Editörler : E.Kayı Han

20 Aralık 2008 14:39

Atsız Ata ve düşüncesindeki farklılık üzerine; şiirler -görüşler, yazılar.(Ölüm Yıldönümü Anısına)

TÜRKLERİN TÜRKÜSÜ

Dilek yolunda ölmek Türklere olmaz tasa,

Türk'e boyun eğdirir yalnız türeyle yasa;

Yedi ordu birleşip karşımızda parlasa

Onu kanla söndürüp parçalarız, yeneriz .

Biz Tufanı yarattık uyku uyurken batı,

Nuh doğmadan kişnedi ordularımızın atı.

Sorsan şöyle diyecek gök denilen şu çatı:

Türk gücü bir yıldırım Türk bilgisi bir deniz.

Delinse yer, çökse gök yansa kül olsa dört yan,

Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.

Yıldırımdan tipiden kasırgadan yılmayan,

Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz....

Hüseyin Nihal ATSIZ


onur erarslan
Kapalı
20 Aralık 2008 15:19

DAVETİYE

Ey benito musolini! Ey gayet yüce,

İtalyanlar başvekili muhterem Duce!

Duydum ki, yelkenleri edip de fora

Gelecekmiş orduların yeşil Bosfora.

Buyursunlar... Bizim için savaş düğündür;

Din arabın, hukuk sizin, harp Türklüğündür.

Açlar nasıl bir istekle koşarsa aşa

Türk eri de öyle gider kanlı savaşa.

Hem karadan, hem denizden ordular indir!

Çarpışalım, en doğru söz süngülerindir!

Kalem, fırça, mermer nedir? birer oyuncak!

Şaheserler süngülerle yazılır ancak!

Çağrı Beğ'le Tuğrul Beğ'in kurduğu devlet

İtalyalı melezlerden üstündür elbet;

Bizim eski uşakları alda yanına

Balkanlardan doğru yürü er meydanına;

Çelik zırhlı kartalları göklere saldır...

Fakat zafer sizin için söz ve masaldır...

Dirilerek başınıza geçse de Sezar

Yine olur Anadolu size bir mezar.

Belki fazla bel bağladın şimal komşuna,

Biz güleriz Cermenliğin kuduruşuna,

Tanıyoruz Atilla'dan beri cermeni,

Farklı mıdır prusyalı yahut ermeni?

Senin dostun cermanyaya biz Nemşe deriz,

Bir gün yine bec önünde düğün ederiz.

Söyle, kara gömlekliler etmesin keder;

Ölüm-dirim savaş bir gün mukadder!

Gerçi bugün eskisinden daha çok diksin;

Fakat yine biz Osmanlı, sen Venediksin!

Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,

Hayal bütün insanlarda olan bir haldir.

Bu hayaller zamanları hızla aşmalı,

Gök Türklerle Romalılar karşılaşmalı!

Görmüyorsan gönlümüzün içini, körsün!

Kılıçlarımız kınlarından çıkmayagörsün!

Top sesleri, bomba sesi bize saz gelir;

17'ye karşı 44 milyon az gelir.

Arnavudu yendim diye kendini avut,

Yiğit Türkle bir olur mu soysuz Arnavut?

Kayalara çarpmalıdır korkunç türküler!

Dalmalıdır gövdelere çelik süngüler!

Sert dipçikler ezmelidir nice başları!

Ecel kuşu ayırmalı arkadaşları!

En yiğitler serilmeli en önce yere!

Kızıl kanlar yerde taşıp olmalı dere!

Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister!

Büyük devlet kurmak için büyük kan ister.

Damarında var mı senin böyle bol kanın?

Türk'ün kanı bir eşidir lavlı volkanın!

Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,

Kurulacak yeni Roma boş bir hayaldir,

Karşısında olmasaydı şanlı "Türk Budun"

Belki gerçek olacaktı bir gün umudun,

İnsan oğlu ümitlerle dolup taşmalı,

Aryalarla Turanlılar karşılaşmalı.

Tabiatın yürüyüşü belki yavaştır;

Hız verecek biricik şey ona savaştır!

Keskin olur likörlerden ayranla kımız,

Karnerayı yere serer Tekirdağlımız.

Yurdumuzun çok tarafı olsa da kuru

Makarnadan kuvvetlidir yine bulguru...

Biz güleriz façyoların felsefesine,

Dayanır mı kırkı bir tek Türk efesine?

Bizim yanık Fuzuli'miz engin bir deniz!

Karşısında bir göl kalır sizin danteniz!

Bizler ulu bir çınarız, sizler sarmaşık!

"General"ler "Paşa" larla atamaz aşık!..

Ey İtalyan başvekili! Ey musolini!

İki ırkın kabarmalı asırlık kini...

Hesabını göreceğiz elbette yarın

Yedi yüzlü, yedi dilli İtalyanların!

Irkınızı hiçe saydı Hazreti Fatih.

Biraz daha yaşasaydı Hazreti Fatih

Ne Venedik kalacaktı, ne Floransa...

Hoş geldiniz diyecekti bize Fransa!

Haydi, hamle kafirindir... İlkönce sen gel

Ecel ile zaman bize olmadan engel!

Burada tanklar yürümezse etme çok tasa;

Süngülerle çarpışmadır savaşta yasa.

Olma boyle sinsi çakal, yahut engerek!

Bozkurt gibi, kartal gibi döğüşmek gerek!

Kılıç Arslan öldü sanma, yaşıyor bizde!

Atilla'nın ateşi var içimizde!

Kanije'nin gazileri daha dipdiri!

Sınırdadır Plevne'nin kırkbir askeri!

Edirne'de Şükrü Paşa bekliyor nöbet!

Dumlupınar denen şeyi bilirsin elbet!

Şehitlerden elli milyon bekçisi olan

Aşılmaz bir kayadır bu ebedi vatan!

Hüseyin Nihal ATSIZ

__________________


onur erarslan
Kapalı
20 Aralık 2008 15:24

Güncel Yazı

--------------------------------------------------------------------------------

2007.Yılı 42. hafta ATSIZ?A SALDIRININ GERÇEK AMACI

--------------------------------------------------------------------------------

X XX

Son günlerde, Türkçülüğe yapılan planlı saldırıların, hayatta bulunmayan tanınmış Türkçülerin vesile edilmesiyle artmakta olduğu görülmektedir. Bir türküden hareketle, o türküyü yazan ve okuyan sanatçılara yöneltilen hücumlar daha da yaygınlaştırılarak tutarsız, ön yargılı ve tek yanlı hükümlere varılmaktadır. İlkokul seviyesindeki son derece basit yazılarla kamuoyu oluşturulmaya çalışılmaktadır.

XXX

Türkçülüğü milletimizin nazarında küçük düşürmek ve kuşkulu hâle getirmek için girişilen gayretlerin sonuç vermeyeceği aşikârdır. Ancak, kavramları, olayları ve şahısları olduklarından farklı göstermenin bazı kimselerde zihin karışıklığına yol açma tehlikesini de görmezden gelmemek gerekir. Bu bakımdan, ileri sürülen karma karışık iddiaların sadece bir-ikisini düzeltmek, bu iddiaların kalan kısımları hakkında da fikir verecektir.

İddiacıların, orada burada ileri sürdükleri husus şudur: ?Türkçülüğün sembol şahsiyeti Nihâl Atsız, Yahudi dönmesidir.? Duyanlarda ancak tebessüm yaratacak bu iddia, üzerinde bile durulmayacak kadar esassız ve delilsizdir. Ancak, gerçeğin de artık herkes tarafından öğrenilmesi lâzım gelmektedir. Bu iddia, 1944-1945 Türkçülük Dâvası sırasında sıkıyönetim savcısı Kâzıl Alöç tarafından ortaya atılmıştır. Alöç, bununla da kalmamış. Önce Atsız?ın ailesinin Rum dönmesi olduğunu ileri sürmüş, bu tutmayınca Yahudi dönmeliğinde karar kılmıştır. Duruşmalar sırasında bizzat Atsız, bu gülünç iddiaları yerle bir etmiştir. Böyle bir iddia, duruşmaların sonuna kadar bir daha söz konusu edilmemiştir.

Yıllar sonra, bu konu tekrar ısıtılarak gündeme getirilmek istenmektedir. Ancak, bu yapılırken sadece Alöç?ün beyanına yer verilmekte, buna karşılık söylenenler görmezden gelinmektedir. Bu tutumun ne tarih metodu ile, ne de tarafsız gazetecilik ilkeleriyle ilgisi bulunmaktadır. İddianın mesnetsizliği buradan da bellidir. Böyle bir tutum, bulanık suda balık avlamak anlamına gelmektedir.

Atsız, Kâzım Alöç?e verdiği cevapta, doğum yeri olan Gümüşhane vilâyetine Pontus?tan Rum göçmen gelmesinin imkânsız olduğunu, tam aksine Gümüşhane?nin başka vilâyetlere göç verdiğini açıklamıştır. Ayrıca, Gümüşhane?nin Bayındır Türkleriyle yoğun şekilde meskûn bulunduğunu ilâve etmiştir. Kaldı ki, Atsız?da bir dönme torununun psikolojisi kesinlikle bulunmamaktadır. Dünyayı, tarihi ve geleceği daima Türklük açısından değerlendiren, bu yüzden hayatı sürgünler, zindanlar ve yoksunluklarla geçtiği hâlde bunlardan yakınmayan bir adamı dönme olduğunu tasavvur bile etmek idraksizlik değilse iftiracılıktır.

Türkçülük Dâvası?nın birinci hâkimler ve savcılar heyeti, kendilerine verilen talimatlar doğrultusunda çalışan, adalet dağıtmaktan çok üstlerine yaranma telâşında bulunan bir heyetti. Hele savcılık makamı hiçbir adalet hissine sahip değildi. Nitekim bu heyetin emirle verdiği mahkûmiyet kararları, Askerî Yargıtay tarafından esastan bozulmuş, yüksek mahkeme sonuçta Türkçüleri vatan yolunda çalışan kimseler olarak ilân etmiştir. Yani, ilk sıkıyönetim mahkemesinin hiçbir iddiasını ve kararını doğru bulmamıştır. Belgelere dayanan bu olgu, Türkçülüğe saldıranlar tarafından asla dikkate alınmamakta, hâlâ Alöç?ün afakî iddiasına iltifat edilmektedir.

İlk sıkıyönetim mahkemesindeki hâkimlerden Osman Cevdet Erkut, 1960?tan sonra senatör seçilmiş ve yine Senatoda bulunan Dr. Fethi Tevetoğlu?na, Türkçülük Dâvası?ndaki iddianamenin Falih Rıfkı Atay tarafından kaleme alındığını, Cankaya?da İsmet İnönü?nün sofrasında kendisinin, Kâzım Alöç?ün, Hasan-Âli Yücel?in, Şevket Süreyya Aydemir?in de katılımıyla müzakere edildiğini açıklamıştır (1). Atsız hakkındaki iddia da muhtemelen Falih Rıfkı?dan kaynaklanmaktadır. O dönemdeki adalet uygulamalarının fecaatini bu örnek açıkça göstermektedir. Böyle bir mahkemede ileri sürülen iftiralara dayanarak yanlış (veya kasıtlı) hükümleri gerçekmiş gibi ortaya atmak, hiçbir vicdanî ve ahlâkî ölçüye sığmamaktadır. Bu tutum, ancak örtülü ve kuşkulu odakların planlarına uymak ve onları uygulamak şeklinde açıklanabilir. Vaat edilen mükâfat ise bilgimiz dışındadır.

Tanınmış Türkçüleri Türk soyundan olmamakla nitelendirenler, aslında tam bir çelişkiye düşmektedirler. Türkçülük yolunda çalışanlar birbirlerini dışlamamışlardır. Bir dönemin, yersiz ve zamansız tartışmalarını ele alarak sonuçlar çıkarmanın ne gereği ne de yararı vardır. Bu tartışmalara katılanlar bile sonraları yanlış bir davranış olduğunu kabul etmişlerdir. Kaldı ki, Türkçülüğü ırkçılıkla suçlamaya kalkışanlar, bu tutumlarıyla kendileri ırkçılık yapmış olmaktadırlar. Atsız?ın Mehmet Âkif hakkındaki yazısı, Türkçülerin bu konudaki düşüncelerini yansıtmaktadır: ?En büyük Türklerden biri olan Yıldırım Bayazıd?ın anası Türk değildi. Hangi Türkçü onu Türklük kadrosundan çıkartmıştır veya çıkarabilir? İstiklâl Marşı şairi Mehmet Âkif?in babası Arnavut, Ülküsü de Türkçülüğe aykırı Ümmetçilik olduğu hâlde hangi Türkçü Mehmet Âkif için Türk değildir demiştir?? (2)

Atsız?ı hayatındayken hiç görmemiş, eserlerini gereği gibi incelememiş kimselerin yazarlık kisvesi arkasında uluorta yazmaları şaşılacak bir durum olmaktan çıkmıştır. Bunun başka örnekleri de vardır. Ancak, buradaki durum, yazar titizliğinden çok önyargılı olmak ve Türkçülüğün gücünü kırmaya kalkışmak şeklinde özetlenebilir. Bu açıklamalarımızdan sonra da tutturdukları yolda devam ederlerse, bu, ancak hatada ısrar anlamına gelecektir.

(1) Dr. Fethi Tevetoğlu, ?Büyük Türkçü Atsız Kimdir? Türkçülük?deki Büyük Rolü Nedir?? Yeni Orkun, 19. sayı, Kasım 1989

(2) Atsız, ?Türk halkı değil, Türk milletiyiz?, Ötüken, 1. (69.) sayı, Ocak 1969


onur erarslan
Kapalı
20 Aralık 2008 15:31

Geri Gelen Mektup"

Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?

Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?

Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?

Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.

Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse;

Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;

Herşey silinip kayboluyorken nazarımdan,

Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...

Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,

Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!

Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince

Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince

Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;

Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.

Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın,

Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,

Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;

Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin!

Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,

Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden...

Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,

Vaslınla da dinmez yine bağrıdaki ağrı.

Dinmez! Gönülün, tapmanın, aşkın sesidir bu!

Dinmez! Ebedi özleyişin bestesidir bu!

Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,

Görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı.

Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,

Tek bendeki volkanları söndürse denizler!

Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma 'Kaabil'

İmkanı bulunsaydı bütün ömre mukabil

Sırretmeye elden seni bir perde olurdum.

Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.

Mehtaplı yüzün Tanrı'yı kıskandırıyordur.

En hisli şiirden de örülmez bu güzellik.

Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur;

Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik...

Hüseyin Nihal Atsız


şarampol
Yasaklı
22 Aralık 2008 13:26

"Arnavudu yendim diye kendini avut,

Yiğit Türkle bir olur mu soysuz Arnavut? "

şiir diye yazılan yukarıdaki alıntıdan iki mısra..inşallah forumu takip eden arnavut kökenli birileri buna gereken yanıtı verir. ama ondan önce ben bişeyler yazayım. bu hitler özentisi ruh hastasının soyunu bir araştırmak lazım önce. kesin bir arıza bulunucaktır. sonra ona pirimiz diyenlere sormak lazım. senin istiklal marşını yazan arnavut m.akif değilmiydi?

bu rezilliği utanmadan nasıl buraya aktarabildin..? bir soruda adminlere. bu satırlar alenen bir halka hakaret içerdiğine göre yayınlanması konusunda ne düşünüyorsunuz ?


onur erarslan
Kapalı
22 Aralık 2008 13:32

işte gene etiketini belli ettin; hakaret- Türk kimliği düşüncesi altında ezilme !!!1başka söyleyeceklerin var mı????????


