Editörler : E.Kayı Han
06 Ekim 2010 11:43

zekiyuddin şaban fıkıh usulü

FIKIH USULÜNE DAİR GENEL BİLGİLER.. 1

§: 2- (A) Fıkıh Usulünün Tarifi: 1

§: 3- Tarifin Açıklanması: 2

§: 4- Usulcünün Faaliyet Tarzı: 3

§: 5- Fakîhin Faaliyet Tarzı: 4

§: 6- (b) Usûl İlminin Konmasında ve Usûl İncelemelerinde Güdülen Gaye: 4

§: 7- (c) Fıkıh Usûlünün Doğuşu: 5

§: 8- Fıkıh Usulü Alanındaki İlk Tedvin: 6

§: 9- Mütekellimîn Metodu: 7

§: 10- Hanefiyye Metodu: 7

§: 11- Mütekeüimîn Metoduna Göre Yazılmış Usûl Kitapları: 11

§: 12- Hanefîyye Metoduna Göre Yazılmış Usûl Kitapları: 11

FIKIH USULÜNE DAİR GENEL BİLGİLER

§: 2- (A) Fıkıh Usulünün Tarifi:

Fıkıh usulünün tarifine geçmeden şu ön bilgiyi vermemiz faydalı olur:

Fıkıh: Müctehidlerin, tafsili şer'î delillerden istinbat ettiği şer'î-amelî hükümlerdir. Bir başka anlatımla, müctehidlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip onlardan çıkardıkları hükümlere ''fıkıh" denir.Müctehidin tafsili delillerden bu hükümleri çıkarması ise, mutlaka, kendisine yol gösterecek belli başlı kurallara ve prensiplere uymasını gerektirir.Bu gerçeği gözönüne alan İslâm bilginleri, İslâm hukukuna candan hizmet aşkıyla, müctehidlerin hüküm istinbatında takip ettikleri metodlan açıklamak üzere özel bir çalışma yapmışlardır. Bu çalışma ile güdülen başlıca iki gaye şunlardır:

1- İctihad şartlarını taşıyanlar, öncekilerin yaptığı gibi ictihad edip karşılaşılan fıkhî olaylara hüküm bağlayabilecekler,

2- İctihad şartlarını taşımayanlar ise, müctehidlerin hükümlere varırken dayandıkları delilleri ve o delillerden bu hükümlere nasıl ulaştıklarını Öğrenerek, onlardan nakledilen hükümleri gönül huzuru içinde kabullenmiş olacaklardı.İşte bu düşünceden hareketle, onlar, hakkında ister özel nass bulunsun ister bulunmasın, delillerin ihtiva ettiği hükümleri kavrayabilmek için uygulanan ve delillerden hüküm çıkarılmasında yardımcı olan genel kuralları ortaya koydular.islâm bilginleri, bu arada delillerden hüküm çıkaracak kişi yani "müctehİd" ile ilgili kurallardan söz ettiler, içtihadı, içtihadın şartlarını ve hükümlerini, taklidi ve taklidin hükümlerini açıkladılar. Bütün bu kurallara ve sözü edilen hususlarla ilgili incelemelere topluca "usûlü'l-fıkıh" adını verdiler.Şu halde fıkıh usulü için şöyle bir tarif vermek mümkündür: "Müctehidin şer'î-amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe usûlü'l-fıkıh denir." [1]

§: 3- Tarifin Açıklanması:

(kurallar),'nin çoğuludur. Her biri bir çok cüz'inin hükmünü kapsamına alan küllî kaziyeler (önermeler) demektir. Meselâ, "Her emir vücub için­dir dediğimizde bir kuralı ifade etmiş oluruz. Çünkü bu, [2] ve [3] âyetleri gibi emir sıygası ihtiva eden bir çok cüz'îye uygulanabilir nitelikte küllî bir önermedir.Yine, "Her nehiy haram kılmak içindir dediğimizde bir kural söz konusudur.Zira bu da[4] [5] ve [6] âyetleri gibi nehiy sıygası ihtiva eden bir çok cüz'îye uygulanabilecek küllî bir önermedir. (Müctehidin hüküm çıkarabilmesine yara­yan) ifadesi ise, bu kuralların, müctehidin hükümleri anlaması ve delillerden hükümleri elde edebilmesi için birer vasıta teşkil ettiğini anlatmaktadır. Bu hususta geniş açıklamaya ileride yer verilecektir. kelimesi (hüküm) kelimesinin çoğuludur. Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir. Meselâ, "Güneş doğmuştur" veya "Güneş doğmamıştır" dendiğinde doğma durumunun güneş hakkında varid olup olmadığı belirlenmiş olur.Hükümler bazen akıl yoluyla elde edilir ve bunlara "aklî hükümler" denir. Meselâ, "Bir ikinin yarısıdır" veya "İki zıt birarada bulunamaz" hükümleri böyledir. Bazen de duyu organları vasıtasıyla elde edilir, ki bunlara "hissî hükümler" adı verilir. Sözgelimi, "Ateş yakıcıdır" veya "Güneş doğmuştur" hükümlerinde olduğu gibi. Bazen ise,hükümler şer'î kaynaklar vasıtasıyla elde edilir ve bunlar "şer'î hükümler" diye anılır. "Namaz farzdır" ve "Ribâ haramdır" hükümleri bu neviye örnek gösterilebilir. İşte usul kuralları, şer'î delillerden elde edilecek olan bu nevi hükümler için konmuştur. Bu yüzden, aklî ve hissî hükümleri bertaraf etmek üzere tarifteki "hükümler" kelimesi "şer'î J" kaydı ile sınırlandırılmıştır.Fakat şer'î hükümler de, kendi içinde ayırıma tabi tutulmuş ve bunlar için farklı isimlendirmeler yapılmıştır: Namazın ve orucun farz olduğu, alım-satım, rehin, vakıf vb. hukukî muamelelerin caiz olduğu gibi insanlar tarafından ortaya konan fiillerle ilgili olanlara "amelî hükümler"; Allah'a ve Allah'ın birliğine iman, Allah'ın meleklerini ve peygamberlerini, âhiret gününün geleceğini kabullenmek gibi inançla ilgili olanlara' 'itikadı hükümler'; doğruluğa sarılmak ve yalandan kaçınmak gerektiği gibi ruhun tezkiyesi ve. tehzibi ile ilgili olanlara ise "ahlâkî hükümler" denmiştir.Usûl ilminde, sadece amelî hükümlere ulaştıran kurallardan bahsedildiği için, tarifte "amelî" kelimesini kullandık ve böylece itikadî ve ahlâki hükümleri dışarıda bırakmış olduk. Çünkü bunlar usûl ilminde incelenmez; itikadı hükümler "tevhid" veya "kelâm" ilminde, ahlâkî olanlar ise "tasavvuf" veya "ahlâk" ilminde incelenir.Tarifte yer alan "tafsîlî deliller", cüz'î deliller anlamındadır. Cüz'î deliller ise, herbîr olayla ilgili ve bu olaylardan herbirinin hükmünü gösteren deliller demektir. Meselâ, [7] âyeti, cüz'î veya tafsîlî bir delildir. Zira özel bir mesele ile (analarla evlenme meselesi ile) ilgilidir ve bu mesele hakkında belirli bir hükmü (böyle bir evliliğin haram olduğunu) göstermektedir. Yine [8] âyeti cüz'î veya tafsilî bir delildir. Çünkü özel bir mesele (zina olayı) ile ilgilidir ve bu meseleye dair belirli bir hükmü (haramlık hükmünü) göstermektedir.Bir de "icmâlî-küllî deliller" vardır ki, bunlardan her biri özel bir mesele ile İlgili değildir ve belirli bir hükmü göstermez. Meselâ, Kitap, Sünnet, icmâ ve kıyas hep birer icmâlî delildir. Bu delillerin "âmm" ve "hâss" gibi nevileri, bu nevilerin de kendi içinde "emir", "nehiy", "mutlak" ve "mukayyed" gibi ayırımları vardır.Tafsîlî deliller, fakîhin inceleme konusudur. Zira fakîhin gayesi, belirli bir fiilin caiz veya haram olması, bir sözleşmenin geçerli veya geçersiz olması gibi cüz'î hükümlere ulaşmaktır. Cüz'î hükümler ise, cüz'î-tafsîlî delillerden elde edilir.İşte bu sebeple, icmalî-küllî delilleri dışarıda bırakmış olmak için, tarifte "tafsîlî" kelimesini kullandık. İcmalî-küllî deliller, fakihin değil, usûlcünün inceleme konusudur. Zira usûlcünün gayesi, fakihîn cüz'î hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarırken faydalanacağı vc şer'î kaynaklardan hüküm elde etmeye yarayan genel kurallara ulaşmaktır. Bu kurallar ise, ancak icmâlî-küllî delillerle ilgilidir, yoksa tafsîlî delillerle ilgili değildir.[9]

§: 4- Usulcünün Faaliyet Tarzı:

Usûlcü, Kitap, Sünnet ve diğer delilleri inceler. Bu delillerin durumlarına, âmm, hâss, emir, nehiy, mutlak ve mukayyed gibi değişik şekillerden hangi hal üzere bulunabileceklerine bakar ve bunlardan herbirinin hükmünü açıklayan.kurallar koyar.Meselâ, Kitap ve Sünnet'te mevcut "emir'Meri inceler ve bunların hangi hükmü gösterdiğini araştırır. Araştırma sonunda anlar ki, "emir" "me'murun bih"in (emredilen şeyin) vacip olduğunu göstermektedir. Böylece "emir vücûba delâ­let eder" kuralını koyar.Yine, hangi hükmü gösterdiğini tesbit etmek üzere Kitap ve Sünnet'te mevcut "nehiy"leri inceler ve incelemenin sonunda bunların "menhiyyün anh"in (yasaklanan şeyin) haramlığını gösterdiği sonucuna ulaşır. Böylece"nehiy haram kılmaya delâlet eder" kuralını koyar.Aynı şekilde, usulcü, şer'î delillerde yer alan "umum" sıygalarını inceler, bunların neye delâlet ettiğini tesbite çalışır ve niyahet "umum" sıygasının, bütün fertlerini kesin bir şekilde kapsadığı sonucuna varır. Bunun üzerine "âmm bütün fertlerini kesin bir delâletle kapsar" kuralını koyar.[10]İşte usulcü, şer'î delilin diğer nevileri hakkında da bu şekilde bir faaliyet gösterir. [11]

§: 5- Fakîhin Faaliyet Tarzı:

Fakih, fer'î bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usûl kurallarını alır, o fer'î olayla ilgili delile (cüz'î veya tafsîlî delile) uygular. Böylece o delilin hangi şer'î hükme delâlet ettiğini ortaya koyar.

Meselâ, fakih namazın hükmünü tesbit etmek istediğinde, namaz ile ilgili tafsîlî delilleri araştırır ve "namazı kılın" âyetini bulur. Bu cüz'î delile bakar ve bu delilde namaz kılmanın "emredildiğini" görür. Bu durumda "emir vücuba delâlet eder" şeklindeki emrin hükmünü açıklayan usûl kuralını kullanır ve bilir ki buradaki emri, emredilen şeyin vacip kılındığını göstermektedir. Böylece fakih, namazın vücubuna hükmeder ve "namaz vaciptir" der.Yine fakih. Yüce Allah'ın sözünden hareketle zina fiilinin hükmünütesbit etmek istediğinde, bu cüz'î delili inceler ve burada zinaya yaklaşmanın "nehyedİldiğini" görür. Bu durumda, nehyin hükmünü açıklayan "nehiy haram kılmaya delâlet eder" şeklindeki usul kuralını kullanır ve sözünün haram kılmaya delâlet ettiği sonucuna vararak zinanın haramlığına hükmeder ve der ki: "Zina haramdır."Bu şekildeki örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Özet olarak: Usulcünün görevi, icmali delilleri (topluca kaynaklan) incelemek ve tafsîlî (herbîr olayla ilgili) delillerden cüz'î hükümler çıkaracak olan rnüctehid için küllî nitekilkte kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer'î delillerle isbatlayıp sağlam temellere oturtmaktır.Fakihin görevi ise, tafsîlî delilleri incelemek ve usûl kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz'î hükümler çıkarmaktır. [12]

§: 6- (b) Usûl İlminin Konmasında ve Usûl İncelemelerinde Güdülen Gaye:

Usûl ilmi için daha önce verilen tariften anlaşılmaktadır ki, bu ilimden maksat, şer'î-amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çikarabihîıeyi sağlamaktır.Şu halde, bu ilmi öğrenen kimsede ietihad ehliyeti gerçekleşmişse, yani bu kimseye Kur'ân'ı ve Sünnet'i, bunlardan birinde mevcut çözüme kıyas yapabilme şekillerini, İslâm teşriinin genel gayelerini bilmek gibi ietihad şartlarını kendisinde toplamış ise, artık bu ilim ile şer'î nasslardan hükümler çıkarabilir ve hakkında nass bulunmayan durumlarda ya nasslardaki çözümlere kıyas ile veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun çözümü bağlamak suretiyle şer'î hükmü tesbit edebilir.Bu İlmî öğrenen kimse ietihad ehliyetini taşımıyorsa, o da bu ilim sayesinde şu faydaları sağlamış olur:

1- Müctehidlerin çıkarmış oldukları hükümleri tam-manasıyla kavramak ve bu hükümleri gönül rahatlığı ile kabullenmek. Şöyle ki: Kişi bu ilmi öğrenince, müctehidlerin kendi şahsi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilâkis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer'î kaynaklara dayandıklarını, ietihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını anlar.

2- Müctehİd imamlardan hakkında görüş nakledilmemiş bulunan meselelerde, onların kurallarına göre tahrîc yapıp hükme varmak. (Bir başka deyişle, kendisine uyulan müetehid o olayla karşilaşsa idi nasıl hüküm verirdi diye düşünerek sözkonusu meselenin hükmünü onun fıkhından çıkarmaya çalışmak).

3- islâm hukukçularının aynı olay hakkındaki görüşleri arasında mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru olanı tercih etmek.Zira değişik görüşler arasında iyi bir mukayese, ancak fakihlerin çeşitli şer'î hükümlerin tesbiti sırasında dayandıkları delilleri çok iyi bilmek, bu delilleri Ölçüp tartmakve aralarından en kuvvetlisini seçmekle mümkün olur. Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz. [13]

§: 7- (c) Fıkıh Usûlünün Doğuşu:

Fıkıh usûlü ilmi, Hicrî ikinci aşırın sonlarında yani Hz. Peygamber, Sahabe ve Tâbiûn devirlerinden sonra ortaya çıkmış ilimlerdendir. Zira Hz. Peygamber devrinde hükümler bizzat kendisinden Öğreniliyordu. Yani hükümler ya Rasûlûllah'a vahyedilen Kur'ân ile veya onun Kur'ân'ı söz, fiil yahut takrir yoluyla açıklayan Sünneti ile sabit oluyordu. Bu durumda birtakım metod ve kurallar kullanma ihtiyacı duyulmuyordu.Hz. Peygamber'in Rabb'ine kavuşmasından sonraki dönemde İnsanlar arasında iftâ ve kaza (yargı) görevini Sahabenin büyükleri yürütüyordu. Bunlar, Kur'ân ve Sünnetin dili olan arapçayı, âyetlerin nüzul ve hadislerin vürûd sebeplerini çok iyi biliyorlar, İslâm teşrî'inin inceliklerine, maksat ve hedeflerine tam manasıyla vâkıf bulunuyorlardı. Çünkü bu büyük sahabiler, kavrama gücü, zekâ ve ahlakî meziyetler bakımından seçkin insanlar oldukları gibi, bunun ötesinde bir de uzun süre Rasûlûllah ile beraber yaşamış, ona arkadaşlık etmiş kişilerdi. Şer'î kaynaklarından hüküm istinbatı sırasında kullanılacak kuralları teorik bir şekilde ele almaya ihtiyaçları yoktu.Dinî veya dünyevî herhangi bir olayın hükmünü tesbit ihtiyacını duyduklarında, doğrudan doğruya Allah'ın Kitab'ına müracaat ederler, burada ihtiyaç duydukları konu ile ilgili hükmü bulamazlarsa Resûlûllah'm Sünnetine bakarlar, orada da aradıklarını bulamazlarsa ictihad ederler, (Kur'ân ve Sünnetten) benzer olaylar araşıtrırlar, buldukları hükmü karşılaştıkları benzer olaylara da uygularlardı. Benzer olay da bulamazlarsa, İslâm hukukunun koyduğu hükümlerde gözettiği menfaat ve ihtiyaçları gözönünde bulundurarak, karşılaştıkları olaya uygun olan ve maslahatı gerçekleştiren çözümü ortaya koyarlardı.Saîd b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kadı Şurayh, İbrahim Nehaî vb. Tâbiûn müctehidleri de aynı yolu takip ettiler.İlk asır. Sahabe ve Tâbiûn devri böylece geçtikten sonra, daha Önce mevcut olmayan yeni durumlar ortaya çıktı. Arapların Arap olmayanlarla iyice karışması bu durumlar arasında yer alıyordu. Bu karışma Arap dilinin o derece zayıflamasına yol açtı ki, artık eskiden olduğu gibi arapçanın İslâm toplumunun tabiî dili haline dönmesi imkansızlaştı.Müctehidlerin görüş belirtmelerini gerektiren çok sayıda olayların ortaya çıkışı da bu durumlardan biriydi.Yine, müctehidlerin çoğalması, ictihad ve hüküm istinbatında metodların çeşitliliği ve herbiriniri kendine göre doğru olan yolu takip etmesi bu yeni durumlar arasında zikredilmelidir.İşte bütün bunlar, fakih ve müctehidleri, ictihad faaliyetinin disipline edilmesi ve keyfî hüküm verme ihtimaline karşı tatmin edici bir tedbir alınması için harekte geçirdive onları şer'î delillerden hüküm istinbat edilirken esas alınacak prensipler ve kurallar belirlemeye şevketti. Onlar bu prensip ve kuralların belirlenmesinde, nasslarda yeralan ifadelerin kullanış tarzlarına ve Arap dilinin üslûplarına tümevarım metodunu uygulama yolundan faydalandılar. Sonra bu kuralları tedvin ettiler (derlediler) ve "Usûlü'1-Fıkh" adını verdikleri müstakil bir ilmî disiplin haline getirdi. [14]

§: 8- Fıkıh Usulü Alanındaki İlk Tedvin:

Bu ilmin kurallarını müstakil bir eser halinde İlk defa biraraya getiren kimse Hicri 204 yılında vefat eden İmâm Muhammed b. İdrîs eş-Şâfıî'dir. Şafiî, usûl alanındaki meşhur "Risâle"sinde [15] özellikle şu konulan incelemiştir: Kur'ân ve Kur'ân'ın hükümleri açıklayış şekilleri, Sünnet ve Kur'ân'a nisbetle Sünnet'in yeri, Sünnet'e uymanın Kitab'ın emriyle farz kılınmış olduğu, nâsih ve mensuh, hadislerin illetleri, haber-i vâhid, icmâ, kıyas ve istihsânın hüccet olarak kullanılıp kullanılamayacağı, hangi durumlarda ihtilâfın caiz olacağı ve hangi durumlarda caiz olmayacağı. Böylece İmâm Şâfıî, hüküm çıkarma metodlarını ve kurallarını ilk defa biraraya getiren bilgin olmuştur. Şu var ki bu metodları ilk defa ortaya koyan o değildir. Çünkü bunlar daha önce oluşmuştur. Herbir imamın, ictihad ederken takip ettiği kendine has metodu vardı. Bu metod, imâmın, İslâm hukukunun kaynakları üzerindeki araştırmaları sonucu (kendi zihninde) özümlediği birtakım kurallara dayanıyordu.Şafiî'den sonra başka bilginler bu ilmin meselelerini derlemeye devam ettiler. Meselâ Ahmed b. Hanbel "Kitâb'u tâati'r-rasûl'ü, "Kİtâb'un-nâsih vel'-mensuh"u ve "Kitâbu'l-ıîel'M yazdı. Sonra Hanefî bilginler ve kelâm bilginleri bu alanda eserler verdiler, geniş incelemelerde bulundular ve bu ilmin kurallarını sağlam esaslara bağladılar. Bütün bu. müellifler, bu ilimden maksadın "şer'î delillerinden amelî hükümleri çikarabilmeyi sağlamak" olduğu kanaatindeydiler. Şu halde ortada bir hüküm bulunması için bu hükmün delili olacak, bu delilden hükmün çıkarılması yönünde zihnî bir faaliyet ortaya konacak ve delilden hükmü çıkaran bir kimse bulunacaktı. İşte bunun için usûlcüler incelemelerini şu dört ayrı konu üzerinde yürüttüler:

1- Şer'î hükümler: Vücûb, hürmet, kerahet... vb.

2- Şer'î deliller: Kitâb, Sünnet... vb.

3- Delillerden hüküm çıkarma yollan, yani delillerin hükümlere delâlet şekilleri.

4- Hüküm çıkaran kişi, yani müctehid.

Ne var ki bütün bu müellifler, incelemelerinde aynı metodu takip etmediler. Çünküayrı bölgelerde bulunuyorlardı ve bu alanda eser yazarken hepsinin güttüğü gaye aynı değildi. Böylece usûl eserlerinin kaleme alınışı konusunda iki ayrı metod ortaya çıktı.

Birincisi: "Mütekellimin metodu" idi. Bu metodun böyle anılmasının sebebi, bu metoda göre yazanların çoğunluğunun kelâm bilgini olmalarıdır. Bu metod "Şâfıîyye metodu" diye de isimlendirilmiştir, çünkü bu metoda göre yazan ilk müellif İmâm Şafiî'dir.

İkincisi: "Hanefiyye metodundur. Bu metod Hanefî bilginler tarafından ortaya konmuş ve takip edilmiş

olduğundan böyle adlandırılmıştır. [16]

§: 9- Mütekellimîn Metodu:

Mütekellimîn metodunun özelliği usûl kurallarının, delillerin ve burhanların gösterdiği yönde vaz'edilmesidir. Bu metoda göre yazan usûlcüler, belirli bir mezhep lehinde taassup göstermeksizin ve ulaşılan usûl kuralının mezhep imamlarından nakledilmiş fıkhı çözümlere uygun olup olmadığına bakmaksızın, delillerin desteklediği kuralları tesbit ve kabul etmişler, delillere aykırı düşen kuralları reddetmişlerdir. Böylece onların usûlü, furû'u'l- fıkhın ffer'î fıkıh çözümlerinin) hizmetçisi değil, furû'î hükümlere hakim bir usûl, bir istinbat yolu olmuştur. Bu yüzden onlar, izah ve örnek kabilinden zikrettikleri bir yana bırakılırsa, furû hükümlerine kitaplarında pek yer vermemişlerdir. [17]

§: 10- Hanefiyye Metodu:

Hanefiyye metodunun özelliği ise, mezhep imamlarının ictihad ederken ve fıkhî meselelerin hükmünü verirken takip ettiklerine kanaat getirilen usûl kurallarının tesbit edilmesidir. Bu metoda göre usûl yazanların bu kuralları tesbit ederken dayandıkları esas malzeme, mezhep imamlarından nakledilen fıkhî çözümlerdir. Hanefi bilginlerinin bu metodu takip etmelerinin temelinde yatan sebep şudur: Hanefi mezhebinin imamları onlara, Şafiî'nin kendi talebelerine bıraktığı gibi derli-toplu bir kurallar kolleksiyonu bırakmış değildi, sadece çok sayıda ve çok çeşitli fıkhî meselelere ait çözümler ve bu çözümlerin içine serpiştirilmiş bazı kurallar bırakmışlardı. İşte Hanefi bilginler bu çözümlerin üzerine eğildiler, birbirine benzeyenlerini biraraya getirdiler ve bunları özümleyerek bir takım kurallar ortaya çıkardılar. Gerek imamlarından nakledilen çözümleri desteklemek, cedel ve münazara meclislerinde bu çözümlerin müdafaasında silah olarak kullanmak, gerekse mezhep imamlarından nakledilen İctihadların ele almamış bulunduğu yeni olayların hükümlerini çıkarırken kendilerinden yararlanmak üzere bu kuralları mezheplerinin usûlü haline getirdiler.Bu tutum onları, bazen şu sonuca götürüyordu: Önce mezhep imamlarından nakledil­miş çözümlerin gerektirdiği şekilde usul kuralları koyuyorlar, sonra koydukları bir kuralın mezhep içinde yerleşmiş furû çözümlerinden biriyle çatıştığını görüyorlar ve usûl kuralını değiştirip ona.bu fıkhı çözümle uyuşan bir şekil veriyorlardı.Bu duruma açıklık getirmek üzere iki örnek vereceğiz. Birincisi, gerek mütekellimîn gerekse Hanefiyye metodunun usûl kurallarını nasıl koyduklarını açıklamış, yani usûl kurallarını koyarken ikincilerin mezhep imamlarından nakledilen çözümlere dayanmasına karşılık birincilerin (doğrudan) şer'î delillere dayanmakta olduklarını göstermiş olacaktır. İkinci örnek ile ise, Hanefîlerin usûl kuralını koyduktan sonra onu, muhtelif fıkhî çözümlerle uyuşacak şekilde değiştirmelerini açıklamış olacağız.

Birinci örnek: Namazın vücubunda vaktin sebep teşkil edişi ile ilgili. Gerek Hanefîler gerekse diğerleri ittifak etmektedirler ki, beş vakit namazdan herbirinin vakti bu namazın vücubu ve bu namaza ait borcun mükellefin zimmetinde yer tutması için "sebep"tîr ve bu namazın edasının "sıhhat şartı" dır. Yani henüz vakti girmeden namaz vacip olmaz, vaktinden önce edâ edilmesi halinde bu namaz geçerli değildir; vakti geçtikten sonra da edâ edilemez. Aynı fakihler, namazın sebebini teşkil eden vaktin herhangi bir anında bu namazın kılınabileceğinde de birleşmişler, fakat vücûb için sebep teşkil eden zaman parçası hakkında yani Şâri'den mükellefe hitabın yöneldiğini gösteren işaret hakkında ihtilâf etmişlerdir. Cumhur (fakihlerin çoğunluğu) şöyle demektedir: Sebep, vaktin ilk kısmıdır, vakit girdiği anda mükellef, bu vakitle sınırlı bulunan namazın edasından sorumludur; fakat bu vaktin dilediği bir bölümünde edâ etme serbestisine sahiptir. Vaktin başlangıcında mükellefiyete ehil oîan kişi için durum budur. Şayet kişi, vaktin başlangıcında mükellefiyete ehil değilse, "sebep", vaktin, mâniin ortadan kalkmasından itibaren başlayan kısmıdır. Mâni bütün vakti kapladığı takdirde İse, kişiye hitap yönelmemiştir ve vücûb sözkonusu değildir.Hanefîlerin görüşü İse şöyledir: Namazın vücubu için "sebeb", hemen peşinden edâ olayı bulunmak kaydı ile vaktin ilk kısmıdır. Eğer namaz vaktin ilk kısmında edâ edilmişse, namazın vücubu için sebep budur. Şayet namaz, vaktin daha sonraki parçasında edâ edilmişse, "sebeb" bu kısımdır. Bu şekilde vaktin ilerlediğini ve edâ edilmediğini düşünelim: Nihayet, ancak bu namazın edâ edilebileceği kadar bir zaman parçası kalmışsa, artık bu kısım "sebebiyet" için belirli hale gelmiştir. Eğer namaz edâ edilmeden vakit sona ererse, bu defa vaktin tamamı "sebeb"tir.Cumhur burada şer'î delile dayanmaktadır. O da Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyetidir: "Güneşin (batıya doğru) dönmesinden gecenin karanlığı bastmncaya kadar (beUi vakitlerde) namazı ki!. " [18]Zira Yüce Allah, güneşin batıya doğru meyletmesini namazın vücûbuna ve "namazı kıl" hitabının mükellefe yönelmesine "sebeb" kılmıştır. Sünnet de, vakitlerin başlangıç ve bitişlerini açıklamış ve mükellefin namazlarının edasında genişliğe sahip olduğunu göstermiştir.Cumhurun koyduğu bu kuraldan şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Mükellef, vaktin herhangi bir bölümünde mükellefiyet manilerinden biri olmaksızın bulunmuşsa, borç zimmetinde sabit olur ve bunu edâ yahut kaza etmesi gerekir; fakat manilerden kurtulmuş olarak vaktin hiçbir anına raslayamamışsa kendisine bir şey gerekmez.Hanefîlere gelince, onlar bu kuralda Kitab veya Sünnet'ten bir delile değil, mezhep imamlarından nakledilmiş bulunan fıkhı çözümlere dayanmışlardır. Bu konudaki furû' hükümlerine bakmışlar ve şu çözümü bulmuşlardır: Bir kimse vaktin başlangıcında mükellef iken, sonradan bir mükellefiyet manii ortaya çıksa bu mani vakit çıkıncaya kadar devam etse, bu vakte ait namaz ona vacip olmaz.Hanefî usûlcüler bu fer'î hükümden, vaktin ilk kısmının, namazın vücubu için "sebeb" olmadığı sonucunu çıkarmışlardır. Çünkü -bu anlayışa göre-, ilk kısım "sebep" olsaydı sadece sebebin varlığı ile vâcib mükellefin zimmetinde borç olarak yer tutacaktı; zimmette bir borcun yer almasından sonra ise, bu borç edâ veya kaza edilmedikçe sorumluluk sona ermezdi.Yine, onîar önlerinde şöyle bir fer'î hüküm bulmuşlardı: Mükellef, namazı vaktin başlangıcında edâ ederse namaz sahih, (geçerli) olur. Bu hükümden de şu sonucu çıkardılar: Vaktin son kısmı namazın vücûbu için "sebeb" değildir. Şayet "sebeb" olsaydı, vaktin başlangıç kısmında kılınan namazın sahih olmaması gerekirdi. Çünkü bu namaz, sebebi ve sıhhat şartı yani "vakit" hanüz ortada yokken edâ edilmiş bir namaz olurdu. Halbuki sebebi ve sıhhat şartı gerçekleşmeden namaz sahih değildir.Aynı şekilde, Hanefî usûlcüler şöyle bir fer'î hükümle de karşı karşıya idiler: Mükellef, nakıs vakit girinceye yani güneşin rengi sararıncaya kadar ikindi namazını kılmamış bulunsa ve nakıs vakitte kılsa, namazı kerahetle birlikte sahihtir. Bu fıkhî çözümden de şu sonuca vardılar: Vâcib, daha önce edâ edilmeyip ancak vaktin sonunda ifa edilmiş olursa, vaktin sonu namazın vücubu için "sebeb"tir. Zira nakıs vakitte namazın edasının sahih olması, vücûb sebebindeki eksiklikten ötürü namazın da eksikliğiyle birlikte vâcib olduğuna delildir. Bunu biraz açacak olursak, eksik vücûb sebebi, kerahet vakti denen nakıs vakittir. Bu vakitte edâ edilen namaz kusurlu görülmekle beraber (mekruh olarak) sahih sayılmaktadır. Yani vâcib oluşu nasılsa edası da aynı vasfı taşımaktadır.Onlar, bir de önlerinde şöyle bir fer'î hüküm bulmuşlardı: Mükellef ikindi namazını vakti içinde kılmasa, sonra, meselâ ertesi günü nakıs vakitte (kerahat vaktinde) kılsa, bu namaz sahih olmaz. Bu hükümden ise şu sonuca vardılar: Vâcib, vakti içinde edâ edilmezse, vücubunun sebebi artık vaktin son parçası değil, bütün vakittir. Çünkü, vaktin çıkmasından sonra da vaktin son kısmını vücûb sebebi sayabilsek, nakıs vakitte namazın kaza edilebilmesi ve kazanın sahih olması gerekirdi. Bu takdirde vâcib -yukarıdaki olayda açıklandığı şekilde: sebebindeki eksiklikten ötürü eksik bir vâcib sayılırdı ve nakıs vakitte kazası da caiz olurdu.İşte bütün bu fer'î çözümleri gözönüne alarak ve kuralın bunlara uygunluğunu sağlamak üzere Hanefî fakihler şöyle demişlerdir: Namazın vücubu için "sebeb", hemen peşinden edâ olayı bulunmak kaydı ile vaktin ilk kısmıdır. Şayet vaktin başlangıcında edâ edilmemişse "sebebiyet", edâ olayının bulunduğu sonraki kısma intikal eder.... Böylece, vaktin sonuna gelinmiş ve sadece farz namazın ifa edilebileceği kadar bir zaman kalmış olursa, biliriz ki artık vaktin bu son parçası "sebeb"tir; fakat mükellef namazı edâ etmeden bu parça da geçirilmiş ve vakit sona ermiş olursa, o zaman "sebebiyet" vaktin tamamına nisbet edilir.

