II- SÜNNET.. 1
§: 30- Sünnet'in Tarifi: 1
§: 31- Sünnet'in Nevileri: 2
§: 32- Yapısı Bakımından Sünnet'in Nevileri: 2
§: 33- Kavli Sünnet 2
S: 34- Fiili Sünnet 3
§: 35- Takriri Sünnet 3
§: 36- Takriri Sünnet'in Nevileri: 3
§: 37- Hanefîlere Göre Rivayet Açısından Sünnet'in Nevileri: 4
§: 38- Mütevâtir Sünnet 5
§: 39- Mütevâtirin Nevileri: 5
§: 40- Mütevâtir Sünnetin Hükmü: 6
§: 41- Meşhur Sünnet : 6
§: 42- Mütevâtir Sünnet İle Meşhur Sünnet Arasındaki Fark: 6
§: 43- Meşhur Sünnetin Hükmü: 6
§: 44- Âhâd Sünnet 7
§: 45- Âhâd Sünnet'in Hükmü: 7
§: 46- Haneklerin Dışındaki Bilginlere Göre Rivayet Açısından Sünet'in Nevileri: 7
§: 47- Sübût ve Delâlet Yönlerinden Kitab İle Sünnet Arasında Bir Mukayese: 8
§: 48- Sünnetin Kaynak Değeri: 8
§: 49- Sahabenin Âhâd Haberlerle Amel Konusunda Takip Ettikleri Metodlar: 9
§: 50- Mezhep İmamlarının Âhâd Haberlerle Ameldeki Met odları: 12
§: 51- Hanefîlerin Metodu: 12
§: 52- Hanefî Usûlcülerin Metodu Hakkındaki Görüşümüz: 15
§: 53- Mâlikîlerin Metodu: 16
§: 54- Şâfiüerin Metodu: 17
§: .55- Hanbelîlerin Metodu:++++. 18
Sünnetin Kitâb'a Göre Yeri 18
§: 56- Kaynaklık Vasfı Açısından Sünnetin Kur'ân "a Göre Yeri: 18
§: 57- Gerek Kur'ân Gerek Sünnette Yer Alan Hükümler Açısından Sünnetin Kitâb'a Göre Yeri: 19
Hz. PEYGAMBER (S.A.V)'İN FİİLLERİ 22
§: 58- Hz. Peygamber'in Fiillerinin Kısımları: 22
II- SÜNNET
a) Sünnet'in:
bb) Neviîe
cc) Kaynak Değeri
b) Sahabenin ve Müctebid İmamların Haber-i Vahid İle Ameldeki Metodlan
c) Sünnet'in Kitab'a Göre Yeri
d) Hz. Peygamberin Fiilleri[1]
§: 30- Sünnet'in Tarifi:
Lügatte "sünnet", alışılmış yol demektir. Şu halde herhangibir kişiye nisbetle sünnetten sözedildiğinde, onun ister iyi ister kötü sürekli ve çokça yapageldiği davranışları kasdedilmiş olur. Meselâ Hz. Peygamber'in şu hadisinde "sünnet kelimesi bu anlamda kullanılmıştır:"Kim güzel bir âdeti başlatırsa, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir âdeti başlatırsa, kendisine hem o davranışın, hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir. [2]Fıkıh usulü terimi olarak ise "Sünnet, Hz. Peygamber'den nakledilen söz, ful ve takrirlerdir".[3]
§: 31- Sünnet'in Nevileri:
Sünnet'in, bir yapısı bakımından bir de rivayeti yani bize ulaştırılış şekli bakımından nevileri vardır. Şimdi bu iki açıdan Sünnetin nevilerini ayrı ayrı göreceğiz: [4]
§: 32- Yapısı Bakımından Sünnet'in Nevileri:
Yapısı bakımından Sünnet üç nevidir:
Kavli Sünnet, fiili Sünnet ve takrîrî Sünnet. [5]
§: 33- Kavli Sünnet
Kavlî Sünnet, Hz. Peygamber'İn değişik münasebetlerle söylemiş oiduğu sözlerdir. Şu hadisleri misal kabilinden zikredebiliriz:"Ameller ancak niyetlere göredir ve herkese niyetinin karşılığı vardır: Kim Allah ve Rasûlü uğruna hicret ederse onun hicreti gerçekte Allah ve Rasûlü 'nedir. Kim elde edeceği bir dünyalık veya evleneceği bir kadın uğruna hicret ederse onun da hicreti, uğrunda hicret ettiğinedir. [6]"Kim bir mü'minin bir dünya sıkıntısını giderip ona ferahlık sağlarsa, Allah da kıyamet günü karşılaşacağı sıkıntılardan birinde ona ferahlık verir. Kim eli darda olan birine ödeme kolaylığı gösterirse Allah ona hem dünyada hem âhirette kolaylık verir. Kim bir müslümanm ayıbını örterse Allah da onun dünyada ve âhirette ayıbını örter. Bir kul, kardeşinin yardımına koştuğu sürece Allah da o kuluna yardım eder. Kim ilim elde etmek için yola koyulursa, Allah onun bu yoldan cennete ulaşmasını kolaylaştırır. Allah 'm evlerinden birinde Allah'ın Kitabını okumak ve Kur'ân ilmiyle meşgul olmak üzere toplanan bir cemaate mutlaka sükûnet ulaşır, o cemaati rahmet kaplar, melekler kuşatır ve Allah onları kendi yanındakilerin içinde zikreder. Ameli (nin kötülüğü veya yetersizliği) kendisini gerilerde bırakan kişiyi, soylu oluşu ileriye götüremez. [7]
S: 34- Fiili Sünnet
Fiili Sünnet, Hz. Peygamber'İn yapmış olduğu fiillerdir. RasûIûllarTın abdest, namaze hac ile ilgili fiilleri, davacının yemin edip bir de tek şahit göstermesi üzerine hüküm vermesi, hırsızın sağ elinin bilekten kesilmesini emretmesi vb. davranışları gibi. [8]
§: 35- Takriri Sünnet
Takriri Sünnet, Hz. Peygamber'İn müslümanlarm söylediği bir söz veya yaptığı bir davranıştan haberdar olduğu halde buna karşı çıkmamasıdır. Bu nevi Sünnet, şu düşünceye dayanır: Hz. Peygamber İslâmiyeti öğretmek ve ona ay kın düşen şeylerin yanlışlığım göstermek üzere gönderilmiştir. Şu halde Rasûlûllah bir müslümanın söylediği sözden veya yaptığı davranıştan haberdar olduğu halde bunu reddetmemiş ise, bu durum, onun bu söz veya davranışı tasvip ettiğini, bunun meşru' ve caiz olduğunu gösterir. [9]
§: 36- Takriri Sünnet'in Nevileri:
Takriri Sünnet iki nevidir:
Birincisi: Hz. Peygamber'İn bir söz veya davranışı, güzei karşıladığını ve hoşnut olduğunu gösteren bir işaret bulunmaksızın sadece sükût ve reddetmeme şeklinde takriridir.
İkincisi: Hz. Peygamber'İn bir söz veya davranış karşısında sevinçli bir tarzda sükût etmesi, bu sırada o söz veya davranışı güzel karşıladığını ve ondan hoşnut olduğunu gösteren İşaretlerin görülmesi halidir.-Esasen her iki nevi, bu söz veya davranışın meşru ve caiz olduğunu gösterir. Ancak, ikinci nevinin meşruiyet ve cevaza delâleti daha güçlüdür.Birinci neviye misâl: Bir gün Hz. Peygamber, kabir başında ağlayan bir kadına raslar. Ona "Allah'tan kork ve sabret!" der. Kadın Hz. Peygamber'i tanımamaktadır. Rasûlûllah'a şöyle cevap verir: "Benden uzak dur (karışma)! Benim başıma gelen senin başına gelmiş değil ki!". Kendisine, konuştuğu kişinin peygamber olduğu söylenince, kadın hemen Rasûlûllah'ın evine gider. Kapıda ne kapıcı ne de bir engel vardır. Kadın Hz. Peygamber'e "Ben sizi tanımamıştım" der. Rasûlûliah şöyle buyurur: "Asıl sabır, olayla ilk karşılaşmada gösterilen sabırdır. [10]İşte bu hadiste Hz. Peygamber'İn, evinden çıkıp kabir ziyaretine giden kadının bu davranışına ses çıkarmadığı görülmektedir. Şu halde bu, erkekler gibi kadınlar için de kabir ziyaretinin caiz olduğuna dair bir takrirdir.ikinci neviye misal: Münafıklar, babası ile kendi arasındaki renk farklılığından ötürüUsame b. Zeyd'in nesebine dil uzatıyorlardı. Çünkü Üsâme çok siyah, babası Zeyd ise iyice beyaz tenli idi. Birgün Üsâme ve babası Zeyd mescidde uyuyorlardı. Üzerlerinde bir Örtü vardı. Ayaklarından başka bir yerleri görünmüyordu. "Kıyafet" bilgini [11]olanin onların ayaklarını görünce: "Bu ayaklar, biribirinden olma (yani aynı soydan kişilerinbelirlenme yollarından biri olarak takriri oluyordu. Nitekim İslâm hukukçularının çoğunluğu bu görüştedir.Başka bir örnek olarak Amr b. el-Âs tarafından rivayet edilen bir olayı zikredeceğiz Âmr b. el-As anlatıyor: Zâtu's-selâsil gazvesine gönderildiğimde, çok soğuk bir gecede ihtİlâm olmuştum. Gusûl abdesti aldığım takdirde canımı kaybedeceğimden endişe duydum. Bu yüzden teyemmüm ettim, sonra arkadaşlarıma sabah namazını kıldırdım. Hz. Peygamber'e geldiğimde onlar bu durumu kendisine anlattılar. Rasûlüllah bana sordu; Âmr! Cünüp olduğun halde arkadaşlarına imam oldun öyle mi?! Dedim ki; Yüce Allah'ın ' 'Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir'' (en-Nisr 4/29) âyetini hatırladım, bunun üzerine teyemmüm ettim ve namaz kıldım. Rasûlüllah güldü ve hiçbir şey söylemedi. İşte bu olayda Hz. Peygamber'in gülüşü, su bulunsa bile çok şiddetli soğukta teyemmüm edilebileceğine dair bir takrir idi.Muâz b. Cebeî'i Yemen'e gönderirken, Hz. Peygamber'in onun söylediklerini tasvibi de bu kabildendir.Aynı neviye bir başka örnek: Hz. Peygamber Selmân el-Fârisî ile Ebû'd-Derdâ arasında kardeşlik ilân ettikten sonra, Selmân Ebu'd-Derdâ'yı ziyaret etmişti. Bu esnada Ummü'd-Derdâ'yı (Ebu'd-Derdâ'mn hanımını) pek eski bir kıyafet içinde gördü. Ona "Bu perişan halin ne?"-dedi. O da şu cevabı verdi: "Kardeşin Ebu'd-Derdâ'nın dünyada ihtiyaç duyduğu hiçbir şey yok!" Ebû'd-Derdâ eve geldiğinde Selmân'ın önüne yemek koydu ve ona "Sen ye, ben oruçluyum" dedi. Selmân "Sen yemezsen ben de yemeyeceğim" dedi. Bunun üzerine Ebû'd-Derdâ da yedi. Gece olunca Ebû'd-Derdâ namaz için kalkmaya davrandı. Selmân ona "Uyu!" dedi ve uyudu. Sonra bir daha kalkmaya davrandı. Selmân yine "Uyu!" dedi, uyudu. Sabah olunca Selmân "Şimdi kalk!" dedi. Kalktılar, namazı kıldılar. Sonra Selmân şöyle dedi: "Bilki, senin üzerinde nefsinin hakkı var, Rabb'inin hakkı var, misafirinin hakkı var, ailenin hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver." Daha sonra Rasûlûllah'a geldiler ve olanları anlattılar. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Selmân doğru söylemiş". Burada da Rasûlûîlah'ın, Selmân'ın söylediklerine dair bir takriri sözkonusudur. [12]
§: 37- Hanefîlere Göre Rivayet Açısından Sünnet'in Nevileri:
Yapısı bakımından Sünn^t'in nevilerini gördük. Şimdi Hz. Peygamber'den rivayeti yani bize ulaştırılış şekli bakımından nevilerini göreceğiz. Önce Hanefîlerin taksimine göre konuyu inceleyecek, sonra diğer mezheplere ait taksimin farklılığını göstereceğiz.Hanefîlere göre, rivayeti bakımından Sünnet üç nevidir: Mütevâtir Sünnet, Meşhur Sünnet, Âhâd Sünnet.