şarampol
Yasaklı
22 Aralık 2008 14:15

başlatma etiketine.. ortada hakaret varsa o da senin şiir diye buraya aktardıklarında. bunu herkes görebilsin diye hergün güncellenecek bu başlık..bakalım buradan nasıl kurtaracan paçayı..


onur erarslan
Kapalı
22 Aralık 2008 16:42

MUTLAK SEVECEKSİN

Sevda gibi bir gizli EMEL ruhuna sinmiş;

Bir haz ki hayalden bile üstün ve derinmiş.

Gökten gelerek gönlüne rüzgar gibi inmiş,

Bir sır ki bu, ölsen bile asla açamazsın...

Anlatması imkansız olan öyle bir an ki,

Hülyadaki ses varlığının gayesi sanki...

Bak emrediyor: Daldığın alemden uyan ki,

Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın...

Hüseyin Nihal Atsız

hiç zahmet etme, ben yaparım güncelleme işini; her başlıgı bıraksam bile Atsız ataya borcumu böyle öderim hiç degilse: "içimizdeki sinsi tehlike " kitabını da okumanı salık veririm....beyzade; yaka kurtaracak bir şeyimde yok ...


onur erarslan
Kapalı
22 Aralık 2008 16:48

Hüseyin Nihal Atsız (1905-1975)

Nihal Atsız Ailesi

Atsız' ın babası Gümüşhane'nin Torul kazasının Midi köyünün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzon'un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey'in kızı Fatma Zehra Hanım'dır. Atsız' ın ailesi, Gümüşhane'nin Torul kazasının Midi köyünde Çiftçioğulları adı ile bilinmektedir. Çiftçioğulları, Midi Köyünde 18. asrın sonlarına doğru yakınındaki Edire köyünden göçmüşlerdir..

Çiftçioğulları ailesinin tesbit edilen ceddi 19. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Ahmed Ağa'dır. Ahmet Ağa'nın İsmail, Süleyman, Hüseyin ve Şakir adlı dört oğlu olmuştur. İsmail Ağa'nın çocukları Midi'den, Yozgat'ın Akdağ Madeni kazasının Dayılı köyüne göçmüşlerdir. Şakir Ağa'nın evladı olup olmadığı bilinmemektedir.

Ahmet Ağa'nın üçüncü çocuğu olan Hüseyin Ağa (1832 - 1894) ise 1850-1852 şıralarında Deniz eri olarak Istanbul'a gelmiş, okumayı ve yazmayı asker ocağında öğrenmiş, askerliğinin nihayetinde de teskere bırakarak Donanma-yı Hümayun' da kalmış ve makina önyüzbaşlığına Çarkçı Kolağalığı'na terfi etmiştir.

Hüseyin Ağa'nın eşi Emine Hayriye Hanım'dır. İki çocukları olmuştur. Nevber Hanım ile Mehmet Nail Bey (1877- 1944). Mehmet Nail Bey de Osmanlı Donanması'na girmiş ve Deniz Kuvvetlerinde Deniz Güverte Binbaşılığı'ndan emekli olmuştur.

Mehmet Nail Bey'in ilk eşi 1903 yılında Yüzbaşı iken evlendiği Fatma Zehra Hanım (1884 - 1930)'dır. Fatma Zehra Hanım, Deniz Yarbayı (Bahriye Kaymakamı) Osman Fevzi Bey ile Tevfika Hanım'ın kızıdır. Osman Fevzi Bey, Trabzon'lu ölüp ailesi Kadıoğulları namı ile marüfdür.

Mehmet Nail Bey'in ilk eşinden üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak 1905'de Hüseyin Nihal (Atsız), 1 Mayıs 1910'da Ahmet Nejdet (Sançar) ve Aralık 1912'de Fatma Nezihe (Çiftçioğlu) dünyaya geldi.

1930 yılında ilk eşinin damar sertliğinden vefatı üzerine Mehmed Nail Bey, 1931 yılında yeniden evlenmiştir. İkinci eşinin adı da Fatma Zehra'dır. İkinci eşinden 1932 yılında Necla (Çiftçioğlu) adlı bir kızı olan Mehmed Nail Bey ikinci eşiyle geçinememiş ve iki yıl sonra ayrılmıştır.

******************************************************

Nihal Atsız Yaşam Öyküsü

Hüseyin Nihal AtsızHüseyin Nihâl Atsız, 12 Ocak 1905'te İstanbul Kadıköy'de doğdu.

İlköğrenimini Kadıköy?deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul Sultanilerinde (İstanbul Lisesi) yaptı. Buradan mezun olunca Askerî Tıbbiye?ye yazıldı.

Atsız, yükseköğrenim çağına gelip Askerî Tıbbiye'ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Ziya Gökalp'in cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi Türkçülük fikrine karşı öğrencilerle kavga ettiği ve daha sonrasında ise aralarında bir takım problemler geçen Arap asıllı Bağdatlı Mesut Süreyya Efendi adlı bir mülazım (teğmen)'a selam vermediği gerekçesi ile 4 Mart 1925 tarihinde 3. sınıf talebesiyken Askeri Tıbbiye'den çıkarılmıştır.

Bu olaydan sonra üç ay kadar Kabataş Erkek Lisesi'nde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları'nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak çalışmış ve bu vapurla İstanbul-Mersin arasında birkaç sefer yapmıştır.

*********************************************************

Nihal Atsız Üniversite Yılları ve İlk Fikirler

1926 yılında İstanbul Dârülfünûnu'nun Edebiyat Fakültesinin "Edebiyat Bölümü"ne ve İstanbul Dârülfünûnu'nun yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi'ne kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağırılmış, tecil isteği kabul edilmeyen Atsız askerliğini 9 ay olarak 28 Ekim 1926-28 Temmuz 1927 tarihleri arasında İstanbul'da Taşkışla'da 5. piyade alayında er olarak yapmıştır.

Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı 'Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri' adlı makalenin Türkiyat Mecmuası nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası olan Mehmet Fuat Köprülü' nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmî'nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yapmıştır ('Divân-ı Türkî-i Basit, Gramer ve Lügati', 1930, 111 s. Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no 82). Aynı yıl Edebiyat Fakültesi'nden mezun olmuştur.

Atsız'ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şâik Gökyay, Pertev Nâilî Boratav, Nihad Sâmi Banarlı gibi isimler yeralıyordu.

Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü, Maarif Vekâleti?nde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebi'ni öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak 1931?de Atsız'ı kendisine asistan olarak almıştır.

Atsız, yine 1931 yılında Dârülfünûnun felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, ancak 1935 yılında ayrılmıştır.

Atsız, 15 Mayıs 1931'den 25 Eylül 1932 tarihine kadar Atsız Mecmua (17 sayı)'yı çıkarmaya başladı. Mehmet Fuat Köprülü, Zeki Velidi Togan ,Abdülkadir İnan gibi edebiyat ve tarih bilginlerinin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu Türkçü ve Köycü dergi, devrinde ilim, fikir ve sanat alanında çok tesir yaratan Türkçü bir çığır açmış, âdetâ Cumhuriyet devri Türkçülüğünün öncüsü olmuştur.

Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını (H. Nihâl) imzası ile, hikâyelerini de (Y.D.) imzasıyla, bu dergide yayınlamaya başlamıştır.

1932 Temmuzunda Ankara'da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi esnasında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'a Dr. Reşid Galib'in yaptığı eleştiriler üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye Atsız ile Pertev Nâilî Boratav' ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib'e "Zeki Velîdî'nin talebesi olmakla iftihar ederiz" diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de Reşid Galib'in tepkisini üzerine çekmiştir.

19 Eylül 1932' de Dr. Reşid Galib, Maarif Vekili olmuştu. Kısa bir süre sonra da Mehmet Fuat Köprülü'nün dekanlıktan ayrılması üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanlığı'na vekâleten bakan Ali Muzaffer Bey asâleten tâyin edilmiştir.Reşid Galib, Atsız Mecmuanın 17. sayısındaki 'Dârülfünûn'un kara, daha doğru bir tabirle, yüz kızartacak listesi' adlı makalesi nedeniyle Edebiyat Fakültesi Dekanı'na baskı yaparak, 13 Mart 1933 tarihinde Atsız'ın üniversite asistanlığına son vermiştir.

Üniversiteden çıkarılmasından birkaç gün sonra Atsız, Edebiyat Fakültesi'nin Dekanı'nı Tokatlıyan'daki bir çayda yakalayıp yüzlerce kişinin önünde tokatlamıştır. Atsız'a bu hadise için hiç bir şekilde tepki gösterilmemiştir.[kaynak belirtilmeli]

*************************************************************

Nihal Atsız-Memuriyet Zamanları

Üniversite asistanlığından çıkarılan Atsız, Malatya Ortaokulu'na Türkçe öğretmeni olarak tayin edilmiştir, Malatya'da kısa bir müddet (8 Nisan 1933-31 Temmuz 1933) Türkçe öğretmenliği yapan Atsız, Edirne Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiştir. Atsız'ın Edirne'deki edebiyat öğretmenliği de 3-4 ay kadar kısa bir müddet devam etmiştir. (11 Eylül 1933-28 Aralık 1933).

Atsız, Edirne'de iken Atsız Mecmuanın devamı mahiyetindeki Aylık Türkçü Dergisi olan Orhun (5 Kasım 1933-16 Temmuz 1934, sayı 1-9' u yayımlamıştır. Orhun dergisinde, Türk Tarih Kurumu tarafından çıkarılan ve liselerde ders kitabı olarak okutulan dört ciltlik tarih kitaplarında bulunduğunu iddia ettiği yanlışları ağır bir şekilde eleştirdiği için 28 Aralık 1933?te bakanlık emrine alınmıştır ve Orhun dergisi de 9. sayısında Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılmıştır.

Dokuz ay bakanlık emrinde kalan Atsız, 9 Eylül 1934 tarihinde Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'na Türkçe öğretmeni olarak tayin olunmuştur.

Şubat 1936 tarihinde ikinci eşi olan Bedriye Hanım ile evlenen Atsız'ın bu evlilikten 4 Kasım 1939 tarihinde Yağmur Atsız ve 14 Temmuz 1946 tarihinde de Buğra Atsız adlı iki oğlu olmuştur. Atsız, ikinci eşi Bedriye Atsız'dan da Mart 1975 tarihinde ayrılmıştır.

Atsız, Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'nda Türkçe öğretmeni olarak 4 yıl kadar çalışmış ve 1 Temmuz 1938 tarihinde bu görevinden ihraç edilmiştir.

Bunun üzerine Özel Yüce-Ülkü Lisesi' ne geçen Atsız, burada 1937 yılından 1939 yılının Haziranının sonuna kadar edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Atsız, 19 Mayıs 1939 ile 7 Nisan 1944 tarihleri arasında yine özel bir lise olan Boğaziçi Lisesi'nde edebiyat öğretmenliğinde bulunmuştur.

Atsız, Boğaziçi Lisesi'nin Türkçe öğretmeni iken Basın ve Yayın Genel Müdürü Selim Sarper'in de teşvikiyle Orhun dergisini (1 Ekim 1943-1 Nisan 1944, sayı:10 ile 16 arası, 7 sayı) yeniden yayınlamaya başlamıştır.

*****************************************************

Nihal Atsız-1944 Irkçılık-Turancılık Davası

İkinci Dünya Savaşı sürerken Türkiye'de komünist faaliyetlerin arttığını düşünen Atsız, Orhunun Mart 1944'te yayınlanan 15. sayısında, daha önce 5 Ağustos 1942 tarihli meclis konuşmasında "Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir" diyen devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu'na hitaben bir açık mektup yayınlamıştır.

Atsız, Nisan 1944'te yayımlanan 16. sayıda, Şükrü Saraçoğlu'na hitaben ikinci açık mektubunu yayınlayarak Giritli Ahmed Cevat Emre, Pertev Nâilî Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettin Celâl Antel'in Marksist faaliyetlerde bulunduklarını ve Milli Eğitim Bakanı'nın "komünistleri kolladığını" ileri sürerek devrin Millî Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel'i istifaya çağırmıştır. Bu ikinci açık mektup, Türkçü çevreler içinde büyük bir galeyana sebep olmuş, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok şehirde, komünizm aleyhinde gösteriler yapılmaya başlanmıştır.

Bunun üzerine Hasan Âli Yücel, 7 Nisan 1944 tarihinde Atsız'ın Boğaziçi Lisesi'ndeki edebiyat öğretmenliğine son vermiş, ama aynı zamanda Sadrettin Celal Antel de İstanbul Üniversitesi'denki görevinden bakanlık hizmetine alınmıştır.

Orhun dergisi de Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden kapatılmış, bu arada Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, Ankara Musiki Muallim Mektebi öğretmeni Sabahattin Ali'yi Atsız aleyhine hakaret davası açmaya teşvik etti. Sabahattin Ali'nin arkadaşı ve Atsız'ın da yakın arkadaşı olan Ankara Musiki Muallim Mektebi Müdürü Orhan Şaik Gökyay'ın arabuluculuğuna rağmen dava açmak zorunda kaldı. Aleyhine dava açılan Atsız, trenle Ankara'ya gitmiş ve Türkçü gençler tarafından istasyonda karşılanarak bir otelde misafir edilmiştir.

Hakaret davasının 26 Nisan 1944 günü yapılan ilk oturumu olaylı geçmiştir. Bunun üzerine 3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan ikinci oturuma üniversite öğrencileri alınmamış, bu yüzden de öğrenci gösterileri olmuş ve yüzlerce kişi tutuklanmıştır.

Davanın 9 Mayıs 1944 günü yapılan karar oturumunda, Sabahattin Ali' ye "vatan haini" dediği için 6 aya mahkûm edilen Atsız'ın cezası hâkim tarafından "milli tahrik" gerekçesi ile 4 aya indirilmiş ve 4 aylık bu ceza da ertelenmiştir.

Atsız, cezasının ertelenmesine rağmen 9 Mayıs 1944 tarihinde mahkemenin kapısından çıkarken tevkif edilmiştir.

19 Mayıs 1944 törenlerinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını ağır şekilde eleştiren nutkunu söylemiş ve bu nutuk üzerine de Atsız ve 34 arkadaşı İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanmaya başlanmışlardır. Aralarında Alparslan Türkeş gibi subay, üniversite profesörü, öğretmen, doktor ve üniversite öğrencilerinin de bulunduğu sanıklar, sorguya çekilmişler; Atsız dahil sanıklar, daha sonra tabutluk diye adlandırılan hücrelerde işkence gördüklerini belirtmişlerdir. 7 Eylül 1944 günü yargılama başlamış, 'Irkçılık-Turancılık Davası' adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanmış ve Atsız 6,5 yıl hapse mahkûm olmuştur.

Atsız, bu kararı temyiz etmiş ve Askerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nin kararı esastan bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmiştir.