İkinci örnek: Hanefîler "usût'Ierinde şöyle bir kurala yer vermişlerdir: "Müşterek lâfız (konduğu bütün manaları aynı ada) kapsamaz". Önce "müşterek" lâfızı kı­saca açıklayalım. Başta bir mana için vazedilmiş bir lâfız sonra başka birpana veya manalar için de vazedilmiş olursa buna "müşterek" denir. Meselâ "mevlâ" kölesini azâd eden efendi demektir. Fakat azad edilen köle için de "mevlâ" lâfzı kullanılmıştır. Herikisi için de mevlâ kelimesi kullanılır olmuş, birbirinden ayırdetmek için ilkine "mevlâ a'lâ ikincisine "mevlâ esfel denmiştir. Yine, "aynl âfzının birçok manası vardır. Bunlar arasında altın, görme rganı olan göz, casus manaları sayılabilir. İşte yukarıda zikrettiğimiz kural demek istemektedir ki, "mevlâ" ve "ayn" gibi müşterek lâfızlar, aynı söz içinde bu manalarından sadece biri için kullanılır. Meselâ: (Bir "ayn" gördüm) dediğiniz zaman, hem casus, hem altın, hem görme organı olan göz gördüğünüzü kasdetmiş olamazsınız. Mezhep imamlarından herhangi biri bu kuralı böyle açık bir şekilde İfade etmiş olmayıp, Hanefî bilginler bazı fer'î çözümlerden bu kuralı çıkarmışlardır. Meselâ vasiyet bahsindeki şu hüküm bu çözümlere örnek gösterilebilir: "Hem esfel hem a'lâ gurubundan mevlâları olan bir kimse mevlâlan lehinde vasiyette bulunsa ve herhangi bir açıklamada bulunmadan vefat etse vasiyet bâtıl olur." Böyle bir durumda mûsînin (vasiyet edenin) "mevlâ" kelimesi ile kendisini azad eden mevlâyı mı yoksa kendi azâd ettiği mevlâyı mı kasdettiği, dolayısıyla mûsâ-lehin (lehim vasiyet edilen) kim olduğu bilinemez. Sonuç olarak vasiyet her iki nevi mevlâya teşmü edilmemekte, bunlardan sadece birisinin kasdedilmiş olması gerekeceği, fakat bunun da bilinmediği düşünülerek vasiyet geçersiz sayılmaktadır. Bu fer'î hükümden hareketle, bilginler, "Umûmu'l-müştrekin kabul edilemeyeceği" yani müşterek lafzın, konduğu bütün manaları aynı anda kapsamayacağı sonucunu çıkarmış ve bunu bir usûl kuralı olarak vazetmişlerdir. Fakat bazı Hanefî bilginler, bu şekliyle kuralın, mezhep içinde yer alan diğer bazı fer'î çözümlerle uyuşmadığını gördüler. Meselâ, yemin bahsindeki şu hüküm böyleydi: "Bir kimse, birine "vallahi senin mevlânla konuşmayacağım" dese ve muhatabının her iki neviden mevlâsı bulunsa, bunlardan biriyle konuştuğunda yeminini bozmuş olur." Çünkü bu durumda yemin edenin, iki neviden herhangi bir mevlâ ile konuşması halinde yemininin bozulabilmesi, ancak burada "mevlâ" lâfzının her iki manada birden kullanılmış olması ile mümkün olabilirdi. Binaenaleyh bu hüküm, "müşterek" lafız hakkındaki yerleşik kurala -mevcut şekil içinde- ters düşmekteydi. Bunu farkeden bazı bilginler kuralı şu şekilde değiştirdiler:"Müşterek (konduğu bütün manaları aynı a) kapsamaz; ancak nefiyden (olumsuzdan) sonra ise kapsar". Artık zikredilen fer'î olayda "mevlâ" lâfzı nefiyden (olumsuzdan) sonra yer aldığı İçin, aynı sözde geçen müşterek lâfzın her iki manasının birden kasdedilmesi geçerli oluyordu.İşte işaret edilen bu durumlardan ötürü Hanefîler, usûl eserlerinde furû-i fıkha ait çözümlere çokça yer vermiş oldular. Onlar, hernekadar bunları, fer'î çözümlerin usûl kuralları üzerine bina kılındığını göstermek üzere zikrediyorlar idiyse de, -gerçekte- bu kurallar o furû' hükümleri uğruna konmuştu.Bu başlıkta Özelliklerinden sözettiğimiz bu iki metoddan herbirine göre yazılmış birçok usûl esbri bulunmaktadır. Şimdi bunların önemli örneklerini zikredeceğiz. [19]

§: 11- Mütekeüimîn Metoduna Göre Yazılmış Usûl Kitapları:

Şu dört eser, mütekellimîn metodunun temel kitaplarıdır:

- Kadı Abdülcebbâr el-Mu'tezilî'nin (v. 415/1024) "el-Umde"si[20]

- Ebu'l-Hasen el-Basrî el-Mu'tezilî'nin (v. 463/1071) "el-Mu'temed"i ("el-Umde"nin şerhi),

- İmâmu'l-Harameyn Abdülmeiik b. Muhammed b. Abdillah el-Cüveynî'nin (v. 478/1085) "el-Burhân"ı,

- Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî'nin (v. 505/1111) "el-Mustasfâ"sı.Daha sonra bu metodla yazılan eserler, bu dört kitabın telhisi (özünün alınması) ile meydana getirilmiştir. Meselâ, Fahreddin Muhammed b. Ömer er-Râzî'nin (v.606/1209) "el-Mahsûl"ünü ve Seyfüddin el-Amidî'nin (v.631/1233) "el-İhkâm"ını burada zikretmeliyiz.İşte bu iki kitabı daha sonraki bilginler ihtisar etmişler (özetlemişler), ihtisarları başka ihtisarlar takip etmiştir. Birinciyi (Râzî'nin "el-Mahsûl"ünü) Sirâcüddin el-Urmevî (v. 682/1283) "et-Tahsîr isimli kitabında, Tâcüddîn el-Urmevî (v. 656/1258) de "el-HâsiP' isimli kitabında özetledi. Şihâbuddîn el-Karâfî (v. 684/1285) bu iki kitaptan önemli gördüğü bazı temel bilgi ve kuralları iktibas ederek bunları "et-Tenkîhât" adını verdiği küçük bir kitapta topladı. Kadî Abdullah b. Ömer el-Beydâvî (v. 685/1286) de "el-Minhâc" isimli eserinde bu işin bir benzerini gerçekleştirdi.İkincisini (Âmidî'nin "el-İhkâm"ım) ise Ebû Amr İbn Hâcib (v. 846/1442) "Müntehâ's-sü'l ve'1-emel fî ılmey'il-usûl ve'1-cedel" adlı kitabında, bunu da "Muhta-sar'ul-müntehâ" isimli kitabında özetlemiştir. Daha sonra bu muhtasar eserleri, bunlara yazılan şerhler takip etmiştir. [21]

§: 12- Hanefîyye Metoduna Göre Yazılmış Usûl Kitapları:

Hanefîyye metoduna göre yazılmış usûl eserlerinin en meşhurları şunlardır:

- Ebûbekr Ahmed b. Ali el-Cessâs'm (v. 370/980) "el-Usûl"ü,

- Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debûsi'nin (v.430/1038) "Takvîmü'l-edille"si,

- Şemsül'eimme es-Serahsî'nin (v. 483/1090) "el-Usûİ"ü,

- Fahru'l-İslâm Ali b. Muhammed el-Bezdevî'nin (v. 482/1089) "el-Usûl"ü. Pezdevî'nin eseri, bu kitapların en güzeli ve doyurucusudur. Bunu Abdüiaziz b. Ahmed el-Buhârî (v. 730/1329) "Keşfu'l-esrâr" adını verdiği kitabında şerhetmİştir.Bir de, gerek Hanefîlerin gerek diğerlerinin müteahhirin bilginlerinden bir gurup bulunmaktadır ki bunlar, mütekellimîn metodu ile Hanefîyye metodunu birleştiren ve her ikisini bir tek eserde toplayan kitaplar yazmışlar, böylece şu iki faydayı birlikte sağlamak istemişlerdir:

a) Usûl kurallarım fıkıh meseleleri üzerine uygulayarak ve fıkıh hükümlerini usûl kurallarına bağlayarak fıkha hizmet etmek,

b) Usûl kurallarının sağlam temellere dayalı olduğunu gösterip buna dair deliller getirmek.Bu bilginlerden meselâ Îbnü's-Sâ'âtî diye meşhur Muzafferuddîn Ahmed b. Ali (v. 694/1294) "Bedî'u'n-nİzâm el-câmi' beyne kitâbey el-Bezdevî ve'1-ihkâm" adlı eseri kaleme almıştır.Yine, Sadru'ş-Şerf a Ubeydullah b. Mes'ud (v. 747/1346) "et-Tenkîh" isimli eserini yazmış, sonra bunu "et-Tavdîh" adıyla kendisi şerhetmİştir. O, bu eserinde Pezdevî'nin "el-Usûl"ünü, Râzî'nin "el-Mahsûl"ünü ve İbn Hâcib'in "el-Muhtasar"ını telhis etmiştir.Tâcûddin Abdülvehhâb İbnü's-Sübkî (v. 771/1369), "Cem'u'l-cevâmi" adlı eserini yazmış ve eserinin başında, bu kitabını yaklaşık yüz müellifin yazdıklarından derlediğini ifâde etmiştir.rbn'ül-Hümâm diye bilinen Muhammed b. Abdülvâhid de (v. 861/1456) "et-Tahrîr"isimli kitabı yazmış, bunu talebesi Muhammed İbn Emîri'1-Hâcc el-Haîebî (v. 879/1474)'et-Takrîr ve't-tahbîr" adıyla şerhetmİştir. Nihayet, Muhibbullah İbn Abdişşekûr (v19/1707), son devir usûl eserlerinin en incelerinden olan "Müsellemü's-sübût"u telifetmiştir.şu kadar yar ki, son devirlerde bu eserleri yazanlar, bunları çok incelikler taşıyanir dille ve öz ifadelerle kaleme aldıklarından, bunlardan ancak bu tür eserleri okumaya alışmış ve kitapan bu ilmin kurallarını öğrenip kavramış olanlar faydalanabilir.Bu gerçeği yakından görmek isteyen, meselâ bir İbn Humâm'in "et-Tahrîr"ine veya t ibn Subkî'nin "Cem'u'l-Cevâmi"ine bakmalıdır. Şerhine bakmadan sırf bu kitaplarıokuyan kişi, müellifin ne kasdettiğini anlayamaz. Şerhiyle birlikte okuyan -kafayı yorduktan ve iyice düşündükten sonra- biraz birşeyler anlayabilir.Sonra şuna işaret etmeliyiz ki, sonraki bilginler, usûl ilmini cedel, münazara ve lâfzî münakaşa meydanı haline getirdiler. Onu asıl gayesinden yani şer'î delillerden hüküm çıkarma vasıtası olmaktan uzaklaştırdılar.Aynı şekilde onlar bu ilimde, usûl İlmi ile ilgisi olmayan ve usûl ilminin ortaya konuş gayesine dahil olmayan birçok meselelerden sözetmeye yöneldiler. Örnek oîarak bu tür meselelerden bir kaçına işaret edilim: Lisanlar birer terim midir, yoksa bir anlam verilmesi için özel delil mi bulunması gerekir? (Başka bir anlatımla, insanların konuştuğu diller, onların kullanmalarıyla üzerine hüküm bina edilebilecek yerleşik anlamlar ihtiva eder hale gelir mi, yoksa bunlar ancak ilâhî hitapta yer aldıktan sonra mı böyle birer anlam kazanabilir?) İbâha (mubahlık) bir mükellefiyet hükmü müdür değil midir? Hz.Peygamber, Peygamberliğinden önce bir dine göre amel ediyor muydu, yoksa etmiyor muydu? İşte az veya çok usûl ilmiyle ilgisi olmayan bu gibi meseleler bu ilimde münakaşa konusu edilmiştir.Bununla birlikte biz, o bilginlerin üstünlüklerini, İslâm hukukuna ve din ilimlerine yaptıkları hizmeti, bunları koruma uğrunda kendilerini yok edercesine harcadıkları emeği inkâr etmiyor, bu konudaki haklarını eksik göstermek istemiyoruz. Gerçek şu ki, şayet Yüce Allah onlara bu şerefli işin başarılmasını lütfetmiş olmasaydı, biz, şu anda şiddetle ihtiyaç duyduğumuz önemli bir servetten mahrum bulunacaktık. [22]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 23-24.

[2] 'Namazı kılın, zekâtı verin." el-Bakara 2/43.

[3] "Rabbinize kulluk edin, İyilik yapın ki kurtuluşa eresiniz." el-Hacc 22/77.

[4] "Ey iman edenler! Bir topluluk (diğer) bir toplulukla alay etmesin; belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da (diğer.) kadınlara alay etmesin; belki onlar kendilerinden daha iyidir." el-Hucurât 49/11.

[5] ?'Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin." el-Bakara 2/188.

[6] '"Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın." cl-En"âm 6/151.

[7] "Analarınız (ile evlenmeniz) size haram kılındı." en-Nisâ" 4/23.

[8] "Zinaya yaklaşmayın." el-İsrâ' 17/32.

[9] Yazar fıkıh usulü tarifi içinde fıkıhın mahiyetini de tanıtacak unsurlara yer verdiğinden, burada "icmalî, küllî delilleri dışarıda bırakmak için, tafsili kelimesini kullandık" şeklinde yaptığı açıklamanın, fıkıh usulü değil fıkıh ile ilgili olduğuna dikkat edilmelidir. Nitekim aynı açıklamanın devamında ve özellikle aşağıda 4. ve 5. paragraflarda icmaîî külîî delilleri incelemenin fıkıh usulünün çerçevesine dahil olduğunu, belirtmektedir, (mütercim).

Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[10] Bu kural Hanefîlere göredir. Bkz. § 267. (mütercim)

[11] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[12] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[13] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[14] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[15] Denmiştir ki: İmâm Şâfıî bu "Risâle"yİ Abdurrahman b. Mehdî'nin isteği üzerine ortaya koymuştur. Abdurrahman b. Mehdi, kendisinden, Kur'ân'ın niteliklerini, haberlerinin kabul şartlarını, icmânın kaynak olusunu, Kur'ân ve Sünnet'teki nâsih ve mensûhu açıklayan bir mektup yazmasını istemişti. Şâfıî bunu yazıp gönderince "Risale" diye anılır oldu. Abdurrahman b. Mehdî, hadis imamtarındandır. Hicrî 135 yılında doğmuş ve Hicrî 198 yılında vefat etmiştir. Şafiî onun hakkında şöyle demiştir: "Dünyada onun birbenzerini tanımıyorum." Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî, er-Risâle, tahkik ve şerh: Ahmed Muhammed Şâkir.

[16] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[17] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[18] el-İsrâ" 17/78 "ed-Dülûk", güneşin zevali (yükselişinin sona ermesi) ve göğün ortasından batı yönüne doğru eğilmesi; "ğaseku'1-leyl.gecenin koyu karan­lığı demektir. Allah'ın "dülûk"tan "ğaseku'l-leyr'e kadar kılınmasını emrettiği namazlar, öğle, İkindi, akşam ve yatsı namazlarıdır. Sabah namazını ise, Yüce Allah "ve kur'âne'1-fecr" sözü ile emretmiştir. Çünkü bu, .sabah kıraatini (okumasını) yerine getir, anlamındadır. Kıraatten maksat, sabah - namazıdır. Kıraat namazın bir parçası ve rüknü olduğu için, namazdan "kur'ân" diye sözedilmîştir.

[19] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[20] el-Umed" şeklinde okunması gerektiği hakkında bkz. Hüseyin Alay, islâm Hukuk Felsefesi (Abdükehhâb Hallâf'ın "İlm usüli'1-fıkh" isimli eserinin tercümesine konan giriş kısmı), Ankara, 1973, s. 83. d.n. 162. (mütercim)

[21] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[22] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet


katre_katre
Kapalı
06 Ekim 2010 11:46

deza saol üstadım(!) bunları buraya kopyala yapıştır yapmasaydım ben naapardım. zır cahal bir adam olarak kalırdım... saol kardeşim(!)...


deza12
Aday Memur
06 Ekim 2010 11:55

ŞER'İ HÜKÜMLERİN DELİLLERİ 1

(İslâm Hukukunun Kaynakları) 1

§: 13- İttifak Edilen Deliller: 1

§: 14- İhtilâf Konusu Olan Deliller: 2

§: 15- Bütün Delillere Ait Ortak Bilgiler: 2

ŞER'İ HÜKÜMLERİN DELİLLERİ

(İslâm Hukukunun Kaynakları)

Yüce Allah, insanları boş yere, gayesiz-hedefsiz yaratmamış ve onları başıboş bırakmamıştır. Bilâkis onlara mükellefiyetler yüklemiş, onların herbir fiiline, vücûb, hürmet, kerahet, sıhhat, fesad vb. şer'î hükümler bağlamış; bu hükümlerin kendilerinden çıkarılacağı deliller koymuştur. Ancak bu delillerden bazıları bilginlerin büyük çoğunluğuna göre hüccet sayılırken, bazıları hakkında bilginler ihtilaf etmişlerdir. [1]

§: 13- İttifak Edilen Deliller:

Bilginlerin, üzerinde ittifak ettikleri deliller dörttür:

1- Kitap,

2- Sünnet,

3- İcmâ',

4- Kıyâs,

Bu dört delilden birinin delâlet ettiği her hüküm, vâcibuM-ittibâ'dır; bu hükme uymak gerekir. Şu var ki, bu delillerin hepsi, hükümlere delâlette aynı derecede değildir. Bunlar şöyle bir sıraya tabidir: Kitap, Sünnet, icma, kıyas.Bir hükmü öğrenmek İsteyen kimse için, bu deliller içinde Kitâb ilk delil, başvurulacak ilk kaynaktır. Eğer karşılaşılan meselenin hükmünü burada bulursa, başka delile yonelmez. Burada çözümü bulamadığı takdirde, Sünnet'ten araştırır. Mesele ile ilgili bir Sünnet hükmü de bulamazsa icmâyı inceler. İcmâda yoksa kıyâsa başvurur. Kıyas ise, yukarıda zikredilen bütün delillerin sonuncusudur.Muâz b. Cebel'den rivayet edilen hadis de bu sıralamanın doğruluğunu göstermektedir:Hz. Peygamber (s.a.v) Muâz'ı Yemen'e, oranın halkına Kur'ân'i ve dinî hükümleri öğretmek ve aralarında yargı görevini ifâ etmek üzere gönderirken, kendisine sormuştu: Önüne bir uyuşmazlık getirildiğinde neye göre hüküm vereceksin?

- Allah'ın Kitabındaki ile.

- Allah'ın Kitabında yoksa?

- Allah Rasûlünün Sünneti ile.

- Allah Rasûlünün Sünnetinde de yoksa?

- Re'yimle ictihad ederim ve vazgeçmem. (Muâz, nasslarda doğrudan hüküm yok diye meselenin hükmünü araştırmaktan ve ictihad etmekten geri durmam, demek istiyordu.)Bu konuşmayı naklettikten sonra Muâz şöyle demiştir: Bunun üzerine Hz. Peygamber fs.a.v) eliyle göğsüme vurdu ve "Allah Rasûlünün elçisini, Allah Rasûlünün hoşnut olduğu (cevaba) muvaffak kılan Allah'a hamdolsun" dedi.Beğavî de Meymûn b. Mehrân'ın şöyle dediğini nakletmiştir: Hz. Ebubekir'in önüne hasımlar geldiğinde, o Allah'ın Kitabına bakar, aralarındaki uyuşmazlığa çözüm getiren bir hüküm bulduğunda onunla hükmederdi. Allah'ın Kitabında bulamazsa Râsûlûllah'ın Sünnetine bakar, eğer" orada uyuşmazlığa çözüm geriten hüküm bulabilirse onunla hükmederdi. Râsûlûllah'ın Sünnetinde de çözüm bulamazsa toplumun ileri gelenlerini ve seçkinlerini toplar onlarla istişare ederdi. Onların görüşü bir noktada birleşince, bu görüşe göre hükmederdi. Hz. Ömer de aynı şekilde davranıyordu: Şayet Kur'ân ve Sünnet'te çözüm bulamazsa, Hz. Ebubekir'in bu konuda bir hükmü var mı diye araştırırdı. O'na ait bir hüküm bulursa onunla hükmeder, bulamazsa, toplumun ileri gelenlerini toplardı. Bir noktada birleşirlerse ona göre hüküm verirdi. [2]

§: 14- İhtilâf Konusu Olan Deliller:

İhtilâf konusu olan delilleri kimi bilginler hüküm için delil saymış, kimi bilginler ise delil saymamıştır.

Bu deliller şunlardır: Mesâlih-i mürsele, istihsân, istıshâb, Örf, şer'u men kablenâ (önceki ümmetlerin dinlerindeki hükümler), sahabî kavli. [3]

§: 15- Bütün Delillere Ait Ortak Bilgiler:

İttifak ve ihtilâf konusu olan delillerin herbirini müstakil başlıklar altında ele alacağız. Ancak ifade edelim ki, esasen bütün bu delillerin fonksiyonu, Yüce Allah'ın, elçisi Hz. Muhammed vasıtasıyla kullarını mükellef tuttuğu ilâhî hükümlerin gösterilmesi ve tanıtılmasıdır. İşte biz. bu itibarla bütün delillere şamil olan bazı ortak bilgilere başta yer vermek istiyoruz:

Birincisi: Şer'î deliller, naklî deliller ve aklî deliller olmak üzere iki nevidir. Naklî delillerin yolu nakildir, bunlann meydana gelmesinde müctehidin herhagibir katkısı yoktur. Meselâ Kitab ve Sünnet'in mevcudiyetinde müctehidin hiçbir müdahalesi sözkonusu olamaz. İcmâ da böyledir, çünkü müctehidin onunla istidlalinden önce mevcut bulunmaktadır. Aynı şekilde, örf, şer'u men kablenâ ve sahabî kavlini de zikredebiliriz. Zira bütün bunlarda sonuç itibariyle sırf naklî bir duruma göre amel edilmektedir. Bunların oluşmasında müctehidin müdahalesi yoktur[4]Aklî deliller ise, oluşmasında müctehidin katkısı bulunan delillerdir. Kıyâs, mesâlih-i mürsele ve bazı istihsân şekilleri gibi.Bu taksim sadece, delillerin aslı ve mahiyeti bakımındandır. Hüküm çıkarmada bunlardan faydalanma bakımından ise, her iki nevi yek diğerine muhtaçtır. Çünkü nakille istidlal edebilmek için düşünmeye, kafa yormaya, kısaca akla ihtiyaç vardır. Akıl ile istidlal ise, din nazarında, ancak nakle dayandığında muteberdir; mücerred akıl hüküm teşriine müdahale edemez.

İkincisi: Şer'î deliller, aklı selime ters düşmez. Aklî selime aykırı ve onunla çelişkili bir hüküm taşıyan sahih bir delil bulunamaz. Çelişki ancak şu durumlarda sözkonusu olabilir:

a) Delilin sahih olmaması halinde.

b) Delilin, Şârîİn kasdettiği şekilde anlaşılmaması halinde.

c) Aklın bunama gibi bir hastalığa duçar olması veya şahsî arzulara kapılması yahut bîr takım bozuk görüşlere meyletmesi halinde. Bu çelişmezliğin sebebi ise şudur: Şârî (Yüce Allah) bu delilleri, insanlar bunları aklı selimle ölçüp tartsınlar, ikna olup kabullensinler ve gereğince uygulama yapsınlar diye göstermiş ve peygamberlerine bildirmiştir. Şayet bu deliller akla aykırı olsaydı, akıllar bunu kabullenmek İstemez ve mükellefler gereğince davranmazdı. Bu takdirde ise şer'î hükümlerin konmasında ve bunlann insanlığa tebliği için peygamberlerin gönderilmesinde bir fayda bulunmamış, bütün bunlar anlamsız kalmış olurdu. Yüce Allah ise anlamsız, boş işlerden münezzehtir.