§: 38- Mütevâtir Sünnet
Mütevâtir Sünnet, Hz. Peygamber'den normalde yalan üzerine birleşmeleri alken mümkün olmayacak sayıda bir Sahabe topluluğunun rivayet ettiği, daha sonra bu nluluktan Tâbİûn ve Etbâu't-Tâbiîn devirlerinde de aynı özellikteki toplulukların rivayet Mtisii haberdir. Tevatürde, yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayacak sayıda topluluk şartı bu üç devir için sözkonusudur. Daha sonraki devirlerde bu şartın gerçekleşmiş olması dikkate alınmaz. Çünkü Sünnet'in nakil ve tedvinini gerektiren âmiller çoğaldığından, bu devirlerden sonra âhâd haberlerin pek çoğu tevatür ve şöhret derecesinde nakledilmiştir.Kendisiyle tevatürün gerçekleşmiş sayılacağı toplulukta, -bilginlerin tercih ettiği görüşe söre- beş veya on gibi belirli sayı şartı aranmaz. Şayet aklen, normalde bir raviler gurubunun yalan üzerine birleşmelerinin imkânsız olduğuna hükmediliyorsa, belirli sayı şartı aranmaksızın o topluluğun rivayeti mütevatir sayılır. Bu hüküm şüphesiz, olayın özelliğine, râvilerin içinde bulunduğu şartlara ve haberin nakledildiği kişilere göre değişebilir.
§: 39- Mütevâtirin Nevileri:
Mütevâtir iki nevidir: Lâfzî mütevâtir ve manevî mütevâtir.Lâfzı mütevâtir, bütün râvilerin rivayetinin gerek "Kim bilerek bana yalan söz isnad ederse, cehennemden yerini hazırlasın. [13]hadisini rivayet edip başka sahabînin de aynı lâfızla bu hadisi rivayet etmesi ve böylece râvilerin sayısının tevatür sayısına ulaşması halinde, bu hadis lâfzî mütevâtirdir diyoruz.Manevî mütevâtir ise, lâfız ve mana bakımından farklılıklar taşımakla beraber, bütün râvilerin rivayetinin ortak bir manada birleşmesi halindeki mütevâtir haberdir. Duâ sırasında ellerin kaldırılması hadisi bu nevi mütevâtire örnek gösterilebilir. Gerçekten, Hz. Peygamber'in duâ sırasında ellerini kaldırdığına dair yüz kadar hadis rivayet edilmiştir; fakat bunlar değişik olaylarla ilgilidir, değişik şekillerde ve farklı ifadelerle nakledilmiştir. Her bir olay hakkında lâfzi tevatür gerçekleşmemiştir, ama bütün rivayetlerin birleştiği ortak bir mana var ki, o da duâ sırasında ellerin kaldırılmış olduğudur.Amelî Sünnetler arasında bol miktarda mütevâtir Sünnet mevcuttur. Meselâ abdestin nasıl alınacağı, namazın nasıl kılınacağı, haccın nasıl ifa edileceğine dair ve dinin nişanesi sayılabilecek diğer hükümlerle ilgili olan birçok haber böyledir. Bunlara büyük müslüman kitleleri muttali olmuş, sonra bunlar yine tevatür sayısının altına düşmeyen topluluklarca nesilden nesile nakledilegelmistir.Kavli Sünnetler içinde (lâfzî) mütevâtir Sünnetin bulunup bulunmadığı konusu ise bilginler arasında ihtilaflıdır. Bazıları bu nevi Sünnetin mevcudiyetini kabul etmemiş,bazıları azda olsa böyle hadislerin mevcut olduğunu savunmuştur. Sünnet üzerindeki dikkatli İncelemeler, ikinci görüşün üstün olduğunu göstermektedir. Çünkü kavlî Sünnetleri bir taramaya tabi tutan kimse, birçok mütevâtir Sünnet örneği ile Karşılaşmaktadır. Bu cümleden olmak üzere, yüzden fazla sahabî tarafından rivayet edilmiş bulunan 'hadisini ve on iki şahabının rivayet etti [14]hadisini zikredebiliriz.[15]
§: 40- Mütevâtir Sünnetin Hükmü:
Mütevâtir Sünnetin hükmü, Hz. Peygamber'e nisbetinin kesin olarak sübûtudur. Buna göre, mütevâtir Sünnetle âmel etmek farzdır ve onu inkâr eden kâfir olur. Mütevâtir Sünnetin lâfzı yoruma ihtimali (delâleti zannî) olmadıkça, bu nevi Sünnetin delâlet ettiği hükümlerde ihtilâfa yer yoktur.
§: 41- Meşhur Sünnet :
Meşhur Sünnet, Hz. Peygamber'den bir veya iki ya da tevatür sayısına ulaşamamış sayıda sahabi tarafından rivayet edilmişken, Tâbiûn ve Etbâu't-tabiîn devirlerinde tevatür sayısında râvilerce rivayet edilmiş Sünnet'tir. Meselâ, hadisi meşhur Sünnet'tir. Çünkü bunu Rasûlûllah'tan Hz. Ömer rivayet etmiş, sonra da tevatür sayısındaki râvilerce nakledilmiştir.
§: 42- Mütevâtir Sünnet İle Meşhur Sünnet Arasındaki Fark:
Mütevâtir Sünnet ile meşhur Sünnet arasındaki fark, mütevâtir Sünnette her üç tabaka râvilerinİn tevatür sayısında olmasına karşılık, meşhur Sünnette birinci tabaka râvîlerinin tevatür sayısına ulaşmamış olmasıdır.Şu halde, mütevâtir Sünnetin, râvilerine nisbeti kesin olduğu gibi Hz. Peygamber'e nisbeti de kesindir. Meşhur Sünnette ise durum farklıdır: Bunun, Hz. Peygamber'den rivayette bulunan râviye nisbeti kesin olmakla beraber, Hz. Peygamber'e nisbeti kesinlik taşımamaktadır.
§: 43- Meşhur Sünnetin Hükmü:
Meşhur Sünnetin hükmü, kesine yakın bir bilgi sağlamasıdır, ki buna Hanefîler ?ilmu?t-tume?nine? adını vermektedirler. Binâenaleyh, nasıl mütevatir Sünnetle Kur'ân'daki "ânım" ifadenin tahsisi ve "mutlak" ifadenin takyidi mümkünse, meşhur Sünnet ile de Kuab'laki "âmm" tahsis ve "mutlak" takyid edilebilir."Mutlak"ın takyidine örnek: Yüce Allah miras payları iie ilgili âyette "(Bütün bu paylar ölenin) yapmış bulunacağı vasiyel (yerine getirildikken borc(un ifasm)dan sonradır. [16]buyurmuştur. Burada "vasiyet" lâfzı mutlaktır,malın belirli bir parçası ile sınırlandırılmış değildir. Fakat, Hz. Peygamber'in. Üçtebir mi? Üçtebir de çok." buyurup üçtebirden fazla vasiyetten menettiğinedair meşhur hadisi ile vasiyet "üçtebir" şeklinde sınırlandırılmıştır."Âmm"ın tahsisine örnek: "Allah, çocuklarınızın miras payı) hakkında şöyle davranmanızı istiyor..." (Nisa, 4/ın ayetindeki "(çocuklarınız) lâfzı "âmm"dır, bütün çocuklara şâmildir. Hz. Peygamber'in "Öldüren mirasçı olamaz" [17]şeklindeki meşhur hadisi ile murisini öldüren çocuk bu umumun dışında bırakılmış, Kitâb'taki âmm lâfız katil olmayan çocuklar şeklinde tahsis edilmiştir.
§: 44- Âhâd Sünnet
Âhâd Sünnet, gerek Hz. Peygamber'den rivayet eden râvilerinin, gerekse sonraki tabakadaki râvilerinin sayısı, tevatür sayısının altında bulunan Sünnettir. Sünnet'in büyük çoğunluğu Hz. Peygamber'den âhâd yoluyla nakledilmiştir.
§: 45- Âhâd Sünnet'in Hükmü:
Âhâd Sünnet "ilim" ifade etmez, "zann" ifade eder. Bu yüzden itikadî hükümlerde âhâd habere dayamlamaz. Fakat, "Mezhep imamlarının âhâd haberle ameldeki metodlan" başlığı altında açıklayacağımız şartları taşıyorsa, amelî hükümler konusunda âhâd habere uyulur.
§: 46- Haneklerin Dışındaki Bilginlere Göre Rivayet Açısından Sünet'in Nevileri:
Hanefilerin dışındaki bilginlere göre rivayeti bakımından Sünnet iki nevidir: Mütevâtir Sünnet ve âhâd Sünnet. Meşhur Sünnet ise, başlı başına bir nevi olmayıp âhâd Sünnet kabil indendir. Çünkü meşhur Sünnette ilk tabaka râvileri tevatür sayışma ulaşmamakladır ve bu, esasen âhâd Sünnettir.Bu guruptaki bilginler âhâd Sünneti,
"Ğarîb" "azız" ve "müste-tıd " şeklinde üç kısma ayırmışlardır.Garîb, her üç tabakada veya herhangi bir tabakada râvî sayısı tek olan hadistir. Meselâ, hadisi bir sahâbî rivayet eder, ondan bir tabiî, ondan da bir tâbi Vt-tâbiî rivayette bulunur veya hadisi iki sahâbî rivayet eder, ondan bir tabiî ondan ise iki tâbiVt-tâbiî nvâyette bulunur...
Aziz, her üç tabakada sadece iki râvî tarafından rivayet edilen veya diğer tabaka yahut tabakalarda ikiden çok olsa bile tabakalardan birinde râvî sayısı iki olan hadistir..Müstefîd ise, her üç tabakada üç veya daha çok kişi tarafından rivayet edilen hadistir. Şöyle ki: Hadisin,
muhtelif râvîlerden oluşan üç veya daha fazla senedi vardır ve hiçbir tabakada râvî sayısı üçten aşağı düşmemektedir.
§: 47- Sübût ve Delâlet Yönlerinden Kitab İle Sünnet Arasında Bir Mukayese:
Daha önceki açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, bütün nevileriyle Sünnet, Kitâb gibi sübûtu kesin bir kaynak değildir. Bu açıdan Sünnetin üç nevi bulunmaktadır:
1- Sübûtu kat'i olan. ki buna "mütevâtir Sünnet" denir.
2- Sübûtu kat'îye yakın olan Sünnet. Bu, Hanefîlerde "meşhur Sünnet", diğerlerinde "müstefîd Sünnet" adıyla anılır.
3- Sübûtu zannî olan, ki buna "âhâd Sünnet" adı verilir.Sünnetin hükümlere delâletine gelince, bazen bu, yoruma ihtimal vermediğinden kat'î olmaktadır. Meselâ, Hz. Peygamberin "Yirmidörde kadar her beş deveden bir koyun zekât gerekir. Deve sayısı yirmibeşe ulaştığında iki yaşma girmiş bir dişi deve yavrusu gerekir. [18]hadisindeki (beş), (yirmidört) ve (yirmibeş) lâfızları, manalarına kesin olarak delâlet etmektedir, başka manaya ihtimalleri yoktur.Bazen de Sünnetin delâleti, yoruma açık lâfızlar ihtiva ettiğinden dolayı zannî olmaktadır. Meselâ, Rasûlûllah'm [19]hadisi ile, -fakihlerin çoğunluğunun anladığı üzere- namazda Fatiha okumayanın namazının "sahih" olmayacağı manası kasdedilmiş olabileceği gibi, -Hanefî bilginlerin anladığı şekilde- namazda Fatiha okumayanın namazının "kâmil (tam)" olmayacağı manası da kasdedilmiş olabilir.Şu halde Sünnet, delâlet bakımından Kitab gibidir. Çünkü her ikisinin de delâleti bazen kat'î bazen zannî olabilmektedir. Sübûtu yönünden ise Sünnet Kur'ân'dan farklıdır. Kur'ân'ın tamamı sübût yönünden kat'î olduğu halde, Sünnetin bir kısmı kat'î bir kısmı zannî'dir.
