2......KADERİ BAHANE EDİP İŞLENİLEN GÜNAHLARIN SORUMLULUĞUNDAN KAÇMANIN REDDİ VE DE MUTEZİLENİN REDDİ:
Soru 7: İnsanın ne zaman ve nasıl öleceği önceden belirlendiğine göre, onu öldürenin suçu nedir?
Cevap: Herşey gibi ölümün de zaman ve keyfiyeti, önceden tesbit edilmiştir. Yani kâinat için vârid ve vâki olan herşey insan, insanın hayatı ve ölümü için de vârid ve vâkidir. Belli yollarla varlığa erme, belli esaslar içinde varlığını sürdürme ve belli bir zamandan sonra da sahneden çekilme, her varlık için kaçınılmaz bir hakikattır. Evet Her şey, çok geniş ve umumî bir kader dairesi içinde ve kendisi için belirlenmiş bir çizgide doğar, gelişir; sonra da ölür gider. Bu, ezelî, değişmez bir yol ve ebedlere kadar da devam edecek bir çark ve düzendir.
Zerrelerden sistemlere kadar, hayret verici bir düzen ve baş döndürücü bir âhenkle işleyen şu koca kâinatın bağrında doğan ve gelişen pozitif ilimler, o ilimlere âit sâbit prensibler ve âlemşümûl kâidelerde, herşey için böyle bir ilk belirleme, bir ta?yin ve takdir açıkça müşâhede edilmektedir. Böyle ilk bir plânlama olmadan, ne kâinattaki nizam ve âhengi îzâh etmek, ne de onun bağrında müsbet ilimlerden herhangi birini geliştirmek mümkün değildir. Kâinatın olabildiğine hendesî, olabildiğine riyâzî ve bir kısım tesbit ve takdirlere göre hareket etmesi sayesindedir ki; fizik laboratuarında belli prensiplere göre araştırma yapmak, anatomiyi belli kâideler içinde mütalâa etmek ve anlatmak ve yine sâbit bir kısım kâidelerle, fezânın derinliklerine açılmak mümkün olabilmiştir.
Âhenksiz bir kâinatta, plânsız programsız bir dünyada ve nizamsız işleyen bir tabiat mecmuasında, pozitif ilimlerden hiçbirini düşünmeye imkân yokdur. İlimler, aslında, varlık içinde mevcut olan bir kısım kâide ve prensiplere adese olmuş, onları göstermiş ve onların birer ünvanı olarak kitaplara geçmişlerdir.
Bu ifadelerle ilimleri ve keşifleri küçümsemek istemiyoruz; sadece onların yer, önem ve ağırlıklarını hatırlatıyor ve onlardan çok daha mühim hususlara dikkat edilmesi lâzım geldiğini belirtiyoruz ki; o da, ilimlerden ve keşiflerden evvel kâinatın sinesinde bir kalb gibi atan nizam ve âhenktir. Bu nizam ve âhengi, bir ilk belirleme ve kaderi bir programla bütün cihanlara esas yapan kudret ne mübecceldir!
Bu, yukarıdan inme ve hâkim kanunları, insan topluluklarına tatbik etmek isteyen içtimaiyatçılar bile çıktı. Böyle koyu bir kadercilik, daha doğrusu aşırı cebriyecilik her zaman tenkide açık olsa da, böyle bir tesbit âlem-şümûl bir âhenk ve bu âhengin dayandığı ezelî programı itiraf bakımından, oldukça ma?nidardır.
Aslında inanç ve itikada müteallik bir hakikat, kendi kendine vardır ve hâricî desteklere, tasdiklere dayanma ihtiyacından da çok muallâ ve müberrâdır. Ne var ki, bakışları çeşitli hâriciliklerle bulanmış, kalbi bunlara ait hezeyanlarla yerinden oynamış talihsiz neslimize ?Yerine dön? çağrısında bulunurken, onu baştan çıkaranların tenâkuzlarına, işaret yoluyla dahi olsa temas etme fâideli olacağı kanaatindeyiz. Ve, işte bunun için sözü uzattık ve sadet harici beyanlarda bulunduk. Yoksa, bütün kâinatın fevkalâde bir tenasüb ve uyumluluk içinde işlemesi, atomlardan, galaksilere kadar herşeyin göz doldurucu bir nizam ve âhenkle hareketi, bütün eşyayı sımsıkı birbirine bağlayan bir tayin ve takdire ve bir hâkimiyet ve cebre delâlet etmektedir. Kuruldu kurulalı bütün dünyalar, bu mutlak hâkimiyete boyun eğmiş, O?nun iradesine ram ve O?na inkıyad üzere, hâlden hâle dönerek devam edip durmaktadır.