Üçüncüsü: Şer'î deliller, "usûl" (asıllar) ve İslâm hukukunun kaynakları diye anılır. Şu kadar var ki bu delillerden bir kısmı kendi başına bir hukuk kaynağıdır. Bunlar Kitab, Sünnet ve icmâdır. İstihsân, örf ve sahabi kavli gibi deliller de sonuç itibariyle bu kaynaklara dahil edilebilir.Kendi başına hukuk kaynağı olmayan delil ise kıyâstır.ilk sayılanlar müstakil kaynaklardır, çünkü bunlarla hüküm verirken bir başkasına ihtiyaç duyulmaz.Kıyas ise kendi başına kaynak değildir. Çünkü Kitab, Sünnet veya icmâ'da yer alan bir "asıl''a muhtaçtır. Yine asıldaki hükmün hangi gerekçe ile konduğunun (illetin) bilinmesine ihtiyaç vardır. O halde, gerçekte kıyas, fer'in hükmünü kendi başına gösteren bir kaynak değil, nassın veya icmânın bu fer'i de kapsamına aldığını gösteren bir delildir. Bilginlerin "Kıyas, hükmün muzhiridir, müsbiti değildir" sözü kıyasın bu özelliğinianlatmaktadır. Bir başka deyişle kıyas, sadece, hükmü açığa çıkarır, yoksa yeni baştan hüküm koymaz. Şimdi bu özelliği bazı örneklerle açıklayalım:

a) Kur"ân-ı Kerîm'in [5]âyeti ile cuma namazının kılın­dığı vakitte alış-veriş yasaklanmıştır. Fakihlerin çoğunluğu bu nehiyden, cuma namazı ezanı sırasında ahş-verişin mekruh olduğu manasını anlamıştır. [6]Bu yasağın illeti ise, bu vakitteki alış-verişin namazdan alıkoymasıdır. İşte fakihler, diğer akidleri ve namazdan alıkoyan işleri de aynı illetin, yani namazdan alıkoyma gerekçesinin varlığı sebebiyle alım-satıma kıyas etmişlerdir. Şayet asıl zikredilmemiş ve aslın hükmüne ait gerekçe (illet) bilinmemiş olsa, fer'de kıyas yoluyla hüküm sabit olamazdı. Şu halde kıyas ile, asıl hakkında mevcut bulunan nassın fer'e de şâmil olduğu açığa çıkmaktadır ve kıyas bu şümulü ortaya çıkarmış olmaktadır. Kıyas yoluyla varılan sonuca göre, âdeta Yüce Allah "namazdan alıkoyan alım-satım, kira, rehin vb. bütün işleri terkedin" buyurmuş olmaktadır.

b) Hz. Peygamberdin [7]"Katil mirasçı olamaz" hadisi ile, murisini öldüren vârisin mirastan mahrum olacağı hükme bağlanmıştır. Bu hükmün illeti, katilin, zamanı gelmediği halde hakkına biran evvel kavuşabilmek için haram bir fiili vasıta olarak kullanmasıdır. O da bu haktan mahrum bırakılarak cezalandırılmaktadır. Bilginler "mûsî"sini öldüren "mûsâ-leh"i de buna kıyas etmişler, aynı illetin bu olayda da mevcudiyeti sebebiyle onun vasiyyetten mahrumiyetine hükmetmişlerdir. Esasen burada fer'a ait hüküm kıyasla sabit olmamaktadır. Önce asıl hakkında sabit olan hükmün ve bu hükmün konmasındaki illetin bilinmesi gerekmektedir. Ancak bundan sonra kıyas yapılabilmekte ve kıyastan sonra da hüküm asıl hakkında vârid olan nass ile sabit olmaktadır. Öyleyse kıyasın görevi bunu açığa çıkarmaktan ibarettir. Kıyas işlemiyle âdeta Hz. Peygamber'in şöyle buyurmuş olduğu anlaşılmaktadır: "Murisini öldürdüğünde vârise mirastan, nıûsîsini öldürdüğünde de mûsâ-lehe vasiyetten bir şey verilmez."

c) Bir topluluğun bir malın çalınmasına iştiraki ve herkesin çalınan maldan hırsızlık cezasını gerektiren miktarda payını alması halinde, topluluktakilerden herbirinin elinin kesileceğinde Sahabe icmâ etmiştir. Bazıları da buna kıyas ederek, bir kişininÖldürülmesine iştirak eden topluluğun tamamının öldürülmesi gereğine hükmetmiştir. Çünkü, nasıl hırsızlığa iştirak edenlerden herbirine "hırsız" denmekte ise, adam öldürme olayına iştirak edenlere de "katil" adı verilmektedir. Yine hırsızlığa iştirak durumunda, suça iştirak edenlerden herbirinin tam ceza almalarına bir mani bulunmadığı gibi, adam öldürmeye iştirak durumunda da, suça iştirak edenlerden herbirinin tam ceza almalarına bir mani bulunmamaktadır. Böylece kıyas işlemiyle, icmânın iştirak halinde hırsızlık suçu hakkında belirlediği hüküm sırf bu olaya münhasır'kalmamakta, iştirak halinde adam öldürme olayını da kapsamına almaktadır.

Denebilir ki: Kıyası müstakil bir hukuk kaynağı olmaktan alıkoyan gerekçe icmâ "hakkında da geçerlidir. Zira -usul bilginleri arasında tercih edilen görüşe göre-, icma edenlerin icmalarını dayandıracaktan Kitab'tan, Sünnet'ten veya kıyastan bir senede ihtiyaç vardır [8] halde niçin icmâ da kıyas gibi bağımlı bir kaynak sayılmıyor?Bunun cevabı şudur: İcmânın iki safhası vardır. Biri icmânın oluşması ve ortaya çıkması safhasıdır. Diğeri hükme varırken kendisine delil olarak dayanma safhasıdır. İcmâ, sadece oluşma safhasında "sened"e muhtaçtır. Kendisiyle istidlal edilmesi safhasında ise buna ihtiyaç yoktur. İstidlal eden kimse, "Bu hükmün delili şu icmâdır" dese ve bu icmâ da sabit ise, icmânın senedini zikretmemiş bile olsa hükmün isbatı için bu kadarcığı yeterlidir. Kıyasda ise durum böyle değildir. Zira gerek kıyasın oluşturulması safhasında gerekse onunla istidlal safhasında, hükmün konuş gerekçesi olan "illet"in bilinmesine ihtiyaç vardır. İstidlal eden kimsenin "Bu hükmün delili şu kıyastır" demesi yetmez. Hükmün isbatı için, hükmü Kitab, Sünnet veya icmâ ile sabit olan ve kendisine kıyas etmek istediği "asl"ı zikretmesi ve hükmün konuş gerekçesini (illetini) açıklaması gerekir. İşte, kendisi ile istidlal safhasında, kıyasın bir başka şeye muhtaç olmasına karşılık icmâda buna ihtiyaç bulunmadığı için, icmâ bağımsız, kıyas ise bağımlı birer kaynak sayılmıştır. [9]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[2] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[3] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[4] Yazarın, "naklî delil" ile, yapısı itibariyle vahye dayanan delili değil, -kendisinin ifade ettiği üzere-oluşumunda müctehidin katkısı bulunmayan" delili kasdettiğine dikkat edilmelidir, (mütercim)

[5] el-Cumu'a 62/9. "Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve ahş-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır."

[6] Kaynaklar, bilginlerin bu âyetten, cuma günü zeval vaktinden sonra hatibin minberde bulunduğu esnada alış-verişin yasak olduğu anlamını çıkarmada fîkirbirliği ettiklerini göstermektedir. Fıkhı hüküm olarak, Hanefiier bu davranışın "tahrîmen mekruh", cumhur (çoğunluk) "haram" olduğu Sonucuna varmışlardır. Akdin geçerli olup olmadığı hususu ise, daha çok meselenin haram-li-aynihî ve haram-li-ğayrihî kavramları açısından değerlendirilmesi ile ilgilidir. Bu konuda Hanefî ve Şâfıî mezheplerinde akdin geçerli, Maliki ve Hanbelî mezheplerinde ise geçersiz olduğu fikri hakimdir, bkz. İbn. Rüşd (el-Hafîd), Bidâyetü'l-müctehid, Kahire, 1952, H/167-168; Vehbe Zühaylî. el-Fıkh cl-islâmî ve edilletüh, Şam, 1985, 11/263-264. 307, IV/240. (mütercim)

[7] Ebu Davud, Diyât, 18: Darimî, Ferâiz, 41: Ahmed b. Hanbel. I. 49.

[8] Kitâb'a müstenit icmâya, fakihlerin, "Analarınız (ile evlenmek) size haram kılındı" âyeti ile sabit olan nine ile evlenme yasağı hakkındaki icmâsı örnek gösterilebilir. Zira âyetteki fi (ana)dan maksat '"asıl" (kök)dır. Nine de ana gibi asıldır. Sünnet'e müstenit icmâya örnek: Muğire b. ' Şu'be'nin rivayet ettiği "Hz. Peygamber'in nineye altıdabir pay verdiği"ni bildiren hadise dayanarak Sahabenin, ninenin miras payının altıdabir olduğuna dair icmâsı. Kıyâsa mütenit icmâya örnek olarak, Hz. Peygamber'in Hz: Ebûbekir'i namaz imamlığında başkalarına tercih etmesine kıyasla. Sahabenin onu halifelikte de başkalarına takdim hususunda icmâ etmesi zikredilebilir. Nitekim onlar şöyle demişlerdi: Allah'ın Rasülü onu din işimizde tasvip etmişken biz dünya İşimizde tasvip etmez miyiz? Aynı şekilde, Sahabenin ninenin miras payının ;ıaltıdaıbir (ildugunii dair icmâsı. Kıyâsa müstenit icmâya örnek olarak, icmâya örnek gösterilebilir.

[9] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:


deza12
Aday Memur
06 Ekim 2010 11:57

I- KİTÂB.. 1

§: 16- "Kitâb"ın Tarifi: 1

§: 17- Kitâb'm Özellikleri: 1

§: 18- Mütevâtir Olmayan Kıraatin Kaynak Olarak Kabul Edilip Edilemeyeceği Hususunda İmamların İhtilâfı: 4

§: 19- Mütevâtir Olmayan Kıraatin Kaynak Sayılıp Sayılamayacağı Konusundaki İhtilâfın Pratik Sonucu: 4

§: 20- Kur'ân'ın Nüzulü, Tedvini ve Cem'i: 5

§: 21- Kur'ân'ın Kısım Kısım İndirilmesinin Hikmeti: 5

§: 22- Kur'ân Nasıl Cem'edildi?. 5

§: 23- Mushaf-i Osmânî: 7

§: 24- Mushaf-ı Osmânî'nin Yazılışında İzlenen Yol: 9

§: 25- Mushaf'ın Noktalanması ve Harekeleiımesi: 10

§: 26- Kitâb'ın Kaynak Değeri ve Kaynaklar Arasındaki Yeri: 11

§: 27- Kitâb'ın Hükümlere Delâleti: 11

§: 28- Kitâb'ın Hükümleri Açıklayışı: 12

§: 29- Kitabın Hükümleri Açıklayış Üslûbu: 14

I- KİTÂB

§: 16- "Kitâb"ın Tarifi:

Esasen Kitâb (Kur'ân-ı Kerîm) tarife muhtaç değildir. Zira Kur'ân denince ne kasdedildiğini herkes bilir. Ancak, usûlcüler, namazda neyin okunmasının caiz olduğu ve neyin okunmasının caiz olmadığı, hüküm istinbatmda neyin kaynak sayılıp neyin kaynak sayılamayacağı ve neyi inkâr edenin kâfir olacağı, neyi inkâr edenin kâfir olmayacağı iyice belli olsun diye "Kitâb"ın tarifine özen göstermişlerdir.Usûlcüler, Kitâb için bir çok tarif yapmışlardır. Biz bunların topunu gözönüne alarak şöyle bir tarifi tercih edeceğiz:"Kitâb ya da Kur'ân. Yüce Allah'ın Hz. Muhammed'e (s.a.v) arapça olarak indirilmiş, bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, mushaflârda yazılı, Fatiha Sûresi ile başîayıp Nâs Sûresi ile sona ermiş kelâmıdır".[1]

§: 17- Kitâb'm Özellikleri:

Yukarıda verilen tarif ile Yüce Kitab'ın, onu önceki semavî kitaplardan ve Hz. Peygamber'in hadislerinden ayırdeden özellikleri açıklığa kavuşmuş olmaktadır. Şayetbu Özelliklerden biri bulunmasa artık Kitab'tan ve Kur'ân'dan sözedilemez. Bu Özellikler şunlardır:

a) Kitâb, Arap dilinde indirilmiştir. Bu özelliği ile Kur'ân, Yüce Allah'ın Tevrat ve İncil gibi önceki kitaplarından ayrılmaktadır. Çünkü onlar Arap dilinde indirilmemiş, sonradan arapçaya ve başka dillere tercüme edilmiştir. Buna göre, Kur'ân'ın arapçadan başka bir dile tercümesi Kur'ân sayılamaz. İster harfi tercüme, ister harfi olmayan tercüme olsun, [2]Kur'ân tercümesine dayanılarak hüküm istinbat edilemez. Çünkü âyetteki maksadın ne olduğunu anlamada zaten hata ihtimali mevcuttur; bir de bu âyetleri başka bir dil ile ifade ederken daima var olacak hata ihtimalini gözönüne alırsak, tercümeden hüküm çıkarmanın doğru olmayacağı açıkça ortaya çıkar. Aynı şekilde, arapça okuyabilen bir kimsenin namazda tercüme ile yetinmesi halinde namaz sahih olmaz. Zira namazda istenen, kişinin Kur'ân'dan kolayına gelen bir yeri okumasıdır. Arapçadan başka bir dilde okunan şey ise Kur'ân değildir. Arapça okuyamayan kimseye gelince bunun başka bir dilden okuması Hanefılere göre caizdir ve o takdirde namazı sahih olur. Diğer fakihler ise, ister arapça okuyabilsin ister okuyamasın namazda Kur'ân'ın arapçadan başka bir dilde okunmasını caiz görmezler; onlara göre bir kimse namaz kılarken Fatiha'yi başka bir dilde okusa namazı geçersiz olur. Çoğunluğu teşkil eden bu fakihlere göre, her mükellefin Fatiha'yı öğrenmesi ve yapabildiği kadarıyla Fatiha'yı arapça okuyabilmek için olanca gücünü sarfetmesi gerekir. Bunlardan Mâlikilere göre, eğer bunu da yapamıyorsa arapça okuyabilene uyar. Kendisine imam olacak böyle birini bulduğu halde ona uymazsa namazı geçersiz olur; fakat kendisine uyacağı bir imam bulamazsa Fatiha okuma vecibesi kendisinden düşer ve iftitah tekbiri ile rükû tekbiri arasında Allah'ı zikir ve teşbih etmesi mendup olur[3]

b) Kur'ân'ın gerek manası gerekse arapça olan lâfızları Allah katından indirilmiştir. Hz. Peygamber'in bu konudaki vazifesi bunları Yüce Allah'tan alıp insanlara tebliğ etmek ve açıklanması gereken yönlerini açıklamaktır. Bu özelliği ile Kur'ân, Hz. Peygamberden sadır olan gerek kudsî gerekse nebevi hadislerden ayrılır. Çünkü hadislerin manaları, Yüce Allah'ın Rasûlüne ilhamıdır, fakat bu manaları ifade eden lâfızlar Hz. Peygamber'e aittir. Hiç şüphesiz Rasûlûllah diğer hadislerini de kendi hevesine göre söylememiştir ve onlar da esasen vahiye dayanır. Ancak, bazen hadisin manası ve muhtevası güçlensin diye Allah tarafından hadisi kendi yüce adına izafe etmesi Peygambere emredilir. Bu takdirde Zât-ı Kudsîsine izafeti sebebiyle bu hadis "kudsî hadis" adını alır. Meselâ şu hadis böyledir: ' 'Allah buyuruyor ki: Ben Rahman '/m. Rahim (yani akrabalık bağı) var ya, işte onu kendi İsmimden bir isim olarak türettim. Onu bağlı tutam, ben de (kendime) bağlı tutarım. Onu koparanı ben de (kendimden) koparırım."[4] Şu da bir kudsî hadis örneğidir: "Cenâb-ı Allah buyuruyor ki: Ben kuluma baktığımda, onda beni anma özelliğinin hakim olduğunu görürsem artık onun görülüp gözetilmesini ve işlerinin yürütülmesini ben üstelenirim; onun yoldaşı, arkadaşı ve sırdaşı olurum. [5] Bazen ise Hz. Peygamber'e, sözün Allah Teâlâ'ya İzafesi emredilme/ ve bu durumda hadis Hz. Peygamber'e izafe edilir ve Rasûlûllah'a nisbetinden dolayı "nebevî hadis" adı ile anılır. Meselâ Tirmîzî'nin "Sahih"inde yer alan şu hadis böyledir: İbn Abbas ve Enes tarafından rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İki çeşit göz vardır ki bunlara cehennem ateşi dokunmaz: Allah korkusundan ötürü ağlayan göz ve Allah yolunda bekçilik yaparak geceyi geçiren göz. [6] İşte bu özelliğinden dolayı Kur'ân'ın sadece manasıyla okunması ve aynı manada da olsa lâfzının bir başka lâfızla değiştirilerek okunması caiz olmaz. Sûyûtî "el-İtkân" isimli eserinde şöyle der: Kur'ân'ın sırf manasıyla okunması caiz değildir. Çünkü Cebrail Aleyhisselâm onu Hz. Peygamber'e lafzıyla teslim etmeştir ve onu mana ile vahyetmesine müsaade olunmamıştır."

c) Kur'ân tevatür yoluyla nakledilmiştir. Tevatür, normalde yalan üzerinde birleşmesi aklen mümkün olmayan bir topluluğun aynı Özellikteki bir topluluktan yaptığı rivayettir. Kur'ân, Cebrail Aleyhisselâm vasıtasıyla Hz. Peygamber'e indirildiği andan itibaren günümüze kadar geçen bütün devirlerde hem yazılı hem sözlü olarak tevâtüren sabit olmuştur. Şöyle ki: Kur'ân'ı Hz. Peygamber'den bir vahiy kâtipleri gurubu yazmış ve bu yazılanı Sahabeden yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk ezberlemiş, böylece her devirde aynı Özellikteki topluluklar birbirlerinden naklede ede, hiçbir tahrif ve değişikliğe uğratılmadan, hiçbir ilâve ve eksiltme yapılmadan mushaflarda yazılı ve hafızalarda kayıtlı olarak bize kadar ulaşmıştır.Tevatür yoluyla nakil, nakledilenin doğruluğu konusunda kesin bilgi sağlar. Bu sebeple Kur'ân nasslarının sübûtu kesindir, bu konuda müslümanlar arasında hiçbir ihtilâf yoktur.Buna göre, tevatür yoluyla nakledilmemiş olan bir metin Kur'ân olarak isimlendİrilemez. Namazda böyle bir metin okunursa, namaz sahih olmaz ve bunun kur'ân olduğunu inkâr da küfrü gerektirmez. Meselâ Abdullah b. Mes'ud'un yemin keffaretİ ile ilsili "(Bunları yapma imkânım) bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir' [7] âyetine (peşpeşe) ilâvesini taşıyan kıraati böyledir. Yine Abdullah b. Mes'ud'un annelerin nafakası ile ilgili İ "Mirasçı da (yukarıda) belirtildiği şekilde (nafaka ile) mükelletir ?[8] âyetindeki "mirasçı" hak­kında (evlenilmesi yasak yakın akrabadan olan) şeklinde bir ilâve taşıyan kıraati de Kur'ân'dan sayılmaz[9]

§: 18- Mütevâtir Olmayan Kıraatin Kaynak Olarak Kabul Edilip Edilemeyeceği Hususunda İmamların İhtilâfı:

Mütevâtir olmayan kıraatin Kur'ân'dan s§: 18- Mütevâtir Olmayan Kıraatin Kaynak Olarak Kabul Edilip Edilemeyeceği Hususunda İmamların İhtilâfı ayılmayacağı, ihtilafsız bütün bilginlerce kabul edilmektedir. Bu konuda ihtilâf edilen nokta ise şudur: Mütevâtir olmayan kıraat kaynak sayılır mı sayılmaz mı? Hüküm istinbatında buna dayanılabilir mi, dayanılamaz mı?Hanefilere göre mütevâtir olmayan kıraat kaynak olarak kullanılabilir; Mâlikîlere, Hanbelîlere ve bir kısım Şâfiilere göre kullanılamaz.Hanefilerin bu konuya bakışları şöyledir: Tevâtüren nakledilmemiş olan kıraati sahabî yazmış ve ona mushafmda yer vermiştir. Bu durumda İki ihtimal vardır: Sahabî, ya bunu Hz. peygamber'den işitmiştir veya kendi görüşü ve içtihadı olarak ifade etmiştir. Fakat ilk ihtimal daha kuvvetlidir. Çünkü âdîl ve sika (güvenilirliği bütün müslümanlarca kabul edilmiş) olan sahabî bu kıraate mushafında yer vermeye Özen gösterdiğine göre, besbellidir ki o bunu Rasûlûllah'tan işitmiştir ve bu Allah'ın Kitabını beyan ve tefsir etmek Üzere Hz. Peygamber tarafından yapılmış bir açıklamadır. Şu halde bu, Allah'ın Kitabını beyan ve tefsir yoluyla vârid olmuş bir Sünnet'tir. Sünnetin kaynak olarak kullanılacağı ve hüküm istinbatında ona dayanılması hususu ise izaha muhtaç değildir.Karşı görüşün meseleye bakışı ise şöyle: Tevâtüren nakledilmeyen kıraatin Kur'ân'dan sayılmayacağı ihtilafsız kabul edilmiştir. Bu kıraat Sünnet de sayılamaz. Zira râvi bunu "Sünnet" olarak nakletmem iştir. Şu halde, ne Kur'ân ne Sünnet niteliği taşıyan bu kıraat, hüküm istinbatında kaynak olarak kullanılamaz.Fakat bu görüşe şöyle karşılık verilebilir: Bir menkûlün Sünnet sayılması için, râvinin, bu naklettiğinin VSünnet" olduğunu açıkça belirtmiş olması şartı aranmaz. Bilâkis, bu konuda önemli olan, nakledilenin Hz. Peygamber'den sâdır olmuş bulunmasıdır. Hz. Peygamber'den sadır olma niteliği ise, mütevâtir olmayan nakillerde de mevzubahistir. Bu durumda Ha'nefîİerin görüşünün üstün olduğu ortaya çıkmaktadır. [10]

§: 19- Mütevâtir Olmayan Kıraatin Kaynak Sayılıp Sayılamayacağı Konusundaki İhtilâfın Pratik Sonucu:

Bu konudaki ihtilâfın sonucu olarak Hanefiler, zikri geçen İbn Mes'ud kırâatindeki kelimesine binaen yemin keffaretinde gerekli olan "tetâbu" (peşpeşe tutma) şartını koşmuşlardır.Mâlikîler ve aynı görüşü paylaşanlar İse bu kıraati hüküm istinbatında dikkate almadıkları için, peşpeşe tutma şartını ileri sürmemişlerdir.Şu halde, kendisine yemin keffareti gereken kimse, üç günü ayrı ayrı tutsa, bu Mâfikîler ve aynı görüş sahiplerine göre sahih ve yeterli olacak, Hanefîlere ve onlarakatılanlara göse ise yeterli olmayacaktır. [11]

§: 20- Kur'ân'ın Nüzulü, Tedvini ve Cem'i:

Burada, Kur'ân'ın nasıl nazil olduğu ve bize ulaşmadan önce nasıl tedvin ve cem'edildiği hakkında birkaç söz söylememiz uygun olur.İlâhi hikmet, Kur'ân-ı Kerîmdin önceki kitaplar gibi topluca indirilmeyip, yirmiüç yıllık peygamberlik süresi içinde olaylara göre ve yeri geldikçe kısım kısım indirilmesini gerekli kılmıştır. [12]

§: 21- Kur'ân'ın Kısım Kısım İndirilmesinin Hikmeti:

Kur'ân-ı Kerîm'in vak'alara, olaylara göre parça parça indİrilmesindeki hikmet, onu müslümanlann gönüllerine iyice yerleştirmek, ezberlemelerini kolaylaştırmak ve daha önceleri yazı yazmayı çok az bilen Araplar tarafından yazılabilmesinde kolaylık sağlamaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: '-'İnkâr edenler: Kur'ân, ona topluca indirilmeli değil miydi, dediler. Biz onu senin gönlüne iyice yerleştirmek için böyle (parça parça indirdik) ve onu tane tane okuduk. [13]

§: 22- Kur'ân Nasıl Cem'edildi?

Cebrail Aleyhisselâm bir âyet veya sûre getirip onu Rasûlüllah'a tebliğe başladığında, Hz Peygamber bir taraftan vahyedileni ezberleyebüme aşkı, diğer taraftan bir kısmını kaçırma endişesiyle Cebrail ile birlikte hızlı hızlı okumaya koyulurdu. Allah Teâlâ şu âyetle ona böyle acele etmeyi yasakladı ve Kur'ân'ı nasıl alacağını öğretti: "Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan Kur'ân'ı (okumakta) acele etme: "Rabbim ilmimi artır" de. [14]Şu âyetle de Allah, kendisine indirilen Kur'ân'ın hep ilâhî koruma altında bulunacağını ve kendisi tarafından anlaşılmasının sağlanacağını va'detmiş oluyordu: "(Rasülüm!) Onu çarçabuk almak için (vahiy henüz tamamlanmadan) dilini kımıldatma. Onu (senin kalbinde) toplamak ve okutmak bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra bilmelisin ki onu açıklamak da bize aittir. [15]Artık Hz. Peygamber kendisine Cebrail geldiğinde onu dinliyor, vahiy bittiğinde onu kendi öğrettiği şekliyle Cebrâile okuyor, sonra yanında bulunan mü'minlere tebliğ ediyor ve onlardan bunu ezberlemelerini istiyordu. Onlar da hemen ezberleyip onu titizlikle koruyorlardı. BHâhere, Hz. Peygamber'den dinlediklerine uygunluğunu kontrol etmek üzere ezberlediklerini onun huzurunda okuyorlardı. Hz. Peygamber, bununla yetinmiyor, Allah'ın Kitabının kayda geçmesi ve muhafazası konusunda fevkalâde ihtimam ve ihtiyat göstererek, vahyin nüzulü vaktinde birkaç vahiy kâtibi çağırıyor ve gelen vahyi yazmalarını istiyordu. Cebrail Aleyhisselâm, Kur'ân'ın, sırasına göre ezberlenmesi için, indirilen sûrenin yerini Hz. Peygamber'e açıklıyordu. Hz. Peygamber de kâtipleri uyarıyor, indirilen âyetlerin hangi sûrede yer alacağını onlara gösteriyordu.Vahiy kâtipleri Sahabenin ileri gelenleriydi. Hz. Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes'ud ve Übey b. Kâ'b bunlardandır. Bu kâtipler kendilerine dikte edilen ibareyi o zamanlar yazıda kullanılan malzemelerin üzerine yazıyorlardı. Bunlar özel olarak işlenip yaprak şekline getirilen hurma dallan, kürek ve eğe kemikleri, düz ve ince taşlar ve diğer deri veya kâğıt parçaları idi. Sonra bu yazılanlar Hz. Peygamber'in evine konuyor ve emin bir yerde muhafaza ediliyordu.Ramazan ayında Cebrail her gece Hz. Peygamber'e gelir, o da kendisine o zamana kadar indirilmiş olan Kur'ân âyetlerini arzederdi. "Arz" metodu, önce Cebrail'in okuması, sonra Cebrail'in okuduğunu Hz. Peygamber'in okuması şeklinde cereyan ediyordu. Rasûlûllah'ın hayatının son senesinde Kur'ân tamamlandıktan sonra iki defa Cebrail'e arzedildi. Ve Hz. Peygamber Kur'ân'ın son şeklini aldığı bu "arz"a göre onu bir de mü minlere okudu. Sahabeden birçokları bu son arzın tertibine göre Kur'ân'i ezberledi. Zeyd b. Sabit, Übey b. Kâ'b, Muâz b. Cebel, Osman b. Affân, Ali b. Ebî Tâlib ve Abdullah b. Mes'ud bunlar arasında bulunuyordu. İşte henüz Hz. Peygamber hayatî iken, Kur'ân-ı Kerîm'in tamamı bu şekilde, sûreleri ve âyetleri Rasûlûllah'ın gösterdiği tertibe göre hafızalarda kayıtlı, gönüllerde mahfuz ve yukarıda sözünü ettiğimiz hurma dalı, kemik, taş ve benzeri malzemeler üzerinde yazılı idi. Hz. Peygamber ancak bu noktaya gelindikten sonra Rabb'ine kavuştu. Şu var ki Kur'ân âyetleri Hz. Peygamber'in vefatı sırasında tek bir mushaf içinde toplanmış değildi. Cem' (toplama) işi Hz. Ebubekir'in halifeliği zamanında gerçekleşti. Şöyle ki: Hz. Ömer müslümanlarla Müseylemetü'l-Kezzâb'm dinden dönmüş adamları arasında cereyan eden ve bazılarının tahminine göre beşyüz kadar Kür'ân hafız ve kâri'inin şehâdetine yolaçan Yemame Savaşından [16]sonra (H. 12 yılında) Hz. Ebubekir'in yanına çıktı ve ona şöyle dedi:

- Rasûlûllah'ın ashabı ateşe doğru uçuşan kelebekler gibi savaşta ardarda yok olup gitmekteler. Korkarım ki, onlar nereye varsalar hep böyle olacak. Sonunda Kur'ân hâmili olan bu insanlar öldürülecekler ve böylece Kur'ân zayi olup unutulacak. Kur'ân'ı toplasan herhalde müslümanlarm hayrına ve menfaatine olur.

Hz. Ebubekir ilk önce tereddüt etti ve şöyle dedi:

- Rasûlûllah'ın yapmadığı bir işi ben nasıl yapabilirim?Bu konuda bir süre tartıştılar. Nihayet Allah bu iş için Hz. Ebubekirin gönlüne bir ferahlık verdi. Hz. Ebubekir Zeyd b. Sâbit'i çağırttı ve ona dedi ki:

- Sen hiç birimizin itham edemeyeceği akıllı bir gençsin. Hz. Peygamber'in vahiy kâtibi idin ve Kur'ân'm son "arz"ında hazır bulundun. Kur'ân'la ilgili tetkikatmı yap ve onu cem' et.