§: 48- Sünnetin Kaynak Değeri:
Hz. Peygamber'e nisbeti sabit ve sahih Sünnetin İslâm hukukunun kaynaklarından olduğu ve bunun gereğine göre amel etmenin vücûbu üzerinde bütün müctehidler ve bilginler ittifak etmişlerdir. Onlar bu sonuca varırken. Rasûlûllah'a itaati emreden, ona Allah'a itaat sayan, ona uymayı Allah'ın sevgisine erişmenin ve günahları latmanın yolu olarak gösteren, onun hükmüne rıza göstermeyenin imansız olduğunu tade eden, ona muhalefet edene şiddetli tehdidlerde bulunan âyetlere dayanıyorlardı. Pek ^kdayıdaki bu âyetlerden bir kaçını örnek olarak zikredelim: "Allah'a itaat edin, Rasûl'e de itaat edin ve kötülüklerden) sakının. [20]"Kim Rasûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. [21] -(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah 'i seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınız, bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.[22]"Peygamber size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir. [23]"Hayır, Rabb'ine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar. [24]'Allah ve Rasulü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü 'min bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah 'a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.' [25]"...Bu sebeple onun (Allah Rasûlünün) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden yahut kendilerine çok acı bir azap isabet etmesinden sakınsınlar. [26]işte bunlar ve benzeri pek çok âyet, Sünnetin hüküm teşriînde kendisine başvurulması gerekli ve bağlayıcı bir kaynak olduğunu kesin olarak göstermekteydi.Şu var ki. Sünnet Hz. Peygamber'den farklı yollardan ve çeşitli senetlerle rivayet edilerek sabit olmuştur. Râvilerİ arasında rivayetine güvenilecek kişilerin yanısıra, rivayetine güvenilemeyecek kimseler de bulunmuştur. İşte bu durum, hüküm istinbati sırasında Sünnet malzemesinin bir ayırıma tabi tutulmasını gerekli kılmıştır."Tevatür" yoluyla nakledilen Sünnet, Hz. Peygamber'e aidiyeti kesin olduğu için bütün bılginlerce kabul edilmiştir. Hanefi bilginlere göre "şöhret" yoluyla, diğerlerine göre "istifada" yoluyla nakledilen Sünnet, sübût yönünden mütevâtire yakın olduğundan, aynı şekilde makbuldür. "Ahâd" yoluyla nakledilen Sünnete gelince, bunu, gerek Sahabe bilginleri gerekse fıkhî mezheplerin imamları ancak bir takım kayıt ve şartlarla kabul etmişlerdir. Onların bu konuda farklı metodlara sahip olduklarını görüyoruz. Şimdi bunları açıklayacağız:
§: 49- Sahabenin Âhâd Haberlerle Amel Konusunda Takip Ettikleri Metodlar:
Sahabe, Hz. Peygamber'in vefatından sonra ona nisbetle rivayet edilen hadisleri, bunların Rasûlûllah'a ait olduğundan iyice emin olmadıkça kabul etmezlerdi. Bu hususun tesbitinde farklı metodlar takip ediyorlardı.
Bazıları, bir hadis rivayet edildiğinde, bunu, ancak iki kişi bu hadisi Rasûlû İlah'tan işittiğini ifade ettikten sonra kabul ediyordu. Meselâ Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer böyle davranıyorlardı. İbn Şihâb'ın Kabîsa b. Züeyb'den rivayetine göre, bir nine kendisine mirastan pay verilmesini istemek üzere Hz. Ebubekir'e geldi. Hz. Ebubekir şöyle dedi: Senin için Allah'ın Kitabında bir şey bulamıyorum. Hz. Peygamber'in de nine için bir pay zikrettiğini bilmiyorum. Sonra insanlara bu konuda bildikleri bir şey olup olmadığını sordu. el-Muğîre b. Şu'be kalkıp şöyle dedi: Hz. Peygamber'den nineye altıda bir verileceğini duydum. Hz. Ebubekir, "Şahidin var mı?" diye sordu. Muhammed b. Mesleme aynı şeye şahit olduğunu söyledi ve Hz. Ebubekir o kadın için bu hisseye hükmetti.Buhârî'nin rivayetine göre, Hz. Ömer bir defasında Ebû Musâ'l-Eş'arî'ye haber yollayıp kendisine gelmesini istemişti. Ebû Musa Hz. Ömer'in evine geldiğinde kapının dışında üç defa girme müsaadesi istedi, fakat müsaade olunduğuna dair ses gelmedi ve geri döndü. Hz. Ömer onun geri dönüp gitmekte olduğunu görünce peşinden birini gönderdi. Ebû Musa geri gelince ona "Niçin döndün [27]diye sordu. Ebû Musa şu cevabı verdi: Geldim, kapının önünde üç defa selâm verdim, cevap alamadım ve geri döndüm» Çünkü Hz. Peygamber ''Sizden biriniz üç defa müsaade isteyip kendisine müsaade verilmezse geri dönsün.buyurmuşlardı. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Bunun için mutlaka bana şahit getireceksin!" dedi. Ebû Musa şaşkın ve endişeli bir halde Ensar'dan bir gurup sahabenin topluca bulundukları bir yere gitti. "Seni endişeye düşüren nedir?" diye sordular. O da başından geçenleri anlattı. Oradakiler, "En küçüğümüz gitsin" dediler.R un üzerine Ebû Saîd el-Hudri Ebû Musa ile birlikte gitti ve onun lehinde şahitlik etti. Sonunda Hz. Ömer Ebû Musa'ya dedi ki: "Bil ki seni itham etmiş değilim; fekat bu, Rasûlûllah'tan hadis rivayetidir (hassas bir konudur).bilinmekledir. Nitekim Amidî, Hz. Ali'nin bu konuda şöyle dediğini naklediyor: "Hz. Peygamber'den bir hadis işittiğimde, Allah beni ondan dilediği şekilde faydalandırırdı. Fakat başkası hadis naklettiğinde, ona yemin verir, yemin ederse o zaman kabul ederdim.[28]Bazen ise, râviye güvenmedikleri için hadisi reddediyor ve onunla amel etmiyorlardı. Şu olayda bu durumun bir örneğini görüyoruz: Abdullah b. Mes'ud'a mehri belirlenmeden evlenmiş ve kocası zifafa girmeden önce ölmüş kadının -ki buna fıkıhta "mufavvıda" adı verilmektedir- durumu sorulmuştu. Abdullah b. Mes'ud bir ay kendini bu konuya verdi, içtihadı bir sonuca varmaya çalıştı. Sonunda dedi ki: "Bu konuda kendi içtihadıma göre hükmediyorum. Eğer doğruysa bu Allah'tandır, şayet yanlış ise bu benden ve şeytandandır; Allah ve Rasûlü ondan bendir: Ben böyle bir kadının, ne eksik ne fazia, kendi emsali kadınlar için takdir edilen mehri misli hak edeceği kanaatindeyim. Bu kadın iddet bekler ve kocasına mirasçı olur." Bunun üzerine Ma'kil b. Sinan el-Eşca'î kalkıp şöyle dedi: "Ben şahidim ki, sen bu konuda Rasûlûllah'ın Bürû' bint'ü Vâşık el-Eşcaiyye hakkında hükmettiği gibi hükmettin". O zaman Abdullah b. Mes'ud, verdiği hükmün Rasûlûllah'ın hükmüne uygun olduğunu öğrenmekten ötürü o güne kadar tatmadığı bir sevinci yaşadı. Fakat Hz. Ali bu hadisi reddetmiş, onunla amel etmemiş ve şöyle demiştir: "Topuğuna bevleden bir bedevinin sözü üzerine, Rabb'imizİn Kitabını bir yana barakamayız." O bu konuda, kadına mehir verilmeyeceği kanaatindeydi. Çünkü bu olayıs Kur'ân'da hükme bağlanmış benzeri bir olaya kıyâs ediyordu. Şöyle ki:[29]ayetinde, mehri tayin edilmemiş ve zifaftan Önce boşanmış kadına -müt'a dışında- bir şey vermek gerekmediği hükme bağlanmıştı. İşte Hz. Ali de, zifaftan önce vefat sebebiyle ayrılığı zifaftan önce boşama sebebiyle ayrılığa kıyas ediyor, râviye güveni olmadığı için kıyâsı bu hadise üstün tutuyordu. Abdullah b. Mes'ud ise, bu râviye güvendiği ve hadisin sıhhatine kanaat getirdiği için, kendi re'yine göre hüküm çıkardıktan sonra da bu hadisle amel etti. O, daha söz konusu hadisi duymadan kendi içtihadına göre hükmederken başka "" kıyası uyguluyordu. Bu olayı, mehri tayin edilmeden evlenen ve kendisi ile zifafa girilen kadın olayına kıyas ediyordu. Bilindiği gibi böyle bir kadına "mehr-i misil" (kendi emsaline verilen mehir) verilmesi gerekmektedir. İbn Mes'ud bu kıyası yaparken şöyle düşünüyordu: Evliliğin hükümlerini ve sonuçlarını doğurma açısından Ölüm, zifafa benzemektedir. Çünkü her iki olaya aynı sonuçlar bağlanmaktadır. Nitekim böyle bir kadın, bütün İslâm hukukçularına göre mirasçı olur ve iddet bekler.Sahabeden bazıları, hadisin neshedilmiş olduğunu bildiği için hadisi reddediyor ve onunla amel etmiyordu. Meselâ, Abdullah b. Mes'ûd rükûda "tatbik" yapıyor, yani ellerini uylukları arasına kıstırıyordu. O, Rasûlûllah'ın böyle yaptığını söylüyordu. Fakat Sa'd b. Ebî Vakkâs, Hz. Peygamberdin önceleri "tatbik" yapmakla beraber, sonra ellerini dizleri üzerine koymaya başladığını ve ashabına da dizleri tutmalarını emrettiğini, böylece önceki şeklin neshedildiğini biliyordu. Bu yüzden, Abdullah b. Mes'ud'un rivayet ettiği hadisle amel etmiyor, "tatbik" yapmayıp ellerini dizlerinin üzerine koyuyordu. Takihlerin çoğunluğu da Sa'd b. Ebî Vakkas'm rivayet ve amel ettiği bu nâsih hadise göre hükmetmiştir. Abdullah b. Mes'ud ise, rüküda ellerini uylukları arasına kıstırma uygulamasından vazgeçmedi. Çünkü o, ellerin dizler üzerine konması hadisini ruhsat olarak görüyordu. Ona göre, uzun süre rükû halinde kalınca "tatbik" meşakkate yol açtığı ve bu durumda insanlar yere düşmekten korktukları için Hz. Peygamber -kolaylık olsun diye-onlara ellerini dizlerine koymalarını emretmişti.Bazıları da, kendi kanaatince daha kuvvetli olan hadisle çatıştığı için, rivayet edilen hadisle amel etmiyordu. Meselâ Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiği "Kim bir cenaze (aşırsa abdest alsın" [30]hadisinden ilk anlaşılan, cenaze taşıyan kimsenin abdest alması gerektiğiydi ve Ebû Hüreyre de cenaze taşıyan kimsenin abdest alması gerektiğine hükmediyordu. Fakat Abdullah b. Abbâs, bu hadisten ilk anlaşılan manaya göre yorum yapmadı ve cenaze taşıyan kimsenin abdest alması gerektiğine hükmetmedi. Çünkü diğer şer'ı deliller, ancak abdesti İzafe etmede etkisi olan durumlarda abdesti gerekli kılıyordu; halbuki cenaze taşımanın abdesti izale etmede bir etkisi yoktu. Onun, yukarıda zikredilen hadisi duyduğunda söylediği şu söz, bu düşünceye işaret etmektedir: "Birkaç kuru tahta taşımaktan ötürü bize abdest gerekmez.Daha kuvvetli delil ile çatışması sebebiyle hadisin reddedildiğine dair bir başka örnek: Hz. Ayşe, Ebû Hüreyre tarafından rivayet edilen ve '"Sahihayn"da yer alan "Sizden biriniz uykudan uyandığında, kaba sokmadan önce elini yıkasın. Çünkü böyle bir kimse elinin nerede gecelediğini bilemez'[31]manasmdaki hadisi kabul etmemiştir. Zira o, büyük kaptaki suya sokmadan eli yıkama mükellefiyetinin sıkıntı ve zorluğa yol açacağı ve bu hadisin, "Allah dinde sizin için hiçbir zorluk yüklememiştir"i[32]âyeti gibi insanlardan sıkıntı ve zorluğu kaldıran birçok nassa ters düştüğü kanaatindeydi. Ona göre.daha kuvvetli idi. O halde bu hadisle amel etmek doğru olmazdı. Hz. Ayşe'nin Jteübu noktaya işaret etmiş oluyordu: "Mihrâs ile bu işi nasıl yapabiliriz?" ("Mihrâs"abdest vb ihtiyaçları karşılamak üzere içine su konan dibek taşı gibi geniş su kabınınadıdır.)İşte Sahabenin, Sünnetle amel konusunda takip ettikleri başlıca metodlar bunlar idi. Ve bu bize, onların şerl hükümlerle ilgili ihtilâflarının çok önemli bir sebebini izah etmiş olmaktadır. Nitekim, Hz. Ali ile Abdullah b. Mes'ud arasında "mufavvıda" kadına mehir gerekip gerekmeyeceği konusunda görülen ihtilâfa tekrar göz atacak olursak, bunun Hz. Ali'nin Ma'kıl b. Sinan'ın bu konuda rivayet ettiği hadise itibar etmemesinden, Abdullah b Mes'ud'un ise bu hadisi makbul saymasından kaynaklandığını kolayca anlarız. Rükûda ellerin nasıl konacağı konusunda Sa'd b. Ebî Vakkâs ile Abdullah b. Mes'ud arasında bilinen ihtilâf da hadisin kabulü konusundaki ihtilâfların başka bir örneği idi. Zira Abdullah b. Mes'ud ellerin uyluklar arasına sıkıştırılacağına, Sa'd b. Ebî Vakkâs ise ellerin dizler üzerine konacağına hükmetmişti. Bu ihtilâfın sebebi de, herbirinin Rasûlûllah'tan naklettikleri ayrı ayrı hadislere dayanmış olmasıydı.