Ancak, insan ve benzeri diğer irâde ve hürriyete sahip varlıklar için de, ilk yaratılış tamamen cebrî ve sâir varlıklarla aynı çizgide olsa bile, daha sonra bu iradeli varlıklar, iradeleri altına giren hususlarda, emsâllerinden tamamen ayrılırlar. Böyle bir farklılıktan ötürü de, ?önceden belirlenmenin ma?nası, insan ve benzerleri için değişik bir hâl alır. Esasen, sorulan soru da, insanın bu farklı yönünü sezememiş olmadan ve onu da tıpkı diğer eşya gibi mütalaa etmekten doğmaktadır. Bu îtibarla, insan ve sâir varlıklar arasında mevcut böyle bir farkı kavrama, kısmen dahi olsa, meseleyi halleder kanaatindeyiz. Gerisi, ilm-i İlâhinin bütün eşyayı çepeçevre ihâta etmesini kabullenmekten ibarettir.
Evet, insanın diğer varlıklardan farklı olarak bir hürriyet ve irâdesi, bir meyil ve seçme istidadı vardır. Ve işte, o hürriyet ve irâde, o meyil ve seçmeye göre; iyi ve kötü, sevab ve günah insana nisbet edilir. İnsan irâde ve isteğinin, meydana gelen o büyük neticeler karşısında, ağırlığı ne olursa olsun; o irâde, Yüce Yaratıcı tarafından bir şart ve sebep olarak kabûl edilmişse, onu hayırlara ve şerlere çevirmesine göre suçlu veya suçsuz olması; irâde dediğimiz cüz?î emrin hayra veya şerre meyil göstermesine dayanmaktadır. Bu meylin neticesinde meydana gelen hâdise, insanoğlunun sırtına yüklenemeyecek kadar ağır olsa da, o bu temayülle ona çağrıda bulunduğu için, mes?uliyet veya mukafat da ona ait olacaktır. O mes?uliyet ve cürümü önceden tayin ve takdir eden, sonra da belirlediği zaman içinde onu yaratan Zât, mes?uliyet ve cürümden muâllâ ve müberrâdır.
Meselâ, O yüce Zât, iklimlerin değişmesi gibi çok büyük bir hâdiseyi, bizim nefes alıp vermemize bağlayıp sonra da dese ki: ?Şu miktarın üstünde nefes alıp verirseniz, bulunduğunuz yerin coğrafî durumunu değiştiririm.? Bizler, tenâsüb-ü illiyet prensibi açısından, nefes alıp-verme ile, iklimlerin değişmesi arasında bir münâsebet görmediğimiz için, yasak edilen şeyi işlesek; o da, va?dettiği gibi iklimleri değiştirse, takatımızın çok fevkınde dahi olsa bu işe, biz sebebiyet verdiğimiz için, sorumlu da biz oluruz.
İşte bunun gibi, herkes elindeki cüz?i irâde ve ihtiyariyle, sebebiyet verdiği şeylerin neticelerinden ötürü, ya suçlu sayılır ve muâheze görür veya vefâlı sayılır, mükâfâta mazhar olur.
Şimdi, biraz da meselenin ikinci şıkkı üzerinde duralım. Yani, Yaratıcının, herşeyi çepeçevre içine alan ilmiyle, insan irâdesinin tevfik edilmesi keyfiyetini...
Allah?ın (cc) ilmine göre, bütün varlık ve varlık ötesi herşey, sebeb ve neticeleriyle iç içe ve yan yanadır. Öyleki o noktada, önce-sonra, sebep-netice, illet-ma?lûl, evlad-baba, bahar-yaz bir vâhidin iki yüzü hâline gelir. Ve yine o ilme göre sonra önce gibi, netice-sebep gibi, ma?lûl-illet gibi, bilinir ve hükmedilir.