Daha sonra Hz. Ebubekir, hafızasının güçlü olduğu herkesçe bilinen hafızlan topladı. Aralarında Ali b. Ebî Tâlib, Übey b. Kâ'b ve Osman b. Affân da bulunuyordu. Bunlar peşpeşe toplantılar yapmaya ve Hz. Peygamber'in dikte ettiğine göre yazdıklarını getirmeye başladılar. Sonra Kur'ân'ı okumaya ve okudukları ile önlerinde yazılı olarak bulduklarını karşılaştırmaya çalıştılar. Nihayet Hz. Peygamber'den aldıkları şekil ve tertibe göre Kur'ân'ı yazdılar. Bu, Yüce Allah'ın mü'minlere nasip ettiği ve hiçbir başarı ile denk tutulamayacak ölçüde büyük bir sonuç idi. Çünkü bununla Kur'ân korunmuş ve Kur'ân'm asılları tek bir yerde birleştirilmiş oluyordu. Hz. Ebubekir devrinde yazılan bu sahifeler Hz. Peygamber'in önünde yazılan sahifelerden alınmış olmakla-hâfızlardan hafızlara intikalden sözlü mütevâtir sened nasıl muttasıl İse- yazılı senedin ittisali (kesintisizliği) de sağlanmış oluyordu. Böylece Kur'ân hem ezber hem yazı yoluyla mütevâtir olmuş bulunuyordu.Cem' (toplama) işi tamamlandıktan sonra bu sahifeler Hz. Ebubekir'in, onun vefatından sonra Hz. Ömer'in ve daha sonra da Hz. Ömer'in vasiyeti üzerine kızı ÜmmüM-mü'minin Hz. Hafsa'nin yanında kaldı. Hicri 45 yılında Hz. Hafsa vefat edince bunları Abdullah b. Ömer aldı. Bir süre onun yanında kaldı ve nihayet Muaviye b. Ebî Süfyân'dan önce Medine valisi olan Mervân b. el-Hakem bunları aldı ve imha etti. Mervân, görüşünü müdafaa için şöyle demiştir: "Bunu ancak şu sebeple yaptım: Bu sahifelerdekiler artık "İmâm Mushaf'a yazılmış ve kaydedilmiştir. Eğer daha bir süre geçerse, bazıları bu sahifelerle iigili itham ve şüpheler ileri sürebilir diye endişe ettim." [17]

§: 23- Mushaf-i Osmânî:

Hz. Osman zamanında, mushaflar yazıp bunları o sırada mevcut İslâm şehirlerine gönderme ve müslümanları tek bir mushafta birleştirmek için bu yazılacak mushaflardan başka sahifelerin yakılmasını emretme gereği ortaya çıkmıştı. Böylece Kur'ân'da herhangi bir değiştirme, eksiltme veya İlâve yapılmasına ve Kur'ân'm tertibinin bozulmasına da engel olunmuş olacaktı. Bu zaruret Ermenistan ve Azerbeycan fetihleri sırasında iyice belirmişti.

Şöyle kî: Iraklılar ile Şam'lılar Ermenistan ve Azerbeycân'ın fethi için biraraya gelmişlerdi. Şamlılar Übey b. Kâ'b'm kıraatine göre, Iraklılar ise Abdullah b. Mes'ud ve Ebû Musa'l Eş'arî'nin kıraatine göre okuyorlardı. Yani heriki taraf, diğer tarafın işitmediği bir kıraate göre okuyordu ve okuyuşlar arasında harflerin mahreç ve sıfatlan ve kıraat vecihleri bakımından farklılıklar vardı. Bu durum, aralarında çekişmeye yol açtı. İhtilâf ve çekişme şiddetlendi.Taraflarbirbirini hatalı gösteriyordu. Huzeyfe b. el-Yemân bu durumu görünce endişelendi.Medine'ye vardığında, daha evine ayak basmadan doğruca Hz. Osman'a gitti ve ona şöyle dedi:

- Yahudi ve hınstiyanların ihtilâfları gibi bir ihtilafa düşmeden ümmetin imdadına yetiş!

- Hangi konuda?

- Allah'ın Kitabı konusunda. Sonra durumu ona anlattı.Bunun üzerine Hz. Osman Sahabeyi topladı ve konuyu onlarla müzakere etti. Sonunda onun görüşünü sordular:

- Sen ne düşünüyorsun? Şu cevabı verdi:

- İnsanları tek bir mushafta toplamayı ve onun dışında kalanların yakılmasını!oanabe Hz. Osman'ın görüşüne iştirak etti. Hz. Osman hemen Hz. Hafsa'ya "Mushafibize yolla, onu istinsah edip sonra sana iade edeceğiz" dîye haber gönderdi. Hz. Hafsa da yanındaki mushafı Hz. Osman'a ulaştırdı.Hz. Osman, Kur'ân'ın, istinsah (mushaflar hafinde yazılıp çoğaltma) işini en sağlam hafızlardan ve Sahabenin ileri gelenlerinden dört kişiye verdi. Bu dört-kışi şunlar idi: Hz. Ebubekir zamanında Kur'ân'ın toplanması işinde de görev almış olan Zeyd b. Sâbİt ve Kureyş'li üç sahabi Abdullah b. ez-Zübeyr, Saîd b. el-Âs, Abdurrahman b. el-Hâris b. Hişâm. Hz. Osman bu üç Kureyşli komisyon üyesine şöyle dedi:Siz Kur'ân'la ilgili bir hususta Zeyd b. Sabit ile ihtilâfa düşerseniz, onu Kureyş diline göre yazınız. Zira Kur'ân Kureyşlilerin diline göre inmiştir.Komisyon üyeleri "tâbut" kelimesinin yazılışı dışında hiç İhtilâf etmediler. Zeyd kapalı "tâ" ile diğerleri ise açık "tâ" ile yazılması gerektiği kanaatindeydi. Durumu Hz. Osman'a arzettiklerinde o, açık "tâ" ile yazmalarını emretti. Yazma işi bitince Hz. Osman sahifeleri Hz. Hafsa'ya iade etti. Birkaç nüsha mushaf yazılmasını emretti ve bunlardan her şehire birer tane gönderdi. Mekke'ye, Kûfe'ye, Basra'ya ve Dımaşk'a birer mushaf yolladı, bir mushaf Medine'de bıraktı, diğer mushaflarm yakılmasını emretti ve herkesin istinsah edilen bu mushaflara göre okumasını istedi. Hz. Osman'ın yakılmasını emrettiği bu mushaflar, ashabdan bazılarının kendileri için yazdıkları ferdî mushaflar idi. Bunlarda, sûrelerin tertibine ve peşpeşe yazılmasına dikkat edilmemişti. Çünkübunlardan kimi Hz. Peygamber'e inen bir sûre veya birkaç âyeti yazıyor, sonra meselâ bir seriyyede görevli olarak Medine dışına çıkıyordu. Onun bulunmadığı sırada bir sûre iniyor, dönünce ise döndükten sonra nazil olanları ezberlemeye ve yazmaya çalışıyor, daha sonra kendi yokluğunda iken kaçırdıklarını zaptediyor, böylece bunları kolayına geldiği şekilde toplayıp sıraya koymuş oluyor,dolayısıyla yazdıklarında takdim ve te'hirler bulunuyordu. Kimi de nesih haberi kendisine ulaşmadığından tilâveti mensuh âyetleri yazıyordu. Bazıları ise haber-i vâhid ile sabit nakilleri kaydediyordu. Diğer bazıları, mushafında, Hz. Peygamber'den duyduğu bir mana açıklaması veya nâsih ve mensuh hakkındaki beyân vb.'den İbaret olan tefsir ve te'villere âyetlerle birlikte yer veriyordu. Bu mushaflardan bir kısmı bütün Kur'ân'ı ihtiva etmediği gibi, bazısında bulunan diğer bazısında bulunmayabiliyordu. Bu yüzden, yukarıda işaret edildiği üzere muhtelif şehirlerin ahalileri arasında kıraat ihtilâfları ortaya çıktı. Übey b. Kâ'b, Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Musâ'l-Eş'arî ve el-Mikdâd b. el-Esved'in mushaflan. bu ferdî mushaflannm en meşhurları arasında bulunuyordu.Artık bu tarihten itibaren insanlar Kur'ân'ı Hz. Osman zamanında yazılan bu mushaflara göre okumaya ve mushaflannı da bunlara göre yazmaya başladılar ve öylece devam edegeldİler. Hz. Osman'ın emri üzerine yazılan mushaf, "el-İmâm" ve "el-Mushaf el-Osmânî" diye meşhur oldu.Hz. Ebubekir zamında yapılan cem' çalışması ile Hz. Osman zamanında yapılan istinsah çalışması arasındaki fark şu idi: Birincisi, hafızların gitgide azalmas sebebiyle ortaya çıkan Kur'ân'dan bazı kısımların vok olması endişesi üzerine yapılmıştı. Çünkübir tertip ile sahifeler halinde toplanmış oldu. İkincisi ise, Alt h'ın Kitabı'nm, son "arz"da Rasûlûllah'tan işitilen şekli dışında okunması endişesine h'naen yapıldı. Çünkü kıraatvecihlerinde farklılıklar çoğalmıştı ki, imkân bulunabildiği "lcüde her çevre kendi diline (lehçesine) göre okuyordu. Bu da birbirlerini hata ile itham etmelerine yol açıyordu. İşte Hz. Osman tehlikenin büyüyüp çığrmdan çıkmasından endişe etti ve Hz. Ebubekir devrinde biraraya getirilmiş bulunan sahifelerin tek mushaf halinde istinsahını emretti. Bu nüsha esas alınarak bir kaç mushaf daha yazılıp İslâm şehirlerine dağıtıldı. [18]

§: 24- Mushaf-ı Osmânî'nin Yazılışında İzlenen Yol:

Hz. Osman'ın emri ile yazılan mushaf, harekesiz ve noktasız idi. Sûre isimleri ve fasıl işaretleri taşımıyordu. Şerhler ve tefsirlerden mücerret idi. Hz. Peygamber'İn huzurunda, daha Önce sözünü ettiğimiz deri parçası gibi malzemeler üzerine yazılmış olan şekle ve Hz. Ebubekir zamanında yazılmış bulunan sahifelere uygun idi. Bu şekliyle Kur'ân'ın, Hz. Peygamber'den işitilen ve sahih haberle sabit vecihlere göre zorlukla karşilaşmaksızın okunması mümkün bulunuyordu. Ki bunlar, bugün kâri'lerden dinlemekte olduğumuz kıraatlerin aynısıdır.Mushaf-ı Osmanî nüshalarının yazılışında izlenen yol şu idi:Kıraat vecihleri değişiklik arzetmeyen lâfzı tek şekilde yazıyorlardı. Kıraat vecihlerinin değişiklik göstermesi halinde ise, eğer bu lâfzın bütün vecihlere ihtimal verebileceği tek şekilde yazılması mümkün değilse, bir mushafta bazı vecihlere uygun düşecek bir tarzda, başka bir mushafta da başka vecihlere uygun düşecek bir tarzda yazıyorlardı. Meselâ [19] ayetindeki fiilin okunuşu ve şeklinde iki ayrı kıraattir. Yine[20] âyetinde kıraatinin yanisira, Mekkî mushafta ilâvesiyle kıraati de tesbit edilmiştir. Kıraatleri değişiklik göstermekle birlikte, harekesiz ve noktasız yazılması halinde bu değişiklik ihtimalini tek şekille göstermek mümkün olduğu durumlarda, bunu tek şekilde yazıyorlardı. Meselâ, [21]âyetindeki sonkelime noktasız olduğunda hem hem okunabilmektedir. Bu kıraatlerin her ikisi sahih kıraattir, Rasûlûllahtan işitilmiştir. Yine [22]ayetındeki son kelime noktasız yazıldığında şeklinde okunabildiği gibi diye okunabilir. Birincisi "dirilteceğiz" manasına ikincisi de "topraktaki yerlerinden kaldıracağız ve vücuttaki yerlerine iade edeceğiz" manasındadır. Bu kıraatlerin her ikisi sahihtir. Aynı şekilde [23]âyetindeki lâfzı harekesiz yazıldığında harfi cer olarak ja şeklinde ve ism-i mevsûl olarak şeklinde okunabilir. kelimesi de birinci halde şeklinde kesreli, ikinci halde şeklinde fethalı okunur. İşte bütün bu kıraatler Hz. peygamber'den işitildiği sabit okunuş şekilleridir. Şayet "Mushaf-i Osmanî" noktalı ve harekeli yazılmış olsaydı, bunda tek kıraat tesbit edilmiş olacaktı.Hz. Osman zamanında mushaflarm yazılışında kullanılan yazı, hernekadar yazının şu anda ulaştığı duruma aykırı görünüyorsa da, "Mushaf-ı Osmanî"nin hattını değiştirmek doğru olmaz; ta ki Kur'ân'da tahrife yol açılmış olmasın. Çünkü yazılar değişik şekillerde olabilmektedir ve bunda değiştirme, yenilikler yapma kapısı açık bulunmaktadır. Şayet Kur'ân'ın hatt-ı Osmânî'den başkası ile yazılmasına müsaade edilirse, mushaflarm yazılışları farklı farklı olur ve o zaman tahrif kolaylaşır. Nitekim Mâlik b. Enes'e: "Mushaf, insanların sonradan çıkardıkları hicâ harflerine göre yazılabilir mi?" diye sorulmuş, o da: "Hayır! Sadece ilk yazılışına göre" cevabını vermiştir.[24]

§: 25- Mushaf'ın Noktalanması ve Harekeleiımesi:

Harflerin şekillerini tanıma ve onları birbirinden ayırma konusunda sahip oldukları meleke sebebiyle, Araplar hareke ve noktaya ihtiyaç duymuyorlardı. Bu ihtiyacı duymamanın diğer bir sebebi de şuydu: Onlar Kur'ân okurken, hafızlardan şifahî olarak duyduklarına dayanıyorlardı. Onlar nasıl okuyorsa, onlardan nasıl almışlarsa öylece okuyorlardı. Fakat Arapların dışındaki kavimler, meselâ İranlılar ve Bizanslılar vb.'nin de İslâmiyete girmesinden sonra dilde yanlışlıklar yaygınlaştı ve bu kişiler harflerin okunuşunu birbirine karıştırır oldular. Bu durum karşısında Kur'ân'ın yanlış okunmasından endişe edilmeye başlandı. Emevîler devrinde Irak Emiri olan Ziyâd b. Ebîh, Tabiînin büyüklerinden olan ve kıraatte ehil olduğu bilinen Ebü'l-Esved ed-Düelî'ye (v. 69/688) halk için Kur'ân'ın okunuşunu kurala bağlayacak işaretler koymasını emretti. Bunun üzerine Ebu'I-Esved ed-Düelî, Mushaftaki kelimelerin sonlarını harekeledi. "Fetha" işaretini harfin üzerinde bir nokta ile, "kesre" işaretini harfin altında bir nokta ile, "zamme" işaretini harfin ortasına bir nokta ile ve "sükûn" işaretini iki nokta ile gösteriyordu.Sonra onun koyduğu bu işaretler yaygınlaştı, halk onun yaptığı gibi yaptı. Fakat bu, insanların okuyuşlarını yanlışlıklardan tamamıyla koruyamadı. Bazılarının okuyuşunda tahrif ve tashîf [25]vaki oluyordu. Bu durum, harflerin noktalanmasını ve kelimelerin h m baş ve ortasının hem sonunun harekelenmesin! gerekli kıldı.Birinci işi (harflerin noktalanmasını), Haccac b. Yûsuf es-Sekâfî'nin emri üzere Nasr h Âsim el-Leysî (v. 90/708) yaptı. İkincisini ise, H. 170/786 yılında vefat eden Halîl b Ahmed gerçekleştirdi. O, Ebü'l-Esved'in koyduğu harekeleme sistemini değiştirdi. "Fetha" işareti olarak harfin üzerine yatay bir elif , "kesre" işareti olarak harfin altına bir yâ ve "zamme" işareti olarak harfin üst tarafına bir vâv yaptı; "medd" ve "şedde" işaretleri koydu. Böylece Halîl b. Ahmed'in koyduğu harekeleme sistemi gelişerek bugünkü şekline ulaştı. Artık kârî'ler ve hafızlar da "vasi" (birleştirme) ve "fasl" (ayırma) işaretleri ile Kur'ân tilâvetinin kurala bağlı okunmasına yardımcı olan işaretler koyuyorlardı. Bu konuya gösterilen ilgi gitgide arttı, bilginler tecvid ve kıraat kurallarını ortaya koydular..Başta devlet adamları olmak üzere müslümanlar, her devirde, Kur'ân yazımının değişik hat çeşitleri ile güzelleştirilmesi ve nesilden nesile aktarılan okunuşunun en iyi şekilde gerçekleşmesi için yarış etmişlerdir. Nihayet matbaanın ortaya çıkması ile milyonlarca muhsafın önemli ve titiz bazımları yapılmıştır. Gösterilen bu ilgi ve titizlik sayesinde Kur'ân her türlü tahrif ve değişiklikten korunmuş ve Yüce Allah'ın ' 'Kur'ân '1 biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz"[26]) şeklindeki va'di yerine gelmiştir. [27]

§: 26- Kitâb'ın Kaynak Değeri ve Kaynaklar Arasındaki Yeri:

Müslümanlar arasında hiç ihtilafsız kabul edilmektedir ki, Kitâb'da mevcut hükümle amel etmek farzdır ve kendisinde, hükmü bilinmek istenen olayın hükmü bulunduğu sürece onu bırakıp başka delile yönelmek caiz değildir. Çünkü müslümanların -doğruluğu şüphe götürmez- inancına göre Kur'ân, önünden ve ardından batılın yaklaşamayacağı Allah kelâmıdır; engin hikmet sahibi, en güzel övgülere lâyık Yüce Allah tarafından indirilmiştir. Allah onu insanları hakikate ve doğru yola ileten bir düstur olsun diye indirmiştir. [28]

§: 27- Kitâb'ın Hükümlere Delâleti:

Hiç şüphesiz Kitâb'ın aslına uygun olarak bize ulaşmış olduğu kesindir ("kat'ıyyü's-subut tur). Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi o, tevatür yoluyla bize ulaşmıştır ve mütevâtir nakil nakledilen şeyin doğruluğu hakkında kesin bilgi sağlar. Şu var ki, Kur'ân'ın hükümlere delâleti bazen kafi (kesin) bazen zannî olabilir. Bu da, Kitâb'ın lâfızlarında ıhtimalî'liğin bulunup bulunmayışına (birden fazla manaya açık olup olmayışına) göre değişir. Şayet Kitâb'taki bir lâfız birden fazla manaya ihtimalli değilse, Kitâb'ın hükme ^âletUesindir. Miras ve haddlerle ilgili âyetlerde yer âlân i4hâss" lâfızlar böyledir.Mesela ,[29] [30] ve [31]âyetlerindeki (yarı), (üçtebir), (yüz), (seksen) lâfız­ları, bunlar gibi taşıdığı manaya kati olarak delâlet eden ve yorum kabul etmeyen diğer "hâss" lâfızlar bu guruba girer. Böylece lâfızların delâleti hususunda içtihada ve müctehid-ler arasında anlayış ve istinbat farklılıklarına yer yoktur. Bu lâfızların hükümleri değiştirme ve düzeltme kabul etmez. Bu hükümlerin değiştirilmesi, bunlara kesin ve şüphe götürmez şekilde delâlet eden nassa karşı çıkmak olur ki, bu caiz değildir.

Kitâb'ta yer alan lâfız birden fazla manaya açık ise, o zaman hükme delâleti zanni olur. Meselâ, [32]âyetindekj lâfzı (tekili ) ile gerek "hayız"m (âdet süresinin) gerekse "tuhur"un (iki âdet arasındaki temizlik süresinin) kasdediîmiş olması mümkündür. Çünkü bu lâfız Arap dilinde her iki mana için kullanılan "müşterek" bir lâfızdır. O halde bu manalardan sadece birine delâleti kat'î değil, zannidir. Burada içtihada ve müctehidlerin anlayış ve istinbat farklılıklarına yer vardır. Nitekim kimi müctehidler, "burada maksat hayızdır", kimileri de "maksat tuhurdur" demişlerdir. [33]

§: 28- Kitâb'ın Hükümleri Açıklayışı:

Şurası muhakkaktır ki, Kitâb, İslâm hukukunun temeli ve ilk kaynağıdır. Yüce Allah Kur'ân'ı herşeyin açıklayıcısı kılmıştır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: ' 'Sana bu Kitâb 'ı her şey için bir açıklama, bir hidayet rehberi, bir rahmet kaynağı ve müslümanîar için bir müjde olarak indirdik. [34]Biz o Kitâb'ta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. [35]Bu ve benzeri âyetler, Kur'ân'ın, bir hidayet rehberi ve insanların iç dünyalanndaki sıkıntıları için bir şifa kaynağı olduğunu ifade etmektedir. Her şey için bir açıklama (bir ışık) ihtiva etmiş olmasaydı, bu şekilde nitelendirilmezdi.Şu var ki, Kitâb'ın hükümleri açıklayışı -genellikle- icmalidir (toplu tarzdadır), tafsîlî (detâylandırılmış) değildir; küllidir, cüz'î değildir. Kur'ân'ı inceleyenler, tüme varım yoluyla bu sonuca kolayca ulaşırlar. Meselâ, namaz, zekât ve hac farizalarının hepsi Kitâb'ta zikredilmiştir; fakat onda namaz rekâtlarının sayısı, namazda kıraatin nasıl olacağı, zekâtı verilmesi gereken mallar ve farz olan zekât miktarı, haccın nasıl ifa edileceği hakkında açıklamalar bulamayız. Bütün bu konularda başvurulacak kaynak Sünnet'tir. Aynı şekilde, ahm-satım gibi muamelat, kısas, haddler vb. konulara da Kur'ân'da temas dimis fakat bunların detaylarına ait hükümlere yer verilmemiş, bu detayları Sünnet açıklamıştır.Bununla birlikte Kitâb, miras ve aile hukuku gibi sahalarla ilgili bazı hükümleri tafsilâtı le ele almıştır. Zira bu hükümler ya "taabbüdî"dir, yani aklî değerlendirmeye açık değildir, ya da akılla kavranabilecek hükümler olmakla beraber, bunlar zaman ve muhit değişikliği ile değişikliğe uğramayacak sabit mesâlih (menfaatler) ihtiva etmektedir. Kitâb'ta hüküm teşrî'inin bu şekilde yer almasındaki hikmet, nasslann ve İslâm hukuku kurallarının, zaman ne kadar ilerlerse ilerlesin, toplum ne kadar gelişirse gelişsin, ve ihtiyaçlar ne kadar çok ve çeşitli hale gelirse gelsin, kıyamete, kadar insanlığın bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek niteliğe sahip kılınmasıdır. Çünkü ana kurallar zaman ve mekânın değişmesiyle değişmez, değişen sadece cüz'î hükümlerdir. İslâm hukukundaki nasslann yumuşaklığını ve kapsamlılığını açıkça gösteren iki örnek vereceğiz:

Birincisi: Akitler hukuku ile ilgili olan nasslar. Bu nasslar, akitleri belirli bir sayıya hasretmemiş, sadece genel bir tarzda "akitlere vefa gö$terilmesi"ni emretmiştir. Meselâ: "Ey imân edenler! Akitlerin (gereğini) yerine getirin.[36] ve "Ahde vefa gösterin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir/' [37] buyurulmuştur. Bu nasslar. hayat olaylarına uygulanabilme yumuşaklığı ve kesin sınırlar koymama konusunda çok ileri bir noktayı temsil etmektedir. Buna göre, özel bir isimle bilinir olsun veya olmasın ' 'akid'' olduğu kabul edilen her türlü sözleşmeye vefa göstermek, bir vecibedir. Bunun için, İslâm hukukçuları, bu genel hükme binaen hakkında özel nass bulunmayan bir çok akdi tanımışlar, muteber saymışlardır. İslâm hukukçuları, kendilerini, bazı beşerî hukukların yaptığı gibi "isimli akidler"le (belirli akit tipleriyle) sınırlandırmamışlardır. Bu hukuklar, ancak modern asırlarda İslâm hukukunun ulaştığı bu düşünceye ulaşabilmişlerdir.

ikincisi: Şûra ile ilgili nasslar. Yüce Allah bu nasslarda Rasûlûne "(Önemli) işlerde onlara danış,[38]diye emretmiş ve işlerinde şûra prensibini esas alanları "Onların işleri, aralarında istişare iledir. [39]diyerek övmüştür. Her iki âyet, genelliğin ve yumuşaklığın en son sınırına kadar uzanan genel ve yumuşak bir ifadeye sahiptir. Öyle ki her zamanda, mekânda ve durumda uygulanmaya elverişlidir. Bu âyetlerin "şûrâ"yı bir prensip olarak kabul etmesi ve bunu gerçekleştirme safhası için gerekli kuralları ele almayıp her toplumun, zamandan zamana, mekandan mekâna ve toplumların ulaştığı medeniyet seviyesine göre kendisine uygun düşen şûra türünü seçebilmesi için insanlığa bir genişlik sağlaması, bu uygulanabilme yumuşaklığının en açık belirtisidir.Buna göre Kitab'tan hüküm çıkarırken sırf Kitâb ile yetinmek doğru olmaz, onun açıklayıcısı olan Sünnet'e de mutlaka bakmak gerekir. Şayet bir âyetin açıklaması sadedinde Sünnefte bir şey bulunamazsa, ilim ve ahlakı ile tanınan İslâm'ın ilk nesillerindeki bilginlerin tefsirine başvurmak gerekir. Çünkü onlar Kitab'ın tefsirini en iyi bilen kişilerdir. Eğer onlardan gelen haberlerde de bir şey bulunamazsa, bu sahada ihtisas sahibi olanlar için arapça metinleri iyi anlama melekesine sahip olmak yeterlidir. [40]

§: 29- Kitabın Hükümleri Açıklayış Üslûbu:

Kur'ân-ı Kerîm şer'i hükümleri açıklarken, muhataplarını âciz bırakması, hüsnü kabul görmesi ve severek uyulmasının sağlanması için kendine has belâğatinin gerektirdiği çeşitli üslûblar kullanmıştır. Vâcib (farz) hükmünü koyacağı her yerde "vücûb" ifadesini, haram hükmünü koyacağı her yerde "hürmet" ifadesini ve fıkıh kitaplarında gördüğümüz diğer ifadeleri kullanmamıştır.Kur'ân bazen "Size verdiğimizrızıktan (Allahyolunda)harcayın.[41] ?Size karşı savaşanlarla siz de Allah yolunda sa-vaşm. [42]âyetlerinde olduğu gibi bir davranışın yapılmasını isteyen "'emir sıygası" "Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın.[43] "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.[44] âyetlerinde olduğu gibi bir davranıştan sakındıran "nehiy sıygası" kullanılır.Bazen de aşağıdaki âyetlerde olduğu gibi, bir davranışın "yazılmış", ''farz kılınmış", "helâl", "haram", "hayırlı", "iyiye götürücü", "şerli", "iyi sayılamayacak nitelikte" olduğunu bildirerek fıkhı hükümleri göster .Çünkü namaz, mü'minlere vakitleri belirli bir farzdır.[45] "Kuşkusuz biz, eşleri ve el­lerinin altında bulunan (cariyeleri) hakkında mü'minlere neyi farz kıldığımızı biliriz.[46])Bu gün s/ze iyi ve remiz şey/er he/â/ kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helâl, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir.[47] "Analarınız, kızlarınız... (ile evlenmek) size ha-ram kılındı. [48]"Sana yetimler hakkında soru soruyor­lar. De ki; Onları (n durumlarını) düzeltmek hayırlıdır.[49]"Sevdiğiniz şeylerden (Allahyolunda) harcama-dıkça, iyiye asla ulaşamazsınız. [50]Allah'ın,eminden kendilerine verdiğini (harcamada) cimrilik edenler, sanmasınlar ki o kendileri

için hayırlıdır; aksine o kendileri için şerlidir. [51]"İyi olan (davranış), evlere arkalarından girmeniz değildir. Asıl iyi olan, Allah 'tan korkan (,n davranışıdır. Evlere kapılarından girin. [52]Bazen ise Kur'ân, bir davranışa dünyada veya âhirette "hayır", "şer", "fayda" veya "zarar" bağlayarak fıkhî hükümlere delâlet eder. Bu üslûp için aşağıdaki âyetleri örnek gösterebiliriz.'Namazlarında huşu içinde olan mü'minlergerçekten kurtuluşa ermişlerdir.