§: 50- Mezhep İmamlarının Âhâd Haberlerle Ameldeki Met odları:
Tanınmış fıkıh mezheplerinin imamları âhâd haberlerle amel ve hüküm istinbatı sırasında bunlara dayanma konusunda tek bir görüş üzerinde birleşmemişlerdir. Aksine, bunlardan hangisinin kabul edilip edilmeyeceğine dair herbiri farklı görüş ve metodlara sahip olmuştur. Aşağıda bu noktaya açıklık getirmeye çalışacağız:
§: 51- Hanefîlerin Metodu:
Usûl kitapları müelliflerinin belirttiğine göre, Hanefî mezhebinin imamları âhâd haberle amel için üç şart ileri sürmüşlerdir:
1- Râvî, Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadisin aksine davranmış veya bu rivayete aykırı fetva vermiş olmamalıdır. Şayet kendi rivayetine aykırı davranmış veya fetva vermişse, o zaman bu davranışı yahut fetvası dikkate alınır, rivayeti dikkate alınmaz.Onların bu konuda meseleye bakışları şöyledir: Râvi, rivayet ettiği hadisin neshedildiğini gösteren bir delil bilmese Hz. Peygamber'den rivayet ettiği bir hadise aykırı davranmaz; aksi halde bu, onun "adalet" vasfını zedeler. Şu halde, böyle bir durumda sahabtye uymak, onun rivayetine göre değil re'yine göre amel etmek gerekir.işte bu sebeple Hanefîler. Ebû Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiğiBirinizin kabını köpek yaladığı takdirde onu döksün, sonra biri toprakla olmak üzereyedi defa yıkasın' [33]anlamındaki hadisle amel etmemişlerdir. Çünkü -ed-Dârekutnî'ninnvayet ettiği üzere- Ebû Hüreyre, bu hadise aykırı olarak böyle bir durumda üç defa yıkamakla yetiniyor ve bu yönde fetva veriyordu. Hanefî'ler de onun fetvasını, bu hadisin neshedilmiş bulunduğuna delil saymışlar ve bu fetvaya göre amel etmişlerdir. Yani yedi defa yıkamayı gerekli saymaksızin üç defa yıkama ile yetinmişlerdir.Aynı şekilde Haneflier, Hz. Ayşe'den rivayet edilen ve kadının kendi başına evlilik akdi yapamayacağını gösteren "Velisinin izni olmadan evlenen kadının evliliği bâtıldır" [34]anlamındaki hadisle ameî etmemişler ve kadının gerek kendisi için gerekse başkasını ternsilen evlilik akdi kurabileceğine hükmetmişlerdir. Zira Hz. Ayşe bu hadise aykırı davranmışttr. Şöyle ki: Hz. Ayşe, kardeşi Abdurrahman Şam'da iken onun kızını eviendirmişti. Abdurrahman döndüğünde bu duruma kızmış ve "Benim gibi birinin kızları hakkında böyle danışılmadan karar verilip işe girişilir miydi!" demişti. Fakat kendi gıyabında veya kendi İzni olmadan yapılmış olmasından ötürü Abdurrahman'in bu akdi İptal yönüne gittiğine dair bir haber nakledilmiş değildir.
2- Hadis, sık sık tekerrür eden ve her mükellefin hükmünü bilme ihtiyacını hissettiği olaylar hakkında olmamalıdır. Usûl kitaplarında böyle durumlardan "umûmu'1-belevâ" diye sozedilir. Bununla, hemen herkesin karşılaştığı ve hükmünü bilmeye muhtaç bulunduğu olaylar kasdedilmektedir. tşie âhâd haber bu nevi olaylardan biri hakkında olursa. Hanefîler bunu makbul saymazlar ve onunla amel etmezler. Çünkü böyle bir olayın "tevatür" veya "şöhret" yoluyla nakli için gerekli şartlar oluşmuştur. O halde, böyle bir haber âhâd yolla gelmişse, bu onun Hz. Peygamber'e nisbetinin sağlam olmadığını gösterir; şayet sahih olsaydı, şöhret bulur ve âhâd seviyesinde kalmazdı.İşte bu düşünce ile Hanefî mezhebi bilginleri, Abdullah b. Ömer'den rivayet edilen "Hz. Peygamber rükûya giderken ve başını rükûdan kaldırdığında ellerini kaldırırdı" [35]anlamındaki hadis ile amel etmemişler ve şöyle demişlerdir: Bu durumlarda ellerin kaldırılması, çok sık vukubulan ve herkesin hükmünü bilmeye muhtaç olduğu bir olaydır. Şayet bu konuda vârİd olan Sünnet sabit olsaydı, bunu çok sayıda râvî rivayet ederdi ve insanlar bunun rivayetine ihtimam gösterirdi.Aynı şekilde Hanefîler, Hz. Peygamber hakkında rivayet edilen "O, namazda Fatiha Sûresini okurken besmeleyi de yüksek sesle okurdu" [36]anlamındaki hadise göre amel etmezler. Çünkü namazda ktraât, çok sayıda insanın bilgisi içinde olan bir olaydır. Eğer besmelenin yüksek sesle okunmasına dair Sünnet sabit olsaydı, çok sayıda râvi tarafından meşhur hadis şeklinde rivayet edilirdi. Zira olayın herkesçe bilinir oluşu bunun hükmünü belirten hadîsin de meşhur hadis şeklinde rivayetini gerektirir. Bu şekilde rivayet edilmemiş ise, bu, onun sahih olmadığını gösterir.Bundan dolayıdır ki, Hanefî mezhebinde, gerek rükûya giderken gerekse başı rükûdan kaldırırken ellerin kaldırılmaması ve namazda besmelenin gizli okunması hükmü benimsenmiştir.
3- Hadisi rivayet eden râvi, fıkıh bilgisi ve ictihad ehliyeti ile tanınmış bir kimse deeUse, hadis, kıyasa ve şer'î esaslara aykırı olmamalıdır.Diyelim ki bir sahabi hadis rivayet etmiştir ve bu hadiste yer alan hüküm kıyasa ve er'î esaslara aykırı düşmektedir. Şayet bu hadisi^ rivayet eden râvî; dört halife gibi, Abdullah b. Abbas veya Abdullah b. Mes'ud gibi hem hadis rivayeti ile hem defıkıhta ve ictihaddaki ehliyeti ile tanınmış biri ise hadis makbul sayılır ve onunla amei edilir. Fakat Enes b. Mâlik veya Bilâl gibi sadece hadis rivayeti ile tanınan, fıkıha vukufu ve ctihada ehliyeti ile tanınmayan birisi ise, bu hadis kabul edilmez ve onunla amel olunmaz.Bu şartı birçok usûl bilgini zikretmiştir. Onlar bu şartın koşulmasına gerekçe olarak, râvîler arasında "mana ile rivayet" usulünün çok yaygın bulunduğu vakıasını göstermişlerdir. Bu düşünceye göre, mana ile rivayet ortamında, eğer râvi fıkha vukufu ve içtihada ehliyeti ile bilinen bir kişi ise, Hz. Peygamberin söylediği kelimenin yerine başka bir kelime kullansa bile, bunun Hz. Peygamber'in kullandığı keîime ile aynı manayı taşıyacağını gönül huzuru ile kabullenmek mümkündür; ama râvi Öyİe değilse bu mümkün değildir. Bundan ötürü, belirtilen nitelikte olmayan râvinin rivayet ettiği kıyasa ve şer'î esaslara aykırı hydis.ile amel edilmez, o konuda kıyasa veya İslâm hukukunun genel prensiplerine göre hüküm verilir. Sözkonusu usulcüler, fıkha vukufu ve içtihada ehliyeti ile tanınmayan râviler arasında Ebu Hüreyre'yi, Enes b. Mâlik'i, Selman-ı Fârisi'yi ve Bilâl-i Habeşi'yi de (r.a) zikretmişlerdir.Bu şartı koştuklarından, Hanefîler, "musarrâh" [37]hadisi ile amel etmemişlerdir. Ebû Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği bu hadisin anlamı şudur: '?Develerin ve koyunların memelerini sun'î olarak şişirmeyin. Birisi bu durumda bir hayvanı satın almışsa ve sütü sağmışsa iki şeyden birini seçmekte serbesttir:
1- Bu haliyle razı olursa hayvanı kendisinde tutar (sözleşme olduğu şekilde kalır), 2- Razı olmazsa hayvanı iade eder ve ayrıca bir sâ' hurma verir.[38]Bu hadisi kabul etmedikleri için, "tasriye"yi yani hayvanı sunî olarak sütlü göstermeyi, ayıplı malın satıcıya iadesi muhayyerliği kapsamına almamışlardır. Onlara göre "tasriye" malın iadesine imkân veren bir ayıp sayılamaz; sadece gabin [39]varsa alıcının satım bedelinde gabin miktarı ne ise o miktar için satıcıya rücu hakkı vardır. Hadisi kabul etmemelerinin gerekçesini ise şöyle belirtmişlerdir: Hadis Ebû Hüreyre tarafından rivayet edilmiştir. Ebû Hüreyre fıkha vukufu ve içtihada ehliyeti ile tanınmış bir sahabi değildir. Hadisin ihtiva ettiği hüküm ise İslâm hukukunun genel kurallarına aykırıdır. Şöyle ki: Önce buhüküm, "tazmin mislî mallarda misliyle, kıyemî mallarda kıymetiyle olur" kuralına ters düşmektedir. Zira hadis, müşterinin, satınaldığı hayvanı kendi elinin altında bulunduğu süre içinde sağıp sütünü alması karşılığında bir sa1 hurma vermesini Öngörmektedir. Oysa hurma, sütün ne misli ne kıymetidir. Şu haide müşterinin bu süt karşılığında bir sa' hurma ödeme borcu altına sokulması belirtilen kurala aykırıdır. Diğer yönden hadis, "el-Harâcu bİ'd-damân" [40]|diye ifade edilmiş olan "nefi (yarar) ve hasarın dengelenmesi" ilkesi ile de bağdaşmamaktadır. Bu ilkeye göre bir şeyin tazmin sorumluluğu kime aitse o şeyin semereleri de ona ait olur. Şu halde sağdığı süt, karşılık Ödemesine gerek olmaksızın alıcıya aittir. Zira hayvanı teslim aldıktan sonra ona gelecek zarar kendi sorumluluğu altında bulunmaktadır. Hal böyle iken müşterinin bir sa' hurma vermekle yükümlü tutulması genel kurala aykırıdır.