5 Ağustos 1946 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde tutuksuz olarak başlayan Atsız ve arkadaşlarının davası (bu dava Kenan Öner-Hasan Ali Yücel davası adı ile tanınmıştır)[kaynak belirtilmeli], 31 Mart 1947 tarihinde sonuçlanmış ve 29 oturum devam eden mahkemede bütün sanıkların beraatına karar verilmiştir.

*******************************************************

Nihal Atsız-Mahkeme Sonrası Fikirlerini Yayması

Nisan 1947'den Temmuz 1949'a kadar kendisine iş verilmeyen Atsız, Ekim 1945-Temmuz 1949 tarihleri arasında geçinmek için kitaplarından bazılarını satmak zorunda kalmıştır. Bir müddet Türkiye Yayınevi'nde çalışan Atsız, Türk-Rus savaşlarının özeti olan "Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir" adlı kitabını da Sururi Ermete adlı şahsın adı ile yayınlamak zorunda kalmıştır.

Atsız'ın sınıf arkadaşlarından Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Millî Eğitim Bakanı olunca, Atsız'ı 25 Temmuz 1949'da Süleymaniye Kütüphânesi'ne "uzman" olarak tayin etmiştir.

Bir müddet bu vazifede çalışan Atsız, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra 21 Eylül 1950?de Haydarpaşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliği'ne tayin olmuştur.

4 Mayıs 1952 tarihinde Ankara Atatürk Lisesi' nde vermiş olduğu "Türkiye'nin Kurtuluşu" konulu bir konferans üzerine Cumhuriyet Gazetesi, Atsız'ın aleyhine haberler yayımlamıştır. Hakkında bakanlık tarafından soruşturma açılan Atsız'ın konuşmasının bilimsel olduğu tespit edilmiştir. Fakat Atsız 13 Mayıs 1952 tarihinde Haydarpaşa Lisesi'ndeki edebiyat öğretmenliği görevinden "muvakkat" kaydı ile alınarak yine Süleymaniye Kütüphânesi' ndeki görevine tayin edilmiştir.

31 Mayıs 1952 tarihinden itibaren emekliliğini istediği 1 Nisan 1969 tarihine kadar Süleymaniye Kütüphânesi'nde çalışan Atsız'ın en uzun süreli memuriyeti bu kütüphânedeki memuriyet olmuştur.

Atsız, 1950-1952 yıllarında yayımlanan haftalık Orkun dergisinin başyazarlığını yaptı. 1962?de kurulan Türkçüler Derneği? nin genel başkanlığını üstlendi. 1964? ten vefatına kadar Ötüken dergisini yayımladı.

Devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Gaziantep' e giderken bir işçinin kendisine "idareciler Araplara toprak veriyorlar, biz Türklere vermiyorlar" sözlerine karşılık, "Türk topraklarında yaşayan herkes Türk?tür." demiş; Atsız bunun üzerine, Ötüken in Nisan 1967'de yayınlanan 40, sayısından itibaren "Konuşmalar, 1" (Sayı 40), "Konuşmalar, II" (Sayı 41), "Konuşmalar, III" (Sayı 43), "Bağımsız Kürt Devleti Propagandası" (Sayı 43), "Doğu mitinglerinde perde arkası" (Sayı 47) ve "Satılmışlar-Moskof uşakları" (Sayı 48) adlarıyla yayınladığı seri makalelerinde, Marksistlerin Doğu bölgelerinde gizli çalışmalarda bulunduklarını iddia etmişti. Bu makaleler hakkında savcılıkça soruşturma açılmış fakat Atsız'a hiç bir suçlamada bulunulmamıştır.

Ancak bu yazılar üzerine, Ankara sokaklarında Atsız aleyhine hazırlanmış, ayrılıkçılığı ilan eden bildiriler dağıtılmış[kaynak belirtilmeli] ve aynı günlerde Adalet Partisi Diyarbakır senatörlerinden biri, Senato kürsüsünden Atsız aleyhine ağır bir konuşma yapmıştır.

Hasan Dinçer'in Adalet Bakanı olduğu dönemde, bakanlık tahkikat açmış ve Atsız mahkemeye verilmiştir. Davanın devam ettiği 6 yıl içerisinde 12 Mart (1971) muhtırası verilmiş ve arkasından sıkıyönetim ilân edilmiştir.

Uzun duruşmalardan sonra mahkeme, Ötükenin sahibi Atsız'ı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mustafa Kayabek'i 15'er ay hapse mahkûm etmiştir. Mahkeme başkanının karara katılmadığı ve 2-1'lik ekseriyetle verilen bu karar, temyiz edilince Yargıtay tarafından bozulmuştur. Fakat aynı mahkeme 2-1'lik kararda ısrar edince, Yargıtay kararı onaylamıştır. Atsız ve Mustafa Kayabek "Tashih-i karar" isteğinde bulunmuşlar ancak bu istekleri mahkemece kabul edilmemiştir. Böylece mahkûmiyet kararı kesinleşmiştir.

Kronik enfarktüs, yüksek tansiyon ve ağır romatizmadan rahatsız olduğu için Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne yatan Atsız'a, Haydarpaşa Numune Hastanesi tarafından "Cezaevine konulamayacağı" kaydı bulunan rapor verilmiştir. Ancak 4 aylık bir rapor Adlî Tıp tarafından kabul edilmemiş ve "reviri olan cezaevinde kalabilir" şeklinde değiştirilmiştir.

Bunun üzerine infaz savcılığı 14 Kasım 1973 Çarşamba günü sabahı Atsız'ı evinden aldırarak Toptaşı Cezaevi'ne sevk etmiştir. 40 kişilik adi suçlular koğuşuna konulan Atsız, bir müddet sonra reviri olan Sağmalcılar Cezaevi'ne nakledilmiştir.

Atsız, kesinleşen 1,5 yıllık cezasını çekmek için hapse girince, üniversite hocaları ve öğrencilerinden oluşan bir grup Cumhurbaşkanı'na başvurup Atsız'ın affını istemiştir.

Atsız, suç işlemediğini belirterek bizzat af talep etmediği halde, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, kendi yetkisini kullanarak Atsız'ın cezasını affetmiştir.

22 Ocak 1974'te Bayrampaşa Cezaevi'nden tahliye edilen Atsız, 1,5 yıllık cezasının 2,5 ay kadarını cezaevinde geçirmiştir.

İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın tarifi ile "Atlıyı atından indirecek derecede şiddetli yazılar yazan"[kaynak belirtilmeli] Atsız, ateşli ve keskin bir üslûba sahip idi.

**************************************************

Nihal Atsız - Ölümü

Atsız, 1975 yılının kasım ayının ortalarında hasta olduğundan şüphelenmiş, ancak yapılan muayene ve testler sonucunda bir hastalık bulunamamıştır. 10 Aralık 1975 Çarşamba gününün akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor enfarktüs olduğunu anlayamamıştır. Ertesi akşam Atsız yeni bir kriz geçirmiş , 11 Aralık 1975 Perşembe günü vefat etmiştir.

13 Aralık 1975 tarihinde Kurban Bayramının ilk günü Kadıköy Osmanağa Câmii'nde Kılınan ikindi namazını müteakip defnedilmiştir.

Turancı çevreler tarafından birikimli bilinmesine karşın Niyazi Berkes anılarında Atsız'ı "büyük iddiaları için gerekli olan antropoloji, tarih, felsefe alanlarında bir şey bilmeden insanları kaşlarına, gözlerine, saçlarına ve yüzlerinin rengine göre ırklara ayıracak kadar bilgisiz bir zavallı" olarak tanımlar. [1]

**************************************************

Nihal Atsız ve Irkçılık

Nihal Atsız Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan romanına yanıt olarak 1940 yılında yazdığı İçimizdeki Şeytanlar kitapçığında ırkçı olduğunu şu sözlerle belirtiyordu: Ben de ırkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için ? Evet, övünerek söylüyorum ve tekrar ediyorum: Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için - Sabahattin Ali?nin itiraflarına cevap vermek lüzumunu duyuyorum.[2]

Nihal Atsız 4 Mayıs 1941 tarihinde daha sonra sol görüşlü bir gazeteci olacak olan oğlu Yağmur Atsız'a hitaben bir "vasiyet" kaleme almıştır. İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı gergin ortamda yazılan bu metin özellikle Atsız'a yönelik "ırkçılık" suçlamalarının delili olarak kullanılmaktadır:

"Yağmur Oğlum!

Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.

Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.

Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.

Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarın ki düşmanlarımızdır.

Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içer(de)ki düşmanlarımızdır.

Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.

Tanrı yardımcın olsun!

Nihal Atsız

4 Mayıs 1941

Bu vasiyet aynı zamanda Atsız'ın deyimiyle Türk ırkçılığı ile Nazizm arasındaki farka da işaret etmektedir. Türk ırkçılığının Nazizm'den kaynak aldığını ileri süren anlayışa karşı yazdığı bir yazıda Atsız "Yalnız Yahudilere karşı güdülen Alman ırkçılığı ile, her millete karşı bir korunma ilkesi olarak ileri sürülen Türk ırkçılığı arasında bir bağlantı bulunmadığını"[3] söyler.

Türkiye Komünist Partisi yöneticilerinden Reşat Fuat Baraner'in kaleme aldığı ve Faris Erkman'ın imzasıyla yayınlanan 'En Büyük Tehlike' broşürüne karşı yazdığı yanıtta Atsız Türk ırkçılığının Alman yanlısı olmak anlamına gelmediğini vurgulayarak şöyle der: Bizim ırkçılığımızı da Alman yardakçısı olduğumuza tanık diye gösteriyorlar. Yoldaşlar şunu iyi bilsinler ki Almanya cihan haritasından silinip Almanlığın kökü kazınsa bile biz yine ırkçı kalacağız. Alman ırkçılığı yalnız Yahudilere karşıdır. Anası veya babası Çek, Lehli gibi Alman düşmanı milletlerden olan fertleri Almanlar yabancı saymıyorlar. Bizim ırkçılığımız ise bütün milletlere karşıdır. Bu ırkçılık Türklüğün ihtiyaçlarından doğmuş olaylarla gelişmiş bir ırkçılıktır. Uzun, acı, denemelerden sonra anladık ki pasaport vatandaşlarından fayda yoktur. Atalarının kanıyla, diliyle, geleneğiyle bu toprağa bağlı olmuyan insanlar en ufak menfaati görünce ihanetten çekinmiyorlar. Biz bunun için ırkçıyız. Balkan savaşında Arnavutlar, Cihan savaşında Araplar ihanet ettiği için ırkçıyız. Selanik`i Yunanlılara tüfek atmadan teslim eden Tahsin Paşa ve Sevr paçavrasını imzalamaktan sevinç duyan Rıza Tevfik Arnavut olduğu için, Harp Okulu öğrencilerini zehirlemek isteyen Nazım Hikmetof Yoldaş Polonyalı olduğu için ırkçıyız."

1952 yılında yazdığı bir makalesinde Türkçülük'ün iki bileşenini soyculuk ve Turancılık olarak tanımlayarak Soyculuk, aynı zamanda bir sağlık koruma meselesidir. Karışmak, daima, üstün olanın aleyhine olduğundan büyük meziyetler sahibi Türklerin, bu meziyetlerden yoksun soylarla karışmaları halinde ortaya çıkan melezlerde Türk?ün bazı büyük meziyetleri kaybolmakta, onların yerini diğer soyların iptidai vasıflarından bazıları tutmaktadır[5] der. Başka bir makalesinde de Türkçülük'ün bileşenlerini ırkçılık ve Turancılık olarak tanımlar: "Türkçülüğün değişmeyen tarafı ırkçılığı ile Turancılığı ve bunun neticesinde Türk milleti ve vatanı hususundaki düşünceleridir. Bu iki temelde bütün Türkçüler birleşmiştir. Bunun dışında kalan meseleler; mesela iktisadi, sosyal ve hukuki görüşler Türkçülerin ileride halledecekleri meselelerdir. Bu meseleler üzerindeki Türkçü düşünceler değişebilir. Çünkü zamanla herhangi bir iktisadi veya içtimai düşünce çürütülebilir. Fakat ırkçılık ve Turancılık asla değişmeyecektir. Çünkü bunlar Türklüğün Türklük olması için elzem şartlardır. Tıpkı bir insanın havaya ve yiyeceği olan mutlak ihtiyacı gibi... Bir insanın elbise ihtiyacı yaza, kışa, geceye, gündüze göre değişebilir. Eğlencesi de sinemaya, ava gitmek veya içki içmek şeklinde olabilir. Fakat havaya ve yiyeceğe ihtiyacı hiç bir zaman değişmez. Irkçılıkla Turancılık, Türkçülüğün hava ve gıdasıdır."[6]

Irkçılık-Turancılık davası sırasında da ırkçı olduğunu kabul eden Atsız, kendisinin üçüncü göbekten babasının Rum olduğunu iddia eden savcıya karşı şöyle diyordu: Belki bu iftira benim ırkçılığımı çürütmek için ortaya atılmıştır. Fakat çürütülemez. Farzımahal benim baba tarafımdan bütün ecdadım gayrı Türk olsa bile yine bununla ırkçılık ülküsü çürütülemez.[7] Irkçılık-Turancılık davasındaki savunmasını bitirirken şöyle diyordu: Irkçı ve Turancı olduğum için mahkum olursam, bu mahkumluk hayatımın en büyük şerefini teşkil edecektir.[8] Aynı davada yargılanan Alparslan Türkeş de sorgusunda Nihal Atsız bana daima ırkçı ve Turancı telkinatta bulunmuştur. Ben de tamamen onun gibi düşünüyorum demişti.[9]

Atsız'ın düşüncesinde sosyal-darvinizmin önemli bir yeri vardır. Biyolojik olarak güçlülerin hayatta kaldığını, zayıfların yok olduğunu söyleyen Atsız'a göre milletler arasında da aynı yasa hüküm sürüyordu. Ona göre: "Millet, âdeta gayri şuurî olarak dünyaya yayılıp hâkim olmak ister. Fakat yayılırken başka milletlerin mukavemetine çarpar. Böylelikle aralarında savaş başlar. Sonunda güçlüler kazanır."[10] Bu yüzden ülkücülüğün aynı zamanda saldırgan olması gerektiğini savunan Atsız, aynı zamanda Kemalizm'in "yurtta barış, dünyada barış" politikasına da karşı çıkıyordu. 1944 yılında yazdığı bir makalesinde şöyle diyordu: "(Yurtta barış, cihanda barış) yahut (kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok) gibi sefilane bir siyasî umde ile bu milletin manevî enerjisini bilerek veya bilmeyerek söndürenler, zaten mahvolmuş Almanya'ya savaş açarak Türk tarihinde asla görülmemiş bir kancıklığın zilletini tarihimize sokanlar, fakat Bulgaristan ve adalardaki Türkleri topraklarıyla birlikte kurtarmak fırsatını tarih yaratmışken en denî ve cebîn bir hareketle bundan kaçanlar hiç şüphesiz Türk birliğini tamamlamak yolunda bir adım atamazlardı. Çünkü onlar bu memlekette Moskofçuluğu için için yaşatmak, Türkçülüğü açıkça yok etmek istiyen devşirmelerdi." [11]

Yine Atsız'a göre ahlakın meydana gelmesinde en önemli neden soydu. Ona göre "bir toplumun ahlakı, soyunun karışması ile değişebilirdi".[12] Ona göre "Kunlar ve Gök Türkler çağında saraylarımıza giren Çin prenseslerinin ihanetleri, artık bugün herkesin bildiği bilgiler haline gelmiştir. Osmanlılar devrinde, Kanuni Sultan Süleyman gibi büyük bir padişahı küçük düşüren hareketler, Islav asıllı Hurrem Sultan yüzündendir."[13] Türkçülere önerdiği "evlenecekleri kızın, sağlık ve soy durumlarına ve bu hususta aşka tutsak olmaya dikkat" etmeleriydi.[14] Türk ahlakı yüceltilmeli, "caz denilen zenci musikisi, balo denilen Avrupa rezaleti, bar denilen Amerikan kepâzeliği" kaldırılmalı ve tercüme yasalar yerine "millî örf ve ahlâkımızdan alınmış yasalar" yapılmalıdır[15]. Ayrıca Türklerin kurtuluşu ancak Türk topraklarının başka soylardan arındırılması ile mümkündü. 1952'de "Yahudiler tam bir Arap ülkesi haline gelen Filistin?den nasıl Arapları sürerek orada bir Yahudi çoğunluğu yaptılarsa, biz de aynı şeyi yaparak bize ait olan toprakları mutlaka Türkleştirmek zorundayız"[16] diyordu.

