azla yetinen sehir: ankara
söyle düsümek lazim belki de. toplumsal is bölümünde bazilarina da gezerek
yazi yazmak düsüyor. hayal kurmak, dalip gitmek... herkesin sinavlara
hazirlandigi siniflarda mutlaka bir hayalperest çocugun gerektigi gibi.
çünkü, asil meleklere karismis çocuklar tutar insanlik tarihinin seyir
defterini. kosturup savaslar yapan, kosturup ormanlar yakan, kosturup
çocuklar öldüren insanlik, yorulup yigildiginda bir kösede, vicdanini
meleklere karismis hayalperest çocuklarda aklar. bu yüzden az buz sey
degildir hayal kurmak. en büyük zorluk ise bütün bu olup bitenlere
karismadan, karismaya hiç heveslenmeden, ruhunun hiç istifini bozmadan
hayal kurmaya devam etmektir. diyelim ki, hiç de kolay degildir, herkes
leeds maçina giderken ankara'ya dogru yola çikmak. herkes malum
maçtan bahsederken oturup ankara üzerine yazmak. kugulu park'ta oturup
insan yüzlerine saatlerce bakmak, bakmak, bakmak... hiç "gündemde" olmasa
da bu ugras, o yüzlerden bir sehrin sirrina varmaya çalismak. durup
dururken...
denizsiz sehir kanaatkardir
deniz tuhaf seydir. yüzünüzü denize verdiginizde arkanizi dönersiniz
insanlara. bu yüzden, ancak deniz sehirlerinde yalniz kalabilir insan,
denize kalir, kendine... ankara mi? bakacak tek sey insan
yüzleridir. bu yüzden insanlar kirip dökmeye cesaret edemez birbirini kolay
kolay. murathan mungan bir keresinde bunun için "ankara'da oturma odasi
ahlaki vardir" demisti, "oysa istanbul'da biçaklar ortadadir." dogrudur,
hem de nasil ortadadir... denizin simartmasi belki de, herkes biçaklariyla
birbirinin pesindedir. dürüstlük mü bu? yoksa insanlarin birbirine bakmasi
için denizden daha "enteresan" olmasi gerektigi için mi?
ama dogrudur. ankara'da her sey oturma odalarinda olur.
bakilacak bir deniz olmadigi için, insanlar sik sik ve uzun uzun
birbirlerinin yüzlerine bakar. yüzlerde isaretler varsa hakikaten, bunu en
iyi ankara'da yasayanlar biliyor olmalidir. biçaksiz oturma odalarinda
insanlar birbiriyle yetinir. tipki deniz olmadigi için havuzlarla
yetinildigi gibi. ama belki de her yokusun sonunda deniz çikacakmis gibi olan
bu sehirde kurulan deniz düsleri, denizin kendisinden daha mavidir. kesin olan
bir sey var yine de.
ankaralilar'in denizi istanbullununkinden daha temizdir!
cetvel çizgisi kafadan mi geçer?
ferhan sensoy ankaralilar'in karsidan karsiya geçerken "cetvelle çizilmis
gibi" herkesin sagdan yürüdügünü söylüyordu. böyle bir kanaat vardir ötede
beride. ankara'nin cetvelle çizilmis bir sehir oldugu sanilir. o çizgilerin
insanlarin kafalarinin içinden geçtigi düsünülür üstelik. evet dolmus
soförleri kravat takar, evet taksiciler "sizli bizli"dir. ama o kafkaesk
soförler, o "siz"leri alip, "o güzel gözlerinize aglamak hiç yarasmiyor
küçük hanim. size yakisan gülmektir" diye bir cümle kuruverdiginde, kimi
"sen"ler pek pespaye kalir, pek samimiyet yalani...
bu kent, insanlara siyaset yalanlarina inat her gün önemli sözcükler
ögretir. haysiyet, alçakgönüllülük, samimiyet, sessizlik, dostluk, mertlik,
isini hakkiyla yapmak... neden peki? çünkü insanlar, arkalarini
dönemezler burada birbirine. dönüp gelecekleri yer yine birbirlerinin
yüzüdür. gidecek bir deniz yoktur. bu yüzden ankara'da tek basina olmakla
yalniz kalmak arasinda çok fark vardir. ankara bana, izmir'den gelmis,
denizle simarmis küçük kizina birkaç sözcük ögretmisti. bunu, istanbul'da
artik hiç bilinmeyen kati bir usta - çirak iliskisiyle yapmayi tercih
etmisti: gözyasi mecburidir! kin birakmayan, hayati, insanlari gördükçe
affedilen, hem de nasil çabucak affedilen gözyasiyla...
istanbul mu? o "isini bilen", tombul kadin... o, bu sözcüklerle hep alay
etti. çok "ise yarayan" yeni sözcüklerden bahsetti. ben simdi ankara'da
mülkiyeliler birligi lokali'nde o "isini bilen" kadinin
dayattigi sözcüklerden bahsediyorum. kimse gülmüyor. hiç gülmüyoruz. "bu
kadar çok genelleme mutlaka hatalidir" diye düsünecek oluyorum... o sirada
kugulu park'ta bir kadin agliyor. garson, hiçbir sey sormadan masaya bir
mendil birakiyor...
azla yetinen sehir: ankara
söyle düsümek lazim belki de. toplumsal is bölümünde bazilarina da gezerek
yazi yazmak düsüyor. hayal kurmak, dalip gitmek... herkesin sinavlara
hazirlandigi siniflarda mutlaka bir hayalperest çocugun gerektigi gibi.