Kimin, hangi istikametde, nasıl bir temâyülü olacak ve kim âdî bir şart ve sebebden ibaret olan irâdesini, hangi yönde kullanacaksa, bütün bunlar, önceden bilindiği için; o sebeblere göre meydana gelecek neticeleri takdîr ve tesbit etmek, insan irâdesini ne bağlamamakta ne de zorlamamaktadır. Aksine, onun meyilleri hesaba katılarak hakkında bu takdirler yapıldığı için, irâdesi kabûl edilmekte ve ona değer verilmektedir. Nitekim, bir büyük zât, hizmetçilerine; ?Sizler öksürüğünüzü tutduğunuz zaman, şahâne hediyeler elde edeceksiniz; sebepsiz öksürdüğünüz takdirde de, hediyeleri kaybetmekle beraber, bir de itab göreceksiniz? dese, onların irâdesini kabûl etmiş ve desteklemiş olur. Aynen öyle de, Yüce Yaratıcı kullarından birine: ?Sen şu istikâmette bir meyil gösterecek olursan, ben de, senin meyil gösterdiğin o şeyi yaratacağım. Ve, işte senin o temâyülüne göre de, şimdiden onu belirlemiş bulunuyorum? diye ferman etse, onun irâdesine ehemmiyet atfetmiş ve kıymet vermiş olur.
Binaenaleyh, ilk belirlemede irâdeyi bağlama olmadığı gibi, insanı, rızâsı hilâfına herhangi bir işe zorlama da yoktur.
Ayrıca kader ve ilk belirleme Allah?ın (cc) ilmî programlarından ibarettir. Yânî, kimlerin hangi istikâmetlerde meyilleri olacak, onu bilmesi ve kendinin yapıp yaratacağı şeylerle, bir plân ve program hâline getirmesi demektir. Bilmekse, hâriçte olacak şeylerin, şöyle veya böyle olmasını gerektirmez. Hâriçte olup biten şeylerin, şöyle veya böyle olmasını insanın temayüllerine göre, Yaratıcı?nın kudret ve irâdesi îcad eder. Bu itibarla varlığa erip meydana gelen şeyler, öyle bilindikleri için var olmuş değillerdir. Bilâkis, var oldukları şekillerle bilinmektedirler ki, ilk takdir ve ta?yin de, işte budur. Kelâmcılar bunu, ?ilim, ma?luma tâbidir? sözüyle ifâde ederler. Yâni, bir şey nasıl olacak öyle biliniyor; yoksa öyle bilindiği için meydana gelmiyor. Nasıl ki, bizim, ilmî tasarı ve plânlarımız pratikte, tasavvur ettiğimiz şeylerin vücud bulmasını gerektirmiyor; öyle de, Yüce Yaratıcı?nın tasarı ve plânları sayabileceğimiz ilk belirlemeler de, hâriçte, herhangi bir şeyin var olmasını mecbûrî kılmayacağı bedihidir.
Hâsılı: Allah, olmuş, olacak herşeyi ihâta eden geniş ilmiyle; sebebleri neticeler gibi; neticeleri de sebebler gibi bilmektedir. Kimlerin iyi işler yapmaya niyet edeceklerini ve kimlerin kötü şeylere teşebbüste bulunacaklarını bilmiş ve işte bu teşebbüs ve niyetlere göre neler yaratacağını belirlemiş ve takdîr etmişdir. Zamanı gelince de, mükellefin meyil ve niyetlerine göre, takdir buyurduğu şeyleri dilediği gibi yaratmıştır.
Onun için, bir insanın nasıl ve ne zaman öleceğinin ve bir başkasının da bu fiile sebebiyet vereceğinin önceden ta?yin edilmiş olması, mesûliyeti giderici değildir. Zîrâ takdir, onun hürriyet ve irâdesi hesaba katılarak yapılmıştır. Bu itibarla da, onun cürmü kendisine isnad edilecek ve ona göre de, muâhezeye tabi tutulacaktır.
Kaderle alâkalı, bu derin meselenin, bilhassa kendi kaynaklarında, tekrar tekrar mütâlaa edilmesi şarttır. Bizim yaptığımız şey, sadece selefin sağlam prensipleri içinde, meselenin, avamî bir anlayışa intikal ettirilmesinden ibarettir.