Firdevs'e vâris olan bu kimseler, orada ebedî kalacaklardır. [53]"Kim var ki, Allah'a güzel bir borç versin de, Allah da ona kat kat fazlasını ödesin. [54][55]"Altın ve gümüşü yığıp ta onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acıklı bir azabı haber ver. O gün bu (altın ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılır ve bunlarla o kimselerin alınları, yanlan ve sırtları dağlanır: İşte kendiniz için biriktirdiğiniz (servet.) Şimdi bu biriktirdiklerinizi (n azabını) tadın, denir. [56]Erkek veya kadın, kim mü'min olarak iyi iş yaparsa, ona mutlaka güzel bir hayat yaşatırız. Ve onların mükâfaatlarım yaptıklarının en güzeli ile veririz. [57]"Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan cennetlere koyar; orada ebedî kalırlar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah 'a ve Peygamberine karşı gelir onun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedî kalacağı ateşe koyar; onun için alçaltıcı bir azap vardır.[58]Yüce Allah kâh teşvik etmek kâh sakındırmak üzere ve ilâhi hükümleri kullarının anlayışına yaklaştırmak için, Kitâb'ında bu ve benzeri pek çok değişik üslûp kullanmıştır.

Şu halde, bu değişik üslûplardan ve farklı sıygalardan şer'î hükümleri istinbat edecek kişilerin bu sıygalarla birlikte bulunan va'd ve va'îdleri (tehditleri) gözönünde tutması, bu sıygaların kullanılması konusunda Arap örfünden faydalanması gerekir.Konu ile ilgilenenlere bu hususta takip edilecek yolu tanıtmak üzere, bir davranışın şer'an yapılmasının istendiği veya yasaklandığını ya da mubah kılındığını anlamada yardımcı olacak birkaç kurala aşağıda yer vereceğiz:

a) Şâri'in bir fiili emretmesi, yüceltmesi, fiili veya failini Övmesi, fiili veya failini sevdiğini ifâde etmesi[59]yahut bir fiili doğru veya kutlu olarak nitelendirmesi, bir fiil veya faili üzerine yemin etmesi [60]vb. durumlar, bu fiilin ya "vücûb"unu (farz olduğunu) ya da "nedb"ini (mendub olduğunu) gösterir. Şayet Arap dilindeki kullanılışa göre tek başına bu sıyga fiilin kesin olarak yapılması gerektiğini gösteren bir sıyga ise ya da fiilin yapılmasının kesin tarzda istendiğini gösteren başka bir unsur bu sıyganın yanında yer almışsa, fiilin hükmü "vâcib" (farz)dir; aksi takdirde "mendûb"tur.

b) Sâri'in bir fiilin terkini istemesi,[61] fiili veya failini kötülemesi, fiili işleyeni[62]hayvanlara [63]veya şeytanlara [64]benzetmesi, fiili dünyevî veya uhrevî lanetlemesi bir azabın sebebi olarak göstermesi, yahut gibi lafızlar kal-rak pis kötü ve çirkin olarak nitelemesi, şeytan işine ve süsüne nisbet etmesi, insanlar asında düşmanlık ve buğz sokmaya sebeb göstermesi [65]bu fiilin ya "hürmet"ini (haram olduğunu) ya da "kerahetini (mekruh olduğunu) gösterir. Eğer Arap dilindeki kullanışa göre tek başına bu sıyga, fiilin kesin olarak terkedilmesi gerektiğini gösteren bir sıyga ise ya da fiilin yapılmamasını gösteren başka bir şiddetli tehdid ifadesi ile birliktebulunuyorsa, fiilin hükmü "haram"dır; aksi takdirde "mekrûh"tur.

c) Fiilin "helâl" kılındığım, "izin" verildiğini, "günah" veya "zorluksun kaldırıldığını ifade eden lâfızlar kullanılmış ise. bu fiilin "mubah" olduğunu ve kişinin bunu yapıp yapmamada serbest bırakıldığını gösterir.[66]Allah'ın, kullarına nimet olarak verdiği şeyleri zikretmesi de bu kabildendir.[67]Bir şeyi haram kılana karşı reddiyede bulunması veya haramdan söz etmemesi de mubahfığı gösterir/[68]Yine, birtakım şeyleri bizim için yarattığını haber vermesi de aynı hükme delâlettir.[69]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[2] Tercüme ("et-terceme"), bir dildeki sözü başka bir dil İle ifade etmektir. Kur'ân'ın tercümesi de, Kur'ân'ın manalarının arapça dışındaki bir dilin İâfızlarıyla ifade etmek demektir. Tercüme, a) Harfi lercüme, b) Gayrı harfi tercüme olmak üzere iki kısma ayrılır. Harfi tercüme de iki nevidir: aa) Mİslî harfi tercüme, bb) Gayrı mİslî harfi tercüme. Misil harfi tercüme, değiştirilen lâfzın yakın ve uzak delâletlerini, aslî ve lebe'î delâletlerini ve mûsikî, kulağa hoş gelme, gönülleri etkileme gibi hususlarda sahip olduğu seçkin vasıflarını korumak suretiyle bir lâfzı aynı manaya gelen başka bîr lâfızla değiştirmek demeklir. Gayri mislî harfi tercüme ise, tebe'î manalar ve diğer seçkin vasıflar dikkate alınmaksızın, bir lafzı geneli itibariyle aynı veya yakın bir mana taşıyan başka bir lâfız ile değiştirmeyi ifade eder. Gayrı harfi (harfi olmayan) tercümeye gelince, bu, lâfız veya cümleden anlaşılan manaları başka bir dilin lâfızlanyla ifade etmek demektir. Böyle bir tercümede mütercim, sözgelimi Kur'ân'dan bir cümleyi tercüme ediyorsa, zihnînde o cümlenin manalarını genellikle kullanılan lâfızlara göre toplar; sonra bu lâfızları, -sözkonusu cümlenin manalarını topluca ifade edecek tarzda olmak üzere- ingilizce, faransızca gibi dillerdeki

lâfızlara çevirir.

[3] Nevevi ei-Mecmû'da (c. III, s. 279) şöyle diyor: "Mezhebimize göre (Şafiî mezhebini kasdediyor), namazda veya namaz dışında, kişi arapça okuyabilsin okuyamazın, Kur'ân1 ınarapçadan başka bir dilde okunması caiz değildir. Kişi namazda Kur'ân yerine onun tercümesini okursa ister arapça olarak okuyabiliyor ister okuyamıyor olsun- namazı geçersizdir. Bilginlerin çoğunluğu, ezcümle Mâlik b. Enes, Ahmed b. Hanbel ve Davud ez-Zâhiri bu görüştedir.

[4] Bazı lâfız farklılıkları ile bkz. Ebu Davud. Zekâl, 45; Tirmizî, birr. 9.

[5] Elimizdeki kaynaklarda bu kudsî hadise raslayamadık.

[6] Tirmizî, fedâiiü'l-cihâd, 12.

[7] el-Mâide. 5/89.

[8] e!-Bakara 2/233.

[9] Abdullah b. Mes'ûd'dan gelen bu kıraâi, tefsir kabilindendir. Açıklama sadedinde okunması caizdir; lakat Kur'ân tilâveti olarak okunması caiz değildir. Nitekim tbnü'l-Arabî de benzer bir durum İçin Miyle elemiştir: Sahih bir rivayete göre Hz. Peygamber âyetini şeklinde de okumuştur ki. bu, tefsir kabilinden bir kıraattir. Kur'ân tilâveti ise, mushaf hattında mevcut olanın okunmasıdır. Abdullah b. Mes'ûd'un mushafmda yer alan ayetinıieki ilâvesi de, böyle tefsir ve izah kabilinden zikredilmiş kelimelerdendir. Bu ilâ­venin tefsir ve izah kabilinden olduğu şüphesizdir; çünkü bu, bütün ümmetin üzerinde icmâ ettiği mushaflara aykırıdır. el-Cezeri bu durumu şöyle açıklamıştır: "Sahabe bazen kıraatlere, izah ve beyan sağlamak üzere (efsîri de dahil etmişlerdir. Çünkü onlar Rasûlüllah'tan Kur'ân olarak aldıklarını çok iyi muhafaza etmekte ve birbirine kanşmayacağından emin idiler. Bazıları bu tefsiri, kendisi için yazdığı mushafa da kaydetmekteydi; meselâ Hz. Ayşe'nin mushafı böyleydi."

Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[10] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[11] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[12] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[13] el-Furkan 25/32

Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[14] Tahâ, 20/114

[15] el-K,yâme 75/16-19:

[16] Müseyleme, peypmber olduğunu iddia etmiş ve onun çağrısına yüzbİn kadar insan uymuştu. Bunun üzerine Hz. Ebubekir, onunla savaş için Haüd b. Velid'in komutasında takriben onüçbin kişilik bir ordu hazırladı. Müseyleme'nin ordusu ile müslümanlar karşı karşıya gelince İslâm ordusunda bir çözülme oldu. Çünkü bu orduda çok sayıda bedevi bulunuyordu. Sahabenin ileri gelen kaari'lerı Halİd b. Velid'den "Ey Haüd! Bizi bu bedevilerden temizle!" diye taleple bulundular. Sonra olardan ayrılıp üçbin kişi kadarlik bir ordu oluşturdular. Daha sonra Müseyleme ve adamlarının üzerine esaslı bir hamle yaptılar ve onlara karşı çetin bir savaş çıkarttılar. "Ey Bakara Sûresi ashabı!" dîye bağınşıyorlardı. Çok geçmedi ki, Allah onları muzaffer kıldı. Müseyteme'nin ordusu gerisin geriye kaçlı. Müslümanların kılıçlan onların peşini bırakmadı: Kimilerini öldürdüler, kimilerini esir aldılar. Allah müseyleme'nin canını aldı ve etrafındaki birliği dağıttı. Ondan ayrılanlar tekrar İslâm > döndüler. Ne var ki, o gün müslümanlar beşyüz civarında kurrâyı kaybetmiş oldular. İbn Kesir, Fezâilü'I-Kur'ân.

[17] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları::

[18] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları::

[19] el-Bakara 2/132.

[20] e]-Tevbe 9/100.

[21] el-Hucurât 49/6.

[22] el-Bakara 2/259.

[23] Meryem 19/24.

[24] Mısır, 1957, I, 379-380 Imam Malik'İn bu sözlerini ve benzen bazı sözleri naklettikten sonra, Zerkeşî, bunun ilmin canlılığını

koruduğu ilk devirlere has bir hüküm olduğunu, sonraları ise İltibas endişesinin ortaya çıktığım belirtmekte;

Izzuddîn b. Abdisselâm'a atıfta bulunarak mushafın artık İlk devirlerdeki şekle göre yazılmasının caiz

olmadığı görüşünü nakletmekledir. Bu yönde diğer bazı açıklamalarla birlikte, bkz. Zerkeşî, el-Burhân,. (mütercim)

Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları::

[25] Tahrif? harflerin harekelerini değiştirmek demektir. Zammeli harfi fethalı veya kesreli okumak, fethalı arfi zammeli veya fethah okumak gibi. "Tasnif ise, harflerin telâffuzunda değişiklik yapmaktır. Bir harü başka harfle değiştirmek gibi.

[26] el-hıcr, 15/9

[27] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[28] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[29] en-Nisâ" 4/11: "Allah, çocuklarmız(ın miras payı) hakkında şöyle davranmanızı istiyor...

[30] en-Nûr 24/2: "Zina eden kadın ve zina eden erkeğin herbirine yüz değnek vurun."

[31] en-Nûr 24/4: "Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu ishal için) dört şahit getire­meyenlere seksen değnek vurun."

[32] el-Bakara 2/228: "Boşanmış kadınlar kendi başlarına (evlenmeden) üç kur' süresi beklerler."

[33] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[34] en-Nahl 16/89:

[35] el-En'âm 6/38:

[36] el-Mâide5/l:

[37] el-İsrâ' 17/34:

[38] A|-u Imrân 3/159

[39] eş-Şûrâ 42/38

[40] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[41] el-Münâilkûn 63/10.

[42] el-Bakara 2/194.

[43] el-En'âm 6/151.

[44] cl-Bakara 2/195..

[45] en-Nisâ' 4/103.

[46] el-Ahzâb 33/50.

[47] el-Mâide 5/5.

[48] en-Nisâ' 4/23.

[49] el-Bakara 2/220.

[50] ÂUü Imrân 3/92.

[51] Âl-ü Imrân 3/180.

[52] el-Bakara 2/189.

[53] el-Mü'mİnûn 23/1-2,11.

[54] el-Bakara 2/245.

[55] et-Tevbe 9/34.

[56] et-Tevbe 9/34.

[57] en-Nahl 16/97.

[58] cn-Nisâ" 4/13-14.

[59] Meseİâ şu âyetlerde durum böyledir:-es-Saff 61/4:şüphesiz Allah, kendi yolunda, bir-birine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak savaşanları sever.el-Feth 48/18:"Andolsun ki Allah, o ağacın altında sana biat ederlerken mü'minlerden razı olmuştur. Onların kalplcrindekini bildiğinden, onlara huzur ve güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile mükâfaat-laııdırmıştır.- el-En'âm 6/İ53: "İşte benim dosdoğru yolum budur. Öyleyse siz ona uyun. (Başka) yollara uymayın, ki sizi onun yolundan ayırmasın.

[60] Meseİâ şu âyetlerde Yüce Allah; çift ve tek, mücahitlerin atları, nefs-i levvâme üzerine yemin etmiştir:

- el-Fecr 89/3: "Çifte ve tek'e andolsun ki.- el-Âdiyat 100/1-3:"Andolsun harıl harıl koşan (at)lara; tırnaklarıyla çakarak kıvılcım saçanlara; sabahleyin baskın yapanlara.-el-Kiyâme 75/1-4: "Hayır (gerçek kâfirlerin inkâr ettiği gibi değil)! Kıyamet gününe yemin ederim. Hayır (gerçek öyle değil)! Kendisini alabildiğince kınayan (haddini bilen, pişmanlık duyan) nefse yemin ederim. İnsan zanneder mı ki, onun kemiklerini biraraya toplamayacağız? Evet. biz onun parmak uçlarını bile derleyip eski haline getirmeye kaadiriz.

[61] Şu âyette olduğu gibi:- el-En'âm 6/120:"Günahın açığını da gizlisini de terkedin."

[62] Meselâ şu âyetlerde durum böyledir:- el-Mâide 5/78"İsrâiloğullarııyJan inkâr edenler, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, isyan etmeleri ve sınırı aşmalarından ötürüdür. el-Ahzâb 33/57: "Allah ve "Rasülünü incitenlere, Allah dünyada ve âhirette lanet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.- en-Nisâ' 4/93: "Kim bir mü'mini kasden öldürürse, cezası, içinde ebedi olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır."

[63] Şu âyette olduğu gibi:- Muhammed 47/1:"İnkâr edenler ise, (dünyada) zevk u safa ederler, hayvanların yediği gibi yerler. Oların yeri ateştir." ,

[64] Şu âyette olduğu gibi: el-Haşr 59/16: '(Münafıkların durumu da) tıpkı şeytanın durumuna benzer. Çünkü şeytan insana 'İnkâr et" der; İnsan inkâr edince de 'ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb'i olan Allah'tan korkarım' der.

[65] Buna şu âyetler örnek gösterilebilir:- el-Mâide 5/90: "Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve şans okları, birer şeylan işi pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.- el-En'âm 6/121:"(Kesilirken) üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanlardan yemeyin, şüp­hesiz bu. günahtır. Şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele elmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız, muhakkak siz de (Allah'a) ortak koşanlardan olursunuz.- el-En"âm 6/145: "De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pistir- ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş hayvandan başka yemek yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum."

- en-Neml 27/24; "Şeyta' Buna n, kendilerine yaptık-an süslü göstermiş de, onları doğru yoldan çevirmiş. Bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar.

[66] Bu şu âyetler örnek gösterilebilir:

el-Mâide 5/5: "Bugün size iyi vetemiz şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helâldir; sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir.- el-Hacc 22/39:"Kendileriyle savaşılanlara (mü'mİn-lere), zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah onlara yardım etmeye kaadirdir,- el- Bakara 2/235: "Böyle (iddet beklemekte olan) kadınlara evlenme istiğinizi üstü kapalı biçimde bildirmenizde veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur,- en-Nûr 24/61; el-Feth 48/17: "A'mayavebal yok, topala vebal yok, hastaya da vebal yok."- el-Bakara 2/173: ". Fakat kim mecbur kalırsa, (başkasının hakkına) saldırmadan ve haddi aşmadan (bunlardan yemesinde) günah yoklur."

[67] Meselâ Yüce Allah şöyle buyurmuştur:- en-Nahl 16/5 "Hayvanları da O yarattı. Onlar­da sizin için ısınmanızı sağlayan şeyler ve bir çok faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz. Ay[67] Bu şu âyetler örnek gösterilebilir:

el-Mâide 5/5: "Bugün size iyi vetemiz şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helâldir; sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir.- el-Hacc 22/39:"Kendileriyle savaşılanlara (mü'mİn-lere), zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah onlara yardım etmeye kaadirdir,- el- Bakara 2/235: "Böyle (iddet beklemekte olan) kadınlara evlenme istiğinizi üstü kapalı biçimde bildirmenizde veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur,- en-Nûr 24/61; el-Feth 48/17: "A'mayavebal yok, topala vebal yok, hastaya da vebal yok."- el-Bakara 2/173: ". Fakat kim mecbur kalırsa, (başkasının hakkına) saldırmadan ve haddi aşmadan (bunlardan yemesinde) günah yoklur."

[67] Meselâ Yüce Allah şöyle buyurmuştur:- en-Nahl 16/5 "Hayvanları da O yarattı. Onlar­da sizin için ısınmanızı sağlayan şeyler ve bir çok faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz. rıca, akşamleyin (meradan) getirirken ve sabahleyin götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır. Ağırlıklarınızı, ancak binbir meşakkatle ulaşabileceğiniz yerlere taşırlar. Doğrusu Rabb'iniz çok şefkatli, çok merhametlidir "

[68] Meselâ yüce Allah şöyle buyurmuştur: el-A'râf 7/32: "De ki: Allah'ın kulları İçin çıkardığı süsü ve temiz rızikları kim haram kıldı?"

[69] Buna şu âyetler örnek gösterilebilir:-el-Bakara 2/29: "O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı.-ez-Zuhruf 43/12:".Ve size, bineceğiniz gemiler ve hayvanlar varetti.el-Mülk 67/15: "Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur. Haydiyerin sırtlarında dolaşın ve Allah'ın rızkından yiyin.

Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:


tunciy
Genel Müdür
06 Ekim 2010 12:03

yahu bu nedir böyle ya, neyin peşindesiniz?


deza12
Aday Memur
06 Ekim 2010 12:04

II- SÜNNET.. 1

§: 30- Sünnet'in Tarifi: 1

§: 31- Sünnet'in Nevileri: 2

§: 32- Yapısı Bakımından Sünnet'in Nevileri: 2

§: 33- Kavli Sünnet 2

S: 34- Fiili Sünnet 3

§: 35- Takriri Sünnet 3

§: 36- Takriri Sünnet'in Nevileri: 3

§: 37- Hanefîlere Göre Rivayet Açısından Sünnet'in Nevileri: 4

§: 38- Mütevâtir Sünnet 5

§: 39- Mütevâtirin Nevileri: 5

§: 40- Mütevâtir Sünnetin Hükmü: 6

§: 41- Meşhur Sünnet : 6

§: 42- Mütevâtir Sünnet İle Meşhur Sünnet Arasındaki Fark: 6

§: 43- Meşhur Sünnetin Hükmü: 6

§: 44- Âhâd Sünnet 7

§: 45- Âhâd Sünnet'in Hükmü: 7

§: 46- Haneklerin Dışındaki Bilginlere Göre Rivayet Açısından Sünet'in Nevileri: 7

§: 47- Sübût ve Delâlet Yönlerinden Kitab İle Sünnet Arasında Bir Mukayese: 8

§: 48- Sünnetin Kaynak Değeri: 8

§: 49- Sahabenin Âhâd Haberlerle Amel Konusunda Takip Ettikleri Metodlar: 9

§: 50- Mezhep İmamlarının Âhâd Haberlerle Ameldeki Met odları: 12

§: 51- Hanefîlerin Metodu: 12

§: 52- Hanefî Usûlcülerin Metodu Hakkındaki Görüşümüz: 15

§: 53- Mâlikîlerin Metodu: 16

§: 54- Şâfiüerin Metodu: 17

§: .55- Hanbelîlerin Metodu:++++. 18

Sünnetin Kitâb'a Göre Yeri 18

§: 56- Kaynaklık Vasfı Açısından Sünnetin Kur'ân "a Göre Yeri: 18

§: 57- Gerek Kur'ân Gerek Sünnette Yer Alan Hükümler Açısından Sünnetin Kitâb'a Göre Yeri: 19

Hz. PEYGAMBER (S.A.V)'İN FİİLLERİ 22

§: 58- Hz. Peygamber'in Fiillerinin Kısımları: 22

II- SÜNNET

a) Sünnet'in:

bb) Neviîe

cc) Kaynak Değeri

b) Sahabenin ve Müctebid İmamların Haber-i Vahid İle Ameldeki Metodlan

c) Sünnet'in Kitab'a Göre Yeri

d) Hz. Peygamberin Fiilleri[1]

§: 30- Sünnet'in Tarifi:

Lügatte "sünnet", alışılmış yol demektir. Şu halde herhangibir kişiye nisbetle sünnetten sözedildiğinde, onun ister iyi ister kötü sürekli ve çokça yapageldiği davranışları kasdedilmiş olur. Meselâ Hz. Peygamber'in şu hadisinde "sünnet kelimesi bu anlamda kullanılmıştır:"Kim güzel bir âdeti başlatırsa, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir âdeti başlatırsa, kendisine hem o davranışın, hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir. [2]Fıkıh usulü terimi olarak ise "Sünnet, Hz. Peygamber'den nakledilen söz, ful ve takrirlerdir".[3]

§: 31- Sünnet'in Nevileri:

Sünnet'in, bir yapısı bakımından bir de rivayeti yani bize ulaştırılış şekli bakımından nevileri vardır. Şimdi bu iki açıdan Sünnetin nevilerini ayrı ayrı göreceğiz: [4]

§: 32- Yapısı Bakımından Sünnet'in Nevileri:

Yapısı bakımından Sünnet üç nevidir:

Kavli Sünnet, fiili Sünnet ve takrîrî Sünnet. [5]

§: 33- Kavli Sünnet

Kavlî Sünnet, Hz. Peygamber'İn değişik münasebetlerle söylemiş oiduğu sözlerdir. Şu hadisleri misal kabilinden zikredebiliriz:"Ameller ancak niyetlere göredir ve herkese niyetinin karşılığı vardır: Kim Allah ve Rasûlü uğruna hicret ederse onun hicreti gerçekte Allah ve Rasûlü 'nedir. Kim elde edeceği bir dünyalık veya evleneceği bir kadın uğruna hicret ederse onun da hicreti, uğrunda hicret ettiğinedir. [6]"Kim bir mü'minin bir dünya sıkıntısını giderip ona ferahlık sağlarsa, Allah da kıyamet günü karşılaşacağı sıkıntılardan birinde ona ferahlık verir. Kim eli darda olan birine ödeme kolaylığı gösterirse Allah ona hem dünyada hem âhirette kolaylık verir. Kim bir müslümanm ayıbını örterse Allah da onun dünyada ve âhirette ayıbını örter. Bir kul, kardeşinin yardımına koştuğu sürece Allah da o kuluna yardım eder. Kim ilim elde etmek için yola koyulursa, Allah onun bu yoldan cennete ulaşmasını kolaylaştırır. Allah 'm evlerinden birinde Allah'ın Kitabını okumak ve Kur'ân ilmiyle meşgul olmak üzere toplanan bir cemaate mutlaka sükûnet ulaşır, o cemaati rahmet kaplar, melekler kuşatır ve Allah onları kendi yanındakilerin içinde zikreder. Ameli (nin kötülüğü veya yetersizliği) kendisini gerilerde bırakan kişiyi, soylu oluşu ileriye götüremez. [7]

S: 34- Fiili Sünnet

Fiili Sünnet, Hz. Peygamber'İn yapmış olduğu fiillerdir. RasûIûllarTın abdest, namaze hac ile ilgili fiilleri, davacının yemin edip bir de tek şahit göstermesi üzerine hüküm vermesi, hırsızın sağ elinin bilekten kesilmesini emretmesi vb. davranışları gibi. [8]

§: 35- Takriri Sünnet

Takriri Sünnet, Hz. Peygamber'İn müslümanlarm söylediği bir söz veya yaptığı bir davranıştan haberdar olduğu halde buna karşı çıkmamasıdır. Bu nevi Sünnet, şu düşünceye dayanır: Hz. Peygamber İslâmiyeti öğretmek ve ona ay kın düşen şeylerin yanlışlığım göstermek üzere gönderilmiştir. Şu halde Rasûlûllah bir müslümanın söylediği sözden veya yaptığı davranıştan haberdar olduğu halde bunu reddetmemiş ise, bu durum, onun bu söz veya davranışı tasvip ettiğini, bunun meşru' ve caiz olduğunu gösterir. [9]

§: 36- Takriri Sünnet'in Nevileri:

Takriri Sünnet iki nevidir:

Birincisi: Hz. Peygamber'İn bir söz veya davranışı, güzei karşıladığını ve hoşnut olduğunu gösteren bir işaret bulunmaksızın sadece sükût ve reddetmeme şeklinde takriridir.

İkincisi: Hz. Peygamber'İn bir söz veya davranış karşısında sevinçli bir tarzda sükût etmesi, bu sırada o söz veya davranışı güzel karşıladığını ve ondan hoşnut olduğunu gösteren İşaretlerin görülmesi halidir.-Esasen her iki nevi, bu söz veya davranışın meşru ve caiz olduğunu gösterir. Ancak, ikinci nevinin meşruiyet ve cevaza delâleti daha güçlüdür.Birinci neviye misâl: Bir gün Hz. Peygamber, kabir başında ağlayan bir kadına raslar. Ona "Allah'tan kork ve sabret!" der. Kadın Hz. Peygamber'i tanımamaktadır. Rasûlûllah'a şöyle cevap verir: "Benden uzak dur (karışma)! Benim başıma gelen senin başına gelmiş değil ki!". Kendisine, konuştuğu kişinin peygamber olduğu söylenince, kadın hemen Rasûlûllah'ın evine gider. Kapıda ne kapıcı ne de bir engel vardır. Kadın Hz. Peygamber'e "Ben sizi tanımamıştım" der. Rasûlûliah şöyle buyurur: "Asıl sabır, olayla ilk karşılaşmada gösterilen sabırdır. [10]İşte bu hadiste Hz. Peygamber'İn, evinden çıkıp kabir ziyaretine giden kadının bu davranışına ses çıkarmadığı görülmektedir. Şu halde bu, erkekler gibi kadınlar için de kabir ziyaretinin caiz olduğuna dair bir takrirdir.ikinci neviye misal: Münafıklar, babası ile kendi arasındaki renk farklılığından ötürüUsame b. Zeyd'in nesebine dil uzatıyorlardı. Çünkü Üsâme çok siyah, babası Zeyd ise iyice beyaz tenli idi. Birgün Üsâme ve babası Zeyd mescidde uyuyorlardı. Üzerlerinde bir Örtü vardı. Ayaklarından başka bir yerleri görünmüyordu. "Kıyafet" bilgini [11]olanin onların ayaklarını görünce: "Bu ayaklar, biribirinden olma (yani aynı soydan kişilerinbelirlenme yollarından biri olarak takriri oluyordu. Nitekim İslâm hukukçularının çoğunluğu bu görüştedir.Başka bir örnek olarak Amr b. el-Âs tarafından rivayet edilen bir olayı zikredeceğiz Âmr b. el-As anlatıyor: Zâtu's-selâsil gazvesine gönderildiğimde, çok soğuk bir gecede ihtİlâm olmuştum. Gusûl abdesti aldığım takdirde canımı kaybedeceğimden endişe duydum. Bu yüzden teyemmüm ettim, sonra arkadaşlarıma sabah namazını kıldırdım. Hz. Peygamber'e geldiğimde onlar bu durumu kendisine anlattılar. Rasûlüllah bana sordu; Âmr! Cünüp olduğun halde arkadaşlarına imam oldun öyle mi?! Dedim ki; Yüce Allah'ın ' 'Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir'' (en-Nisr 4/29) âyetini hatırladım, bunun üzerine teyemmüm ettim ve namaz kıldım. Rasûlüllah güldü ve hiçbir şey söylemedi. İşte bu olayda Hz. Peygamber'in gülüşü, su bulunsa bile çok şiddetli soğukta teyemmüm edilebileceğine dair bir takrir idi.Muâz b. Cebeî'i Yemen'e gönderirken, Hz. Peygamber'in onun söylediklerini tasvibi de bu kabildendir.Aynı neviye bir başka örnek: Hz. Peygamber Selmân el-Fârisî ile Ebû'd-Derdâ arasında kardeşlik ilân ettikten sonra, Selmân Ebu'd-Derdâ'yı ziyaret etmişti. Bu esnada Ummü'd-Derdâ'yı (Ebu'd-Derdâ'mn hanımını) pek eski bir kıyafet içinde gördü. Ona "Bu perişan halin ne?"-dedi. O da şu cevabı verdi: "Kardeşin Ebu'd-Derdâ'nın dünyada ihtiyaç duyduğu hiçbir şey yok!" Ebû'd-Derdâ eve geldiğinde Selmân'ın önüne yemek koydu ve ona "Sen ye, ben oruçluyum" dedi. Selmân "Sen yemezsen ben de yemeyeceğim" dedi. Bunun üzerine Ebû'd-Derdâ da yedi. Gece olunca Ebû'd-Derdâ namaz için kalkmaya davrandı. Selmân ona "Uyu!" dedi ve uyudu. Sonra bir daha kalkmaya davrandı. Selmân yine "Uyu!" dedi, uyudu. Sabah olunca Selmân "Şimdi kalk!" dedi. Kalktılar, namazı kıldılar. Sonra Selmân şöyle dedi: "Bilki, senin üzerinde nefsinin hakkı var, Rabb'inin hakkı var, misafirinin hakkı var, ailenin hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver." Daha sonra Rasûlûllah'a geldiler ve olanları anlattılar. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Selmân doğru söylemiş". Burada da Rasûlûîlah'ın, Selmân'ın söylediklerine dair bir takriri sözkonusudur. [12]

§: 37- Hanefîlere Göre Rivayet Açısından Sünnet'in Nevileri:

Yapısı bakımından Sünn^t'in nevilerini gördük. Şimdi Hz. Peygamber'den rivayeti yani bize ulaştırılış şekli bakımından nevilerini göreceğiz. Önce Hanefîlerin taksimine göre konuyu inceleyecek, sonra diğer mezheplere ait taksimin farklılığını göstereceğiz.Hanefîlere göre, rivayeti bakımından Sünnet üç nevidir: Mütevâtir Sünnet, Meşhur Sünnet, Âhâd Sünnet.