§: 52- Hanefî Usûlcülerin Metodu Hakkındaki Görüşümüz:
Hanefî usulücülerin çoğunluğunun benimsediği ve usûl eserlerinde yer verdikleri bu metod, kanaatimizce iki bakımdan isabetli görünmemektedir:
1- Ebıı Hanîfe ve arkadaşları, bu usûlcülerin söylediğinin aksi yönünde uygulama yapmışlardır. Nitekim, bu imamlar, usulcülerce fakih kabul edilmeyen Ebû Hüreyre tarafından rivayet edilmiş olan ve genel kural ile bağdaşmayan şu hadisle amel etmişlerdir: "Unutarak yiyen veya içen kimse orucunu tamamlasın. Zira onu Allah yedirmiş ve içirmiştir.'' [41]Esasen bu hadisin hükmü oruç konusundaki yerleşik kural ile bağdaşmaz. Kural şudur: İmsak (orucu bozan şeylerden el çekmek) orucun rüknüdür. Şu halde bu kurala göre. ister bilerek İster unutarak olsun, orucu bozan şeylerden el çekme vakıasının ihlâli ile oruç da rüknünü kaybetmiş olur ve dolayısıyla oruç bozulmuş sayılır. İmam Ebû Hanife bizzat bu hadisi rivayet etmiş ve demiştir ki: "Şayet bu konuda nakil olmasaydı, kıyasa göre hükmederdim". Bunun anlamı şudur: Şayet Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği ve unutarak yiyip-içmenin orucu bozmayacağını gösteren bu hadis olmasaydı, genel kurala göre hükmederdim. Bir başka deyişle, rükün ihlale uğradığından unutarak da olsa yeme ve içmenin orucu bozacağını söylerdim. Bu bize açıkça göstermektedir ki, hadisin kabulü hakkında sözünü etmekte olduğumuz bu şart, mezhep imamları tarafından ileri sürülmüş bir şart değildir.
2- "Musarrâh" hadisini Buharî, Abdullah b. Mes'ud'dan rivâyef etmiştir. Abdullah b. Mes'ud'un fakih olduğunu ise hiç kimse inkâr edemez. Şu halde -bir an için Hanefi mezhebi imamlarmca ileri sürüldüğünü kabul etsek bile- bu şart gerçekleştiğine göre Hanefîlerin bu hadis ile amel etmeleri gerekirdi; halbuki onunla amel etmemişlerdir.
Binaenaleyh bu konuda şöyle denmesi daha doğru olur: Hanefî mezhebi imamlarının"musarrâh" hadisi ile âmel etmemiş olmalarının sebebi, bu hadisin onlara ulaşmamış olması veya güvenmedikleri bir yoldan ulaşmış olmasıdır.Geriye bir noktanın belirlenmesi kalıyor: Haber-i vahidin kabulü ile ilgili bu şart Hanefi mezhebi imamlarınca ileri sürüimediyse, bu şartı ileri süren kimdir?Cevap şudur: Bu şartı Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî"nin öğrencilerinden ve ilk Hanefi fakihlerindcn İsa b. Ebân ileri sürmüştür. Kadî Ebû Zeyd ed-Debûsî [42]bu »örüşü almış ve buradan Hanefi mezhebi imamlarının "musarrâh" hadisini reddettikleri sonucunu çıkarmıştır. Sonraki fakihler de genellikle bu görüşe uymuşlardır.
§: 53- Mâlikîlerin Metodu:
İmam Mâlik,senedi sahih olan [43]haber-i vâhidle amel etme konusunda sadece bir şeyi şart koşuyordu: Hadisin Medine ahalisinin tatbikatına (amel'ü ehii'l-Medîne) aykırı olmaması. Şayet hadis Medine'deki tatbikata aykırı ise, onunla amel etmiyordu. Meselâ İmam Mâlik, "Alıcı ve satıcıdan herbiri, ayrılmadıkları sürece (sözleşmeden vazgeçip geçmeme hususunda) diğerine karşı muhayyerdir." [44]anlamındaki hadisle amel etmemiş ve bu yüzden "meclis muhayyerliği"[45]'hükmünü benimsememiştir. İmam Mâlik -bu hadisi rivayet ettikten sonra- şöyle demiştir: Bunun (muhayyerlik hakkının) ne örten bilinen bir sınırı (belirli süresi) vardır^ne de tatbikatta görülen bir durumdur. Bu sözüyle, İmam Mâlik, bu hükmün kendi zamanında Medine'de mevcut tatbikat ile bağdaşmadığını ve bu yüzden onunla amel etmediğini belirtmiş olmaktadır.İmam Mâlik'in bu metodu uyguladığı durumlara bir başka örnek verelim: Rivayete göre Hz. Peygamber ' 'Namazdan çıkmak istediğinde biri sağ tarafa diğeri sol tarafa olmak üzere "es-selâmü aİeyküm ve rahmetullah" diyerek iki selâm verirdi [46]Fakat İmam Mâlik Medine tatbikatına dayanarak bir selâmla yetinmiş ve bu hadisle amel etmemiştir. Zira Medineliler sadece bir selâm veriyorlardı.imam Mâlik'in, Medine ahalisinin tatbikatını haber-i vâhidden daha üstün tutmasınınHadisin "sened"inden maksat, hadisi sonraki nesillere ulaştıran râviler zinciridir. Bu senedin "Sahih «İması"ndan maksat ise, ravilerden birinde '"adalet" veya "zabt" (duyduğunu doğru bir şekilde rivayet edebilme vasfı) bakımından bir kusur bulunmamasıdır.İslâm hukuk ilmînîn esasları gerekçesi şudur: Medinelilierin bu tatbikatı Hz. Peygamber'den rivayet sayılır. Topluluğun topluluktan yaptığı rivayet ise, tek kişinin tek kişiden yaptığı rivayetten üstündür. Fakihlerin çoğunluğu bu konuda İmam Mâlike muhalefet etmiş ve Medine ahalisinin tatbikatını bir delil olarak görmemiştir. Zira, diğer İslâm beldelerinde oturanların hataya düşmeleri muhtemei olduğu gibi, Medinelilerin de hata yapması mümkündür. O halde, onların tatbikatı ile diğerlerininki arasında fark gözetilmemesi gerekir. Nitekim Leys b. Sa'd İmam MâÜk'e bu hususta uzun bir mektup yazmış, mektubunda konuyu İmam Mâlik'le tartışmıştır. Leys bu mektubunda çok değerli ve faydalı bir tartışma Örneği ortaya koymuştur. [47]Aynı konuda benzer bir tartışmaya İmam Şafii el-Ümm isimli eserinde yer vermiştir.
§: 54- Şâfiüerin Metodu:
İmam Şafiî haber-i vâhid ile ame! konusunda, ne Hanefî bilginlerin ileri sürdüğü şartlan, yani: a) Çok vuku bulunan durumlarla İlgili ise "meşhur" hadis seviyesine yükselmesini, b) Genel kurallara uygun olmasını, c) Bizzat hadisi rivayet eden ravînin uygulamasına ters düşmemesi), ne de İmam Mâlik'in ileri sürdüğü Medine ahalisinin tatbikatına aykırı olmaması şartını İleri sürmüştür. O bu konuda sadece senedin sahih ve "muttasıl" (kesintisiz) olmasını şart koşar. Bu sebeple o, "mürsel" [48]hadisle amel etmez. Şu kadar var ki Said b. el-Müseyyeb*in mürsellerini kabul eder. Çünkü onun mürsellerini incelemiş ve başka yollardan muttasıl olarak rivayet edildiğini görmüştür. Ya da onun güvenilir oimayan kişilerden hadis rivayet etmediği kanaatini taşıdığı için onun mürselîerini kabul etmiştir.Mürsel hadis konusundaki bu tutumu sebebiyle İmam Şâfıî, meselâ Hz. Ayşe'den rivayet edilen şu anlamdaki hadisle amel etmemiştir: Hafsa 'ya bir yiyecek hediye edildi. O sırada ikimiz de oruçlu idik. Orucumuzu (bu yiyecekle) bozduk. Sonra Hz. Peygamber (s.a.v) yanımıza girdi. Yâ RasûlaUabl Bize bir (yiyecek) hediye edildi, canımız çekti ve orucumuzu bozduk, dedik. Bunun üzerine Allah 'm Rasûlü buyurdu ki: Zararı yok; onun yerine başka bir gün oruç tutun. [49]Bu hadis mürseldir, zira ez-Zührî bunu Hz. Ayşe'den rivayet etmiştir, halbuki onu Hz. Ayşe'den duymamıştır, Urve b. Zübeyr'den , duymuştur.[50]Mürsel olan bu hadisle amel etmediğinden, İmam Şafiî'ye göre, nafile oruca başlayan kimse bunu tamamlamazsa, başka bir gün kaza etmesi gerekmez.Buna karşılık İmam Şafiî, Zührî'nin Saîd b. Müseyyeb'den rivayet ettiği hadisi kabul etmiştir, buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "(Rehin bırakan kişi borcunu ödeyemeyince) rehnedilen şey rehin bırakanın mülkü olmaktan çıkmaz. Rehnedilen şeyin erek menfaat gerek hasan rehnedene aittir [51]Bu hadis, rehin bırakan kişinin borcunu ödeyememesi halinde, rehin alanın rehnedilen şeye mâlik olamayacağı hükmünü getirmektedir. Buna göre, rehnedilen şeyin mülkiyeti rehin bırakan üzerine kalmaya devam eder- Rehnedilen şeyde bir artış, bir menfaat meydana gelirse kendisine ait olur; buna mukabil rehnedifen şeyin hasara uğraması sebebiyle borcunda bir eksilme olmaz. İşte bu hadise dayandığından İmam Şafiî'ye göre rehin, rehin alanın nezdinde bir emanet hükmündedir. Onun korunması hususunda kendisinin bir kast veya kusuru olmadan rehnedilen şey hasara uğrarsa rehin bırakanın borcunda bir eksilme olmaz.
§: .55- Hanbelîlerin Metodu:++++
İmam Ahmed b. Hanbel'in haber-i vâhid ile amel konusundaki metodu, İmam Şâfiî'-ninki gibidir; şu kadar var ki o, senedde ittisal (kesintisiz olma) şartı aramaz. Bu sebeple, o, mürsel hadislerle amel etmiş ve -Hanefîlerde ve Malikîlerde olduğu gibi- mürsel hadisi kıyasa tercih etmiştir.İslâm hukukçularının haber-i vâhid olarak rivayet edilen Sünnet ile amel konusundaki metodlarına dair verdiğimiz bu özetten, Sünnet ile amel hususunda en geniş çerçeveye Hanbelîlerin sahip olduğu anlaşılmaktadır. Sünnet ile amel çerçevesi, Hanebelîlerde diğerlerinden, Şâfiîlerde ve Malikîlerde ise Hanefîlerden daha geniştir. Bu hususta çerçeveyi en dar tutanlar Hanefîlerdir.Burada dikkat edilmesi gerekli husus şudur ki, sözü edilen müctehidlerin hepsi Sünnetin İslâm hukukunun ikinci temel kaynağı olduğunda asla farklı düşünmemişler, sadece en ihtiyatlı ve Kitab ile Sünnet arasındaki uyumun sağlanmasında en uygun metodun belirlenmesi açısından farklı görüşlere sahip olmuşlardır.Bir kısmı, İslâm hukuk sistemi içinde yürürlüğü olan genel kurallara başvurmanın daha ihtiyatlı olacağını düşünmüş ve bunlara aykırı olan hadisleri reddetmiştir. Bunlar Hanefîlerdir.Diğer bir kısmı ise, asıl ihtiyatlı tutumun, sırf genel kurallara aykırılık düşüncesi ile hadisleri reddetmemek olacağı kanaatine sahip olmuştur. Her bir gurubun gerek Sahabe gerek Tâbiûn arasında aynı düşünceye sahip selefleri mevcuttur.
Sünnetin Kitâb'a Göre Yeri
1- Kaynaklık vasfı açısından Sünnetin Kitab'a göre yeri: Kur'ân ve Sünnetten herbirinin kaynak değeri.
2- Gerek Kur'ân ve gerekse Sünnette yer alan hükümler açısından Sünnetin Kitâb'a göre yeri: Sünnetteki hükümlerin Kur'ân'daki hükümler ile bağdaşıp bağdaşmama durumları.