1934 yılında yazdığı bir makalede Türk milletinin Türk ırkı demek olduğunu şu sözlerle savunur: "Türkler için milliyet her şeyden önce bir kan meselesidir... Türklük yalnız manevi-ahlaki değil, aynı zamanda maddi (yani fizik, fizyolojik, fizyonomik ve antropolojik) bir şeydir... Türk olmak için Türk ırkının maddi ve manevi hasletlerini tevarüs etmek icap eder...Bazılarının söylediği gibi milliyet yalnız anlaşma vasıtası olan dil?in birliği ile izah edilseydi bir İstanbul Yahudisinin bize bir Kırgızdan daha yakın olması lazım gelirdi. Halbuki bütün kanunlara, siyasi ve içtimai hadiselere, propagandalara rağmen biz Kırgızı kardeş, Yahudiyi de köpek çıfıt olarak tanıyoruz. Çünkü Kırgızın damarındaki kanın kendi damarımızdaki kan olduğunu, Yahudinin ise bize düşmanlıkla yuğurulduğunu biliyor, seziyoruz."[17] Yine Çanakkale Zaferi'nin yıldönümünde yapılan bir yürüyüşü eleştiren kitapçığında sosyologların "Türk Milleti" tanımını eleştirerek şunları söyler: "Türk kanının yarattığı bir mucize olan Çanakkale?yi saygılamak gerekti mi, saygılamağa gelenler Türk kanı taşıyan insanlar olmalıydı. Çanakkale zaferini kanunların ve içtimaiyat ilminin kansız taraftarlarının anlattığı ?Türk Milleti? (yani içinde kürdünden yahudisine kadar hepsini ihtiva eden melez topluluk) değil, ?TÜRK IRKI? kazanmıştı. Bunun için oraya yalnız Türkler gelmeliydi... Ve öyle yaptık..."[18]

Yine Nazım Hikmet'e karşı yazdığı broşüründe "karışmamış kan davası yalnız hayvanlar değil, insanlar için de vardir. Hayvanların en asil ve değerlileri halis kanlı olanlar olduğu gibi insanlarin en asilleri en saf kanlı olanlarıdır. Kan ve ırk meselesi kan grupları tetkiki demek olan fizyolojik ve antropolojik bir meseledir" diyor ve Nazım Hikmet'in komünist olmasını Türk soyundan olmayışıyla ilişkilendirerek "ataları, bu toprağa kan katanlardan, halis kanlı Türk olanlardan bir komünist çıktığını da zaten şimdiye kadar görmedim. Bunlar daima kanı bozuk, sütü bozuk, yeri yurdu belirsiz, soyu sopu şüpheli ve Türk olmuyan kimselerdir." diyordu .

Bununla birlikte daha sonraki yıllarda Atsız'ın düşüncesinde "Türkleşmiş olmak" mümkündür ve kabul edilebilecek bir durumdur. Ona göre "hemen hemen her soy, başka soylarla karışmıştır. Bundan bir şey çıkmaz. Çünkü tabiat bir süre sonra melezliği temizler. Fakat, bir soy durmadan başka soylarla karışmakta devam ederse, bir zaman sonra, bir daha düzelmemek üzere bozulur."[20] Yani Türklerin başka soylarla karışması engellenmelidir. Bununla birlikte bu görüşlerinde zaman içinde bir yumuşama olduğu da düşünülebilir. Nitekim 1952 yılında Türk tarifini yaparken "Türk her şeyden önce, Türk soyundan gelen insandır. Türk soyundan gelince de pek ender bazı istisnalar bir yana o insanın Türkçe konuşması ve Türk kültürünü taşıması gerektir"[21] derken 1969 yılında yazdığı bir yazıda Türk'ün tarifini şöyle yapıyordu: "Türk milleti, Türk kökünden gelenlerle Türk kökünden gelmiş olanlar kadar Türkleşmiş kimselerden meydana gelen topluluktur... Şuuraltında veya duygularının gizli yönünde başka biri ırkın şuur ve özleyişini taşımayan kimselerdir." Dolayısıyla daha önceleri vasiyetinde "iç düşmanlar"[22] olarak tanımladığı farklı ırklardan gelmelerine karşın Mehmet Akif Ersoy ya da Yıldırım Beyazıt da Atsız'a göre Türk sayılmalıydı.

***********************************************

Nihal Atsız Eserleri

Türkçülüğün öncülerinden olan Nihâl Atsız, Turancı çevreler tarafından aynı zamanda güçlü bir Türkolog olarak kabul edilir. Bu çevrelere göre Türk dilini, tarihini ve edebiyatını gayet iyi bilen Atsız, özellikle Türk tarihinin Göktürk kısmında uzmanlaşmıştı. Çok sevdiği bu devreyi Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor adlı iki eser ile romanlaştırmıştır. Deli Kurt adlı romanı Osmanlı tarihinin ilk devrelerinin romanlaştırılmış şeklidir. Ruh Adam 'daki Selim Pusat'ın şahsiyetinde Atsız'ı görürüz. Ruh Adam 'ın devamı olarak Yalnız Adam 'ı yazacağını söylüyordu. Yine yazacağını bildirdiği bir eseri de Bozkurtlar serisi'nin 3. cildi idi.[kaynak belirtilmeli] Yayınlanmamış eserlerinin içerisinde II. Mahmut'tan Günümüze Kadar Osmanlı Hanedanı Tarihi adlı bir eseri de vardır. Nihâl Atsız'ın şiirleri Yolların Sonu adı ile kitap halinde basılmıştır.

Kaynak:Wikipedia Sözlük

Romanları

Dalkavuklar Gecesi, İstanbul 1941.

Bozkurtların Ölümü, İstanbul 1946.

Bozkurtlar Diriliyor, İstanbul 1949.

Deli Kurt, İstanbul 1958.

Z Vitamini, İstanbul 1959.

Ruh Adam, İstanbul 1972.

Öyküleri

'Dönüş', Atsız Mecmua, sayı.2 (1931), Orhun, sayı.10 (1943)

'Şehidlerin duası', Atsız Mecmua, sayı.3 (1931), Orhun, sayı.12 (1943)

'Erkek kız', Atsız Mecmua, sayı.4 (1931)

'İki Onbaşı, Galiçiya...1917...', Atsız Mecmua, sayı.6 (1931), Çınaraltı, sayı.67 (1942), Ötüken, sayı.30 (1966)

'Her çağın masalı: Boz oğlanla Sarı yılan', Ötüken, sayı.28 (1966)

Şiir:

Yolların Sonu (1946)

İnceleme:

Türk Tarihi Üzerine Toplamalar

Türkler ve Osmanlı Sultanları Tarihi

Türk Edebiyatı Tarihi

Türk Ülküsü

Osmanlı Tarihine Ait Takvimler

Türk Tarihinde Meseleler

Biyografi:

Edirneli Nazmi

Kemalpaşaoğlu

Birgili Mehmet Efendi

Ebussud


onur erarslan
Kapalı
22 Aralık 2008 16:53

YAKARIŞ-II

Bir gün olur, elbette eski beğler dirilir;

Yine kılıç kuşanır tarihteki paşalar.

Yine şanlar alınıp nice canlar verilir,

Yiğit akınımızdan yine dünya şaşalar.

?Türk tarihi? denen kahramanlık şiirini

Yeniden yazmak için harcayacağın kandır.

Mısraların içinde en güzel ve derini

Batıda ?Niğbolu??, doğuda ?Çaldıran?dır.

Yine batılıların üçüncü Kosova?da

Topraklara sereriz, bir değil, birkaçını.

Çekilince kılıçlar yeniden Haçova?da

Param parça ederiz Cermenliğin haçını.

Yine ufka açılır şanlı korsanlarımız,

Bir Türk gölü yaparlar Akdeniz?in içini.

Acı acı gülerek bu gün susanlarımız.

Yarın rezil ederler Romalı?nın ***ini.

Genç Fatih?in ordusu yine tekbir alınca

Söndürürüz kafirin Meryem Ana mumunu.

Haritadan sileriz Tuna?ya at salınca

Ulah?ını, Sırb?ını, Bulgar?ını, Rum?unu.

Gövdesini elbette döndürürüz kalbura

Bir geçerse Moskof?un elimize yakası.

Çanakkale önünde yine kopar bir bora

Süngümüzle bozulur İngiliz?in cakası...

Yiğit Harbiyeliler! Öğrenin dersinizi:

Kahraman göz kırpmadan düşmana saldırandır.

Vazifeniz: Kanije, Silistire, Pilevne,

Niğbolu, Kosova, Malazgirt, Çaldıran?dır.

Yarın Yavuz dirilip bize buyruk verince

Kızgın kum çöllerini yeni baştan aşarız.

Kanlarımız sebildir; akıtarak hepsini

Belirsiz mezarlarda anılmadan yaşarız...

Hüseyin Nihal Atsız


şarampol
Yasaklı
22 Aralık 2008 16:53

"Arnavudu yendim diye kendini avut,

Yiğit Türkle bir olur mu soysuz Arnavut? "

soylu türk, eraslan kopyala yapıştır, yürü git yok..anlat şu yukardaki mısralar ne diyor.


onur erarslan
Kapalı
22 Aralık 2008 16:56

TÜRKİSTAN İHTİLALCİLERİNİN TÜRKÜSÜ

Ey, Türkistan, şanlı ülke, güzel anayurt!

Bir gün gelir kaldırırız yine bayrağı;

İçimizden elbet çıkar yeni bir Bozkurt,

Yabancıdan geri alır kutlu toprağı...

Küçük kuşlar bize hergün şöylece çiler:

Ey ölümle el sıkışan ihtilalciler!

Size der ki gökten inen kutsi elçiler!

Siz buldunuz ebediyet denen kaynağı...

Biz, mezarsız ölüp giden genç atsızlarız;

Yaramızı suyla yıkar, otla sararız;

Kimsemiz yok, fakat gönüllerde biz varız,

Bize şefkat sunmaz hiçbir kadın dudağı...

Bak Timur?un, Gültekin?in ruhu ne diyor:

Şanlı günler şimdi efsane diyor,

İt canlı rus vatanını soyuyor, yiyor,

Ey, büyük Türk haydi artık kaldır sancağı!

Mazideki zaferlerden kalmadı bir iz;

Döktüğünüz kanlar oldu bir deniz...

Birgün elbet yeni baştan birleştiririz:

Türkmen, Kırgız, Uygur, Başkurt, Özbek, Kazağı.

Hüseyin Nihal Atsız


onur erarslan
Kapalı
22 Aralık 2008 16:59

ESERLERİ

Tarih, edebiyat, edebiyat tarihi ve bibliyografya gibi değişik sahalarda çok sayıda kitap ve makalenin sahibi olan Atsız'ın eserlerini şöyle sıralayabiliriz:

- Çanakkale'ye Yürüyüş, İstanbul 1933.

- 16. asır şairlerinden Edirneli Nazmi'nin Eseri ve Bu Eserin Türk Dili ve Kültürü Bakımından Ehemmiyeti, İstanbul 1934.

- Komünist Don Kişotu Proleter Burjuva Nazım Hikmetof Yoldaşa, İstanbul 1935.

- Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar, I. Bölüm, En Eski Zamanlardan başlayarak Apar Sülalesinin düşmesi tarihi olan Miladi 552'ye kadar, İstanbul 1935.

- 15. Asır Tarihçisi şükrullah, Dokuz Boy Türkler veOsmanlı Sultanları Tarihi, Eski Türklerle Fatih Sultan Mehmed'in tahta oturuşuna kadar olan Osmanlı

tarihinden bahseder,İstanbul 1939.

- Müneccimbaşı, şeyh Ahmed Dede Efendi, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1940.

- 900. Yıldönümü (990-1940), İstanbul 1940.

- İçimizdeki şeytanlar, İstanbul 1940.

- Türk Edebiyatı Tarihi, En eski çağlardan başlayarak Büyük Selçukluların sonuna kadar, İstanbul 1940.

- Dalkavuklar Gecesi, İstanbul 1941.

- En Sinsi Tehlike, İstanbul 1943.

- Hesap Böyle Verilir, İstanbul 1943.

-İ. Süruri Ermete (Üçüncü dereceden harb malûlü piyade subayı), Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir(Türk-Rus Savaşının özeti), İstanbul 1946.

- Yolların Sonu, İstanbul 1946.

- 18 Bozkurtların Ölümü, İstanbul 1946.

- Bozkurtlar Diriliyor, İstanbul 1949.

- Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1949. Türkiye Yayınevi'nin bu ad altında kurduğu dizinin bu ilk cildinde şu yayınları vardır: a- Ahmedî, Dastan ve Tevarih-i

Mülûk-ı al-i Osman, b-Şükrullah Behçetüttevarih, c- aşıkpaşaoğlu Ahmed aşıkî, Tevarih-i al-i Osman.

- Türk Ülküsü, İstanbul 1956.

- Deli Kurt, İstanbul 1958.

- Osman (Bayburtlu), Tevarih-i Cedîd-i Mir'at-ı Cihan, İstanbul 1961.

- Osmanlı Tarihine Ait Takvimler I, 824, 835 ve 843 tarihli takvimler, İstanbul 1961.

- Ordinaryüs'ün Fahiş Yanlışları, İstanbul 1961.

- Türk Tarihinde Meseleler, Ankara 1966.

- Birgili Mehmed Efendi Bibliyografyası, İstanbul 1966.

- İstanbul Kütüphanelerine Göre Ebussuud Bibliyografyası, İstanbul 1967.

- ali Bibliyografyası, İstanbul 1968.

- aşıkpaşaoğlu Tarihi, İstanbul 1970.

- Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden Seçmeler I, İstanbul 1971.

- Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden Seçmeler II, İstanbul 1972.

- Ruh Adam, İstanbul 1972.

- Oruç Beğ Tarihi, İstanbul 1973.

- Türk Ansiklopedisi'nde 40 kadar madde.

Ayrıca Atsız'ın yazdığı makaleler, dört cilt halinde Makaleler I, Makaleler II, Makaleler III, Makaleler IV, adıyla

Baysan Yayınları tarafından İstanbul'da 1992 tarihinde yayımlanmıştır


onur erarslan
Kapalı
22 Aralık 2008 17:08

Tarih bilgisinden yoksun olarak sordugun cevabını, biraz düşünürsen arar bulursun. şiir içinde " soysuz Arnavut" tabirine takılıp kalma..