§: 38- Mütevâtir Sünnet

Mütevâtir Sünnet, Hz. Peygamber'den normalde yalan üzerine birleşmeleri alken mümkün olmayacak sayıda bir Sahabe topluluğunun rivayet ettiği, daha sonra bu nluluktan Tâbİûn ve Etbâu't-Tâbiîn devirlerinde de aynı özellikteki toplulukların rivayet Mtisii haberdir. Tevatürde, yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayacak sayıda topluluk şartı bu üç devir için sözkonusudur. Daha sonraki devirlerde bu şartın gerçekleşmiş olması dikkate alınmaz. Çünkü Sünnet'in nakil ve tedvinini gerektiren âmiller çoğaldığından, bu devirlerden sonra âhâd haberlerin pek çoğu tevatür ve şöhret derecesinde nakledilmiştir.Kendisiyle tevatürün gerçekleşmiş sayılacağı toplulukta, -bilginlerin tercih ettiği görüşe söre- beş veya on gibi belirli sayı şartı aranmaz. Şayet aklen, normalde bir raviler gurubunun yalan üzerine birleşmelerinin imkânsız olduğuna hükmediliyorsa, belirli sayı şartı aranmaksızın o topluluğun rivayeti mütevatir sayılır. Bu hüküm şüphesiz, olayın özelliğine, râvilerin içinde bulunduğu şartlara ve haberin nakledildiği kişilere göre değişebilir.

§: 39- Mütevâtirin Nevileri:

Mütevâtir iki nevidir: Lâfzî mütevâtir ve manevî mütevâtir.Lâfzı mütevâtir, bütün râvilerin rivayetinin gerek "Kim bilerek bana yalan söz isnad ederse, cehennemden yerini hazırlasın. [13]hadisini rivayet edip başka sahabînin de aynı lâfızla bu hadisi rivayet etmesi ve böylece râvilerin sayısının tevatür sayısına ulaşması halinde, bu hadis lâfzî mütevâtirdir diyoruz.Manevî mütevâtir ise, lâfız ve mana bakımından farklılıklar taşımakla beraber, bütün râvilerin rivayetinin ortak bir manada birleşmesi halindeki mütevâtir haberdir. Duâ sırasında ellerin kaldırılması hadisi bu nevi mütevâtire örnek gösterilebilir. Gerçekten, Hz. Peygamber'in duâ sırasında ellerini kaldırdığına dair yüz kadar hadis rivayet edilmiştir; fakat bunlar değişik olaylarla ilgilidir, değişik şekillerde ve farklı ifadelerle nakledilmiştir. Her bir olay hakkında lâfzi tevatür gerçekleşmemiştir, ama bütün rivayetlerin birleştiği ortak bir mana var ki, o da duâ sırasında ellerin kaldırılmış olduğudur.Amelî Sünnetler arasında bol miktarda mütevâtir Sünnet mevcuttur. Meselâ abdestin nasıl alınacağı, namazın nasıl kılınacağı, haccın nasıl ifa edileceğine dair ve dinin nişanesi sayılabilecek diğer hükümlerle ilgili olan birçok haber böyledir. Bunlara büyük müslüman kitleleri muttali olmuş, sonra bunlar yine tevatür sayısının altına düşmeyen topluluklarca nesilden nesile nakledilegelmistir.Kavli Sünnetler içinde (lâfzî) mütevâtir Sünnetin bulunup bulunmadığı konusu ise bilginler arasında ihtilaflıdır. Bazıları bu nevi Sünnetin mevcudiyetini kabul etmemiş,bazıları azda olsa böyle hadislerin mevcut olduğunu savunmuştur. Sünnet üzerindeki dikkatli İncelemeler, ikinci görüşün üstün olduğunu göstermektedir. Çünkü kavlî Sünnetleri bir taramaya tabi tutan kimse, birçok mütevâtir Sünnet örneği ile Karşılaşmaktadır. Bu cümleden olmak üzere, yüzden fazla sahabî tarafından rivayet edilmiş bulunan 'hadisini ve on iki şahabının rivayet etti [14]hadisini zikredebiliriz.[15]

§: 40- Mütevâtir Sünnetin Hükmü:

Mütevâtir Sünnetin hükmü, Hz. Peygamber'e nisbetinin kesin olarak sübûtudur. Buna göre, mütevâtir Sünnetle âmel etmek farzdır ve onu inkâr eden kâfir olur. Mütevâtir Sünnetin lâfzı yoruma ihtimali (delâleti zannî) olmadıkça, bu nevi Sünnetin delâlet ettiği hükümlerde ihtilâfa yer yoktur.

§: 41- Meşhur Sünnet :

Meşhur Sünnet, Hz. Peygamber'den bir veya iki ya da tevatür sayısına ulaşamamış sayıda sahabi tarafından rivayet edilmişken, Tâbiûn ve Etbâu't-tabiîn devirlerinde tevatür sayısında râvilerce rivayet edilmiş Sünnet'tir. Meselâ, hadisi meşhur Sünnet'tir. Çünkü bunu Rasûlûllah'tan Hz. Ömer rivayet etmiş, sonra da tevatür sayısındaki râvilerce nakledilmiştir.

§: 42- Mütevâtir Sünnet İle Meşhur Sünnet Arasındaki Fark:

Mütevâtir Sünnet ile meşhur Sünnet arasındaki fark, mütevâtir Sünnette her üç tabaka râvilerinİn tevatür sayısında olmasına karşılık, meşhur Sünnette birinci tabaka râvîlerinin tevatür sayısına ulaşmamış olmasıdır.Şu halde, mütevâtir Sünnetin, râvilerine nisbeti kesin olduğu gibi Hz. Peygamber'e nisbeti de kesindir. Meşhur Sünnette ise durum farklıdır: Bunun, Hz. Peygamber'den rivayette bulunan râviye nisbeti kesin olmakla beraber, Hz. Peygamber'e nisbeti kesinlik taşımamaktadır.

§: 43- Meşhur Sünnetin Hükmü:

Meşhur Sünnetin hükmü, kesine yakın bir bilgi sağlamasıdır, ki buna Hanefîler ?ilmu?t-tume?nine? adını vermektedirler. Binâenaleyh, nasıl mütevatir Sünnetle Kur'ân'daki "ânım" ifadenin tahsisi ve "mutlak" ifadenin takyidi mümkünse, meşhur Sünnet ile de Kuab'laki "âmm" tahsis ve "mutlak" takyid edilebilir."Mutlak"ın takyidine örnek: Yüce Allah miras payları iie ilgili âyette "(Bütün bu paylar ölenin) yapmış bulunacağı vasiyel (yerine getirildikken borc(un ifasm)dan sonradır. [16]buyurmuştur. Burada "vasiyet" lâfzı mutlaktır,malın belirli bir parçası ile sınırlandırılmış değildir. Fakat, Hz. Peygamber'in. Üçtebir mi? Üçtebir de çok." buyurup üçtebirden fazla vasiyetten menettiğinedair meşhur hadisi ile vasiyet "üçtebir" şeklinde sınırlandırılmıştır."Âmm"ın tahsisine örnek: "Allah, çocuklarınızın miras payı) hakkında şöyle davranmanızı istiyor..." (Nisa, 4/ın ayetindeki "(çocuklarınız) lâfzı "âmm"dır, bütün çocuklara şâmildir. Hz. Peygamber'in "Öldüren mirasçı olamaz" [17]şeklindeki meşhur hadisi ile murisini öldüren çocuk bu umumun dışında bırakılmış, Kitâb'taki âmm lâfız katil olmayan çocuklar şeklinde tahsis edilmiştir.

§: 44- Âhâd Sünnet

Âhâd Sünnet, gerek Hz. Peygamber'den rivayet eden râvilerinin, gerekse sonraki tabakadaki râvilerinin sayısı, tevatür sayısının altında bulunan Sünnettir. Sünnet'in büyük çoğunluğu Hz. Peygamber'den âhâd yoluyla nakledilmiştir.

§: 45- Âhâd Sünnet'in Hükmü:

Âhâd Sünnet "ilim" ifade etmez, "zann" ifade eder. Bu yüzden itikadî hükümlerde âhâd habere dayamlamaz. Fakat, "Mezhep imamlarının âhâd haberle ameldeki metodlan" başlığı altında açıklayacağımız şartları taşıyorsa, amelî hükümler konusunda âhâd habere uyulur.

§: 46- Haneklerin Dışındaki Bilginlere Göre Rivayet Açısından Sünet'in Nevileri:

Hanefilerin dışındaki bilginlere göre rivayeti bakımından Sünnet iki nevidir: Mütevâtir Sünnet ve âhâd Sünnet. Meşhur Sünnet ise, başlı başına bir nevi olmayıp âhâd Sünnet kabil indendir. Çünkü meşhur Sünnette ilk tabaka râvileri tevatür sayışma ulaşmamakladır ve bu, esasen âhâd Sünnettir.Bu guruptaki bilginler âhâd Sünneti,

"Ğarîb" "azız" ve "müste-tıd " şeklinde üç kısma ayırmışlardır.Garîb, her üç tabakada veya herhangi bir tabakada râvî sayısı tek olan hadistir. Meselâ, hadisi bir sahâbî rivayet eder, ondan bir tabiî, ondan da bir tâbi Vt-tâbiî rivayette bulunur veya hadisi iki sahâbî rivayet eder, ondan bir tabiî ondan ise iki tâbiVt-tâbiî nvâyette bulunur...

Aziz, her üç tabakada sadece iki râvî tarafından rivayet edilen veya diğer tabaka yahut tabakalarda ikiden çok olsa bile tabakalardan birinde râvî sayısı iki olan hadistir..Müstefîd ise, her üç tabakada üç veya daha çok kişi tarafından rivayet edilen hadistir. Şöyle ki: Hadisin,

muhtelif râvîlerden oluşan üç veya daha fazla senedi vardır ve hiçbir tabakada râvî sayısı üçten aşağı düşmemektedir.

§: 47- Sübût ve Delâlet Yönlerinden Kitab İle Sünnet Arasında Bir Mukayese:

Daha önceki açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, bütün nevileriyle Sünnet, Kitâb gibi sübûtu kesin bir kaynak değildir. Bu açıdan Sünnetin üç nevi bulunmaktadır:

1- Sübûtu kat'i olan. ki buna "mütevâtir Sünnet" denir.

2- Sübûtu kat'îye yakın olan Sünnet. Bu, Hanefîlerde "meşhur Sünnet", diğerlerinde "müstefîd Sünnet" adıyla anılır.

3- Sübûtu zannî olan, ki buna "âhâd Sünnet" adı verilir.Sünnetin hükümlere delâletine gelince, bazen bu, yoruma ihtimal vermediğinden kat'î olmaktadır. Meselâ, Hz. Peygamberin "Yirmidörde kadar her beş deveden bir koyun zekât gerekir. Deve sayısı yirmibeşe ulaştığında iki yaşma girmiş bir dişi deve yavrusu gerekir. [18]hadisindeki (beş), (yirmidört) ve (yirmibeş) lâfız­ları, manalarına kesin olarak delâlet etmektedir, başka manaya ihtimalleri yoktur.Bazen de Sünnetin delâleti, yoruma açık lâfızlar ihtiva ettiğinden dolayı zannî olmak­tadır. Meselâ, Rasûlûllah'm [19]hadisi ile, -fakihlerin çoğunluğunun anladığı üzere- namazda Fatiha okumayanın namazının "sahih" olmayacağı manası kasdedilmiş olabileceği gibi, -Hanefî bilginlerin anladığı şekilde- namazda Fatiha okumayanın namazının "kâmil (tam)" olmayacağı manası da kasdedilmiş olabilir.Şu halde Sünnet, delâlet bakımından Kitab gibidir. Çünkü her ikisinin de delâleti bazen kat'î bazen zannî olabilmektedir. Sübûtu yönünden ise Sünnet Kur'ân'dan farklıdır. Kur'ân'ın tamamı sübût yönünden kat'î olduğu halde, Sünnetin bir kısmı kat'î bir kısmı zannî'dir.

§: 48- Sünnetin Kaynak Değeri:

Hz. Peygamber'e nisbeti sabit ve sahih Sünnetin İslâm hukukunun kaynaklarından olduğu ve bunun gereğine göre amel etmenin vücûbu üzerinde bütün müctehidler ve bilginler ittifak etmişlerdir. Onlar bu sonuca varırken. Rasûlûllah'a itaati emreden, ona Allah'a itaat sayan, ona uymayı Allah'ın sevgisine erişmenin ve günahları latmanın yolu olarak gösteren, onun hükmüne rıza göstermeyenin imansız olduğunu tade eden, ona muhalefet edene şiddetli tehdidlerde bulunan âyetlere dayanıyorlardı. Pek ^kdayıdaki bu âyetlerden bir kaçını örnek olarak zikredelim: "Allah'a itaat edin, Rasûl'e de itaat edin ve kötülüklerden) sakının. [20]"Kim Rasûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. [21] -(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah 'i seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınız, bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.[22]"Peygamber size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir. [23]"Hayır, Rabb'ine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar. [24]'Allah ve Rasulü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü 'min bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah 'a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.' [25]"...Bu sebeple onun (Allah Rasûlünün) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden yahut kendilerine çok acı bir azap isabet etmesinden sakınsınlar. [26]işte bunlar ve benzeri pek çok âyet, Sünnetin hüküm teşriînde kendisine başvurulması gerekli ve bağlayıcı bir kaynak olduğunu kesin olarak göstermekteydi.Şu var ki. Sünnet Hz. Peygamber'den farklı yollardan ve çeşitli senetlerle rivayet edilerek sabit olmuştur. Râvilerİ arasında rivayetine güvenilecek kişilerin yanısıra, rivayetine güvenilemeyecek kimseler de bulunmuştur. İşte bu durum, hüküm istinbati sırasında Sünnet malzemesinin bir ayırıma tabi tutulmasını gerekli kılmıştır."Tevatür" yoluyla nakledilen Sünnet, Hz. Peygamber'e aidiyeti kesin olduğu için bütün bılginlerce kabul edilmiştir. Hanefi bilginlere göre "şöhret" yoluyla, diğerlerine göre "istifada" yoluyla nakledilen Sünnet, sübût yönünden mütevâtire yakın olduğundan, aynı şekilde makbuldür. "Ahâd" yoluyla nakledilen Sünnete gelince, bunu, gerek Sahabe bilginleri gerekse fıkhî mezheplerin imamları ancak bir takım kayıt ve şartlarla kabul etmişlerdir. Onların bu konuda farklı metodlara sahip olduklarını görüyoruz. Şimdi bunları açıklayacağız:

§: 49- Sahabenin Âhâd Haberlerle Amel Konusunda Takip Ettikleri Metodlar:

Sahabe, Hz. Peygamber'in vefatından sonra ona nisbetle rivayet edilen hadisleri, bunların Rasûlûllah'a ait olduğundan iyice emin olmadıkça kabul etmezlerdi. Bu hususun tesbitinde farklı metodlar takip ediyorlardı.

Bazıları, bir hadis rivayet edildiğinde, bunu, ancak iki kişi bu hadisi Rasûlû İlah'tan işittiğini ifade ettikten sonra kabul ediyordu. Meselâ Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer böyle davranıyorlardı. İbn Şihâb'ın Kabîsa b. Züeyb'den rivayetine göre, bir nine kendisine mirastan pay verilmesini istemek üzere Hz. Ebubekir'e geldi. Hz. Ebubekir şöyle dedi: Senin için Allah'ın Kitabında bir şey bulamıyorum. Hz. Peygamber'in de nine için bir pay zikrettiğini bilmiyorum. Sonra insanlara bu konuda bildikleri bir şey olup olmadığını sordu. el-Muğîre b. Şu'be kalkıp şöyle dedi: Hz. Peygamber'den nineye altıda bir verileceğini duydum. Hz. Ebubekir, "Şahidin var mı?" diye sordu. Muhammed b. Mesleme aynı şeye şahit olduğunu söyledi ve Hz. Ebubekir o kadın için bu hisseye hükmetti.Buhârî'nin rivayetine göre, Hz. Ömer bir defasında Ebû Musâ'l-Eş'arî'ye haber yollayıp kendisine gelmesini istemişti. Ebû Musa Hz. Ömer'in evine geldiğinde kapının dışında üç defa girme müsaadesi istedi, fakat müsaade olunduğuna dair ses gelmedi ve geri döndü. Hz. Ömer onun geri dönüp gitmekte olduğunu görünce peşinden birini gönderdi. Ebû Musa geri gelince ona "Niçin döndün [27]diye sordu. Ebû Musa şu cevabı verdi: Geldim, kapının önünde üç defa selâm verdim, cevap alamadım ve geri döndüm» Çünkü Hz. Peygamber ''Sizden biriniz üç defa müsaade isteyip kendisine müsaade verilmezse geri dönsün.buyurmuşlardı. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Bunun için mutlaka bana şahit getireceksin!" dedi. Ebû Musa şaşkın ve endişeli bir halde Ensar'dan bir gurup sahabenin topluca bulundukları bir yere gitti. "Seni endişeye düşüren nedir?" diye sordular. O da başından geçenleri anlattı. Oradakiler, "En küçüğümüz gitsin" dediler.R un üzerine Ebû Saîd el-Hudri Ebû Musa ile birlikte gitti ve onun lehinde şahitlik etti. Sonunda Hz. Ömer Ebû Musa'ya dedi ki: "Bil ki seni itham etmiş değilim; fekat bu, Rasûlûllah'tan hadis rivayetidir (hassas bir konudur).bilinmekledir. Nitekim Amidî, Hz. Ali'nin bu konuda şöyle dediğini naklediyor: "Hz. Peygamber'den bir hadis işittiğimde, Allah beni ondan dilediği şekilde faydalandırırdı. Fakat başkası hadis naklettiğinde, ona yemin verir, yemin ederse o zaman kabul ederdim.[28]Bazen ise, râviye güvenmedikleri için hadisi reddediyor ve onunla amel etmiyorlardı. Şu olayda bu durumun bir örneğini görüyoruz: Abdullah b. Mes'ud'a mehri belirlenmeden evlenmiş ve kocası zifafa girmeden önce ölmüş kadının -ki buna fıkıhta "mufavvıda" adı verilmektedir- durumu sorulmuştu. Abdullah b. Mes'ud bir ay kendini bu konuya verdi, içtihadı bir sonuca varmaya çalıştı. Sonunda dedi ki: "Bu konuda kendi içtihadıma göre hükmediyorum. Eğer doğruysa bu Allah'tandır, şayet yanlış ise bu benden ve şeytandandır; Allah ve Rasûlü ondan bendir: Ben böyle bir kadının, ne eksik ne fazia, kendi emsali kadınlar için takdir edilen mehri misli hak edeceği kanaatindeyim. Bu kadın iddet bekler ve kocasına mirasçı olur." Bunun üzerine Ma'kil b. Sinan el-Eşca'î kalkıp şöyle dedi: "Ben şahidim ki, sen bu konuda Rasûlûllah'ın Bürû' bint'ü Vâşık el-Eşcaiyye hakkında hükmettiği gibi hükmettin". O zaman Abdullah b. Mes'ud, verdiği hükmün Rasûlûllah'ın hükmüne uygun olduğunu öğrenmekten ötürü o güne kadar tatmadığı bir sevinci yaşadı. Fakat Hz. Ali bu hadisi reddetmiş, onunla amel etmemiş ve şöyle demiştir: "Topuğuna bevleden bir bedevinin sözü üzerine, Rabb'imizİn Kitabını bir yana barakamayız." O bu konuda, kadına mehir verilmeyeceği kanaatindeydi. Çünkü bu olayıs Kur'ân'da hükme bağlanmış benzeri bir olaya kıyâs ediyordu. Şöyle ki:[29]ayetinde, mehri tayin edilmemiş ve zifaftan Önce boşanmış kadına -müt'a dışında- bir şey vermek gerekmediği hükme bağlanmıştı. İşte Hz. Ali de, zifaftan önce vefat sebebiyle ayrılığı zifaftan önce boşama sebebiyle ayrılığa kıyas ediyor, râviye güveni olmadığı için kıyâsı bu hadise üstün tutuyordu. Abdullah b. Mes'ud ise, bu râviye güvendiği ve hadisin sıhhatine kanaat getirdiği için, kendi re'yine göre hüküm çıkardıktan sonra da bu hadisle amel etti. O, daha söz konusu hadisi duymadan kendi içtihadına göre hükmederken başka "" kıyası uyguluyordu. Bu olayı, mehri tayin edilmeden evlenen ve kendisi ile zifafa girilen kadın olayına kıyas ediyordu. Bilindiği gibi böyle bir kadına "mehr-i misil" (kendi emsaline verilen mehir) verilmesi gerekmektedir. İbn Mes'ud bu kıyası yaparken şöyle düşünüyordu: Evliliğin hükümlerini ve sonuçlarını doğurma açısından Ölüm, zifafa benzemektedir. Çünkü her iki olaya aynı sonuçlar bağlanmaktadır. Nitekim böyle bir kadın, bütün İslâm hukukçularına göre mirasçı olur ve iddet bekler.Sahabeden bazıları, hadisin neshedilmiş olduğunu bildiği için hadisi reddediyor ve onunla amel etmiyordu. Meselâ, Abdullah b. Mes'ûd rükûda "tatbik" yapıyor, yani ellerini uylukları arasına kıstırıyordu. O, Rasûlûllah'ın böyle yaptığını söylüyordu. Fakat Sa'd b. Ebî Vakkâs, Hz. Peygamberdin önceleri "tatbik" yapmakla beraber, sonra ellerini dizleri üzerine koymaya başladığını ve ashabına da dizleri tutmalarını emrettiğini, böylece önceki şeklin neshedildiğini biliyordu. Bu yüzden, Abdullah b. Mes'ud'un rivayet ettiği hadisle amel etmiyor, "tatbik" yapmayıp ellerini dizlerinin üzerine koyuyordu. Takihlerin çoğunluğu da Sa'd b. Ebî Vakkas'm rivayet ve amel ettiği bu nâsih hadise göre hükmetmiştir. Abdullah b. Mes'ud ise, rüküda ellerini uylukları arasına kıstırma uygulamasından vazgeçmedi. Çünkü o, ellerin dizler üzerine konması hadisini ruhsat olarak görüyordu. Ona göre, uzun süre rükû halinde kalınca "tatbik" meşakkate yol açtığı ve bu durumda insanlar yere düşmekten korktukları için Hz. Peygamber -kolaylık olsun diye-onlara ellerini dizlerine koymalarını emretmişti.Bazıları da, kendi kanaatince daha kuvvetli olan hadisle çatıştığı için, rivayet edilen hadisle amel etmiyordu. Meselâ Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiği "Kim bir cenaze (aşırsa abdest alsın" [30]hadisinden ilk anlaşılan, cenaze taşıyan kimsenin abdest alması gerektiğiydi ve Ebû Hüreyre de cenaze taşıyan kimsenin abdest alması gerektiğine hükmediyordu. Fakat Abdullah b. Abbâs, bu hadisten ilk anlaşılan manaya göre yorum yapmadı ve cenaze taşıyan kimsenin abdest alması gerektiğine hükmetmedi. Çünkü diğer şer'ı deliller, ancak abdesti İzafe etmede etkisi olan durumlarda abdesti gerekli kılıyordu; halbuki cenaze taşımanın abdesti izale etmede bir etkisi yoktu. Onun, yukarıda zikredilen hadisi duyduğunda söylediği şu söz, bu düşünceye işaret etmektedir: "Birkaç kuru tahta taşımaktan ötürü bize abdest gerekmez.Daha kuvvetli delil ile çatışması sebebiyle hadisin reddedildiğine dair bir başka örnek: Hz. Ayşe, Ebû Hüreyre tarafından rivayet edilen ve '"Sahihayn"da yer alan "Sizden biriniz uykudan uyandığında, kaba sokmadan önce elini yıkasın. Çünkü böyle bir kimse elinin nerede gecelediğini bilemez'[31]manasmdaki hadisi kabul etmemiştir. Zira o, büyük kaptaki suya sokmadan eli yıkama mükellefiyetinin sıkıntı ve zorluğa yol açacağı ve bu hadisin, "Allah dinde sizin için hiçbir zorluk yüklememiştir"i[32]âyeti gibi insanlardan sıkıntı ve zorluğu kaldıran birçok nassa ters düştüğü kanaatindeydi. Ona göre.daha kuvvetli idi. O halde bu hadisle amel etmek doğru olmazdı. Hz. Ayşe'nin Jteübu noktaya işaret etmiş oluyordu: "Mihrâs ile bu işi nasıl yapabiliriz?" ("Mihrâs"abdest vb ihtiyaçları karşılamak üzere içine su konan dibek taşı gibi geniş su kabınınadıdır.)İşte Sahabenin, Sünnetle amel konusunda takip ettikleri başlıca metodlar bunlar idi. Ve bu bize, onların şerl hükümlerle ilgili ihtilâflarının çok önemli bir sebebini izah etmiş olmaktadır. Nitekim, Hz. Ali ile Abdullah b. Mes'ud arasında "mufavvıda" kadına mehir gerekip gerekmeyeceği konusunda görülen ihtilâfa tekrar göz atacak olursak, bunun Hz. Ali'nin Ma'kıl b. Sinan'ın bu konuda rivayet ettiği hadise itibar etmemesinden, Abdullah b Mes'ud'un ise bu hadisi makbul saymasından kaynaklandığını kolayca anlarız. Rükûda ellerin nasıl konacağı konusunda Sa'd b. Ebî Vakkâs ile Abdullah b. Mes'ud arasında bilinen ihtilâf da hadisin kabulü konusundaki ihtilâfların başka bir örneği idi. Zira Abdullah b. Mes'ud ellerin uyluklar arasına sıkıştırılacağına, Sa'd b. Ebî Vakkâs ise ellerin dizler üzerine konacağına hükmetmişti. Bu ihtilâfın sebebi de, herbirinin Rasûlûllah'tan naklettikleri ayrı ayrı hadislere dayanmış olmasıydı.