2......KADERİ BAHANE EDİP İŞLENİLEN GÜNAHLARIN SORUMLULUĞUNDAN KAÇMANIN REDDİ VE DE MUTEZİLENİN REDDİ:
Soru 7: İnsanın ne zaman ve nasıl öleceği önceden belirlendiğine göre, onu öldürenin suçu nedir?
Cevap: Herşey gibi ölümün de zaman ve keyfiyeti, önceden tesbit edilmiştir. Yani kâinat için vârid ve vâki olan herşey insan, insanın hayatı ve ölümü için de vârid ve vâkidir. Belli yollarla varlığa erme, belli esaslar içinde varlığını sürdürme ve belli bir zamandan sonra da sahneden çekilme, her varlık için kaçınılmaz bir hakikattır. Evet Her şey, çok geniş ve umumî bir kader dairesi içinde ve kendisi için belirlenmiş bir çizgide doğar, gelişir; sonra da ölür gider. Bu, ezelî, değişmez bir yol ve ebedlere kadar da devam edecek bir çark ve düzendir.
Zerrelerden sistemlere kadar, hayret verici bir düzen ve baş döndürücü bir âhenkle işleyen şu koca kâinatın bağrında doğan ve gelişen pozitif ilimler, o ilimlere âit sâbit prensibler ve âlemşümûl kâidelerde, herşey için böyle bir ilk belirleme, bir ta?yin ve takdir açıkça müşâhede edilmektedir. Böyle ilk bir plânlama olmadan, ne kâinattaki nizam ve âhengi îzâh etmek, ne de onun bağrında müsbet ilimlerden herhangi birini geliştirmek mümkün değildir. Kâinatın olabildiğine hendesî, olabildiğine riyâzî ve bir kısım tesbit ve takdirlere göre hareket etmesi sayesindedir ki; fizik laboratuarında belli prensiplere göre araştırma yapmak, anatomiyi belli kâideler içinde mütalâa etmek ve anlatmak ve yine sâbit bir kısım kâidelerle, fezânın derinliklerine açılmak mümkün olabilmiştir.
Âhenksiz bir kâinatta, plânsız programsız bir dünyada ve nizamsız işleyen bir tabiat mecmuasında, pozitif ilimlerden hiçbirini düşünmeye imkân yokdur. İlimler, aslında, varlık içinde mevcut olan bir kısım kâide ve prensiplere adese olmuş, onları göstermiş ve onların birer ünvanı olarak kitaplara geçmişlerdir.
Bu ifadelerle ilimleri ve keşifleri küçümsemek istemiyoruz; sadece onların yer, önem ve ağırlıklarını hatırlatıyor ve onlardan çok daha mühim hususlara dikkat edilmesi lâzım geldiğini belirtiyoruz ki; o da, ilimlerden ve keşiflerden evvel kâinatın sinesinde bir kalb gibi atan nizam ve âhenktir. Bu nizam ve âhengi, bir ilk belirleme ve kaderi bir programla bütün cihanlara esas yapan kudret ne mübecceldir!
Bu, yukarıdan inme ve hâkim kanunları, insan topluluklarına tatbik etmek isteyen içtimaiyatçılar bile çıktı. Böyle koyu bir kadercilik, daha doğrusu aşırı cebriyecilik her zaman tenkide açık olsa da, böyle bir tesbit âlem-şümûl bir âhenk ve bu âhengin dayandığı ezelî programı itiraf bakımından, oldukça ma?nidardır.
Aslında inanç ve itikada müteallik bir hakikat, kendi kendine vardır ve hâricî desteklere, tasdiklere dayanma ihtiyacından da çok muallâ ve müberrâdır. Ne var ki, bakışları çeşitli hâriciliklerle bulanmış, kalbi bunlara ait hezeyanlarla yerinden oynamış talihsiz neslimize ?Yerine dön? çağrısında bulunurken, onu baştan çıkaranların tenâkuzlarına, işaret yoluyla dahi olsa temas etme fâideli olacağı kanaatindeyiz. Ve, işte bunun için sözü uzattık ve sadet harici beyanlarda bulunduk. Yoksa, bütün kâinatın fevkalâde bir tenasüb ve uyumluluk içinde işlemesi, atomlardan, galaksilere kadar herşeyin göz doldurucu bir nizam ve âhenkle hareketi, bütün eşyayı sımsıkı birbirine bağlayan bir tayin ve takdire ve bir hâkimiyet ve cebre delâlet etmektedir. Kuruldu kurulalı bütün dünyalar, bu mutlak hâkimiyete boyun eğmiş, O?nun iradesine ram ve O?na inkıyad üzere, hâlden hâle dönerek devam edip durmaktadır.