M.Akif'te bir Arnavut'tur, dogrudur..Ne zaman gördün ve duydun Akif'in agzımdan " ben Arnavut'um" dediğini..Akif, gerçek müslüman ve Osmanlı ve hatta Türk milletine ( senden ve benden ) çok baglı bir ruh adamıdır. Onda etnik yapı yoktur anlayacagın..

Arnavut'un , Osmanlıdan kopmak için neler yaptıgını ya da Batılıların oyununa geldiğini bilmiyorsan, benimle tartışacak tarih ve edebiyata bilginin olmadıgını gösterir bu durum....


onur erarslan
Kapalı
22 Aralık 2008 17:10

KÜRSAD MARŞI

Yufka yüreklilerle çetin yol aşılmaz,

Çünkü bu yol kuludur gider TANRI dağına

Halbuki yoldaşını bırakıp kaçanların

Değişilir topuda bir sokak kaltağına.

Kürşad'ın narasıyla indik TANRI dağından

Ruhumuzu kandırdık Orhun'un kaynağından,

Bu kaynaktan içenin yürekleri tunç olur.

TÜRK'e kefen biçenin ölümü korkunç olur.

Delinse yer,çökse gök,yansa kül olsa dört yan

Yüce dileğe doğru yürürüz yine yayan.

Moskoflardan,yankeden,masonlardan yılmıyan

Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz.

Büyük Türkçü Atsız Hocamızı saygıyla anıyoruz..

Asın sevgiyi dar ağacına cezası İDAM olsun

Sevgi karşılıksız yaşanmaz ki cezası MÜEBBED olsun


onur erarslan
Kapalı
22 Aralık 2008 17:12

Yolların Sonu

Bu gün yollanıyorken bir gurbete yeniden

Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize.

Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden

itler bile gülecek kimsesizliğimize

Gidiyorum: gönlümde acısı yanıkların...

Ordularla yenilmez bir gayız var kanımda.

Dün benimle birlikte gülen tanıdıkların

Yalnız bir hatırsı kaldı artık yanımda.

Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz;

Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağına.

Halbuki yoldaşını bırakıp dönenlerin

Değişilir topuda bir sokak kaltağına.

İster düşün... Kendini ister hayale kaptır...

Uzar uzar, çünkü hiç sonu yoktur yolların.

Bakarsın aldanmışsın, gördüğün bir seraptır

Sevimli bir hayale açılırken kolların.

Ey doğunun anlımı serinleten rüzgarı!

Ey karanlıkta bana arkadaşlık eden ay!

Arzularım bir oktur, aşar ulu dağları.

Düştüğü yer uzakta ?DİLEK? adlı bir saray.

O sarayda bulunca Tanrılaşan erleri

Artık gözüm arkaya bir daha dönmeyecek.

Hepsi sussa da ?Kür şad? uzatarak elini;

?Hoş geldin oğlum ATSIZ, kutlu olsun! ? diyecek.

Hüseyin Nihal Atsız


onur erarslan
Kapalı
22 Aralık 2008 17:26

Bozkurtların Ölümü

Bozkurtların Ölümü? Atsız Hoca?nın efsanevi romanının adıdır. Çuluk Kağan ölmüş yerine Kara Kağan geçmiştir.

Kara Kağan?ın kötü yönetimi Göktürk devletini büyük bir yıkıma sürükler. Yıkım ani değildir, aksine yavaş yavaş gelir.

Göktürkler Kağanlarına güvenlerini yitirirler.

Göktürk Beyleri Çinli karısının elinde oyuncak olan Kağanlarına olan saygılarını yitirirler.

Herkes felaketin gelmekte olduğunu görür ancak felaket sanki kaçınılmaz ve durdurulmazdır. Türk tarihinin en büyük kahramanlarından olan efsane Göktürk prensi Kürşad?ın çabaları da durduramaz Göktürk İmparatorluğunun çöküşünü.

Sonra, Çin hakimiyetinde esaret altında geçen yıllar başlar.

Nihayet on sene sonra Kürşad?ın önderliğinde Türk tarihinin en büyük kahramanları arasında yer alan 40 Göktürk soylusu Çin sarayını basarak Çin imparatorunu kaçırmak isterler.

İmparator geceleri kılık değiştirerek başkent sokaklarında dolaşmaktadır. Ancak, o gece müthiş bir yağmur yağar ve içlerinden birisi buluşma yerine gecikir. Kürşat ve Göktürk soylularının yüreğine bir şüphe düşer. Acaba gelmeyen yoldaşları kendilerine ihanet mi etmiştir? Bu şüphe ile derhal o gece Çin sarayına baskın yapıp imparatoru sarayından kaçırmaya karar verirler. Sarayı basarlar.

Başaramazlar ve Çin sarayından fırtınalı bir havada kaçarlar. Çin ordusu onları Vey ırmağının kıyısında yakalar ve hepsi öldürülür.

En sona kalan Kürşad?dır. O da atının üzerinde ölür. Bozkurtların Ölümüdür bu.

Bozkurtların Ölümü?nü okuyup da Kürşad?ın yanında Vey ırmağı kıyısında kılıç sallamak için her şeye razı olmayacak Türk genci yok gibidir. Bozkurtların Ölümü birkaç neslin yüreğini ve düşüncelerini derinden etkilemiştir.

Ancak, Bozkurtların Ölümü sadece Çin Sarayı içinde başlayan ve Vey ırmağı kıyısında devam eden müthiş çatışmada gerçekleşmemiştir. Bozkurtların Ölümü bir sürecin sonucudur. Vey Irmağı kıyısında verilen büyük mücadele ancak bu ölümün son ve büyük sonucudur.

Bugünlerde Bozkurtlar Anadolu topraklarında tekrar ölmektedirler. Üstelik bu ölümde Vey Irmağı kıyısında son ve büyük bir direnişi verecek yiğit Türk soyluları da ortada görünmemektedir.

Katılacak bir grup yiğit yok ortada.

Kenarında savaşıyla bir Vey ırmağı ve savaşacak bir avuç yiğit çıkaramayan Türk milliyetçileri, Türk milletinin bağımsız ve güçlü yaşama ülküsünün savaşçıları manevi bir ölümü yaşıyorlar.

Büyük bir kırgınlık, umutsuzluk, dağınıklık ve gelecekle ilgili umutsuzluk bütün bir Anadolu?yu, her yaştan Bozkurtların yüreğini kaplamış görünüyor.

1965?den 1980?e ve 1980 sonrasında sabırla ve inatla 1999?a kadar mücadele etmiş olan her kesin tükendiği noktada içindeki büyük Türkiye ve bağımsız Türk Dünyası ülküsünden tekrar güç üreten Türk milliyetçileri bu sefer manevi bir ölümü yaşıyorlar.

Hemen hemen bütün Türk milliyetçileri geleceğin Türkiye için hiç iyi gelişmeler vaat etmediğinin bilincinde görünüyor.

Pencereden baktığımızda karşı apartmanın beşinci katının penceresinden aşağıya bir çocuğun düşmesini seyrederken duyduğumuz çaresizlik ve acı ile Türk milliyetçileri de Türkiye?nin pencereden aşağı düştüğünü görüyorlar.

Büyük bir acı çektikleri muhakkak ama hiç kimse bu gidişi durdurmak için ruhunun derinliklerinde istek ve heyecan duymuyor.

Duyarsızlık, vurdum duymazlık çok yaygın.


şarampol
Yasaklı
22 Aralık 2008 17:54

""Yağmur Oğlum!

Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.

Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.

Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.

Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarın ki düşmanlarımızdır.

Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içer(de)ki düşmanlarımızdır.

Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.

Tanrı yardımcın olsun! ""

yiyiyorsa bunları civarındaki bir çeçene laza çerkeze söyleyeceksin delikanlı (!). onlar sana izah edecek dostu düşmanı. böyle sanaldan fişteklemek kolay..neyse dönecez bu konuya yine..


onur erarslan
Kapalı
22 Aralık 2008 18:23

NİHAL ATSIZ

YAZAN: AHMET BİCAN ERCİLASUN

Atsız?ı 33 yıl önce 11 Aralık?ta kaybettik. O, Ziya Gökalp gibi, Yusuf Akçura gibi, Türkçülüğün büyük isimlerinden biri idi. Cumhuriyet döneminde Türk milliyetçilerini en çok etkileyenlerden biri hiç şüphesiz Nihal Atsız?dı. Yetmiş yıllık ömründe durmadan yazdı ve mücadele etti. Hiçbir makam beklemeden ve hiçbir makamdan korkmadan kalemini kılıç gibi kullandı. 20. yüzyılın her insanı çeken hiçbir cazibesine kapılmadı. Hak bellediği yolda yalın kalem savaştı. Sözünü hiç dolandırmadı; düşüncelerini her zaman apaçık söyledi. Dolambaçlı cümleler kurmadığı için pek çok kimse onun fikir adamlığını anlamadı. Hâlbuki o, Türkçülük, Türk kavramı, Türk tarihi, Türk devlet anlayışı, Türk destanı gibi konularda özgün düşüncelere sahipti ve bu konulardaki düşüncelerini makalelerinde açık bir şekilde ortaya koymuştu. Türk devletinin sürekliliği, Türk destanının devamlılığı, Türk soyunun fazla karışmamış olması, dünya Türklüğünün birliği onun önemli düşünceleri arasındadır ve bunları tarihten deliller getirerek güçlü bir mantıkla ortaya koyar. 17 sayılık Atsız Mecmua?yı çıkardığı 1931 yılından ölüm tarihi olan 1975?e kadar yazdığı yazı, yayımladığı dergi ve kitaplarla birçok nesli etkilemiştir.

Nihal Atsız?ın birçok yönü vardır. Onun en çok hatırlanan ve takdir edilen yönlerinden biri mücadele adamlığıdır. Tek parti devrinde başbakana açık mektup yazmak ve Milli Eğitim Bakanı?nı suçlamak görülmemiş bir cesaret örneğiydi; 1944?te Atsız bunu yaptı. Bu sebeple, Türk milliyetçilerinin yıldönümlerini bayram olarak kutladıkları 3 Mayıs olayları oldu. Atsız ve arkadaşları hapsedildi; işkence gördü; bir kısmı tabutluklara konuldu. Yargılandılar; 11 aylık tutukluluktan sonra beraat ettiler. Atsız uzun süre işsiz kaldı. Daha 1970?lerde bölücülük hareketini teşhis edip çok sert yazılarla yetkilileri uyardı. Bundan dolayı da ömrünün son yıllarında hapse girdi. Ömrü boyunca Türkçülüğün yılmaz bir savaşçısı oldu.

Nihal Atsız aynı zamanda önemli bir bilim adamı, bir Türkolog idi. Türk dili, tarihi ve edebiyatı alanlarında tam bir otoriteydi. İlk Osmanlı tarihleri olan Âşıkpaşaoğlu tarihiyle Oruç Beğ tarihini ilmî usullerle yayımlamıştı. Şükrullah?ın Behcetü?t-Tevârîh?ini de Farsçadan çevirip ilmî usullerle yayımlayan oydu. İlk çalışması Edirneli Nazmi üzerinedir. Selçuklular dönemine kadar gelen edebiyat tarihi özgün görüşleri ihtiva eder. Burada bulunan Köktürk Anıtları?yla ilgili aktarma ve yorumları bugün de dikkate alınması gereken yorumlardır. Birgili Mehmed Efendi, Ebussuud ve Âlî bibliyografyaları da onun ilmî çalışmaları arasındadır. Köktürk, Eski Oğuz (Anadolu) ve Osmanlı Türkçelerine ait metinleri en iyi okuyabilen uzmanlardandı. Bunun en önemli kanıtı şudur. Bilindiği gibi Dede Korkut Kitabı?nın Türkiye?deki ilk ilmî yayınları Orhan Şaik Gökyay ve Muharrem Ergin tarafından yapılmıştır. İki bilgin birbirlerini eleştiren şiddetli yazılar yazdılar. Her ikisi de birbirini, eserlerinin doğru tarafını Atsız?a borçlu olmakla suçladılar. Faruk Sümer de ünlü Oğuzlar kitabını yayımlamadan önce Atsız?a okutmuş ve onun fikrini almıştı. Ben de Kars İli Ağızları - Ses Bilgisi adlı eserimi ona okutmuş; fikrini rica etmiştim.

Atsız?ın önemli taraflarından biri romancılığıdır. Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor ve Deli Kurt tarihî romancılığımızın ve çocuk edebiyatının en önemli eserlerindendir. Köktürk ve Osmanlı tarihlerini çok iyi bilen Atsız, ilk iki romanda Köktürkler çağını, üçüncüsünde Osmanlı fetret devrini çok iyi canlandırmıştır. Yüzlerce insan Bozkurtların Ölümü?nün etkisiyle çocuğuna Kürşad / Kürşat adını koymuştur. Bu eserden önce Türk kişi adları arasında Kürşad yoktu. Onun hakkında tarafsız olamayan düşmanları dahi romanlarındaki, özellikle Bozkurtların Ölümü?ndeki başarıyı inkâr edememişlerdir. Nihal Atsız?ın şiirleri de onun sanatkâr ve ülkücü ruhunun yansımalarıdır. Kahramanlık ve ülkü kavramları bu şiirlerde âdeta vecizeleşmiştir. ?Geri Gelen Mektup? gibi lirik şiirler ise derin duygulanmaların ürünüdür. ?Yaralarım sızlıyor, fakat mestim zaferden? gibi mısralar, her zaman acı ve işkenceye maruz kalan Türkçülerin dudaklarından düşmez.

Nihal Atsız dev bir ülkü adamı idi. 20. yüzyılda Kürşad gibi yaşadı; ömrünü Türkçülüğe adadı; Türk gibi yaşadı, Türk gibi öldü. Ruhu şad olsun!

TÜRKÇÜLÜK

Türkçülük, Türk milliyetçiliğinin adıdır. Kelimenin sonundaki ek,

yerine göre mensupluk, sevgi, taraftarlık gösteren bir ektir.

Türkçülük de Türk sevgisi ve taraftarlığı demek olduğuna göre, kelime,

yerinde kullanılmıştır. Başka milletlerin Türk taraftarlığı ve Türk

sevgisi bu kelime ile ifade olunmaz. Zaten başka milletlerin Türk'ü

sevmesi de gerçekten bir sevgiye değil, geçici bir nezakete, çıkara,

siyasi zaruretlere işarettir. Türk'ü, gerçek olarak, Türk'ten başkası

sevmez.

Türkçülük bir ülküdür. Ülküler, milletlerin manevi gıdasıdır. Ülküsüz

milletlerin en talihlisi dahi silik ve sönük kalmaya mahkumdur. Eğer

bu millet talihli de değilse, onun sonuncu yenilmek, ezilmek, hatta

yok olmaktır. Ülküler, gerçekle hayalin karışmasından doğmuş olan,

düne bakarak yarını arayan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen

büyük dileklerdir. Milletler, ölebildikleri kadar yaşama hakkına

sahiptirler.

Türkçülük, büyük Türkelinde, Türk uğrunun kayıtsız şartsız hakimiyeti

ve bağımsızlığı ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve

üstün olması ülküsüdür.