§: 56- Kaynaklık Vasfı Açısından Sünnetin Kur'ân "a Göre Yeri:
Sünnet, hernekadar İslâm hukukunun kaynaklarından biri ise de, kaynaklar sıralamasında Kur'ân'dan sonra gelir. Bir hükmü öğrenme ve delil getirme hususunda ikinci sırada yer alır. Hükmünü öğrenmek istediğimiz olayı cevaplayan bir nass Kitab'ta varsa, artık Sünnete başvurulmaz.Sünnetin Kitab'tan sonraki sırada yer almasının sebebi, onun sübutunun genellikle zannî, Kitab'ın sübutunun tamamıyla kat'î oluşudur. Kat'înin zannîden önce geleceği ise açıktır.Daha önce geçen muâz hadisinde de bu sıralama açıkça görülmektedir. Hz. Peygamber Muâz'a ' 'Sana hüküm vermen için bir kazâî olay getirilse ne yaparsın ?'' deyince, Muâz, Önce "Allah'ın Kitab'ma göre hükmederim" cevabını vermiş, Rasûlûlîah "Ya onda bulamazsan?" deye sorunca: "O zaman Allah Rasûlünün Sünnetine göre hükmederim" demiştir.Hz. Ömer'in Kadı Şurayh'a yazdığı rivayet edilen mektupta da bu sıralama göze çarpar: "Allah'ın Kitab'ında hükmünü açıkça bulabildiğin durumlarda kimseye bir şey sorma. Allah'ın Kitab'ında açıklık bulamazsan, Rasûlûlîah (s.a.v)'in Sünnetine uy." Bunun benzeri ifadelere Selef-İ sâlihinin ve bilginlerin sözlerinde çok raslanır.[52]Bu kurala bağlanacak en belirgin sonuç şudur: Şayet bir meselede Kitab'ta yer alan hüküm ile haber-i vâhid olarak rivayet edilmiş Sünnetin delâlet ettiği hüküm arasında zahirî bir çatışma görülürse, Kitab'takinin alınması ve bunun Sünnete tercih edilmesi gerekecektir. Meselâ, Kur'ân-ı Kerîm'de: "Erkeklerinizden iki kişiyi, eğer iki erkek yoksa mavafakat edeceğiniz şahitlerden bir erkek, iki kadını şahit tutun. Ki kadınlardan biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatsın. " [53]buyrulmuştur. Hz. Peygamber ise bir davacıya şöyle demiştir: '' Ya senin getireceğin iki (erkek) şahit, veya onun (davalının) yemini (ile dava hükme bağlanır)" [54] Bu hadis, haber-i vâhiddir ve ondan çıkan zahir anlam bir erkekle birlikte iki kadının şahitliğinin kabul edilemeyeceği yönündedir. Kur'ân âyetinin bu konudaki hükmü ile bağdaşmadığına göre, Kur'ân'daki hükmün esas alınması ve bir erkekle birlikte iki kadının şahitliğinin kabul edilmesi gerekir.Bu duruma bir başka örnek olarak Hz. Ayşe'nin tutumunu gösterebiliriz. Hz. Ayşe ?'Ölü, ailesinin kendisine ağlamasından ötürü azap görür. " [55] anlamındaki hadisi kabul etmemiştir. Çünkü o, bu hadisin "Hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez" [56]anlamındaki âyet ile çeliştiği kanaatine varmıştır. Fakat bilginlerin çoğu hadisi kabul etmişler ve onu âyetteki anlam ile çelişkili görmemişlerdir. Onlar, hadisteki hükmü, kişinin, ailesine, öldüğü zaman kendisi için ağlamalarını hatta ağıtçı kadınlar tutup yas havası oluşturmalarını vasıyetetmesi durumuna bağlamışlardır. Zira Cahiliye devrinde Arapların şöyle bir âdeti vardı: Hasta, ölümünün yaklaştığını hissedince, ailesinden -öldüğünde- kendisi için ağlanmasını ister, onları yas tutmaya teşvik ederdi. Şu halde, hadiste işaret edilen ceza, ailesinin ona ağlamasından ötürü değil, kişinin ailesinden kendisine ağlamasını ve yas tutulmasını istemesi sebebiyle olmaktadır.
§: 57- Gerek Kur'ân Gerek Sünnette Yer Alan Hükümler Açısından Sünnetin Kitâb'a Göre Yeri:
Sünnette ye. alan hükümleri inceleyip, Kur'ân-ı Kerîm'deki hükümlerle karşılaştırdığımızda, dört şekilden biri ile karşılaşırız:
Birinci şekil: Sünnet, Kur'ân'daki hükümlere tam tamına uygun hükümler ihtiva eder. Bu durumda Sünnetin hükmü, Kur'ân'ınkini teyit edici nitelikte kabul edilir ve aynı hüküm için iki delil bulunmuş olur: Birincisi, hükmü tesbit eden esas delil, ki bu Kur'ân nassıdır; ikincisi ise teyit edeci delildir, bu da Sünnet nassıdır.
Meselâ Hz. Peygamber'in ' 'Bir müslümanm malı (başkasına) onun gönül hoşnutluğu olmaksızın helâl değildir"[57] anlamındaki hadisi, Kur'ân-ı Kerîm'in "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Karşılıklı rızaya binaen yapılan ticâret olursa başka. "[58] mealindeki âyetin getirdiği hükmün aynısını ifade etmektedir. Yine Hz. Peygamber'in "Kadınlar (m haklarına riayet) konusunda Allah'tan sakının. Ziraoniar sızın hakimiyet ve himayeniz altındadır. Onları Allah 'm emaneti olarak aldınız, onlarla birlikte yaşama hakkını Allah'ın emri ve müsaadesi ile elde ettiniz" [59] anlamındaki hadisi, Cenâb-i Allah'ın "Kadınlarla iyi geçinin" [60]mealindeki sözü ile aynı hükmü taşımaktadır.Hz. Peygamber'in "Allah zalime mühlet verir, verir; sonunda onu bir cezalandırdım! artık iflah olmaz" [61] anlamındaki sözü ile Allah Teâlâ'nın "İşte Rabbin zulmeden beldeleri (n ahalisini) yakaladığı zaman böyle yakalar. Çünkü O'nun yakalaması çok acı ve çetindir. " [62] mealindeki âyeti arasında da böyle bir teyit ilişkisi vardır.
İkinci şekil: Sünnet, açıklanmaya muhtaç Kur'ân nasslarım açıklayıcı hükümler getirir. Bu da üç türlü olur:
a) Kitab'm "mücmel'1 "[63] nasslarım tefsir eden veya "müşkil" [64] lâfızlarını açıklığa kavuşturan Sünnet. Meselâ, namaz vakitlerini ve rekâtlarını, namazda neyin nasıl okunacağını, zekâtı verilmesi gerekli olan ve olmayan malları, zekât miktarını ve zekâta ait nisap miktarlarını belirleyen hadisler bu türdendir. Çünkü bunlar, Kur'ân'da yer alan "Namazı kılın, zekâtı verin." [65]mealindeki mücmel âyetten maksadın ne olduğunu açıklamış olmaktadır.Müşkil lâfıza açıklık getiren hadislere örnek olarak, ' 'Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırdedilinceye kadar yiyin, için"[66]mealindeki âyette yer alan kJ-\ (iplik) lâfızlarından maksadın gündüzün beyazlığı ve gecenin karanlığı olduğunu açıklayan hadisi zikredebiliriz. Bu âyet inince Sahabeden biri lâfızlarını gerçek anlamda "iplik" olarak anlamış, biri beyaz diğeri siyah iplik alıp yastığının altına koymuş, (sahurda) bunları görebileceği ve birini diğerinden ayırdedebileceği vakte kadar yemeye-içmeye devam etmişti. Sonra, Hz. Peygamber'e bunların anlamını sorunca, o, kendisine âyetteki bu lâfızlardan maksadın, gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu açıklamıştır.
b) Kur'ân-ı Kerim'in "âmm" hükmünü "tahsis" eden Sünnet. Hz. Peygamber'in şü hadisi bu duruma örnek olabilir: "Kadın, halası, teyzesi, erkek veya kız kardeşinin km üzerine nikâhlanamaz. Bunu yaparsanız, akrabalık.
bağlarını koparmış olursunuz" [67]Bu hadis şu âyetin umumunu tahsis etmiş olmaktadır: "Bunların (yukarıda sayılanların) dışındakiler size helâl kılındı. [68]Çünkü sözkonusu âyette, bu hadiste geçenlerle ilgili bir yasak yoktur Yine Hz. Peygamber'in "Katil mirasçı olamaz" [69]hadisi, Kur'ân-ı Kerîm'in "Allah, çocuklarınız (m miras payı) hakkında şöyle davranmanızı istiyor. [70]âyetin-dekİ umumu tahsis etmektedir. Zira âyet, katil olup olmadığına bakılmaksızın her çocuğun mirasçı olacağı hükmünü getirmektedir. Sünnet ise bu hükmün kapsamını daraltmakta, sadece katil olmayan çocuk için miras hakkı tanımış olmaktadır.
c) Kur'ân-ı Kerîm'in "mutlak"im "takyîd" eden Sünnet. Meselâ "Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin [71]mealindeki âyette sağ mı yoksa sol elin mi kesileceği, yine elin nereden kesileceği belirtilmemiştir. İşte Sünnet mutlak tarzda yer alan bu hükmü, sağ elin kesilmesi ve bilekten kesme şeklinde kayıtlamıştır.
Üçüncü şekil: Sünnet, Kur'ân'da yer alan bazı hükümleri nesheder (yürürlükten kaldırır). Meselâ, Kur'ân'ın "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur [72]mealindeki âyetinin hükmü. "Vârise vasiyet yoktur" [73]hadisi ile neshedilmiştir. Fakat bu, Kur'ân'ın Sünnet ile neshini kabul eden bir kısım bilginlere göredir. Konu ile ilgili özel açıklama "Nesih" başlığında gelecektir.
Dördüncü şekil: Sünnet, Kur'ân'da hükmü bulunmayan meseleler hakkında hükümler getirir. Bu durum için pek çok Örnek zikredilebilir. Bu nevi hükümlerden birkaç tanesini şöyle sayabiliriz: Seferi halde değilken de rehin sözleşmesinin yapılabileceği, bir tek şahit ile birlikte davacının yeminine dayanılarak hüküm verilebileceği, ninenin miras hakkına sahip olduğu, fıtır sadakasının ve vitir namazının vacip oluşu, "muhsan"[74] zâninin recm edileceği, "âkile"nin [75]diyete katılmakla mükellef olduğu, evlenme akdinde şahitlerin gerekliliği, şuf a hakkının meşru bir hak olduğu, deniz hayvanlarının ölüsünün yenebileceği.Şayet "Sünnete ait bu özellik, daha önce geçen "Allah'ın, Kur'ân'ı herşey için bir açıklama kıldığı" ifadesi ile nasıl bağdaşır?" denecek olursa, cevap şudur:Kur'ân'ın herşeyi açıklayıcı bir kaynak olma niteliği ile, bazı hükümlerin Sünnette yer alıp Kur'ân'da yer almaması durumu, arasında çelişki yoktur. Çünkü -daha önce belirttiğimiz gibi- Kur'ân'ın hükümleri açıklaması, hep "tafsil" (detayları ile düzenleme) şeklinde olmamıştır. Bu açıklama kâh "tafsil" şeklinde kâh "icmal" (toplu tarzda) veya genel kural koyma şeklinde olmuştur. Kur'ân'ın koyduğu temel kurallardan biri de Sünnet'e uyma ve onun gerektirdiği şekilde amel etme mecburiyetidir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm 'de ' 'Peygamber sîze ne vermişse onu alın, size neyi yasaklamışsa ondan sakının'' buyurulmuştur. Hz. Peygamber'e itaatin gerekliliğini ve ona itaatin Allah'a itaat sayılacağını ifade eden daha pek çok âyet vardır.Şu halde Allah Rasûlünun Sünnetinde yer alan her hüküm, Kur'ân-ı Kerîm'de detayı ile bulunmasa bile, yine Kur'ân nassları içinde yer almış ve Kitab, hükmünü bu yolla açıklamış kabul edilir.Abdullah b. Mes'ud ile bir kadın arasında geçen şu konuşma bu hususu desteklemektedir. Bir kadın Abdullah b. Mes'ud'a gelmiş ve şöyle demiştir: "Duydum ki, sen şöyle şöyle yapanları lanetiiyörmüşsün ve 'Allah, güzellik için Allah'ın yarattığını değiştirip vücudunda dövme yapan ve yaptıran, kaş alan ve aldıran, dişlerin arasını törpüleyen kadınları lânetlemişîir'[76] diyormuşsun. Oysa ben mushafın iki kapağı arasındakileri (yanptamammı) okudum, böyle bir şey göremedim". Abdullah b. Mes'ud ona "Şayet okuşa'ydm bunu bilirdin" demiş, kadın "Bunu nerede bulabilirim?" deyince şu cevabı vermiştir: "Allah Teâlâ'nm 'Peygamber size ne vermişse onu alın, size neyi yasaklamışsa (fndan sakının' âyetinde". Bu da açıkça göstermektedir ki, Hz. Peygamber'in sünnetinde bulunan bütün hükümler, bu ve benzeri âyetler meselâ "O, (şahsi) heves ve arzuya göre konuşmaz. O (Peygamber'in tebliğettikleri) kendisine bildirilen vahiyden başka birşey değildir"'[77] mealindeki âyet uyarınca, Allah'ın Kitab'ında yer almış gibi kabul edilecektir.