Ancak, insan ve benzeri diğer irâde ve hürriyete sahip varlıklar için de, ilk yaratılış tamamen cebrî ve sâir varlıklarla aynı çizgide olsa bile, daha sonra bu iradeli varlıklar, iradeleri altına giren hususlarda, emsâllerinden tamamen ayrılırlar. Böyle bir farklılıktan ötürü de, ?önceden belirlenmenin ma?nası, insan ve benzerleri için değişik bir hâl alır. Esasen, sorulan soru da, insanın bu farklı yönünü sezememiş olmadan ve onu da tıpkı diğer eşya gibi mütalaa etmekten doğmaktadır. Bu îtibarla, insan ve sâir varlıklar arasında mevcut böyle bir farkı kavrama, kısmen dahi olsa, meseleyi halleder kanaatindeyiz. Gerisi, ilm-i İlâhinin bütün eşyayı çepeçevre ihâta etmesini kabullenmekten ibarettir.
Evet, insanın diğer varlıklardan farklı olarak bir hürriyet ve irâdesi, bir meyil ve seçme istidadı vardır. Ve işte, o hürriyet ve irâde, o meyil ve seçmeye göre; iyi ve kötü, sevab ve günah insana nisbet edilir. İnsan irâde ve isteğinin, meydana gelen o büyük neticeler karşısında, ağırlığı ne olursa olsun; o irâde, Yüce Yaratıcı tarafından bir şart ve sebep olarak kabûl edilmişse, onu hayırlara ve şerlere çevirmesine göre suçlu veya suçsuz olması; irâde dediğimiz cüz?î emrin hayra veya şerre meyil göstermesine dayanmaktadır. Bu meylin neticesinde meydana gelen hâdise, insanoğlunun sırtına yüklenemeyecek kadar ağır olsa da, o bu temayülle ona çağrıda bulunduğu için, mes?uliyet veya mukafat da ona ait olacaktır. O mes?uliyet ve cürümü önceden tayin ve takdir eden, sonra da belirlediği zaman içinde onu yaratan Zât, mes?uliyet ve cürümden muâllâ ve müberrâdır.
Meselâ, O yüce Zât, iklimlerin değişmesi gibi çok büyük bir hâdiseyi, bizim nefes alıp vermemize bağlayıp sonra da dese ki: ?Şu miktarın üstünde nefes alıp verirseniz, bulunduğunuz yerin coğrafî durumunu değiştiririm.? Bizler, tenâsüb-ü illiyet prensibi açısından, nefes alıp-verme ile, iklimlerin değişmesi arasında bir münâsebet görmediğimiz için, yasak edilen şeyi işlesek; o da, va?dettiği gibi iklimleri değiştirse, takatımızın çok fevkınde dahi olsa bu işe, biz sebebiyet verdiğimiz için, sorumlu da biz oluruz.
İşte bunun gibi, herkes elindeki cüz?i irâde ve ihtiyariyle, sebebiyet verdiği şeylerin neticelerinden ötürü, ya suçlu sayılır ve muâheze görür veya vefâlı sayılır, mükâfâta mazhar olur.
Şimdi, biraz da meselenin ikinci şıkkı üzerinde duralım. Yani, Yaratıcının, herşeyi çepeçevre içine alan ilmiyle, insan irâdesinin tevfik edilmesi keyfiyetini...
Allah?ın (cc) ilmine göre, bütün varlık ve varlık ötesi herşey, sebeb ve neticeleriyle iç içe ve yan yanadır. Öyleki o noktada, önce-sonra, sebep-netice, illet-ma?lûl, evlad-baba, bahar-yaz bir vâhidin iki yüzü hâline gelir. Ve yine o ilme göre sonra önce gibi, netice-sebep gibi, ma?lûl-illet gibi, bilinir ve hükmedilir.