Bu ülkü, geçmişte, birkaç kere gerçekleşmişti. Büyük Türkçülük ülküsü

ve inancı ile yetişen gençlik sayesinde yarın yeniden gerçek

olacaktır.

Türkçülük, dün bir kaynaktı; bugün çaydır. Yarın coşkun bir ırmak

olacak ve önünde yabancı duygu ve düşüncelerden gelen bütün engeller

yıkılacaktır.

Türkçülük, dört kaynaktan geliyor:

1-Kökü çok eski olan ve Türk uruğunun şuur altında yüz yıllardan beri

yaşayan milliyetçilik;

2-Tanzimat tan sonra, Avrupa da ki milliyetçiliklere benzeyen haçlı

bir hareketin bizde de tatbik etmesini isteyen milliyetçilik hareketi;

3-Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyla doğan

tepki;

4-Türklerin iki yüzyıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar.

Bu dört kaynaktan gelen düşünceler birbiriyle kaynaşıp yoğrularak

bugünkü Türkçülük ortaya çıkmıştır. Türkler, Türkçülük ile güçlenecek,

kurtulacak, ilerleyecek, yükselecektir.

Bir milletin yükselme iradesini taşımazsa, kendine güveni olmazsa,

başkalarını taklitten başka bir şey yapmazsa, geçmişiyle övünmezse,

başkalarından üstün olmak istemezse, ülke için ölümü göze almazsa,

savaştan korkarsa, o millet içinden çürümüş demektir.

Bugün ülküler ve kahramanlar çağında yaşıyoruz. Geçmiş haklara

dayanılarak davaların öne atıldığı, hesapların görüldüğü günlerdeyiz.

Kan çağlayanları, kılıç şıkırtıları ve gülle sesleri içinde yarının

neler hazırladığını bilemiyoruz. Bu kasırga arasında, milletlerin

yalnız geçmişlerine hatırla***** milli ülkülerine yapıştıklarını

görebiliyoruz. Geçmişi olmayan, yahut olup da unutan, milli ülküsü

bulunmayanlar devriliyor.

İnsanlığın tarihinde büyük kasırgalar eskiden zaman, zaman gelip

geçerdi. Git gide bu kasırgalar sıklaşıyor. Bu gidişle tarih, ebedi

bir kasırgadan ibaret kalacak gibi gözüküyor. Bugün ayakta kalabilmek

için sağlam olmak yetişmiyor. Çok güçlü çok sağlam, çok sert, çok

yürekli olmak gerekiyor. Bunun da bizim için birinci şartı, Türkçülük

ülküsüne sıkı sıkıya yapışmaktır. Şaşıran, ürken, sapıtan milletleri,

tarih bağışlamıyor.

Türkçülük ülküsü bizden amansız bir görev ahlakı istiyor. Subay hiç

yorulmadan altı saatlik talimini yaptırırsa, öğretmen hiç bıkmadan

öğreticilik işini yaparsa, memur sinirlenmeden halka kolaylık

göstermeye devam ederse, doktor her şeyden önce dersini bellemeye

çalışırsa ve bütün görevlerle rütbeler arasında ne caka, ne gösteriş,

ne dalkavukluk, nede ilgisizlik olmadan bir ahenk kurulursa,

aşağıdakiler yukarının buyruğunu ukalalık saymaz, yukarıdakilerde

aşağının doğru ihtarlarına kızmazlarsa, bütün karşılıklı işlerde,

görüşme ve konuşmalarda ne iki yüzlülüğe kaçan nezaket, nede

kabalılığa kaçan sertlik bulunmazsa, görevin bizden istediği şey

yapılmış olur.

Gerçekten Türkçü olmak kolay değildir. Her önüne gelen Türkçü

olamıyacağı gibi,

Her Türkçüyüm diyen de Türkçü olamaz.

Her Türkçü, bulunduğu yerin görevini inançla yaparsa, Türkçülük ülküsü

sağlamlaşır,

Türklük güçlenir.

Türkçülerin ilk işi, görevlerini, arınmış ve inanmış yürek ile

yapmaktır.

Nihal ATSIZ


onur erarslan
Kapalı
22 Aralık 2008 18:30

PROF,DR.NEDİM ÜNAL DİYOR Kİ:

Atsız'ın bu muhteşem yazıyıyı elli yıl önce yazdığını düşünerek okuduğumuzda o'nun tarihciliğinin,idrakinin ne kadar yüksek olduğu daha iyi ortaya çıkar.Göksultan'ı her dem yeniden okumak,yeniden keşfetmek lazım.

ABDÜLHAMİD HAN ( = GÖKSULTAN )

Toplumun en büyük haksızlığa uğramış tarihî şahsiyetlerinden biri, II. Abdülhamid?dir. Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamların ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan içi dışı düşman dolu bir imparatorluğu 33 yıl sırf zekâ ve hamiyeti ile ayakta tutan bu büyük padişahı katil, kanlı, müstebit, kızıl sultan, cahil ve korkak olarak tanıtılmış, daima aleyhinde işleyen bu propagandanın tesiriyle de böyle tanınmış talihsiz bir insandır.

Daha ilkokul sıralarında belirli bir propagandanın tesirinde kalmaya başlayarak, yaşları ilerledikçe aynı telkinler ile büyütülen nesillerin, o propagandanın yalanlarını bir gerçek gibi benimsemelerinden tabiî ne olabilir?

Öğren yavrum ki On Temmuz bayramların en büyüğü,

Esir millet böyle bir gün zincirini kırdı, söktü.

Ondan evvel geçen günler, bilsen ne siyahtı.

Milletin her iyiliğini düşünecek padişahtı;

Halbuki o zaman sultan,insan değil, canavardı,

Canlar yakar, kan dökerdi, millet ondan pek bîzârdı!

gibi saçmalar, kim bilir hangi kırılası kalemlerle yazılarak okuma kitaplarına geçiyor, körpe beyinlere Sultan Hamîd düşmanlığı aşılıyordu.

Bu düşmanlığı aşılayanlar ilkönce İttihatçılar, yâni hürriyet kahramanları (!) yâni Sultan Abdülhamid?in 33 yıl ayakta tuttuğu imparatorluğu 10 yılda dağıttıktan sonra memleketten kaçan kişilerdi. İttihatçılardan sonra da Ermeniler, Rumlar, Yahudilerdi. Yâni, yabancıları işe karıştırarak Türkiye?yi batırmak için Osmanlı Bankası?nı basan, Anadolu?da kargaşalık çıkaran ve Avrupa?nın gık demesine meydan vermeden Sultan Abdülhamid tarafından tepelenen Ermeniler; yani Balkanlara saldırıp karışıklık çıkarmak ve yine yabancıların da işe karışması ile Türkiye?yi parçalamak isterken Sultan Hamid tarafından 1897?de tepelenen Yunanlılar( ve bizdeki adı ile Rumlar ); ve Filistin?de bir Yahudistan kurmak teşebbüsleri Sultan Hamid tarafından önlenen Yahudi?lerdi.

Sultan Hamid, bin türlü siyasî tertiple bu azınlıkların azgınlıklarını yere sererken, onlarla birleşerek padişahı tahtından indiren kabadayılar:

Türk, Musevi, Rum, Ermeni,

Gördük bu rûz-ı rûşeni!

şarkısının, bu unutulmaz ahmaklık ve ihanet bestesini söyleyerek meydanları çınlatıyor, Birinci Dünya Savaşı ile mütarekesine kadar Musevi, Rum, Ermeni vatandaşların nasıl bir ?rûz-ı rûşeni? beklediklerini anlamamak gibi bir alıklıkla bir imparatorluğu idare ettiklerini sanıyorlardı.

Sultan Hamid?i iyice anlamak için tahta çıktığı zamanı iyi bilmek lâzımdır. Sultan Aziz?in son zamanlardaki çöküntü sırasında, memleketi yürütmek için beliren iki akımdan libaralizmi V.Murat, muhafazakârlığı II.Abdülhamid temsil ediyordu. Liberaller, İngiltere ve Fransa?ya bakarak parlamento ile her şeyin düzeleceğine inanıyor, muhafakârlar, 30 milyonluk imparatorlukta 10 milyon Türk?ün hâkimiyetini sağlamak içim mutlak idareye lüzum görüyordu. Masonlar, Sultan Murad?ı da mason yapmışlardı. Gerçek yüzünü Sultan Murad?a göstermeyen masonluğun arkasında ise Yahudilik ve Avrupa emperyalizmi vardı.

İlk Meşrutiyet Meclisindeki Hıristiyan mebuslar, Türkiye?nin biran önce parçalanması için Ruslar ile savaşa şiddetle taraftar olmuşlardı. Ve gerçekten de neredeyse imparatorluk dağılacaktı. Sultan Hamid, bunu gördükten sonra, meşrutiyeti devam ettirseydi, elbette ki yanlış bir iş yapmış olurdu. Müslüman olmayan mebuslarla birlikte, dışardan körüklenen Arap ve Arnavut milliyetçiliklerine de set çekmek üzere Meclisi kapatması, Sultan Hamid?in en büyük başarısı ve hizmetidir. Bu meclis kapatılmasaydı ne olacaktı? 8 milyon Hırıstiyan ve 12 milyon Müslüman yabancıya karşı, kültür seviyesi hepsinden geri 10 milyon Türkle bu devlet nasıl tutulacaktı? Demokrasi bir çoğunluk rejimi olduğuna göre, Türklerden çok olan Araplar, meselâ, resmi dilin Arapça olmasını teklif etseler ve Arnavutları da yanlarına alsalar, sonuç ne olacaktı? Bütün Türk olmayanlar birleşerek Osmanlı İmparatorluğunun Avusturya-Macaristan gibi federatif bir devlet olmasını isteseler, bunun, nasıl önüne geçilecekti? Karışmak için fırsat gözleyen Avrupa devletlerini kışkırtmak üzere demokratik nümayişler yapılsa, bu ne ile önlenebilecekti?

İşte Sultan Hamid, Meclisi kapatarak bütün bu tehlikeleri önledi ve tahtından indirilmeseydi daha da önleyecekti.

Fakat onun hizmeti bu kadar da değildi. 1877-1878 savaşından yenilerek çıkan Osmanlı ordusunu, o zamanın en mükemmel silâhları ile, meselâ mavzer tüfekleriyle silâhlandırdı. Denizci devletlerin ve Rusların denizden yapmaları mümkün taarruzlara karşı, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını tahkim etti. Ve, Birinci Dünya Savaşı?nda İngilizlerle Fransızların 18 Mart 1915 saldırıları bu istihkâmlarla durduruldu.

Mükemmel kurmaylar yetiştirdi. 1914-1918 savaşı ile İstiklâl Savaşı?nı bunlar idare ettiler. Sultan Aziz?in, Ruslarla çarpışıp Kırım?ı kurtarmak için hazırladığı donanma, denizcilik tekniğinin değişmesi karşısında değerini kaybetmişti. 8-10 mil giden gemilerle artık iş görülemezdi. Bunları kadro dışı ederek iki zırhlı ile iki kruvazör aldı. Büyük Osmanlı borçlarının üçte ikisini ödedi. Pek çok okul açıldı. Pek çok yol ve köprü, ayrıca hastahane ve çeşme gibi hayrat yaptırdı. Görülmemiş bir haber alma şebekesi kurdu. Yabancı elçilerden bile casusları vardı. Avrupa?da kuş uçsa haberi oluyor, aleyhimizdeki kararları önceden öğrenerek tedbirini alıyordu. Hilâfeti, Osmanlı Hanedanından almak için Mısır?da kurulan gizli bir derneğin üyelerinden biri Sultan Hamid?in adamlarından biri idi. Balkanlıların mezhep ve milliyet ayrılıklarını körükleyerek birleşmelerine engel olduğu gibi; İngiliz, Alman ve Rusları da birbirine düşürerek aleyhimizde birleşmelerini engelledi.

Bunları yaparken de vezirlerinden, paşalarından kimseye güvenmemekte ne kadar haklı olduğunu zaman göstermiş ve koca vezirler, hiç sıkılmadan, yabancı elçiliklere, konsolosluklara sığınmışlardı.

Çok namuslu ve dindar bir adam olduğu için, asla kan dökmemiştir. Mithat Paşa?yı öldürttüğü hakkındaki söylenti iftiradır. Gerçi o, Mithat Paşa?dan şüphe ediyor, onun Sultan Aziz?i öldürtmüş olduğuna inanıyordu. Fakat, dindar bir insan olarak, kan dökmekten, bütün hayatınca çekinmiş, Mithat Paşa ile arkadaşlarının idam kararlarını müebbet hapse çevirmişti. İsteseydi idam kararını imzalayamaz mı idi? Buna hangi kuvvet engel olabilirdi? Bunu yapmayarak sonra, Talif?te suikasta girişecek kadar az zekâlı mı idi?

Memleketi doğrudan tehdit eden Moskof emperyalizmi ile batıdan tehdit eden Avrupa emperyalizmi ve onun temsilcisi İngiltere?ye karşı devleti savunan Sultan Hamid, ayrıca azınlıklar ve gafil hürriyetçiler ile de uğraşmaya mecbur olmuş, güneyden gelen siyonizme de göğüs germiştir.

Sultan Hamid için Osmanlı İmparatorluğunu, soyumuzun düşmanı Moskoflarla hilâfetin düşmanı İngiltere?ye, devletimizin düşmanları siyonizme ve azınlıklara, rejimin düşmanı hürriyetçilere karşı savunmak meselesi ve vazifesi vardı. Bunun için de, kendisinin devlet başkanı kalması gerekti. Kendisi çekilirse, devletin tutunamayacağı hakkındaki düşüncenin doğruluğu, çok geçmeden gerçekleşmiştir.

Şimdi bu kadar büyük bir dâvânın karşısında, Peyami Safa?nın ileri sürdüğü İsmail Safa?nın sürgün edilmesi gibi hâdiselerin ne ehemmiyeti olabilir? İsmail Safa ne istiyordu? Oğlunun iddiasına göre hürriyet! Yani meşrutiyet, serbest seçim. Yani bir alay Arap, Arnavut, Ermeni, Rum, Bulgar, Yahudi ve Sırp?ın Türkiye?nin kaderi hakkında söz sahibi olması... Şimdi akıl, anlayış, vicdan ve millî şuur sahibi olarak düşünelim: Böyle bir sonuca razı olunabilir mi?

Sultan Hamid, sürgün ettiklerine aylık da bağladığına göre, Anadolu?nun en sağlam havalı yerlerinden biri bulunduğu, ahalisinin dinç ve gürbüz yapısı ile belli olan Sivas?ta İsmail Safa?nın ölmesi Sultan Hamid?in kabahatı mıdır? Verem olan İsmail Safa, İstanbul?da kalsaydı, ölmeyecek miydi?

Babasına karşı beslediği sevgi dolayısıyla, Peyami Safa?nın bazı özel düşünceleri olması tabiîdir. Fakat, her gün binlerce kişiye seslenen bir yazarın, Sultan Hamid gibi büyük bir padişahı, Osmanlı sultanlarının en cahili ve kanlısı diye göstermeye kalkması, doğru mudur?