Hz. PEYGAMBER (S.A.V)'İN FİİLLERİ
Daha önce Hz. Peygamber'in fiillerinin Sünnetin nevilerinden olduğunu belirtmiştik. Burada bu fiillerin kısımlarını, İslâm hukukunun kaynağını teşkil edenlerle etmeyenlerini açıklayacağız.
§: 58- Hz. Peygamber'in Fiillerinin Kısımları:
Rasûlûllah'ın fiilleri üç kısma ayrılır:
Birinci kısım: Hz. Peygamber'in bir beşer, bir insan olarak yaptığı fiillerdir. Yeme, içme, giyinme, uyuma, oturup kalkma gibi.Bu kısma giren fiiller, bir hukuk kaynağı teşkil etmez; bu fiillerin örnek alınması ve onlara uyulması gerekmez. Çünkü onlar Hz. Peygamber'den bir peygamber sıfatıyla değil, bir insan olması sıfatıyla sâdır olmuştur.Bununla birlikte, Sahabeden, bu kısma giren fiillerde de Hz. Peygamber'in yolunu izleyen ve ona uymaya özen gösterenler vardı. Meselâ, Abdullah b. Ömer, bu nevi fiillerde , Hz Peygamber'i izleyip ona uyardı. Sünnet ile ilgili kitaplarda onun bu Özelliği açıkça Hz Peygamber'in, ticaret, ziraat, harp tedbirleri, hastalık tedavisi gibi dünyevî işlerde kendi görgü ve tecrübesine dayanarak yaptığı davranışlar da bu kısma girer. Bu işler de uyulması gerekli birer teşriî tasarruf sayılmaz; zira bunlar semavî vahye değil şahsî tecrübeye dayanmaktadır. Hz. Peygamber'in kendisi de bu davranışlarını teşriî bir tasarruf olarak kabul etmiyor ve insanları bunlara uymakla mükellef tutmuyordu. Şu olay bunu açıkça göstermektedir: Hz. Peygamber Medine'lilerin hurmaları aşıladıklarını görünce, onlara aşılamamalarını tavsiye etti. Onun görüşüne uydular ve aşılamayı bıraktılar. O yıl meyve telef oldu. Hz. Peygamber bunu öğrenince "Siz dünyanıza ait işleri daha iyi bilirsiniz" buyurdu. [78]Bir rivayete göre ise şöyle buyurmuştur: "O söylediğim şahsî kanaatten ibarettir, işe yararsa uyarsınız. Ben de ancak sizin gibi bir İnsanım; şahsî kanaat hatalı da olabilir isabetli de. Fakat size Yüce Allah lan (bana bildirilmiş) bir şey söylersem, bilin ki asla Allah'ı yalan nisbet etmem. [79]Bedir Savaşı sırasında da böyle bir olay meydana gelmişti: Hz. Peygamber, orduyu bir yere konaklatmak istedi. Sahabeden biri ona şöyle dedi: Bu yer sana Allah tarafından emredilmiş bir yer mi -ki şayet öyle ise biz ondan ne bir adım geri kalırız ne bir adım önüne geçeriz- yoksa şahsî görüş ve bir harp taktiği mi? Rasûlûllah: "Hayır! (İlâhî emir değil,) Şahsî görüş ve harp taktiği" buyurunca sahabî: "Doğrusu burası uygun bir konaklama yeri değil" dedi ve gerekçelerini açıklamak suretiyle ordunun konaklaması için uygun olan yeri Rasûlûllah'a gösterdi. Hz. Peygamber kendisinin de onlar gibi bir insan olduğunu, müslümanlar arasında şûra usulünün esas teşkil etmesi gerektiğini ve kendisinin güzel güzel meşverete katılıp görüş beyan edecek kişilere ihtiyacı bulunduğunu belirterek o sahabinin tavsiyesini uygulamaya koydu[80]
İkinci Kısım: Hz. Peygamber'in sırf kendisine mahsus olduğu şer'î delil ile belirtilmiş olan fiilleri. Gece teheccüd namazı kılması[81] Ramazan'da "savm-i visal" şeklinde oruç tutması'[82] dörtten fazla hanımla evlenmesi gibi.Bu kısma giren fiiller sırf Hz. Peygamber'e hâstır. Hiçbir müslüman ona hâs olan bu hükümlere iştirak edemez ve bu konularda ona uyamaz.
Üçüncü Kısım: Hz. Peygamber'in teşriî nitelikteki fiilleri. Kendisine uyulması maksadı ile yaptığı bu fiilleri iki neviye ayrılır:
a) Kur'ân'ın "mücmel''ine açıklık getirmek üzere yaptığı fiiller. Bu nevi fiiller, Kur'ân'ın tamamlayıcısı sayılırlar ve hangi mücmeli açıklamışlarsa onun hükmünü alırlar. Şayet Kur'ân'daki mücmel âyet vacip bir hüküm ihtiva ediyorsa onu açıklayan Peygamber fiilinin de hükmü vaciptir; Kur'ân'daki mücmelin hükmü mendup İse, onu açıklayan fiil de menduptur.Bir fiilin beyan görevi yaptığı ancak delil ile anlaşılır. Delil bazen sözlü bazen karine-i hal şeklinde olur.Hz. Peygamber'in "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle /a/m[83] hadisi sözlü delile örnek olarak zikredilebilir. Zira bu söz, Hz. Peygamber'in namazla ilgili fiillerinin "namazı kılın" âyeti için açıklayıcı nitelikte olduğunu göstermektedir. Yine Rasûlüllah'ın "Hacc ibadetinizin usullerini benden alın [84]hadisi, onun hacc ile ilgili fiillerinin "yoluna gücü yetenlerin o evi (Kâ'be'yi) haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır"[85]mealindeki âyeti beyan ettiğini belirtmektedir.Karîne-i hal tarzındaki delile örnek olarak, hırsızlık suçunun cezası yerine getirilirken, bilekten kesme şeklinde uygulama yapılmasını sağlamasını hatırlatabiliriz. Yine, teyemmümde Hz. Peygamber'in dirseklere kadar mesh verme uygulaması bu nevi beyana örnek teşkil edebilir. Fakat bu örnekler, esasen, hırsızlık ve teyemmüm ile ilgili âyetleri "mücmel" (yani Sâri tarafından bir açıklama yapılmadıkça ne kasdedildiğinin anlaşılamayacağı) âyetler olarak kabul eden bilginlerin kanaatine göredir. Oysa bu âyetleri "mücmel" değil, "mutlak" olarak düşünmek ve Sünnetin bunları "takyid" ettiğini söylemek daha doğru olur; bu yöndeki açıklamamız yukarıda geçmiştir.
b) Kur'ân'ın mücmeline açıklık getirmek üzere olmayıp, Hz. Peygamberin müstakil olarak yaptığı fiiller. Bunlarda da iki ihtimal vardır:
Birinci ihtimal: Bu nevi fiillerin vücub, nedb veya ibaha gibi şer'î vasfı bilinir. O takdirde, mü'minlerin bu konudaki durumu Hz. Peygamber'inki gibidir, yani onu örnek almak ve ona uymak gerekir. Zira Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki, Allah 'm Rasûlünde, sizin için, Allah 'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah 'j çok ananlar için mükemmel bir örnek vardır. [86]Sahabe Hz. Peygamber'in bu nevi fiillerine uyma konusunda büyük titizlik göstermişler, onun yaptığı gibi yapmışlar, birçok olayda onun uygulamasını delil göstermişlerdir. Meselâ, Hz. Ömer, iavaf sırasında Hacer-i Esved'i öper ve şöyle derdi: "Ben senin zararı veya faydası bulunmayan bir taştan ibaret olduğunu biliyorum. Şayet Rasûlüllah'ın seni öptüğünü görmüş olmasaydım, seni asla öpmezdim.
İkinci ihtimal: Fiilin şer'î vasfı bilinmez. Bu halde de iki ihtimal vardır: Ya fiilde Allah'a yakınlık maksadı bulunduğu anlaşılır, ya da böyle bir maksat dışarıdan anlaşılmaz. Allah'a yakınlık maksadının bulunduğu anlaşılıyorsa -yani Allah'a yaklaşmaya vesile olan fiiller nevinden ise-, tercih edilen görüşe göre bunlara uymak müstehaptır. Devamlı olmamak üzere iki rekât namaz kılmak gibi.Alim-satım, kira, ziraat ortaklığı gibi Allah'a yaklaşma maksadının bulunduğunu gösteren türden olmayan fiiller -doğru olan görüşe göre- o işi yapmanın mubah olduğunu ifade etmiş olur. Çünkü bu durumda kesin kanaate varılabilen asgari nokta ibaha hükmüdür, buna bir eklemede bulunmak istendiğinde (mendup veya vacip diyebilmek için) bunu gösteren ayrı delil bulunması gerekir. Oysa böyle bir delil yoktur.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[2] Bazı ilâveler ve farklı lâfızlar ile, bkz. Müslim, İlim, 15, Zekât, 69; İbn Mâce, Mukaddime, 14; Darimî, Mukaddime, 44; Ahmed b. Hanbef, IV, 362.
[3] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[4] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[5] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[6] Kısmen farklı lâfızlar ile, bkz. Buharı, Bed'ül-vahy, I, İmân. 41; Müslim, İmâre. 155.
[7] Ahmcd b. Hanbet, II, 252 cümlelerinde yer değişikliği ile).
Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[8] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[9] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[10] Buharı, cenâiz, 32.
[11] Ayak izlerini inceleyerek kişinin babasına ve kardeşine benzerliğini tesbit eden kimseye "kaaif" (kıyafet ılgını) denir. "Kıyafet ilmi" Araplar arasında tanınan bir ilim idi. Onlar bu konuda engin tecrübeye ve Pek geniş bilgiye sahip idiler.
[12] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[13] B"harî. İlim, 38; Müslim, Zühd, 72 (baı,ia j ilâvesi ile).
[14] Hz. Peygamber, abdest alırken topuklarının arkasını yıkamayan bir topluluk görmüş ve "Vay bu (yıkanmayan) topukların cehennemde çekeceğine!" buyurmuştu. Hadis için bkz. Buharı, İlim. 3 ve 30, Vudû 27 ve 29.
[15] bkz. İbn Abduşşekûr, MüsellemüVsübut, II, 120.
[16] en-Nisâ 4/11.
[17] Ebu Davud, Diyât, 18; Darimi, Ferâiz, 41; Ahmed b. Hanbel, 1. 49.
[18] Bazı iâfız farklılıkları ile. bkz. Darimî, Zekât. 6: Nesâî, Zekât, 5 ve 10; îbn Mâce. Zekâi. 9.
[19] "Fatiha Sûresini okumayanın namazı yoktur." Tirmİzî, MevâkîtüVSalât, 69 ve 115; İbn Mâce, İkâa-met, 11.
[20] el-Mâide 5/92.
[21] en-Nisâ' 4/80.
[22] Âl-û Imrân 3/31.
[23] el-Haşr 59/7.
[24] en-Nisâ" 4/65.
[25] cl-Ahzâb 33/36.
[26]cn-Nûr24/63. , -
[27] (Buhari,İsti?zan,13:
[28] Âmidî, el-İhkâm, I, 175.
[29] el - akara 2/236: "(Nikâhtan sonra) kadınları, henüz temas etmeden veya onlar için mehir tayin etmeden Samışsanız (bunda) size vebal yoktur. Bu durumda onlara mflt'a verin (bir bağışta bulunun). Zengin o an kendi gücü nisbetinde, fakir de kendi durumuna göre münasip bir müt'a vermelidir. Bu, muhlin "yi davranışlı) kişiler üzerine bir borçtur."
[30] Ebû Davûd, Ccnâiz, 39. Aynı anlamda bkz. Tİrmizî, Cenâiz. 17.
[31] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz. Buharı, Vudû'- 26; Müslim. Taharet, 87 ve 88.