çünkü, asil meleklere karismis çocuklar tutar insanlik tarihinin seyir
defterini. kosturup savaslar yapan, kosturup ormanlar yakan, kosturup
çocuklar öldüren insanlik, yorulup yigildiginda bir kösede, vicdanini
meleklere karismis hayalperest çocuklarda aklar. bu yüzden az buz sey
degildir hayal kurmak. en büyük zorluk ise bütün bu olup bitenlere
karismadan, karismaya hiç heveslenmeden, ruhunun hiç istifini bozmadan
hayal kurmaya devam etmektir. diyelim ki, hiç de kolay degildir, herkes
leeds maçina giderken ankara'ya dogru yola çikmak. herkes malum
maçtan bahsederken oturup ankara üzerine yazmak. kugulu park'ta oturup
insan yüzlerine saatlerce bakmak, bakmak, bakmak... hiç "gündemde" olmasa
da bu ugras, o yüzlerden bir sehrin sirrina varmaya çalismak. durup
dururken...
denizsiz sehir kanaatkardir
deniz tuhaf seydir. yüzünüzü denize verdiginizde arkanizi dönersiniz
insanlara. bu yüzden, ancak deniz sehirlerinde yalniz kalabilir insan,
denize kalir, kendine... ankara mi? bakacak tek sey insan
yüzleridir. bu yüzden insanlar kirip dökmeye cesaret edemez birbirini kolay
kolay. murathan mungan bir keresinde bunun için "ankara'da oturma odasi
ahlaki vardir" demisti, "oysa istanbul'da biçaklar ortadadir." dogrudur,
hem de nasil ortadadir... denizin simartmasi belki de, herkes biçaklariyla
birbirinin pesindedir. dürüstlük mü bu? yoksa insanlarin birbirine bakmasi
için denizden daha "enteresan" olmasi gerektigi için mi?
ama dogrudur. ankara'da her sey oturma odalarinda olur.
bakilacak bir deniz olmadigi için, insanlar sik sik ve uzun uzun
birbirlerinin yüzlerine bakar. yüzlerde isaretler varsa hakikaten, bunu en
iyi ankara'da yasayanlar biliyor olmalidir. biçaksiz oturma odalarinda
insanlar birbiriyle yetinir. tipki deniz olmadigi için havuzlarla
yetinildigi gibi. ama belki de her yokusun sonunda deniz çikacakmis gibi olan
bu sehirde kurulan deniz düsleri, denizin kendisinden daha mavidir. kesin olan
bir sey var yine de.
ankaralilar'in denizi istanbullununkinden daha temizdir!
cetvel çizgisi kafadan mi geçer?
ferhan sensoy ankaralilar'in karsidan karsiya geçerken "cetvelle çizilmis
gibi" herkesin sagdan yürüdügünü söylüyordu. böyle bir kanaat vardir ötede
beride. ankara'nin cetvelle çizilmis bir sehir oldugu sanilir. o çizgilerin
insanlarin kafalarinin içinden geçtigi düsünülür üstelik. evet dolmus
soförleri kravat takar, evet taksiciler "sizli bizli"dir. ama o kafkaesk
soförler, o "siz"leri alip, "o güzel gözlerinize aglamak hiç yarasmiyor
küçük hanim. size yakisan gülmektir" diye bir cümle kuruverdiginde, kimi
"sen"ler pek pespaye kalir, pek samimiyet yalani...
bu kent, insanlara siyaset yalanlarina inat her gün önemli sözcükler
ögretir. haysiyet, alçakgönüllülük, samimiyet, sessizlik, dostluk, mertlik,
isini hakkiyla yapmak... neden peki? çünkü insanlar, arkalarini
dönemezler burada birbirine. dönüp gelecekleri yer yine birbirlerinin
yüzüdür. gidecek bir deniz yoktur. bu yüzden ankara'da tek basina olmakla
yalniz kalmak arasinda çok fark vardir. ankara bana, izmir'den gelmis,
denizle simarmis küçük kizina birkaç sözcük ögretmisti. bunu, istanbul'da
artik hiç bilinmeyen kati bir usta - çirak iliskisiyle yapmayi tercih
etmisti: gözyasi mecburidir! kin birakmayan, hayati, insanlari gördükçe
affedilen, hem de nasil çabucak affedilen gözyasiyla...
istanbul mu? o "isini bilen", tombul kadin... o, bu sözcüklerle hep alay
etti. çok "ise yarayan" yeni sözcüklerden bahsetti. ben simdi ankara'da
mülkiyeliler birligi lokali'nde o "isini bilen" kadinin
dayattigi sözcüklerden bahsediyorum. kimse gülmüyor. hiç gülmüyoruz. "bu
kadar çok genelleme mutlaka hatalidir" diye düsünecek oluyorum... o sirada
kugulu park'ta bir kadin agliyor. garson, hiçbir sey sormadan masaya bir
mendil birakiyor...