?Bu dünyada herkes bir çok şeyin cahilidir. Yeter ki kendi işinin cahili olmasın?. Kendi işinin ehli olduğunu bin bir delille isbat etmiş bulunan Sultan Hamid ise asla cahil değildir. Onun bir yüksek okul hattâ lise diploması yoktur. Fakat özel öğretmenlerle hayattan ve içinde yetiştiği büyük ve muhteşem hanedandan çok cevherli şeyler öğrenmişti. Ressam, hattât ve musikişinas idi. Doğu ve batı dillerinden bazılarını biliyordu. Kurduğu çok değerli Yıldız Kütüphanesi, bugün, Üniversite Kütüphanesi?ni de yine o kurdu. Yani Sultan Hamid, Türk kültürüne kütüphane kurarak, pek çok okul açarak ve ilmî eserler yazdırarak hizmet etti.

Onun katil olduğu yalan, kızıl sultan olduğu iftiradır. Avrupalıların ve Ermenilerin yakıştırdığı kızıl sultanlığı benimsemek, onların emellerine hizmet etmek olmaz mı?

Sultan Hamid, kızıl değil, ?Gök Sultan?dır. Herkeste bulunması mümkün ufak tefek kusurlarını şişirip erdemlerini inkâr etmekle ne Türk tarihi, ne de Türk milleti bir şey kazanır. İsmail Safa, İngiliz-Boer savaşında, İngilizlerin bu başarısını, onların elçiliklerine giderek tebrik ettiği için, Sultan Hamid tarafından haklı olarak, sürgün edilmiştir. Belki İsmail Safa, o zaman, İngilizlerin nasıl bir Türk ve Müslüman düşmanı olduğunu bilmiyordu. Fakat geniş haber alma imkânları ile her şeyi bilen Sultan Hamid, memleket aydınlarının düşman elçilikleriyle temasına müsaade edemezdi.

Şimdi insafla düşünülsün: Hiçbir sebep yokken, sırf yurtlarındaki elmas madenlerini zaptetmek için, bir avuç Boer?e büyük ordularla saldıran İngiltere?yi tebrik etmek hangi hürriyetçilik anlayışının sonucudur?

O günkü İngiltere?yi Boer?leri yendi diye tebrik etmekle, bugünkü Moskofları Finlere karşı başarılarından dolayı alkışlamak arasında ne fark vardır?

Merhum Gök Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatında bir fikir, devleti ayakta tutmak ve hazırlamak için yaşadı. Siyasî dehası ile Avrupa?yı ve Moskof?u oyalıyor, bir yandan da demir yolu ve okul ile Türk milletini kuvvetlendirmeye çalışıyordu.

Sultan Hamid ile onun düşmanları olan hürriyetçileri ölçüştürmek için, yalnız şu noktaya bakmak yeter: Hürriyet kahramanları (!), hürriyeti yok edip yüzlerce masumu astıktan sonra, savaşa soktukları devlet yenilince, hırsızlar gibi kaçtılar. Gök Sultan, bir tek siyasî idam yapmadan, en korkunç siyasî güçlükleri atlatarak 33 yıllık saltanatında devleti ayakta tuttuktan sonra tahtından indirilirken, Moskof çarının Rusya?ya davetini; Selanik?ten Alman gemileriyle İstanbul?a gelirken de Alman İmparatorunun dâvetini reddederek vatanında sürgün ve mahpus gibi yaşamayı tercih etti.

Türkiye dört sınırında yangınlar olan bir ev, Sultan Hamid, o yangınların eve bulaşmaması için hızla koşarak ateşe su serpen, kum döken ve keçe kapatan bir savunucu idi. Bu koşuşmaları sırasında yoluna çıkan bir iki çocuğa çarpıp düşürdüyse, suç onun değildir. Çünkü, yurdun çevresindeki yangınlar göğe yükseliyor ve Gök Sultan, alevleri içeri sokmamak için didiniyordu.

Ve sokmadı da...

Ne diyelim? Durağı cennet olsun...

Ocak Dergisi , 11. Sayı , 11 Mayıs 1956

Nihal Atsız

*******************************************************

sen her yazında böyle ürümek zorunda mısın??? Atsız'ı anlamaktan çok uzaksın; dün bu sözleri söylediği zaman neden o saydıgı ( kendini faklı bir ırk göstertmeye çalıştıdıkların) konuşup Atsız'a karşı çıkmamışlar..anca maval okuyorsun...


onur erarslan
Kapalı
22 Aralık 2008 18:33

BÜYÜK ATSIZ?A BÜYÜK ZULÜM

YAVUZ BÜLENT BAKİLER

BÜYÜK Atsız, Kuran'da da emredildiği gibi, dosdoğru bir adamdı. Ömrünün hiçbir devresinde eğri büğrü olmadı. İki yüzlü yaşamadı. Neye inandıysa onu söyledi. Bu bakımdan, başına gelmedik kalmadı. Belâ yağmurundan kurtulamadı. Zulüm, âdeta gölgesi gibiydi.

İstanbul'da Askeri Tıbbiye'nin 3. sınıfında okurken, Bağdat'lı bir teğmenin, Türkle'e hakaret ettiğine şahit oldu. O küstah adama selâm vermek içinden gelmedi. Teğmen'in şikâyeti üzerine Askeri Tıbbiye'den kovuldu. (1925) Ona askerliğini er olarak yaptırdılar.

İstanbul Üniversitesi'nin Edebiyat Fakültesi'nden mezun olunca Prof. Fuat Köprülü tarafından, aynı fakülteye asistan alındı. (1930) Aksiliğe bakın, Birinci Tarih Kurultayı'nda, ilmi olmayan bir teze itirazda bulunduğu için, Maarif Vekili Dr. Reşit Galib, onu üniversitedeki kürsüsünden alarak Malatya ortaokulunun Türkçe öğretmenliğine sürdü.

İnanmayacaksınız ama gerçek... 1923-1950 yılları arasında, devrin iktidar partisi, CHP'ye muhalif olmayı vatana ihanet şeklinde anlıyordu. Devletin, herhangi biri yanlış görüşüne bin belge ortaya koyarak itiraz etmek, en affedilmez suçlar arasındaydı. Türk Tarih Kurumu tarafından hazırlanarak liselerde okutulan o meşhur dört ciltlik tarih kitaplarındaki yanlışları, Orhun dergisinde yazınca derhal bakanlık emrine alındı ve Orhun kapatıldı. (1983) Bir süre işsiz kaldı. Sonra özel bir lisede Türkçe öğretmenliği yapmasına göz yumdular. (1939-1944)

CHP çılgına döndü

BÜYÜK Atsız, dağları bile yerinden hoplatacak nispetteki büyük suçunu, 1944 yılında işledi. Hem geçmişte kapatılan Türkçü dergi Orkun'u çıkarmaya başladı; hem de bu dergide zamanın Başbakanı Şükrü Saraçoğlu'na iki açık mektup yayımladı. O mektuplarında, devletin önemli mevkilerine sızan komünistlerden bahsetti. Bunlar arasında, Maarif Vekili Hasan Ali Yücel'in koruyup kolladığı Sabahattin Ali'den, CHP milletvekili seçilen Leninist Ahmet Cevat Emre'ye kadar meşhur Marksistler vardı. CHP iktidarı, böyle bir muhalif karşısında çılgına döndü; Büyük Atsız'ı ve yakın arkadaşlarını en ahmak gerekçelerle İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'ne sevketti.

Ben o 1944 yılında görülen mel'un ve malum Irkçılık- Turancılık Davası'nın dosyasını, büyük bir dikkatle okumak fırsatını buldum. O dava, bizim tarihimizin Genç Osman vak'ası gibi, Yassıada Mahkemeleri gibi en utanç yüklü rezaletlerimizden biridir. Askeri Savcı Kazım Alöç'ün iddianamesine göre, Nihal Atsız vatan hainidir. Dünyaca meşhur tarih profesörümüz Zeki Velidi Togan vatan hainidir. Alparslan Türkeş, Orhan Şaik Gökyay, Necdet Sançar, Reha Oğuz Türkkan, Hikmet Tanyu, Zeki Sofuoğlu, Sait Bilgiç, Hüseyin Namık Orkun, Dr. Fethi Tevetoğlu, Dr. Hasan Ferit Cansever vatan hainidir! Niçin diye sormayınız. Çünkü bunlar 1944 yılının genç Türkçüleridir. CHP'ye muhalifilerdir. Üstelik zaman zaman iktidara kafa tutan Nihal Atsız'ın görüştüğü ve konuştuğu, hatta mektuplaştığı kimselerdir. O zaman: "Atın bu adamları tabutluklara, başlarının üzerinde 1.500 mumluk lambalar yakarak, döverek, söverek, aç susuz bırakarak hakaretlerde bulunun" denildi.

Hapis cezası yağdı

BÜYÜK Atsız'ın 9 Nisan 1945 tarihinde, tutuklu bulunduğu Tophane Askeri Cezaevi'nden mahkeme başkanlığına gönderdiği bir dilekçe var. Diyor ki:

- Askeri Cezaevine gelinceye kadar, Emniyet Müdürlüğü'nde geçen yedibuçuk aylık müddet içinde, toprağın beş metre altında, duvarlarından lağım suları sızan rutubetten kibrit bile yanmayan güneşsiz, havasız, dar, pis, gayriinsani hücrelerde yaşayarak sıhhatimi kaybettim. Bu hal, ne adaletle, ne vatandaşlıkla, ne de insanlıkla bağdaşır. Şerefli bir Türk olmam dolayısiyle, bana güvenilerek tahliyeme karar verilmesini dilerim!

Peki yüksek mahkeme, Büyük Atsız'ın tahliyesine karar verdi mi?

Verir mi hiç?

Eline geçen bir büyük vatan hainini (!) bırakır mı hiç. Duruşmalar sonunda Prof. Zeki Velidi Togan 10 yıl ağır hapse mahkum edildi. Nihal Atsız 6.5 yıl, Necdet Sançar 1 yıl 2 ay, üsteğmen Alparslan Türkeş 9 ay 10 gün hüküm giydiler. Gerçi, daha sonra yine askeri temyiz mahkemesi, bütün sanıkları beraatle tahliye etti amma neden sonra!

Büyük Atsız'ın büyük çilesi bitmedi. Aziz devletimiz, öyle bir değeri, Süleymaniye Kütüphanesi'ne memur olarak tâyin etti. Büyük Atsız, 1967 yılında, içteki ve dıştaki bazı kişi ve kuruluşların Doğu ve Güneydoğu Anadolu üzerinde büyük oyunlar oynadıklarını, Türkiye'nin iç ayaklanmalara gebe olduğunu ÖTÜKEN dergisinde yazdığı için, Mustafa Kayabek ile birlikte 15 aya mahkum oldu ve hapsedildi.

Yaşasaydı, daha ne zulümler görecekti

NİHAL ATSIZ

((Hüseyin Nihal Atsız, yazarımız Osman ÜÇER?in 1968lı yıllarda bir bakıma özel öğretmenliğini yaptı. Yazarımız İstanbul Üni. Hukuk Fakültesi öğrencisi iken ayda en az bir defa Atsız?ı ziyaret eder, O?da memnun olurdu. Yazarımıza sorular sorar aldığı cevaplar üzerine düşünürdü.

Yazarımızda O?nun anlatımlarını dikkatle dinlerdi.

Büyük Fikir adamı, edebiyatçı Atsız, bir gün Osman ÜÇER?e Ötüken?de yazmayı teklif etti. Tahminen otuz-kırk yazısı yayınlandı. Hiçbir yazısı geri çevrilmedi.))

EMEVİ?NİN ZARARLI ETKİLERİNDEN HABERİM YOKKEN..

Evet, bu büyük insanla İstanbul?da defalarca sohbet ettim. Rahlesinin dibinde bilmediğim konuları dinledim. Ama, öncelikle bir hususu belirtmem gerekiyor. O zamanlar, İslam?ın derinlemesine meselelerini bilmediğim için Emevi?nin zararlı etkilerinden haberim yoktu. Bu bakımdan Atsız?ın bazı konuşmalarından geceleri uykularım kaçıyordu. Örnek mi? Bazı din adamlarından çok şikayetçiydi.

Bense, bu konuda çok hassastım. Dininin görevlilerine toz kondurulmasını istemiyordum. Onlarca makalem din adamlarının övgüsüyle doluydu.

Sonraları kazın ayağının böyle olmadığını anladım ama, iş işten geçmişti. Yine de hiçbir konuşmasında Rahmetli Atsız?la tartışmaya girmedim. Büyük filozofumuzu dinlemekle yetiniyordum bu konularda.

Erzurum Savcılığı bir yazımdan dolayı takibat açtı. Bir sayfa savunmama eklediğim sekiz on Ötüken Dergisi?nde çıkmış yazılırımı sununca, sanıyorum sırf o sebeple takipsizlik verildi.

Hasılı Rahmetli?nin ölümüne kadar fırsat buldukça ve O?nu bıktırmadan dizinin dibinden ayrılmaya çalıştım. İşin en garip tarafını da not edip, takdirini okuyucuya bırakayım. Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek?in de konferanslara giderken teybini taşırdım. Atsız ile Kısakürek arasında gerçekten fikri fark vardı. Ben ikisini de dinlerken mest oluyordum. İyi de gerçek fikrim hangisiydi halen anlayamadım. Birisi Türkçülüğü yerden göğe kaldıran adam, romancı, sanatkar, dava adamı. Diğeri ?de İslamı yerden göğe kaldıran, İslamı istismar edenleri yerin dibine batıran Dünya çapında şair, yazar, tiyatro yazarı, düşünür, dava adamı.

İkisini de at koşularında at başı önemsiyor, hiçbir ayırım yapmadan peşlerinden gidiyordum. Şu anda Fatih-Malta?da Mütehassıs göz doktorluğu yapan Siverekli Sefer Ağaçhan kardeşimle birlikte Kısakürek?in iri teybini taşırdık.

KISAKÜREK - KABAKLI KÜKRERLERKEN...

Mesela Çapa Konferans salonunda Kısakürek ve Kabaklı konuşacak. Yerimizi alırdık. Neydi o Yarabbi? Jest ve tiklerinin alevlediği Necip Fazıl Kısakürek, salonu hop oturtup hop kaldırırken ruhumuzun derinliklerine kadar etki altında kalırdık. Demek ki, iyi yetişmemişiz ki, ondan sonra yaşadığımız hayatta bir dava adamı olamadık. İtin kar yediği gibi biraz İslam, biraz Türkçülükle dava adamı mı olunur? Dava adamı, aldığı her soluk anında davasını unutmayan adam demektir. Bozuk düzenin bin bir derdiyle cebelleşirken, ne dava, ne hedef tutturamamış oluyoruz.

Konferans sonrası çoğunlukla Maraşlı arkadaşların etrafını sarmasıyla bir kebapçıya gidilir, tikli ve kahkahalı sohbetlerle konferans değerlendirilirdi. Hele o Büyük Doğu dergisi yok mu ya? Aman Allah?ım. Her zerre harfini yiyen kudururdu. Bütün Türkiye hop oturur hop kalkar dergi elden ele dolaşırdı. İnsan resmi ile maymun resmini yan yana koyuvermesi bile ortalığı birbirine katmasına yeterdi.