§: 50- Mezhep İmamlarının Âhâd Haberlerle Ameldeki Met odları:

Tanınmış fıkıh mezheplerinin imamları âhâd haberlerle amel ve hüküm istinbatı sırasında bunlara dayanma konusunda tek bir görüş üzerinde birleşmemişlerdir. Aksine, bunlardan hangisinin kabul edilip edilmeyeceğine dair herbiri farklı görüş ve metodlara sahip olmuştur. Aşağıda bu noktaya açıklık getirmeye çalışacağız:

§: 51- Hanefîlerin Metodu:

Usûl kitapları müelliflerinin belirttiğine göre, Hanefî mezhebinin imamları âhâd haberle amel için üç şart ileri sürmüşlerdir:

1- Râvî, Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadisin aksine davranmış veya bu rivayete aykırı fetva vermiş olmamalıdır. Şayet kendi rivayetine aykırı davranmış veya fetva vermişse, o zaman bu davranışı yahut fetvası dikkate alınır, rivayeti dikkate alınmaz.Onların bu konuda meseleye bakışları şöyledir: Râvi, rivayet ettiği hadisin neshedildiğini gösteren bir delil bilmese Hz. Peygamber'den rivayet ettiği bir hadise aykırı davranmaz; aksi halde bu, onun "adalet" vasfını zedeler. Şu halde, böyle bir durumda sahabtye uymak, onun rivayetine göre değil re'yine göre amel etmek gerekir.işte bu sebeple Hanefîler. Ebû Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiğiBirinizin kabını köpek yaladığı takdirde onu döksün, sonra biri toprakla olmak üzereyedi defa yıkasın' [33]anlamındaki hadisle amel etmemişlerdir. Çünkü -ed-Dârekutnî'ninnvayet ettiği üzere- Ebû Hüreyre, bu hadise aykırı olarak böyle bir durumda üç defa yıkamakla yetiniyor ve bu yönde fetva veriyordu. Hanefî'ler de onun fetvasını, bu hadisin neshedilmiş bulunduğuna delil saymışlar ve bu fetvaya göre amel etmişlerdir. Yani yedi defa yıkamayı gerekli saymaksızin üç defa yıkama ile yetinmişlerdir.Aynı şekilde Haneflier, Hz. Ayşe'den rivayet edilen ve kadının kendi başına evlilik akdi yapamayacağını gösteren "Velisinin izni olmadan evlenen kadının evliliği bâtıldır" [34]anlamındaki hadisle ameî etmemişler ve kadının gerek kendisi için gerekse başkasını ternsilen evlilik akdi kurabileceğine hükmetmişlerdir. Zira Hz. Ayşe bu hadise aykırı davranmışttr. Şöyle ki: Hz. Ayşe, kardeşi Abdurrahman Şam'da iken onun kızını eviendirmişti. Abdurrahman döndüğünde bu duruma kızmış ve "Benim gibi birinin kızları hakkında böyle danışılmadan karar verilip işe girişilir miydi!" demişti. Fakat kendi gıyabında veya kendi İzni olmadan yapılmış olmasından ötürü Abdurrahman'in bu akdi İptal yönüne gittiğine dair bir haber nakledilmiş değildir.

2- Hadis, sık sık tekerrür eden ve her mükellefin hükmünü bilme ihtiyacını hissettiği olaylar hakkında olmamalıdır. Usûl kitaplarında böyle durumlardan "umûmu'1-belevâ" diye sozedilir. Bununla, hemen herkesin karşılaştığı ve hükmünü bilmeye muhtaç bulunduğu olaylar kasdedilmektedir. tşie âhâd haber bu nevi olaylardan biri hakkında olursa. Hanefîler bunu makbul saymazlar ve onunla amel etmezler. Çünkü böyle bir olayın "tevatür" veya "şöhret" yoluyla nakli için gerekli şartlar oluşmuştur. O halde, böyle bir haber âhâd yolla gelmişse, bu onun Hz. Peygamber'e nisbetinin sağlam olmadığını gösterir; şayet sahih olsaydı, şöhret bulur ve âhâd seviyesinde kalmazdı.İşte bu düşünce ile Hanefî mezhebi bilginleri, Abdullah b. Ömer'den rivayet edilen "Hz. Peygamber rükûya giderken ve başını rükûdan kaldırdığında ellerini kaldırırdı" [35]anlamındaki hadis ile amel etmemişler ve şöyle demişlerdir: Bu durumlarda ellerin kaldırılması, çok sık vukubulan ve herkesin hükmünü bilmeye muhtaç olduğu bir olaydır. Şayet bu konuda vârİd olan Sünnet sabit olsaydı, bunu çok sayıda râvî rivayet ederdi ve insanlar bunun rivayetine ihtimam gösterirdi.Aynı şekilde Hanefîler, Hz. Peygamber hakkında rivayet edilen "O, namazda Fatiha Sûresini okurken besmeleyi de yüksek sesle okurdu" [36]anlamındaki hadise göre amel etmezler. Çünkü namazda ktraât, çok sayıda insanın bilgisi içinde olan bir olaydır. Eğer besmelenin yüksek sesle okunmasına dair Sünnet sabit olsaydı, çok sayıda râvi tarafından meşhur hadis şeklinde rivayet edilirdi. Zira olayın herkesçe bilinir oluşu bunun hükmünü belirten hadîsin de meşhur hadis şeklinde rivayetini gerektirir. Bu şekilde rivayet edilmemiş ise, bu, onun sahih olmadığını gösterir.Bundan dolayıdır ki, Hanefî mezhebinde, gerek rükûya giderken gerekse başı rükûdan kaldırırken ellerin kaldırılmaması ve namazda besmelenin gizli okunması hükmü benimsenmiştir.

3- Hadisi rivayet eden râvi, fıkıh bilgisi ve ictihad ehliyeti ile tanınmış bir kimse deeUse, hadis, kıyasa ve şer'î esaslara aykırı olmamalıdır.Diyelim ki bir sahabi hadis rivayet etmiştir ve bu hadiste yer alan hüküm kıyasa ve er'î esaslara aykırı düşmektedir. Şayet bu hadisi^ rivayet eden râvî; dört halife gibi, Abdullah b. Abbas veya Abdullah b. Mes'ud gibi hem hadis rivayeti ile hem defıkıhta ve ictihaddaki ehliyeti ile tanınmış biri ise hadis makbul sayılır ve onunla amei edilir. Fakat Enes b. Mâlik veya Bilâl gibi sadece hadis rivayeti ile tanınan, fıkıha vukufu ve ctihada ehliyeti ile tanınmayan birisi ise, bu hadis kabul edilmez ve onunla amel olunmaz.Bu şartı birçok usûl bilgini zikretmiştir. Onlar bu şartın koşulmasına gerekçe olarak, râvîler arasında "mana ile rivayet" usulünün çok yaygın bulunduğu vakıasını göstermişlerdir. Bu düşünceye göre, mana ile rivayet ortamında, eğer râvi fıkha vukufu ve içtihada ehliyeti ile bilinen bir kişi ise, Hz. Peygamberin söylediği kelimenin yerine başka bir kelime kullansa bile, bunun Hz. Peygamber'in kullandığı keîime ile aynı manayı taşıyacağını gönül huzuru ile kabullenmek mümkündür; ama râvi Öyİe değilse bu mümkün değildir. Bundan ötürü, belirtilen nitelikte olmayan râvinin rivayet ettiği kıyasa ve şer'î esaslara aykırı hydis.ile amel edilmez, o konuda kıyasa veya İslâm hukukunun genel prensiplerine göre hüküm verilir. Sözkonusu usulcüler, fıkha vukufu ve içtihada ehliyeti ile tanınmayan râviler arasında Ebu Hüreyre'yi, Enes b. Mâlik'i, Selman-ı Fârisi'yi ve Bilâl-i Habeşi'yi de (r.a) zikretmişlerdir.Bu şartı koştuklarından, Hanefîler, "musarrâh" [37]hadisi ile amel etme­mişlerdir. Ebû Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği bu hadisin anlamı şudur: '?Develerin ve koyunların memelerini sun'î olarak şişirmeyin. Birisi bu durumda bir hayvanı satın almışsa ve sütü sağmışsa iki şeyden birini seçmekte serbesttir:

1- Bu haliyle razı olursa hayvanı kendisinde tutar (sözleşme olduğu şekilde kalır), 2- Razı olmazsa hayvanı iade eder ve ayrıca bir sâ' hurma verir.[38]Bu hadisi kabul etmedikleri için, "tasriye"yi yani hayvanı sunî olarak sütlü göstermeyi, ayıplı malın satıcıya iadesi muhayyerliği kapsamına almamışlardır. Onlara göre "tasriye" malın iadesine imkân veren bir ayıp sayılamaz; sadece gabin [39]varsa alıcının satım bedelinde gabin miktarı ne ise o miktar için satıcıya rücu hakkı vardır. Hadisi kabul etmemelerinin gerekçesini ise şöyle belirtmişlerdir: Hadis Ebû Hüreyre tarafından rivayet edilmiştir. Ebû Hüreyre fıkha vukufu ve içtihada ehliyeti ile tanınmış bir sahabi değildir. Hadisin ihtiva ettiği hüküm ise İslâm hukukunun genel kurallarına aykırıdır. Şöyle ki: Önce buhüküm, "tazmin mislî mallarda misliyle, kıyemî mallarda kıymetiyle olur" kuralına ters düşmektedir. Zira hadis, müşterinin, satınaldığı hayvanı kendi elinin altında bulunduğu süre içinde sağıp sütünü alması karşılığında bir sa1 hurma vermesini Öngörmektedir. Oysa hurma, sütün ne misli ne kıymetidir. Şu haide müşterinin bu süt karşılığında bir sa' hurma ödeme borcu altına sokulması belirtilen kurala aykırıdır. Diğer yönden hadis, "el-Harâcu bİ'd-damân" [40]|diye ifade edilmiş olan "nefi (yarar) ve hasarın dengelenmesi" ilkesi ile de bağdaşmamaktadır. Bu ilkeye göre bir şeyin tazmin sorumluluğu kime aitse o şeyin semereleri de ona ait olur. Şu halde sağdığı süt, karşılık Ödemesine gerek olmaksızın alıcıya aittir. Zira hayvanı teslim aldıktan sonra ona gelecek zarar kendi sorumluluğu altında bulunmaktadır. Hal böyle iken müşterinin bir sa' hurma vermekle yükümlü tutulması genel kurala aykırıdır.

§: 52- Hanefî Usûlcülerin Metodu Hakkındaki Görüşümüz:

Hanefî usulücülerin çoğunluğunun benimsediği ve usûl eserlerinde yer verdikleri bu metod, kanaatimizce iki bakımdan isabetli görünmemektedir:

1- Ebıı Hanîfe ve arkadaşları, bu usûlcülerin söylediğinin aksi yönünde uygulama yapmışlardır. Nitekim, bu imamlar, usulcülerce fakih kabul edilmeyen Ebû Hüreyre tarafından rivayet edilmiş olan ve genel kural ile bağdaşmayan şu hadisle amel etmişlerdir: "Unutarak yiyen veya içen kimse orucunu tamamlasın. Zira onu Allah yedirmiş ve içirmiştir.'' [41]Esasen bu hadisin hükmü oruç konusundaki yerleşik kural ile bağdaşmaz. Kural şudur: İmsak (orucu bozan şeylerden el çekmek) orucun rüknüdür. Şu halde bu kurala göre. ister bilerek İster unutarak olsun, orucu bozan şeylerden el çekme vakıasının ihlâli ile oruç da rüknünü kaybetmiş olur ve dolayısıyla oruç bozulmuş sayılır. İmam Ebû Hanife bizzat bu hadisi rivayet etmiş ve demiştir ki: "Şayet bu konuda nakil olmasaydı, kıyasa göre hükmederdim". Bunun anlamı şudur: Şayet Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği ve unutarak yiyip-içmenin orucu bozmayacağını gösteren bu hadis olmasaydı, genel kurala göre hükmederdim. Bir başka deyişle, rükün ihlale uğradığından unutarak da olsa yeme ve içmenin orucu bozacağını söylerdim. Bu bize açıkça göstermektedir ki, hadisin kabulü hakkında sözünü etmekte olduğumuz bu şart, mezhep imamları tarafından ileri sürülmüş bir şart değildir.

2- "Musarrâh" hadisini Buharî, Abdullah b. Mes'ud'dan rivâyef etmiştir. Abdullah b. Mes'ud'un fakih olduğunu ise hiç kimse inkâr edemez. Şu halde -bir an için Hanefi mezhebi imamlarmca ileri sürüldüğünü kabul etsek bile- bu şart gerçekleştiğine göre Hanefîlerin bu hadis ile amel etmeleri gerekirdi; halbuki onunla amel etmemişlerdir.

Binaenaleyh bu konuda şöyle denmesi daha doğru olur: Hanefî mezhebi imamlarının"musarrâh" hadisi ile âmel etmemiş olmalarının sebebi, bu hadisin onlara ulaşmamış olması veya güvenmedikleri bir yoldan ulaşmış olmasıdır.Geriye bir noktanın belirlenmesi kalıyor: Haber-i vahidin kabulü ile ilgili bu şart Hanefi mezhebi imamlarınca ileri sürüimediyse, bu şartı ileri süren kimdir?Cevap şudur: Bu şartı Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî"nin öğrencilerinden ve ilk Hanefi fakihlerindcn İsa b. Ebân ileri sürmüştür. Kadî Ebû Zeyd ed-Debûsî [42]bu »örüşü almış ve buradan Hanefi mezhebi imamlarının "musarrâh" hadisini reddettikleri sonucunu çıkarmıştır. Sonraki fakihler de genellikle bu görüşe uymuşlardır.

§: 53- Mâlikîlerin Metodu:

İmam Mâlik,senedi sahih olan [43]haber-i vâhidle amel etme konusunda sadece bir şeyi şart koşuyordu: Hadisin Medine ahalisinin tatbikatına (amel'ü ehii'l-Medîne) aykırı olmaması. Şayet hadis Medine'deki tatbikata aykırı ise, onunla amel etmiyordu. Meselâ İmam Mâlik, "Alıcı ve satıcıdan herbiri, ayrılmadıkları sürece (sözleşmeden vazgeçip geçmeme hususunda) diğerine karşı muhayyerdir." [44]anlamındaki hadisle amel etmemiş ve bu yüzden "meclis muhayyerliği"[45]'hükmünü benimsememiştir. İmam Mâlik -bu hadisi rivayet ettikten sonra- şöyle demiştir: Bunun (muhayyerlik hakkının) ne örten bilinen bir sınırı (belirli süresi) vardır^ne de tatbikatta görülen bir durumdur. Bu sözüyle, İmam Mâlik, bu hükmün kendi zamanında Medine'de mevcut tatbikat ile bağdaşmadığını ve bu yüzden onunla amel etmediğini belirtmiş olmaktadır.İmam Mâlik'in bu metodu uyguladığı durumlara bir başka örnek verelim: Rivayete göre Hz. Peygamber ' 'Namazdan çıkmak istediğinde biri sağ tarafa diğeri sol tarafa olmak üzere "es-selâmü aİeyküm ve rahmetullah" diyerek iki selâm verirdi [46]Fakat İmam Mâlik Medine tatbikatına dayanarak bir selâmla yetinmiş ve bu hadisle amel etmemiştir. Zira Medineliler sadece bir selâm veriyorlardı.imam Mâlik'in, Medine ahalisinin tatbikatını haber-i vâhidden daha üstün tutmasınınHadisin "sened"inden maksat, hadisi sonraki nesillere ulaştıran râviler zinciridir. Bu senedin "Sahih «İması"ndan maksat ise, ravilerden birinde '"adalet" veya "zabt" (duyduğunu doğru bir şekilde rivayet edebilme vasfı) bakımından bir kusur bulunmamasıdır.İslâm hukuk ilmînîn esasları gerekçesi şudur: Medinelilierin bu tatbikatı Hz. Peygamber'den rivayet sayılır. Topluluğun topluluktan yaptığı rivayet ise, tek kişinin tek kişiden yaptığı rivayetten üstündür. Fakihlerin çoğunluğu bu konuda İmam Mâlike muhalefet etmiş ve Medine ahalisinin tatbikatını bir delil olarak görmemiştir. Zira, diğer İslâm beldelerinde oturanların hataya düşmeleri muhtemei olduğu gibi, Medinelilerin de hata yapması mümkündür. O halde, onların tatbikatı ile diğerlerininki arasında fark gözetilmemesi gerekir. Nitekim Leys b. Sa'd İmam MâÜk'e bu hususta uzun bir mektup yazmış, mektubunda konuyu İmam Mâlik'le tartışmıştır. Leys bu mektubunda çok değerli ve faydalı bir tartışma Örneği ortaya koymuştur. [47]Aynı konuda benzer bir tartışmaya İmam Şafii el-Ümm isimli eserinde yer vermiştir.

§: 54- Şâfiüerin Metodu:

İmam Şafiî haber-i vâhid ile ame! konusunda, ne Hanefî bilginlerin ileri sürdüğü şartlan, yani: a) Çok vuku bulunan durumlarla İlgili ise "meşhur" hadis seviyesine yükselmesini, b) Genel kurallara uygun olmasını, c) Bizzat hadisi rivayet eden ravînin uygulamasına ters düşmemesi), ne de İmam Mâlik'in ileri sürdüğü Medine ahalisinin tatbikatına aykırı olmaması şartını İleri sürmüştür. O bu konuda sadece senedin sahih ve "muttasıl" (kesintisiz) olmasını şart koşar. Bu sebeple o, "mürsel" [48]hadisle amel etmez. Şu kadar var ki Said b. el-Müseyyeb*in mürsellerini kabul eder. Çünkü onun mürsellerini incelemiş ve başka yollardan muttasıl olarak rivayet edildiğini görmüştür. Ya da onun güvenilir oimayan kişilerden hadis rivayet etmediği kanaatini taşıdığı için onun mürselîerini kabul etmiştir.Mürsel hadis konusundaki bu tutumu sebebiyle İmam Şâfıî, meselâ Hz. Ayşe'den rivayet edilen şu anlamdaki hadisle amel etmemiştir: Hafsa 'ya bir yiyecek hediye edildi. O sırada ikimiz de oruçlu idik. Orucumuzu (bu yiyecekle) bozduk. Sonra Hz. Peygamber (s.a.v) yanımıza girdi. Yâ RasûlaUabl Bize bir (yiyecek) hediye edildi, canımız çekti ve orucumuzu bozduk, dedik. Bunun üzerine Allah 'm Rasûlü buyurdu ki: Zararı yok; onun yerine başka bir gün oruç tutun. [49]Bu hadis mürseldir, zira ez-Zührî bunu Hz. Ayşe'den rivayet etmiştir, halbuki onu Hz. Ayşe'den duymamıştır, Urve b. Zübeyr'den , duymuştur.[50]Mürsel olan bu hadisle amel etmediğinden, İmam Şafiî'ye göre, nafile oruca başlayan kimse bunu tamamlamazsa, başka bir gün kaza etmesi gerekmez.Buna karşılık İmam Şafiî, Zührî'nin Saîd b. Müseyyeb'den rivayet ettiği hadisi kabul etmiştir, buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "(Rehin bırakan kişi borcunu ödeyemeyince) rehnedilen şey rehin bırakanın mülkü olmaktan çıkmaz. Rehnedilen şeyin erek menfaat gerek hasan rehnedene aittir [51]Bu hadis, rehin bırakan kişinin borcunu ödeyememesi halinde, rehin alanın rehnedilen şeye mâlik olamayacağı hükmünü getirmektedir. Buna göre, rehnedilen şeyin mülkiyeti rehin bırakan üzerine kalmaya devam eder- Rehnedilen şeyde bir artış, bir menfaat meydana gelirse kendisine ait olur; buna mukabil rehnedifen şeyin hasara uğraması sebebiyle borcunda bir eksilme olmaz. İşte bu hadise dayandığından İmam Şafiî'ye göre rehin, rehin alanın nezdinde bir emanet hükmündedir. Onun korunması hususunda kendisinin bir kast veya kusuru olmadan rehnedilen şey hasara uğrarsa rehin bırakanın borcunda bir eksilme olmaz.

§: .55- Hanbelîlerin Metodu:++++

İmam Ahmed b. Hanbel'in haber-i vâhid ile amel konusundaki metodu, İmam Şâfiî'-ninki gibidir; şu kadar var ki o, senedde ittisal (kesintisiz olma) şartı aramaz. Bu sebeple, o, mürsel hadislerle amel etmiş ve -Hanefîlerde ve Malikîlerde olduğu gibi- mürsel hadisi kıyasa tercih etmiştir.İslâm hukukçularının haber-i vâhid olarak rivayet edilen Sünnet ile amel konusundaki metodlarına dair verdiğimiz bu özetten, Sünnet ile amel hususunda en geniş çerçeveye Hanbelîlerin sahip olduğu anlaşılmaktadır. Sünnet ile amel çerçevesi, Hanebelîlerde diğerlerinden, Şâfiîlerde ve Malikîlerde ise Hanefîlerden daha geniştir. Bu hususta çerçeveyi en dar tutanlar Hanefîlerdir.Burada dikkat edilmesi gerekli husus şudur ki, sözü edilen müctehidlerin hepsi Sünnetin İslâm hukukunun ikinci temel kaynağı olduğunda asla farklı düşünmemişler, sadece en ihtiyatlı ve Kitab ile Sünnet arasındaki uyumun sağlanmasında en uygun metodun belirlenmesi açısından farklı görüşlere sahip olmuşlardır.Bir kısmı, İslâm hukuk sistemi içinde yürürlüğü olan genel kurallara başvurmanın daha ihtiyatlı olacağını düşünmüş ve bunlara aykırı olan hadisleri reddetmiştir. Bunlar Hanefîlerdir.Diğer bir kısmı ise, asıl ihtiyatlı tutumun, sırf genel kurallara aykırılık düşüncesi ile hadisleri reddetmemek olacağı kanaatine sahip olmuştur. Her bir gurubun gerek Sahabe gerek Tâbiûn arasında aynı düşünceye sahip selefleri mevcuttur.

Sünnetin Kitâb'a Göre Yeri

1- Kaynaklık vasfı açısından Sünnetin Kitab'a göre yeri: Kur'ân ve Sünnetten herbirinin kaynak değeri.

2- Gerek Kur'ân ve gerekse Sünnette yer alan hükümler açısından Sünnetin Kitâb'a göre yeri: Sünnetteki hükümlerin Kur'ân'daki hükümler ile bağdaşıp bağdaşmama durumları.

§: 56- Kaynaklık Vasfı Açısından Sünnetin Kur'ân "a Göre Yeri:

Sünnet, hernekadar İslâm hukukunun kaynaklarından biri ise de, kaynaklar sıralamasında Kur'ân'dan sonra gelir. Bir hükmü öğrenme ve delil getirme hususunda ikinci sırada yer alır. Hükmünü öğrenmek istediğimiz olayı cevaplayan bir nass Kitab'ta varsa, artık Sünnete başvurulmaz.Sünnetin Kitab'tan sonraki sırada yer almasının sebebi, onun sübutunun genellikle zannî, Kitab'ın sübutunun tamamıyla kat'î oluşudur. Kat'înin zannîden önce geleceği ise açıktır.Daha önce geçen muâz hadisinde de bu sıralama açıkça görülmektedir. Hz. Peygamber Muâz'a ' 'Sana hüküm vermen için bir kazâî olay getirilse ne yaparsın ?'' deyince, Muâz, Önce "Allah'ın Kitab'ma göre hükmederim" cevabını vermiş, Rasûlûlîah "Ya onda bulamazsan?" deye sorunca: "O zaman Allah Rasûlünün Sünnetine göre hükmederim" demiştir.Hz. Ömer'in Kadı Şurayh'a yazdığı rivayet edilen mektupta da bu sıralama göze çarpar: "Allah'ın Kitab'ında hükmünü açıkça bulabildiğin durumlarda kimseye bir şey sorma. Allah'ın Kitab'ında açıklık bulamazsan, Rasûlûlîah (s.a.v)'in Sünnetine uy." Bunun benzeri ifadelere Selef-İ sâlihinin ve bilginlerin sözlerinde çok raslanır.[52]Bu kurala bağlanacak en belirgin sonuç şudur: Şayet bir meselede Kitab'ta yer alan hüküm ile haber-i vâhid olarak rivayet edilmiş Sünnetin delâlet ettiği hüküm arasında zahirî bir çatışma görülürse, Kitab'takinin alınması ve bunun Sünnete tercih edilmesi gerekecektir. Meselâ, Kur'ân-ı Kerîm'de: "Erkeklerinizden iki kişiyi, eğer iki erkek yoksa mavafakat edeceğiniz şahitlerden bir erkek, iki kadını şahit tutun. Ki kadınlardan biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatsın. " [53]buyrulmuştur. Hz. Peygamber ise bir davacıya şöyle demiştir: '' Ya senin getireceğin iki (erkek) şahit, veya onun (davalının) yemini (ile dava hükme bağlanır)" [54] Bu hadis, haber-i vâhiddir ve ondan çıkan zahir anlam bir erkekle birlikte iki kadının şahitliğinin kabul edilemeyeceği yönündedir. Kur'ân âyetinin bu konudaki hükmü ile bağdaşmadığına göre, Kur'ân'daki hükmün esas alınması ve bir erkekle birlikte iki kadının şahitliğinin kabul edilmesi gerekir.Bu duruma bir başka örnek olarak Hz. Ayşe'nin tutumunu gösterebiliriz. Hz. Ayşe ?'Ölü, ailesinin kendisine ağlamasından ötürü azap görür. " [55] anlamındaki hadisi kabul etmemiştir. Çünkü o, bu hadisin "Hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez" [56]anlamındaki âyet ile çeliştiği kanaatine varmıştır. Fakat bilginlerin çoğu hadisi kabul etmişler ve onu âyetteki anlam ile çelişkili görmemişlerdir. Onlar, hadisteki hükmü, kişinin, ailesine, öldüğü zaman kendisi için ağlamalarını hatta ağıtçı kadınlar tutup yas havası oluşturmalarını vasıyetetmesi durumuna bağlamışlardır. Zira Cahiliye devrinde Arapların şöyle bir âdeti vardı: Hasta, ölümünün yaklaştığını hissedince, ailesinden -öldüğünde- kendisi için ağlanmasını ister, onları yas tutmaya teşvik ederdi. Şu halde, hadiste işaret edilen ceza, ailesinin ona ağlamasından ötürü değil, kişinin ailesinden kendisine ağlamasını ve yas tutulmasını istemesi sebebiyle olmaktadır.

§: 57- Gerek Kur'ân Gerek Sünnette Yer Alan Hükümler Açısından Sünnetin Kitâb'a Göre Yeri:

Sünnette ye. alan hükümleri inceleyip, Kur'ân-ı Kerîm'deki hükümlerle karşılaştırdığımızda, dört şekilden biri ile karşılaşırız:

Birinci şekil: Sünnet, Kur'ân'daki hükümlere tam tamına uygun hükümler ihtiva eder. Bu durumda Sünnetin hükmü, Kur'ân'ınkini teyit edici nitelikte kabul edilir ve aynı hüküm için iki delil bulunmuş olur: Birincisi, hükmü tesbit eden esas delil, ki bu Kur'ân nassıdır; ikincisi ise teyit edeci delildir, bu da Sünnet nassıdır.

Meselâ Hz. Peygamber'in ' 'Bir müslümanm malı (başkasına) onun gönül hoşnutluğu olmaksızın helâl değildir"[57] anlamındaki hadisi, Kur'ân-ı Kerîm'in "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Karşılıklı rızaya binaen yapılan ticâret olursa başka. "[58] mealindeki âyetin getirdiği hükmün aynısını ifade etmektedir. Yine Hz. Peygamber'in "Kadınlar (m haklarına riayet) konusunda Allah'tan sakının. Ziraoniar sızın hakimiyet ve himayeniz altındadır. Onları Allah 'm emaneti olarak aldınız, onlarla birlikte yaşama hakkını Allah'ın emri ve müsaadesi ile elde ettiniz" [59] anlamındaki hadisi, Cenâb-i Allah'ın "Kadınlarla iyi geçinin" [60]mealindeki sözü ile aynı hükmü taşımaktadır.Hz. Peygamber'in "Allah zalime mühlet verir, verir; sonunda onu bir cezalandırdım! artık iflah olmaz" [61] anlamındaki sözü ile Allah Teâlâ'nın "İşte Rabbin zulmeden beldeleri (n ahalisini) yakaladığı zaman böyle yakalar. Çünkü O'nun yakalaması çok acı ve çetindir. " [62] mealindeki âyeti arasında da böyle bir teyit ilişkisi vardır.

İkinci şekil: Sünnet, açıklanmaya muhtaç Kur'ân nasslarım açıklayıcı hükümler getirir. Bu da üç türlü olur:

a) Kitab'm "mücmel'1 "[63] nasslarım tefsir eden veya "müşkil" [64] lâfızlarını açıklığa kavuşturan Sünnet. Meselâ, namaz vakitlerini ve rekâtlarını, namazda neyin nasıl okunacağını, zekâtı verilmesi gerekli olan ve olmayan malları, zekât miktarını ve zekâta ait nisap miktarlarını belirleyen hadisler bu türdendir. Çünkü bunlar, Kur'ân'da yer alan "Namazı kılın, zekâtı verin." [65]mealindeki mücmel âyetten maksadın ne olduğunu açıklamış olmaktadır.Müşkil lâfıza açıklık getiren hadislere örnek olarak, ' 'Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırdedilinceye kadar yiyin, için"[66]mealindeki âyette yer alan kJ-\ (iplik) lâfızlarından maksadın gündüzün beyazlığı ve gecenin karanlığı olduğunu açıklayan hadisi zikredebiliriz. Bu âyet inince Sahabeden biri lâfızlarını gerçek anlamda "iplik" olarak anlamış, biri beyaz diğeri siyah iplik alıp yastığının altına koymuş, (sahurda) bunları görebileceği ve birini diğerinden ayırdedebileceği vakte kadar yemeye-içmeye devam etmişti. Sonra, Hz. Peygamber'e bunların anlamını sorunca, o, kendisine âyetteki bu lâfızlardan maksadın, gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu açıklamıştır.

b) Kur'ân-ı Kerim'in "âmm" hükmünü "tahsis" eden Sünnet. Hz. Peygamber'in şü hadisi bu duruma örnek olabilir: "Kadın, halası, teyzesi, erkek veya kız kardeşinin km üzerine nikâhlanamaz. Bunu yaparsanız, akrabalık.

bağlarını koparmış olursunuz" [67]Bu hadis şu âyetin umumunu tahsis etmiş olmaktadır: "Bunların (yukarıda sayılanların) dışındakiler size helâl kılındı. [68]Çünkü sözkonusu âyette, bu hadiste geçenlerle ilgili bir yasak yoktur Yine Hz. Peygamber'in "Katil mirasçı olamaz" [69]hadisi, Kur'ân-ı Kerîm'in "Allah, çocuklarınız (m miras payı) hakkında şöyle davranmanızı istiyor. [70]âyetin-dekİ umumu tahsis etmektedir. Zira âyet, katil olup olmadığına bakılmaksızın her çocuğun mirasçı olacağı hükmünü getirmektedir. Sünnet ise bu hükmün kapsamını daraltmakta, sadece katil olmayan çocuk için miras hakkı tanımış olmaktadır.

c) Kur'ân-ı Kerîm'in "mutlak"im "takyîd" eden Sünnet. Meselâ "Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin [71]mealindeki âyette sağ mı yoksa sol elin mi kesileceği, yine elin nereden kesileceği belirtilmemiştir. İşte Sünnet mutlak tarzda yer alan bu hükmü, sağ elin kesilmesi ve bilekten kesme şeklinde kayıtlamıştır.