Kimin, hangi istikametde, nasıl bir temâyülü olacak ve kim âdî bir şart ve sebebden ibaret olan irâdesini, hangi yönde kullanacaksa, bütün bunlar, önceden bilindiği için; o sebeblere göre meydana gelecek neticeleri takdîr ve tesbit etmek, insan irâdesini ne bağlamamakta ne de zorlamamaktadır. Aksine, onun meyilleri hesaba katılarak hakkında bu takdirler yapıldığı için, irâdesi kabûl edilmekte ve ona değer verilmektedir. Nitekim, bir büyük zât, hizmetçilerine; ?Sizler öksürüğünüzü tutduğunuz zaman, şahâne hediyeler elde edeceksiniz; sebepsiz öksürdüğünüz takdirde de, hediyeleri kaybetmekle beraber, bir de itab göreceksiniz? dese, onların irâdesini kabûl etmiş ve desteklemiş olur. Aynen öyle de, Yüce Yaratıcı kullarından birine: ?Sen şu istikâmette bir meyil gösterecek olursan, ben de, senin meyil gösterdiğin o şeyi yaratacağım. Ve, işte senin o temâyülüne göre de, şimdiden onu belirlemiş bulunuyorum? diye ferman etse, onun irâdesine ehemmiyet atfetmiş ve kıymet vermiş olur.
Binaenaleyh, ilk belirlemede irâdeyi bağlama olmadığı gibi, insanı, rızâsı hilâfına herhangi bir işe zorlama da yoktur.
Ayrıca kader ve ilk belirleme Allah?ın (cc) ilmî programlarından ibarettir. Yânî, kimlerin hangi istikâmetlerde meyilleri olacak, onu bilmesi ve kendinin yapıp yaratacağı şeylerle, bir plân ve program hâline getirmesi demektir. Bilmekse, hâriçte olacak şeylerin, şöyle veya böyle olmasını gerektirmez. Hâriçte olup biten şeylerin, şöyle veya böyle olmasını insanın temayüllerine göre, Yaratıcı?nın kudret ve irâdesi îcad eder. Bu itibarla varlığa erip meydana gelen şeyler, öyle bilindikleri için var olmuş değillerdir. Bilâkis, var oldukları şekillerle bilinmektedirler ki, ilk takdir ve ta?yin de, işte budur. Kelâmcılar bunu, ?ilim, ma?luma tâbidir? sözüyle ifâde ederler. Yâni, bir şey nasıl olacak öyle biliniyor; yoksa öyle bilindiği için meydana gelmiyor. Nasıl ki, bizim, ilmî tasarı ve plânlarımız pratikte, tasavvur ettiğimiz şeylerin vücud bulmasını gerektirmiyor; öyle de, Yüce Yaratıcı?nın tasarı ve plânları sayabileceğimiz ilk belirlemeler de, hâriçte, herhangi bir şeyin var olmasını mecbûrî kılmayacağı bedihidir.
Hâsılı: Allah, olmuş, olacak herşeyi ihâta eden geniş ilmiyle; sebebleri neticeler gibi; neticeleri de sebebler gibi bilmektedir. Kimlerin iyi işler yapmaya niyet edeceklerini ve kimlerin kötü şeylere teşebbüste bulunacaklarını bilmiş ve işte bu teşebbüs ve niyetlere göre neler yaratacağını belirlemiş ve takdîr etmişdir. Zamanı gelince de, mükellefin meyil ve niyetlerine göre, takdir buyurduğu şeyleri dilediği gibi yaratmıştır.
Onun için, bir insanın nasıl ve ne zaman öleceğinin ve bir başkasının da bu fiile sebebiyet vereceğinin önceden ta?yin edilmiş olması, mesûliyeti giderici değildir. Zîrâ takdir, onun hürriyet ve irâdesi hesaba katılarak yapılmıştır. Bu itibarla da, onun cürmü kendisine isnad edilecek ve ona göre de, muâhezeye tabi tutulacaktır.
Kaderle alâkalı, bu derin meselenin, bilhassa kendi kaynaklarında, tekrar tekrar mütâlaa edilmesi şarttır. Bizim yaptığımız şey, sadece selefin sağlam prensipleri içinde, meselenin, avamî bir anlayışa intikal ettirilmesinden ibarettir.