NİHAL BEY ŞAMATA BİLMEZDİ

Ne yalan söyleyeyim. Nihal Bey?de bu şamata yoktu. Sessiz yaşar, romanlarında, şiirlerinde ve makalelerinde yanardağ gürlemeleri yapardı. Bozkurtlar?ın ölümü, Diriliyor? u dünya Türklüğünün baş altı kitabıydı. Köküne, atasına, davasına sadık olmak isteyen gençler o kitapları, Kozanoğlu?nun kitaplarını hafızlarlardı. Bir avuç genç, Cumhuriyet?e layık yetişiyordu. Çoğunluk sessiz ve nötr, diğer bir çoğunluk ise Nazım?ın, Karl Marks?ın, Saint Simon?un peşindeydi.

Burunlarının dibindeki Nahçivan?ı, Azerbeycan?ı, Kerkük?u bırakan bir kısım genç, Amerika?nın karıştırdığı Vietnam Türküsü söylerlerdi. Istırapları üzerinde Nazım?ın votka içtiği Orta Asya Türkleri?ni yok sayarlardı.

Hey Yarabbim! O ne günlerdi? 12 eylül gerçekten gençliği kendisine getirdi. Getirdi derken, eski meşguliyetlere yekün çekti. Yoksa olması gerektiği hale getirmediği gibi bu seferde nötr, dengesiz, gününü gün eden bir kısım gençlik türedi ki, birbirine kurşun atan gençlerden daha işe yaramaz bir kitle yetiştirme gayeli locaların bulunduğu ispat etti.

KAPİTALİSTİN DAVASI SATTIĞI BUZDOLABINDAN ELDE ETTİĞİ KAZANÇTIR

Kafası çalışan iki gençlik nasıl oluyordu da, birbirine kurşun atıyordu.? Kalıbımı basarım, kapalı kapılar ardındaki beynelmilel derneklerde planlanıyordu. Trilyoner, vahşi kapitalizmin mensupları buzdolabını, çamaşır makinesini kime satabilecekse ona satar, vatana kimlerin hakim olduğu hiç önemli değildir. Hani hatırlarsınız. Türkeş kükremişti:

- Herkes çizmeyi aşmasın. aşmasın. O kapitalistler ki, daha dün fabrikalarına benzin döken, yakan aşırı sol gençleri kurdukları bazı televizyonlarda sunucu yapıyorlardı. Böyle çirkin bir oyun olsa olsa Yahudi güdümlü, vahşi kapitalizmle mümkündü.

İşte, O Necip Fazıllar, O Atsızlar böyle bir tehlikeyi önceden görüp, halka ikaz yapan evliya yapılı kimselerdi. O halkın bazısı ise, aradan zaman geçmeden Avrupa Birliği isterisiyle gerçekleri görmediğini ihsas ettiren figüranlar durumundaydı.

.........................................

Hüseyin Nihal atsız, 12 ocak.1905 de İstanbul Kadıköy ilçesinde doğmuştur. Lise öğreniminden sonra Askeri tıbbiye öğrencisi oldu. Kabataş Lisesi?nde üç ay yardımcı öğretmenlik yaptı. 1026 ?da İ. Ü. Yüksek Muallim Okulu?na yatılı öğrenci olarak kaydoldu.

1931 de mezun oldu. Fuat Köprülü?nün yanına asistan olarak girdi. O yıl dergi çıkarmak çalışmasına girdi ve dergiye kendi adını verdi: Atsız.

Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi ilim adamları da bu kadroda yer aldı. 17 sayı çıkan Türkçü ve köycü dergide çalıştı. Yayınladığı yazılardan ve Şükrü Saraçoğlu?na hitaben yazdığı yazılardan yargılandı. 1944 Turancılık davasında sanık oldu. 6.5. seneye mahkum oldu. Arkadaşları da ceza aldılar. Askeri Yargıtay kararı esastan bozdu ama 1.5 yıl tutuklu kalmış oldu.

Edebiyat öğretmenliklerinden sonra Süleymaniye Kütüphanesi?nde görev yaptı. 1950-52 yıllarında Haftalık Orhun Dergisi?nin de başyazarlığını yaptı. 1962 de kurulan Türkçüler Derneği?nin genel başkanlığına getirildi.

ÖTÜKEN DERGİSİ TÜRKÇÜ VE MİLLİYETÇİLERİN ELİNDEN DÜŞMEZDİ

Ötüken yayınlanmaya başladı. 1967 de 6 yıl yargılandı. 1973 de 15 ay hapse mahkum oldu. Kronik enfarktüs yüksek tansiyon ve ağır romatizmadan rahatsız olmasına rağmen adi suçlular koğuşuna kondu.

Koruturk tarafından tepkiler değerlendirilerek (Karadeniz Teknik Üniversitesi?nden gelen dilekçede 44 öğretim üyesinin imzası vardı.) affedildi. Türk Tarihi üzerine çalışmalar esnasında kalp krizi ile öldü.

1975 de ölümü büyük üzüntü doğurdu.

.................................................................................

Ben Rahmetlmi Atsız?ın öğrencilerindendim demiştim.. Bu onun öğretmenlik yaptığı okulun öğrencisi olduğum anlamına gelmez. İstanbul?da okumaya başlayınca ve işlerim rayına girince kendisini buldum. Gençlik Derneği kurmam O?nun tavsiyesiyle oldu. Yıllarca Ötüken dergisini derneğimize bedava gönderdi. Ayrıca sanıyorum onlarca yazımı da bu dergide yayınladı.

SALİM BİR MÜSLÜMAN DERKEN

O ZAMAN CLAY?I-MUHAMMED ALİYİ DÜŞÜNMÜŞTÜM.

Biraz önce bahsettiğim gibi, Erzurum savcılığının bir yazımdaki bir cümlede geçen (Kafir bir Türk, Salim bir Müslüman) cümlesi için başlattığı takibat Yedek Subayken başıma iş açacakken, Ötükendeki çıkan yazılarımı savunmalarıma dahil ederek takipsizlik kararı verilmesini sağladım. Bu sebeple elimde bulunan ve yazım çıkmış Ötüken dergisi sayısı yarı yarıya azalmıştır

Bu güne kadar Rahmetli Atsız için geniş bir yazı dizisi kaleme almadığım için kendimi suçlu hissediyorum. Sağolsun Gazeteciler Derneği Başkanı Ali Osman Sayın?ın teşvikiyle yazıyı çabuklaştırıp gündeme getirdim.

Bu vesileyle şunları anlatmam gerekir. İ. Ü. Hukuk Fakültesi okuma odalarında belli zamanımı harcadıktan sonra Rahmetli Atsız?ı Süleymaniye Kütüphanesi?nde ziyaret ederdim. Niğde Gençlik Derneği Başkanı.olduğum için mi, yoksa gönderdiğim, verdiğim yazılar için mi bana diğer verdiğini pek bilemezdim. Yalnız şunu iyi hissediyordum ki, ziyaretine vardığımda bakışından (Niye arayı uzattın?) der gibi bakardı.

GÜNÜNÜ İYİ TAHLİL EDEN, İLERİYİ GÖREN ADAMI DİNLERKEN

Yaşı yaşıma eşitmiş gibi uzun süre benimle sohbet etmekten sıkılmazdı. Aklımda kalan onlarca cümlesinden en belirgin olanı (Hocaların yetersiz eğitimde ve görüşte olmalarıydı.) Ben, maalesef Emevi kaynaklı yaşanan İslamcılığın suvarilerine çok hizmet ettim. O sebeple o günlerde rahmetlinin anlattıkları ruhumda çalkantılar yaratır ama, kendisine belli etmezdim.

O kadar dert arasında (neden bu konu üzerinde durur ki?) derdim. Demek ki anlamazmışım da ondan. O?nunla sohbet ettiğim yılların üzerinden birkaç on yıl geçmesinden sonra O?nun haklılığını bu gün haykırmak istiyorum. Emevi esareti devam etmekte, bir takım örümcekliler dini sömürmeye devam etmektedir. Haccın yapılış şeklini tenkit edenlerin (aylı gecelerde göğe uluyan köpek gibidir!) sözünü minberden söyletebilen zihniyet ancak ve ancak bir yobazlık ve ayırımcılık zehirleri saçmaktadır.

OKUMAYAN NESİL BİR ÇOK ŞEYİ BİLMEDİĞİ GİBİ ŞAMANİZM?İN DE NE OLDUĞU KATİYEN BİLMEMEKTEDİR. VAR MI YOK MU KULAKTAN DOLMA LAFLAR...

Atsız dinsiz değildi. Şamanist değildi. Cahil muhitler Şamanizmi bir din sanırlardı. Halbuki folklorik bir değerden öte gitmezdi. Bu gün dini, bir kısım yobaz nasıl sömürüyorsa, Şamanlarda o zamanki Türkleri sömürüyordu. Bir kurnazlık ve sömürü aracıydı. Hem Şamanizm yalnız Türkler?e has bir kavram değildi ki. Dünya milletlerinin çoğunda bu akım, bu görüş yaygındı. Türklerde de bu bakımdan görüldü. Ama, hiçbir zaman bir din olarak değil. Bir folklorik değer olarak.

Ben nedense Şamanizm?i öğrenmek için okuduğumda hiçbir şey anlamadım. Hoşlanmadım. Beni hiç sarmadı. Halbuki birkaç eser de karıştırdım. Şimdi, durup dururken Şamanizm?i bir din sanmak ve O?nu Büyük Türkçü?nün dini olarak sunmak cehalettin ta kendisidir. Şamanizm denince şu anda çoğunlukla zeki kimselerin yoksul halkı sömürme aracı bir atraksiyon-matraksiyon aklıma gelmektedir. Cehaletimi herkes hoş görsün.

Dünya Türklüğünün bilgili ve görgülü adamı nasıl Şamanist olurdu?. Rahmetli Türkeş?in bu konuda bir takım ifşaaatı vardır. Bence bu suç değildir. Emevi yaşantısı dışında Türk?e has gerçekten cihan şumul bir dini izah söz konusu olsa ilk araştırıcısı ben olacağıma göre, Hocam Atsız?ın bu konudaki girişimleri ya da fikirlerinin abartılmasına gerek yoktur.

Bu dünyada da, öbür dünyaya da tanıklık edeceğim ifadeleri yobazlığın zararları üzerineydi. Milli oluşu, ulusallığı hançerleyen ve Arap emperyalizminden çok daha zararlı yobazlığın ciğerimize işlemiş bulunmasını benim ifade etmem, onun daha sakin ifade etmesinin korkulacak ne yanı vardır?

Bir kimse bulunduğu görevde yirmi sekiz defa hacca gidiyor ve dolarları cebe indiriyorsa o adam olsa olsa, İslam dışı bir kimsedir. İslam?ın içine sızmış bir kimsedir. Bir çok yazılarımda ifade ettim. Kırk yaşına, elli yaşına kadar (avrat oynatma) alemlerinin kıralı olup, sonra hemen namaz niyazla kendini defalarca haç yolunda bulup, yüzlerce dönüm araziyi külfakış eden kimselerin yaşadığı İslam?sa, buna ses çıkarmayan düzen İslam?sa ben olsa olsa kapı kolu olurum.

VATANSEVERLİK BARİZ VASFIYDI

Böyle bir atmosferde Atsız?ın ikazları, anlatımları vatan severlik ve Allah aşkından başka bir şey değildir. Peki, bu konu böyle eleştirilince Atsız?ın hiç mi hatası yoktu? Sorusu vaki olursa işte o zaman benim boğazıma tıkanıklık gelir. Meseleyi iyice aleniyete kavuşturmak istemem. Şöyle üstü kapaklı yazarım. Belki haklı olabilir. İlerde benim bu konuda nasıl düşüneceğimi bilemiyorum. Zira, on yıl namazlı niyazlı diye bir adama ekmek veriyorum. Susuyor susuyor, sonra şerefsiz, katil bir Ermeni?nin haklı olduğunu söyleyebiliyor. Öyleyse, Atsız?a atfedilen bir söz birikimi vardır ki bunu ben hiçbir zaman kabullenmedim. Ama, günün birinde haklıymış derim diye korktuğumdan bu meseleyi daha fazla açma cesaretim, yoktur.

Bildiğim şudur. Türklüğün en büyük adamlarındandır. Ziya Gökalpt?en sonra gelen en büyük Türkçüdür. En büyük Türk devlet adamı ve siyasetçisi Atatürk?tür. Atsız ise fikir adamıdır. Yılmayı bilmemiştir. Kürşad destanını hepiniz bilirsiniz. O?nun romanlarında o destan şahane anlatıma kavuşur. Türk Boyları Çin?in esaretindedir. Prensler birleşirler ve ihtilalle istiklallerine kavuşmak isterler. Karar alırlar. İhtilal liderliğini Kürşad?a teklif ederler. O bir şartla kabul eder. İhtilal başarıya ulaştıktan sonra kendisi sivil hayata çekilecektir. Kabul ederler. Sarayı basarlar. Gayeleri imparatoru kaçırarak ihtilali başarıya ulaştırmaktır. Maalesef hava muhalefetiyle ihtilal teşebbüsü duyulur. Kırk prens ırmak kenarında şehit edilirler.

Bilinen ilk Türk İhtilali olan bu destan O?nun dilinde destanlaşır. Devleşir. O, Kürşad?ı dünyanın en büyük kahramanı sayar. Şimdi soralım. Türklük düşmanlarının böyle bir kişiliği saldırı şekli mücadelenin Kürşad?ın mücadelesinden farklı ne yanı vardır? Bu bakımdan ona yirminci Yüz yılın Kürşad?ı demektedirler. Başını eğen bulunmadı. Bileğini bükenin bulunamadığı gibi.

Sözü buraya getirince O?nun kahramanlık adlı şiirini sunmanın zamanı gelmiştir:

KAHRAMANLIK

KAHRAMANLIK NE YALNIZ BİR YÜKSELİŞ DEMEKTİR,

NE DE YILDIZLAR GİBİ PARLAYIP SÖNMEMEKTEDİR.

ÖLMEZLİĞİ DÜŞÜNMEK BOŞUNA BİR EMEKTİR;

KAHRAMANLIK: SALDIRIP BİR DAHA DÖNMEMEKTİR,

SIZLASA DA GÖNÜLLER DÜŞLERİN YASINDAN

KOŞAR ADIM GİTMELİ ONLARIN ARKASINDAN.

KAHRAMANLIK: İÇERİK ACI ÖLÜM TASINDAN

İLERİYE ATILMAK VE SONRA DÖNMEMEKTİR.

YIRTICILAR AZ YAŞAR...UZUN SÜRMEZ DOĞANLIK...

HER IŞIĞIN ARDINDA GİZLİDİR BİR KARANLIK...

ADSIZ SANSIZ OLSA DA, EN BÜYÜK KAHRAMANLIK:

GÖZ KIRPMADAN SALDIRIP BİR DAHA DÖNMEMEKTİR.

KAHRAMANLIK NE YALNIZ BİR YÜKSELİŞ DEMEKTİR;

NE DE GÜNEŞLER GİBİ PARYAYIP SÖNMEMETİR.

BUNUN İÇİN ÖLÜME BİR ATILIŞ GEREKTİR.

ATILDIKTAN SONRA DA BİR DAHA DÖNMEMEKTİR...

HÜSEYİN NİHAL ATSIZ 4390 /474

Toplam 133 mesaj

Çok Yazılan Konular

Sözlük

Son Haberler

Editörün Seçimi