Üçüncü şekil: Sünnet, Kur'ân'da yer alan bazı hükümleri nesheder (yürürlükten kaldırır). Meselâ, Kur'ân'ın "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur [72]mealindeki âyetinin hükmü. "Vârise vasiyet yoktur" [73]hadisi ile neshedilmiştir. Fakat bu, Kur'ân'ın Sünnet ile neshini kabul eden bir kısım bilginlere göredir. Konu ile ilgili özel açıklama "Nesih" başlığında gelecektir.

Dördüncü şekil: Sünnet, Kur'ân'da hükmü bulunmayan meseleler hakkında hükümler getirir. Bu durum için pek çok Örnek zikredilebilir. Bu nevi hükümlerden birkaç tanesini şöyle sayabiliriz: Seferi halde değilken de rehin sözleşmesinin yapılabileceği, bir tek şahit ile birlikte davacının yeminine dayanılarak hüküm verilebileceği, ninenin miras hakkına sahip olduğu, fıtır sadakasının ve vitir namazının vacip oluşu, "muhsan"[74] zâninin recm edileceği, "âkile"nin [75]diyete katılmakla mükellef olduğu, evlenme akdinde şahitlerin gerekliliği, şuf a hakkının meşru bir hak olduğu, deniz hayvanlarının ölüsünün yenebileceği.Şayet "Sünnete ait bu özellik, daha önce geçen "Allah'ın, Kur'ân'ı herşey için bir açıklama kıldığı" ifadesi ile nasıl bağdaşır?" denecek olursa, cevap şudur:Kur'ân'ın herşeyi açıklayıcı bir kaynak olma niteliği ile, bazı hükümlerin Sünnette yer alıp Kur'ân'da yer almaması durumu, arasında çelişki yoktur. Çünkü -daha önce belirttiğimiz gibi- Kur'ân'ın hükümleri açıklaması, hep "tafsil" (detayları ile düzenleme) şeklinde olmamıştır. Bu açıklama kâh "tafsil" şeklinde kâh "icmal" (toplu tarzda) veya genel kural koyma şeklinde olmuştur. Kur'ân'ın koyduğu temel kurallardan biri de Sünnet'e uyma ve onun gerektirdiği şekilde amel etme mecburiyetidir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm 'de ' 'Peygamber sîze ne vermişse onu alın, size neyi yasaklamışsa ondan sakının'' buyurulmuştur. Hz. Peygamber'e itaatin gerekliliğini ve ona itaatin Allah'a itaat sayılacağını ifade eden daha pek çok âyet vardır.Şu halde Allah Rasûlünun Sünnetinde yer alan her hüküm, Kur'ân-ı Kerîm'de detayı ile bulunmasa bile, yine Kur'ân nassları içinde yer almış ve Kitab, hükmünü bu yolla açıklamış kabul edilir.Abdullah b. Mes'ud ile bir kadın arasında geçen şu konuşma bu hususu desteklemektedir. Bir kadın Abdullah b. Mes'ud'a gelmiş ve şöyle demiştir: "Duydum ki, sen şöyle şöyle yapanları lanetiiyörmüşsün ve 'Allah, güzellik için Allah'ın yarattığını değiştirip vücudunda dövme yapan ve yaptıran, kaş alan ve aldıran, dişlerin arasını törpüleyen kadınları lânetlemişîir'[76] diyormuşsun. Oysa ben mushafın iki kapağı arasındakileri (yanptamammı) okudum, böyle bir şey göremedim". Abdullah b. Mes'ud ona "Şayet okuşa'ydm bunu bilirdin" demiş, kadın "Bunu nerede bulabilirim?" deyince şu cevabı vermiştir: "Allah Teâlâ'nm 'Peygamber size ne vermişse onu alın, size neyi yasaklamışsa (fndan sakının' âyetinde". Bu da açıkça göstermektedir ki, Hz. Peygamber'in sünnetinde bulunan bütün hükümler, bu ve benzeri âyetler meselâ "O, (şahsi) heves ve arzuya göre konuşmaz. O (Peygamber'in tebliğettikleri) kendisine bildirilen vahiyden başka birşey değildir"'[77] mealindeki âyet uyarınca, Allah'ın Kitab'ında yer almış gibi kabul edilecektir.

Hz. PEYGAMBER (S.A.V)'İN FİİLLERİ

Daha önce Hz. Peygamber'in fiillerinin Sünnetin nevilerinden olduğunu belirtmiştik. Burada bu fiillerin kısımlarını, İslâm hukukunun kaynağını teşkil edenlerle etmeyenlerini açıklayacağız.

§: 58- Hz. Peygamber'in Fiillerinin Kısımları:

Rasûlûllah'ın fiilleri üç kısma ayrılır:

Birinci kısım: Hz. Peygamber'in bir beşer, bir insan olarak yaptığı fiillerdir. Yeme, içme, giyinme, uyuma, oturup kalkma gibi.Bu kısma giren fiiller, bir hukuk kaynağı teşkil etmez; bu fiillerin örnek alınması ve onlara uyulması gerekmez. Çünkü onlar Hz. Peygamber'den bir peygamber sıfatıyla değil, bir insan olması sıfatıyla sâdır olmuştur.Bununla birlikte, Sahabeden, bu kısma giren fiillerde de Hz. Peygamber'in yolunu izleyen ve ona uymaya özen gösterenler vardı. Meselâ, Abdullah b. Ömer, bu nevi fiillerde , Hz Peygamber'i izleyip ona uyardı. Sünnet ile ilgili kitaplarda onun bu Özelliği açıkça Hz Peygamber'in, ticaret, ziraat, harp tedbirleri, hastalık tedavisi gibi dünyevî işlerde kendi görgü ve tecrübesine dayanarak yaptığı davranışlar da bu kısma girer. Bu işler de uyulması gerekli birer teşriî tasarruf sayılmaz; zira bunlar semavî vahye değil şahsî tecrübeye dayanmaktadır. Hz. Peygamber'in kendisi de bu davranışlarını teşriî bir tasarruf olarak kabul etmiyor ve insanları bunlara uymakla mükellef tutmuyordu. Şu olay bunu açıkça göstermektedir: Hz. Peygamber Medine'lilerin hurmaları aşıladıklarını görünce, onlara aşılamamalarını tavsiye etti. Onun görüşüne uydular ve aşılamayı bıraktılar. O yıl meyve telef oldu. Hz. Peygamber bunu öğrenince "Siz dünyanıza ait işleri daha iyi bilirsiniz" buyurdu. [78]Bir rivayete göre ise şöyle buyurmuştur: "O söylediğim şahsî kanaatten ibarettir, işe yararsa uyarsınız. Ben de ancak sizin gibi bir İnsanım; şahsî kanaat hatalı da olabilir isabetli de. Fakat size Yüce Allah lan (bana bildirilmiş) bir şey söylersem, bilin ki asla Allah'ı yalan nisbet etmem. [79]Bedir Savaşı sırasında da böyle bir olay meydana gelmişti: Hz. Peygamber, orduyu bir yere konaklatmak istedi. Sahabeden biri ona şöyle dedi: Bu yer sana Allah tarafından emredilmiş bir yer mi -ki şayet öyle ise biz ondan ne bir adım geri kalırız ne bir adım önüne geçeriz- yoksa şahsî görüş ve bir harp taktiği mi? Rasûlûllah: "Hayır! (İlâhî emir değil,) Şahsî görüş ve harp taktiği" buyurunca sahabî: "Doğrusu burası uygun bir konaklama yeri değil" dedi ve gerekçelerini açıklamak suretiyle ordunun konaklaması için uygun olan yeri Rasûlûllah'a gösterdi. Hz. Peygamber kendisinin de onlar gibi bir insan olduğunu, müslümanlar arasında şûra usulünün esas teşkil etmesi gerektiğini ve kendisinin güzel güzel meşverete katılıp görüş beyan edecek kişilere ihtiyacı bulunduğunu belirterek o sahabinin tavsiyesini uygulamaya koydu[80]

İkinci Kısım: Hz. Peygamber'in sırf kendisine mahsus olduğu şer'î delil ile belirtilmiş olan fiilleri. Gece teheccüd namazı kılması[81] Ramazan'da "savm-i visal" şeklinde oruç tutması'[82] dörtten fazla hanımla evlenmesi gibi.Bu kısma giren fiiller sırf Hz. Peygamber'e hâstır. Hiçbir müslüman ona hâs olan bu hükümlere iştirak edemez ve bu konularda ona uyamaz.

Üçüncü Kısım: Hz. Peygamber'in teşriî nitelikteki fiilleri. Kendisine uyulması maksadı ile yaptığı bu fiilleri iki neviye ayrılır:

a) Kur'ân'ın "mücmel''ine açıklık getirmek üzere yaptığı fiiller. Bu nevi fiiller, Kur'ân'ın tamamlayıcısı sayılırlar ve hangi mücmeli açıklamışlarsa onun hükmünü alırlar. Şayet Kur'ân'daki mücmel âyet vacip bir hüküm ihtiva ediyorsa onu açıklayan Peygamber fiilinin de hükmü vaciptir; Kur'ân'daki mücmelin hükmü mendup İse, onu açıklayan fiil de menduptur.Bir fiilin beyan görevi yaptığı ancak delil ile anlaşılır. Delil bazen sözlü bazen karine-i hal şeklinde olur.Hz. Peygamber'in "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle /a/m[83] hadisi sözlü delile örnek olarak zikredilebilir. Zira bu söz, Hz. Peygamber'in namazla ilgili fiillerinin "namazı kılın" âyeti için açıklayıcı nitelikte olduğunu göstermektedir. Yine Rasûlüllah'ın "Hacc ibadetinizin usullerini benden alın [84]hadisi, onun hacc ile ilgili fiillerinin "yoluna gücü yetenlerin o evi (Kâ'be'yi) haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır"[85]mealindeki âyeti beyan ettiğini belirtmektedir.Karîne-i hal tarzındaki delile örnek olarak, hırsızlık suçunun cezası yerine getirilirken, bilekten kesme şeklinde uygulama yapılmasını sağlamasını hatırlatabiliriz. Yine, teyemmümde Hz. Peygamber'in dirseklere kadar mesh verme uygulaması bu nevi beyana örnek teşkil edebilir. Fakat bu örnekler, esasen, hırsızlık ve teyemmüm ile ilgili âyetleri "mücmel" (yani Sâri tarafından bir açıklama yapılmadıkça ne kasdedildiğinin anlaşılamayacağı) âyetler olarak kabul eden bilginlerin kanaatine göredir. Oysa bu âyetleri "mücmel" değil, "mutlak" olarak düşünmek ve Sünnetin bunları "takyid" ettiğini söylemek daha doğru olur; bu yöndeki açıklamamız yukarıda geçmiştir.

b) Kur'ân'ın mücmeline açıklık getirmek üzere olmayıp, Hz. Peygamberin müstakil olarak yaptığı fiiller. Bunlarda da iki ihtimal vardır:

Birinci ihtimal: Bu nevi fiillerin vücub, nedb veya ibaha gibi şer'î vasfı bilinir. O takdirde, mü'minlerin bu konudaki durumu Hz. Peygamber'inki gibidir, yani onu örnek almak ve ona uymak gerekir. Zira Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki, Allah 'm Rasûlünde, sizin için, Allah 'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah 'j çok ananlar için mükemmel bir örnek vardır. [86]Sahabe Hz. Peygamber'in bu nevi fiillerine uyma konusunda büyük titizlik göstermişler, onun yaptığı gibi yapmışlar, birçok olayda onun uygulamasını delil göstermişlerdir. Meselâ, Hz. Ömer, iavaf sırasında Hacer-i Esved'i öper ve şöyle derdi: "Ben senin zararı veya faydası bulunmayan bir taştan ibaret olduğunu biliyorum. Şayet Rasûlüllah'ın seni öptüğünü görmüş olmasaydım, seni asla öpmezdim.

İkinci ihtimal: Fiilin şer'î vasfı bilinmez. Bu halde de iki ihtimal vardır: Ya fiilde Allah'a yakınlık maksadı bulunduğu anlaşılır, ya da böyle bir maksat dışarıdan anlaşılmaz. Allah'a yakınlık maksadının bulunduğu anlaşılıyorsa -yani Allah'a yaklaşmaya vesile olan fiiller nevinden ise-, tercih edilen görüşe göre bunlara uymak müstehaptır. Devamlı olmamak üzere iki rekât namaz kılmak gibi.Alim-satım, kira, ziraat ortaklığı gibi Allah'a yaklaşma maksadının bulunduğunu gösteren türden olmayan fiiller -doğru olan görüşe göre- o işi yapmanın mubah olduğunu ifade etmiş olur. Çünkü bu durumda kesin kanaate varılabilen asgari nokta ibaha hükmüdür, buna bir eklemede bulunmak istendiğinde (mendup veya vacip diyebilmek için) bunu gösteren ayrı delil bulunması gerekir. Oysa böyle bir delil yoktur.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[2] Bazı ilâveler ve farklı lâfızlar ile, bkz. Müslim, İlim, 15, Zekât, 69; İbn Mâce, Mukaddime, 14; Darimî, Mukaddime, 44; Ahmed b. Hanbef, IV, 362.

[3] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[4] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[5] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[6] Kısmen farklı lâfızlar ile, bkz. Buharı, Bed'ül-vahy, I, İmân. 41; Müslim, İmâre. 155.

[7] Ahmcd b. Hanbet, II, 252 cümlelerinde yer değişikliği ile).

Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[8] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[9] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[10] Buharı, cenâiz, 32.

[11] Ayak izlerini inceleyerek kişinin babasına ve kardeşine benzerliğini tesbit eden kimseye "kaaif" (kıyafet ılgını) denir. "Kıyafet ilmi" Araplar arasında tanınan bir ilim idi. Onlar bu konuda engin tecrübeye ve Pek geniş bilgiye sahip idiler.

[12] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:

[13] B"harî. İlim, 38; Müslim, Zühd, 72 (baı,ia j ilâvesi ile).

[14] Hz. Peygamber, abdest alırken topuklarının arkasını yıkamayan bir topluluk görmüş ve "Vay bu (yıkan­mayan) topukların cehennemde çekeceğine!" buyurmuştu. Hadis için bkz. Buharı, İlim. 3 ve 30, Vudû 27 ve 29.

[15] bkz. İbn Abduşşekûr, MüsellemüVsübut, II, 120.

[16] en-Nisâ 4/11.

[17] Ebu Davud, Diyât, 18; Darimi, Ferâiz, 41; Ahmed b. Hanbel, 1. 49.

[18] Bazı iâfız farklılıkları ile. bkz. Darimî, Zekât. 6: Nesâî, Zekât, 5 ve 10; îbn Mâce. Zekâi. 9.

[19] "Fatiha Sûresini okumayanın namazı yoktur." Tirmİzî, MevâkîtüVSalât, 69 ve 115; İbn Mâce, İkâa-met, 11.

[20] el-Mâide 5/92.

[21] en-Nisâ' 4/80.

[22] Âl-û Imrân 3/31.

[23] el-Haşr 59/7.

[24] en-Nisâ" 4/65.

[25] cl-Ahzâb 33/36.

[26]cn-Nûr24/63. , -

[27] (Buhari,İsti?zan,13:

[28] Âmidî, el-İhkâm, I, 175.

[29] el - akara 2/236: "(Nikâhtan sonra) kadınları, henüz temas etmeden veya onlar için mehir tayin etmeden Samışsanız (bunda) size vebal yoktur. Bu durumda onlara mflt'a verin (bir bağışta bulunun). Zengin o an kendi gücü nisbetinde, fakir de kendi durumuna göre münasip bir müt'a vermelidir. Bu, muhlin "yi davranışlı) kişiler üzerine bir borçtur."

[30] Ebû Davûd, Ccnâiz, 39. Aynı anlamda bkz. Tİrmizî, Cenâiz. 17.

[31] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz. Buharı, Vudû'- 26; Müslim. Taharet, 87 ve 88.

[32] el-Hacc 22/78:

[33] Farklı rivayetleri ile birlikte bkz. Nesâî Taharet, 52, Miyâh, 7. Ayrıca bkz. Buharı, Vudû\ 33; Müslim, Taharet, 89-93; Tİrmizî, Taharet, 68.

[34] Darımı, Nikâh. 11 (lâfzı ile).

[35] Aynı anlamda rivayetler için bkz. Buharı. Ezan, 83-86.

[36] Yakın anlamda rivayet İçin bkz. Tirmizî, Salât, 67.

[37] "Musarrâh" satış sırasında müşterinin rağbetini arttırmak maksadıyla, sütü bir süre sağılmayan' ve sun'i olarak sütü bol gösterilen hayvan demektir.

[38] Müslim, Buyu", 11, Ebu Davud, Buyu', 46. Sa\ esasen bir hacim ölçüsü olup, buium

günümüz birimleriyle hesaplanmasında İslâm fıkhmdaki hakim görüş esas alınınca sonuç: 2J5 !t. ve (buğday ağırlığı itibariyle) 2,172 kg. olmaktadır, (mütercim)

[39] Gabin , akitte karşılıklı edimler arasında önemli bir dengesizliğin bulunmasını ifade eder. Bunun kriteri hususunda fakihler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir, (mütercim).

[40] Ebu Davud, Buyu' 71: Tirmizî, Buyu', 53;

[41] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz. Buhâri, Eymân nü/ûr. 15, Savın. 26: Tirmizî. Savm. 26.

[42] Asıl aJi Abdullah b. Ömer olup, Hanefi mezhebinin en büyük fakihlerİndendir. Muhakeme gücü ve görüşlerini delillerle desiekleyebilme hususunda, darb-ı mesele konu olacak kadar tanınmış ve kuvvetli bir bilgin idi. "İlm-i hilafı ilk onaya koyan odur. En önemli eserleri arasında el-Esrâr ve Takvîmü'I-edille ?nkredilebilir. Hicrî 430 yılında vefat etmiştir.

[43] Asıl aJi Abdullah b. Ömer olup, Hanefi mezhebinin en büyük fakihlerİndendir. Muhakeme gücü ve görüşlerini delillerle desiekleyebilme hususunda, darb-ı mesele konu olacak kadar tanınmış ve kuvvetli bir bilgin idi. "İlm-i hilafı ilk onaya koyan odur. En önemli eserleri arasında el-Esrâr ve Takvîmü'I-edille ?nkredilebilir. Hicrî 430 yılında vefat etmiştir.

[44] ' Hadisin değişik rivayetleri için bkz. Buharı. Buyu, 42-47;

Ihn Mâce, Ticârât, 17,

[45] "Meclis muhayyerliği" sözleşmenin taraflarından herbirinin, sözleşme tamam olduktan sonra, akit meclisi (yani sözleşme görüşmelerini sağlayan beraberlik) sona ermedikçe, başka bir deyişle taraflar birbirinden ayrılmadıkça veya sözleşme konusu dışında bir konuya intikal etmedikçe, sözleşmeyi Iek taraflı olarak feshetme hakkına sahip olması demektir.

[46] Bu konudaki hadisler için bk?.. Zeylâi. NasbıTr-Râye, 1. 430-433

[47] Bu meklubu. İbn Kayyım'il-Cevziyye İ'lâmü'l-muvakkrin" isimli eserinde nakletmislir. bkz. III.62.

[48] Burada "'mürsel hadisten maksat, ravüerînden biri veya daha fazlası düşmüş hadistir. (I 17) ^ Uj; AilSU \*y

[49]Şatibi,el-muvafakaat,111.7.

[50] Münlckâ'l-Ahbâr ve Neylü'l-Evtâr. IV. 319.

[51] İbn Mâce, Rühûn, 3 (sadece baş kısmı). Hadisin tamamı hakkında b'lgi için bkz. Zeylâ'î, Nasbu'r-Râye. IV, 319-321.

[52] Şâiîbî. el-Muvâfakaat, III, 7.

[53]el-Bakara 2/282:

[54] : Buhârî, Rehn, 6. Şehâdât, 20: Müslim, İmân, 221. Buhârî ve Müslim, el-Eş'âs b. Kays'ın şöyie dediğini rivayet etmişlerdir: Bir adamla benim aramda bir kuyu İhtilâfı vardı. İhtilâfımızı Hz. Peygamber (s.a.v)'e götürdük. Rasülüllah: "Senin iki şahidin veya onun yemini." dedi. Ben "iki şahidim yok" dedim. "Onun yemini (yani yeminden kaçınması) senin lehine delil olur" dedi. "O yemin eder, hiç rahatsız da olmaz" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber. "Senin İçin başka bir yol yok; ya senin iki şahidin veya onun yemini." buyurdu.

[55] : Buharı, Cenâiz, 33 ve 45.

[56] et-En'âm 6/164:

[57] Ahmed b. Hanbel, V, 72 (kaydı olmaksızın).

[58] en-Nisâ' 4/29:

[59] Yakın rivayetler için bkz.

Ebu Davud, Menâsik, 56; İbn Mâce, Menâsik, 84; Ahmed b. Hanbel, V, 73. Temel hadis kitaplarında raslanmayan ikinci cümle için bkz. İbn Hişâm, es-Sîra en-Nebeviyye, Mısır, 1936, nşr. Mustafa es-Sâkâ ve arkadaşları, IV, 251. (mütercim).

[60] en-Nisâ' 4/19:

[61] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz. Buharı. Tefsîru'l-Kur'ân. (Sûre: 11/ Hüd) 5; İbn Mâce, Fitetı, 22.

[62] Hûd, 11/102:

[63] "Mücmel" bîr beyân (açıklama) yapılmadıkça kendisi İle ne kasdedildiği anlaşılamayan müphem lâfızdır.

[64] "Müşkil" ister hepsinde ister bir kısmında ?'hakikat"' olmak üzere iki veya daha çok manaya gelen lâfızdır.

[65] el-Bakara 2/43

[66] el-Bakara 2/187:

[67] Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37-38 (baş kısım). Hadisin tamamı hakkında bkz. Zeylâ'ı, Nasbu'r-Râye, III, 169-170.

[68] en-Nisâ' 4/24:

[69] bkz. dipnot 16 ve 85

[70] en-Nisâ" 4/11.

[71] el-Mâide 5/38:

[72] el-Bakara 2/180:

[73] . Buharı, Vasâyâ, 6; Ebu Davud, Vasâyâ, 6.

[74] Muhian meşru bir evlilik içinde zifafa girmiş, hür müslüman kişi- demektir. Bu durumda

olmaya "ihsan" denir, (müterci

[75] Akile, islâm hukukunda, kasıüı olmaksızın adam öldürme fiilini işleyen kimsenin ödeyeceği diyeti

üstlenmesi gereken yakınları (yahut mensup olduğu meslekî teşekkülü) ifade eder. (mütercim).

[76] İ Yakın rivayetler İçinbkz. Buharı, Tefsîrü'l-Kur'ân, (sûre: 59/Haşr) 4; Nesâî. Zîne. 26.

[77] en-Necm 53/3-4:

[78] Müslim, Fedai I, 141 ( şeklinde); aynı anlamda bkz. İbn Mâce, Rühûn, 15.

[79] İbn Mâce, Röhûn, 15. ^

[80] Olay hakkında bkz. Keltânî, et-Terâtîbü'1-İdariyye, Beyrut, ty., II, 384. (mütercim).

[81] "Teheccüd"', gece vakti yatsı namazından sonra olmak üzere kılınan bir namazdır. Böyle teheccüd namazı kılma, şu âyetlerden de anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.v)'e farz idi: "Ey Örtünüp bürünen (Rasüliim)! Geceleyin kalk..." fel-müzemmil 73/1-4) "Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl." (el-İsrâ' 17/79) Rasülüllah'ın âdeti, teheccüdü onbir veya onüç rekât Şeklinde kılma yönündeydi. Fakat bunların tamamını peşpeşe kılmazdı. Önce dört veya altı rekât kılar, sonra yatağa gider, daha sonra tekrar namaza kalkardı. Hz. Peygamber, bazen gecenin yarısında bazen ise gecenin yarısından az önce veya sonra kalkardı.

[82] Savm-i visâi ? , iki veya daha fazla gün arada iyiyip içmeksizin oruç tutmaktır. Hz. Peygamber (s.a.v

bazen ramazanda "visal" orucu tutuyor ve ashabına bu tarz oruç tutmayı yasaklıyordu. Bazıları ona "Fakal ey Allah'ın Rasülü! Sen visal orucu tutuyorsun!?" dediler. Hz. Peygmber şöyle buyurdu: "Hanginiz benim gibidir? Biliniz ki, ben geceyi geçirirken rabb'İm beni yedirir içirir." Bu hadiste visât orucunun. Rasüliillah'a has hükümlerden olduğuna ve onun dışındaki müslümanlar hakkında meşru olmadığına dair açık bir delâlet bulunmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in durumu başkalarının durumundan farklıdır. Hadiste sözü geçen yedirme ve içilmeden maksat İse, Yüce Allah'ın ma'rifetler âleminden ona ihsan elliği ikramlar. Yüce Ailah'a münâcâtın, O'na yakınlaşma arzusu, sevgisi ve özleminin verdiği haz ve gönlü besleyen manevî gıdalardır.

[83] Buharı, Ezan. 18.

[84] - Nesâî. Menâsik, 220: Ahmed b. Hanbel. IH, 318, 366 ( lâfzı olmaksızın).

[85] Âl-ü Imrân 3/97:

[86] el-Ahzâb 33/21:


bilge imam
Şef
06 Ekim 2010 13:54

deza12 öncellikle Ctrl+C ve Ctrl+V teşekkürler.

ayrıca öğrenmek istiyorum sen dimilli(zaza) Misin? bizim dilde deza dost demektir.


deza12
Aday Memur
06 Ekim 2010 13:57

evet zazayım hocam dez amcaoğlu demek


tunciy
Genel Müdür
06 Ekim 2010 14:22

deza, eee ne oldu şimdi? Biz ne yapacaz bu bilgileri?

Bende de İslam Ansiklopedisi var, 30 cilt, bir başlık da ben mi açsam senin gibi, hepsini yapıştırıp yapıştırıp, doldursam ortalığı, ha ne dersin?


seyda4772
Şube Müdürü
06 Ekim 2010 15:07

dezayemın Allah tore razi bo


deza12
Aday Memur
06 Ekim 2010 21:54

tunci kardeş bu ansiklepodik bir bilgi değil ders notu senin ihtiyacın yok diğer arkadaşların ihtiyacı var sonra sinir olurum böyle ukalaca laflara her şeye illa bi yorum yapacaksın bak başlığa işine yarıyorsa oku yaramıyorsa okuma arkadaş................


tunciy
Genel Müdür
06 Ekim 2010 22:09

tek mesaj yazan ben olmasam bile hadi üstüme alınıp cevap vereyim.

Yukarda "Din Hizmetleri (Kadrolu)" yazıyor. Bu durumda ukalalığı yapan ben değil siz oluyorsunuz.

"Acaba bunca yapıştırılan bilginin altında ya da üstünde bir bilgi notu var mı" diye mouse'un tekerini bir aşağı bir yukarı indiriyorsunuz bir şey bulamıyorsunuz, haliyle sinirleniyorsunuz.

Düşündüm de az bile demişim. Fakat doğru söylüyorsun, sana verilecek en güzel cevap susmaktır. Hani Bediüzzaman demiş ya....


daryush_shayegan
Aday Memur
11 Ekim 2010 12:23

çok güzel bir usul kitabıdır. ama ne ilgisi var şimdi. zaten 10 tl ye satılıyor. isteyen alır

Toplam 12 mesaj

Çok Yazılan Konular

Sözlük

Son Haberler

Editörün Seçimi