Aşk bu, ne zaman geleceği de meçhul, ne
zaman gideceği de. Gitmesin isteriz halbuki biz. Kalsın yanımızda hep, bizimle
olsun isteriz. Kimseye bir şey olmasın, imkansız olmasın. Ama hayat bu işte. Birilerine
hep bir şeyler olur. Ya gider başka birinin olur, ya birinizin kafası karışık
olur, ya da ölümcül bir hastalık olur. Ve en kötüsü yaşadıklarınız, konusu
berbat bir arabesk film senaryosu olmayabilir.
Tabii diğer yandan.
Şiirsiz aşk da olmaz bence. Şair kimdir diye sora bana biri, Şairler en
amansız aşklara sözcükler bulan insanlardır derdim ben. Bu ülkenin konuşmayı
pek beceremeyen bu kavruk çocukların, bu cümlelere ihtiyacı vardır çünkü.
Ben sana mecburum, bilemezsindir aşk.
Aysel git başımdan, istemiyorumdur,
Ayrılıklar da sevdaya dahil, çünkü ayrılanlar hala sevdalıdır.
Arabesk filmimize dönecek olursak, öleceğini bilmek müthiş bir gerilim yaratır insanda.
Sabahları geç cevap verdiğinde hala yaşıyor mu acaba diye düşünmek de.
Aslında hiç mutlu bir sonunuz yoktur zaten, hikayenin her bir versiyonu kötü sonla bitiyordur, her
şey imkansızdır, bunu biliyorsunuzdur ama. Hala aşık kalmaya devam
ediyorsunuzdur. Hala bitirilmesi meçhul kitaplar alıyorsunuzdur. Hala
gelecekten bahsedebiliyorsunuzdur.
Bir kitapta okumuştum.
Kişinin dedesi, toplama kampına düşüyor. Anneannesini orada görüyor. Ve ilk görüşte aşk.
Onunla tanışmak için nereden buluyorsa bir lahana buluyor ve onu bir sapa geçirip,
veriyor. İşte insanı kurtaran bu. Toplama kampında bir lahanayı çiçek
yapmak ve karşılığında o lahanayı bir çiçek olarak görebilmek insan türünün
yaptığı bunca ahmaklığa rağmen sürebilmesinin esas sebebi. Mesele lahanayı bir
aşk süsüne çevirebilecek hayal etme becerisini korumakta çünkü.
Diğer yandan arabesk filmimize dönelim,
ölüme koşan birine eşlik edince pek çok şey öğreniyor insan.
O gidecek, engel olamıyorsun, durduramıyorsun da. Ne tıpla, ne aşkla ne duayla. Bir
anlaşma var sanki. Ve sen tanıksın. O gidişin süratine, onu
yaşayan insanın paniğine, korkularına, acısına, öfkesine, hepsine tanıklık
ediyorsun... Elin değiyor ölüme. Bunları yaşadıktan sonra da korku diye bir şey
kalmıyor. Gereksiz ciddiyetler gülünç oluyor. O boşluk hiç dolmuyor. Böyle, bir
şölen gibi, bir lunapark gibi sevdalık yaşayınca bu görkemi taşımayan her şey
bir çadır tiyatrosu gibi geliyor insana.
Ama en kötüsü de ölü
birine aşık kalmak galiba. Geride kalmış zaman yığının içinde bir yerde toplu
iğne başı kadar bir yanlışlık, rayların bir anlık yanlış makası ve bir gün...
Sedeflerin ortasında işte böyle, büsbütün karanfilsiz!