[32] el-Hacc 22/78:
[33] Farklı rivayetleri ile birlikte bkz. Nesâî Taharet, 52, Miyâh, 7. Ayrıca bkz. Buharı, Vudû\ 33; Müslim, Taharet, 89-93; Tİrmizî, Taharet, 68.
[34] Darımı, Nikâh. 11 (lâfzı ile).
[35] Aynı anlamda rivayetler için bkz. Buharı. Ezan, 83-86.
[36] Yakın anlamda rivayet İçin bkz. Tirmizî, Salât, 67.
[37] "Musarrâh" satış sırasında müşterinin rağbetini arttırmak maksadıyla, sütü bir süre sağılmayan' ve sun'i olarak sütü bol gösterilen hayvan demektir.
[38] Müslim, Buyu", 11, Ebu Davud, Buyu', 46. Sa\ esasen bir hacim ölçüsü olup, buium
günümüz birimleriyle hesaplanmasında İslâm fıkhmdaki hakim görüş esas alınınca sonuç: 2J5 !t. ve (buğday ağırlığı itibariyle) 2,172 kg. olmaktadır, (mütercim)
[39] Gabin , akitte karşılıklı edimler arasında önemli bir dengesizliğin bulunmasını ifade eder. Bunun kriteri hususunda fakihler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir, (mütercim).
[40] Ebu Davud, Buyu' 71: Tirmizî, Buyu', 53;
[41] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz. Buhâri, Eymân nü/ûr. 15, Savın. 26: Tirmizî. Savm. 26.
[42] Asıl aJi Abdullah b. Ömer olup, Hanefi mezhebinin en büyük fakihlerİndendir. Muhakeme gücü ve görüşlerini delillerle desiekleyebilme hususunda, darb-ı mesele konu olacak kadar tanınmış ve kuvvetli bir bilgin idi. "İlm-i hilafı ilk onaya koyan odur. En önemli eserleri arasında el-Esrâr ve Takvîmü'I-edille ?nkredilebilir. Hicrî 430 yılında vefat etmiştir.
[43] Asıl aJi Abdullah b. Ömer olup, Hanefi mezhebinin en büyük fakihlerİndendir. Muhakeme gücü ve görüşlerini delillerle desiekleyebilme hususunda, darb-ı mesele konu olacak kadar tanınmış ve kuvvetli bir bilgin idi. "İlm-i hilafı ilk onaya koyan odur. En önemli eserleri arasında el-Esrâr ve Takvîmü'I-edille ?nkredilebilir. Hicrî 430 yılında vefat etmiştir.
[44] ' Hadisin değişik rivayetleri için bkz. Buharı. Buyu, 42-47;
Ihn Mâce, Ticârât, 17,
[45] "Meclis muhayyerliği" sözleşmenin taraflarından herbirinin, sözleşme tamam olduktan sonra, akit meclisi (yani sözleşme görüşmelerini sağlayan beraberlik) sona ermedikçe, başka bir deyişle taraflar birbirinden ayrılmadıkça veya sözleşme konusu dışında bir konuya intikal etmedikçe, sözleşmeyi Iek taraflı olarak feshetme hakkına sahip olması demektir.
[46] Bu konudaki hadisler için bk?.. Zeylâi. NasbıTr-Râye, 1. 430-433
[47] Bu meklubu. İbn Kayyım'il-Cevziyye İ'lâmü'l-muvakkrin" isimli eserinde nakletmislir. bkz. III.62.
[48] Burada "'mürsel hadisten maksat, ravüerînden biri veya daha fazlası düşmüş hadistir. (I 17) ^ Uj; AilSU \*y
[49]Şatibi,el-muvafakaat,111.7.
[50] Münlckâ'l-Ahbâr ve Neylü'l-Evtâr. IV. 319.
[51] İbn Mâce, Rühûn, 3 (sadece baş kısmı). Hadisin tamamı hakkında b'lgi için bkz. Zeylâ'î, Nasbu'r-Râye. IV, 319-321.
[52] Şâiîbî. el-Muvâfakaat, III, 7.
[53]el-Bakara 2/282:
[54] : Buhârî, Rehn, 6. Şehâdât, 20: Müslim, İmân, 221. Buhârî ve Müslim, el-Eş'âs b. Kays'ın şöyie dediğini rivayet etmişlerdir: Bir adamla benim aramda bir kuyu İhtilâfı vardı. İhtilâfımızı Hz. Peygamber (s.a.v)'e götürdük. Rasülüllah: "Senin iki şahidin veya onun yemini." dedi. Ben "iki şahidim yok" dedim. "Onun yemini (yani yeminden kaçınması) senin lehine delil olur" dedi. "O yemin eder, hiç rahatsız da olmaz" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber. "Senin İçin başka bir yol yok; ya senin iki şahidin veya onun yemini." buyurdu.
[55] : Buharı, Cenâiz, 33 ve 45.
[56] et-En'âm 6/164:
[57] Ahmed b. Hanbel, V, 72 (kaydı olmaksızın).
[58] en-Nisâ' 4/29:
[59] Yakın rivayetler için bkz.
Ebu Davud, Menâsik, 56; İbn Mâce, Menâsik, 84; Ahmed b. Hanbel, V, 73. Temel hadis kitaplarında raslanmayan ikinci cümle için bkz. İbn Hişâm, es-Sîra en-Nebeviyye, Mısır, 1936, nşr. Mustafa es-Sâkâ ve arkadaşları, IV, 251. (mütercim).
[60] en-Nisâ' 4/19:
[61] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz. Buharı. Tefsîru'l-Kur'ân. (Sûre: 11/ Hüd) 5; İbn Mâce, Fitetı, 22.
[62] Hûd, 11/102:
[63] "Mücmel" bîr beyân (açıklama) yapılmadıkça kendisi İle ne kasdedildiği anlaşılamayan müphem lâfızdır.
[64] "Müşkil" ister hepsinde ister bir kısmında ?'hakikat"' olmak üzere iki veya daha çok manaya gelen lâfızdır.
[65] el-Bakara 2/43
[66] el-Bakara 2/187:
[67] Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37-38 (baş kısım). Hadisin tamamı hakkında bkz. Zeylâ'ı, Nasbu'r-Râye, III, 169-170.
[68] en-Nisâ' 4/24:
[69] bkz. dipnot 16 ve 85
[70] en-Nisâ" 4/11.
[71] el-Mâide 5/38:
[72] el-Bakara 2/180:
[73] . Buharı, Vasâyâ, 6; Ebu Davud, Vasâyâ, 6.
[74] Muhian meşru bir evlilik içinde zifafa girmiş, hür müslüman kişi- demektir. Bu durumda
olmaya "ihsan" denir, (müterci
[75] Akile, islâm hukukunda, kasıüı olmaksızın adam öldürme fiilini işleyen kimsenin ödeyeceği diyeti
üstlenmesi gereken yakınları (yahut mensup olduğu meslekî teşekkülü) ifade eder. (mütercim).
[76] İ Yakın rivayetler İçinbkz. Buharı, Tefsîrü'l-Kur'ân, (sûre: 59/Haşr) 4; Nesâî. Zîne. 26.
[77] en-Necm 53/3-4:
[78] Müslim, Fedai I, 141 ( şeklinde); aynı anlamda bkz. İbn Mâce, Rühûn, 15.
[79] İbn Mâce, Röhûn, 15. ^
[80] Olay hakkında bkz. Keltânî, et-Terâtîbü'1-İdariyye, Beyrut, ty., II, 384. (mütercim).
[81] "Teheccüd"', gece vakti yatsı namazından sonra olmak üzere kılınan bir namazdır. Böyle teheccüd namazı kılma, şu âyetlerden de anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.v)'e farz idi: "Ey Örtünüp bürünen (Rasüliim)! Geceleyin kalk..." fel-müzemmil 73/1-4) "Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl." (el-İsrâ' 17/79) Rasülüllah'ın âdeti, teheccüdü onbir veya onüç rekât Şeklinde kılma yönündeydi. Fakat bunların tamamını peşpeşe kılmazdı. Önce dört veya altı rekât kılar, sonra yatağa gider, daha sonra tekrar namaza kalkardı. Hz. Peygamber, bazen gecenin yarısında bazen ise gecenin yarısından az önce veya sonra kalkardı.
[82] Savm-i visâi ? , iki veya daha fazla gün arada iyiyip içmeksizin oruç tutmaktır. Hz. Peygamber (s.a.v
bazen ramazanda "visal" orucu tutuyor ve ashabına bu tarz oruç tutmayı yasaklıyordu. Bazıları ona "Fakal ey Allah'ın Rasülü! Sen visal orucu tutuyorsun!?" dediler. Hz. Peygmber şöyle buyurdu: "Hanginiz benim gibidir? Biliniz ki, ben geceyi geçirirken rabb'İm beni yedirir içirir." Bu hadiste visât orucunun. Rasüliillah'a has hükümlerden olduğuna ve onun dışındaki müslümanlar hakkında meşru olmadığına dair açık bir delâlet bulunmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in durumu başkalarının durumundan farklıdır. Hadiste sözü geçen yedirme ve içilmeden maksat İse, Yüce Allah'ın ma'rifetler âleminden ona ihsan elliği ikramlar. Yüce Ailah'a münâcâtın, O'na yakınlaşma arzusu, sevgisi ve özleminin verdiği haz ve gönlü besleyen manevî gıdalardır.
[83] Buharı, Ezan. 18.
[84] - Nesâî. Menâsik, 220: Ahmed b. Hanbel. IH, 318, 366 ( lâfzı olmaksızın).
[85] Âl-ü Imrân 3/97:
[86] el-Ahzâb 33/21:
II- SÜNNET.. 1
§: 30- Sünnet'in Tarifi: 1
§: 31- Sünnet'in Nevileri: 2
§: 32- Yapısı Bakımından Sünnet'in Nevileri: 2
§: 33- Kavli Sünnet 2
S: 34- Fiili Sünnet 3
§: 35- Takriri Sünnet 3
§: 36- Takriri Sünnet'in Nevileri: 3
§: 37- Hanefîlere Göre Rivayet Açısından Sünnet'in Nevileri: 4
§: 38- Mütevâtir Sünnet 5
§: 39- Mütevâtirin Nevileri: 5
§: 40- Mütevâtir Sünnetin Hükmü: 6
§: 41- Meşhur Sünnet : 6
§: 42- Mütevâtir Sünnet İle Meşhur Sünnet Arasındaki Fark: 6
§: 43- Meşhur Sünnetin Hükmü: 6
§: 44- Âhâd Sünnet 7
§: 45- Âhâd Sünnet'in Hükmü: 7
§: 46- Haneklerin Dışındaki Bilginlere Göre Rivayet Açısından Sünet'in Nevileri: 7
§: 47- Sübût ve Delâlet Yönlerinden Kitab İle Sünnet Arasında Bir Mukayese: 8
§: 48- Sünnetin Kaynak Değeri: 8
§: 49- Sahabenin Âhâd Haberlerle Amel Konusunda Takip Ettikleri Metodlar: 9
§: 50- Mezhep İmamlarının Âhâd Haberlerle Ameldeki Met odları: 12
§: 51- Hanefîlerin Metodu: 12
§: 52- Hanefî Usûlcülerin Metodu Hakkındaki Görüşümüz: 15
§: 53- Mâlikîlerin Metodu: 16
§: 54- Şâfiüerin Metodu: 17
§: .55- Hanbelîlerin Metodu:++++. 18
Sünnetin Kitâb'a Göre Yeri 18
§: 56- Kaynaklık Vasfı Açısından Sünnetin Kur'ân "a Göre Yeri: 18
§: 57- Gerek Kur'ân Gerek Sünnette Yer Alan Hükümler Açısından Sünnetin Kitâb'a Göre Yeri: 19
Hz. PEYGAMBER (S.A.V)'İN FİİLLERİ 22
§: 58- Hz. Peygamber'in Fiillerinin Kısımları: 22
II- SÜNNET
a) Sünnet'in:
bb) Neviîe
cc) Kaynak Değeri
b) Sahabenin ve Müctebid İmamların Haber-i Vahid İle Ameldeki Metodlan
c) Sünnet'in Kitab'a Göre Yeri
d) Hz. Peygamberin Fiilleri[1]
§: 30- Sünnet'in Tarifi:
Lügatte "sünnet", alışılmış yol demektir. Şu halde herhangibir kişiye nisbetle sünnetten sözedildiğinde, onun ister iyi ister kötü sürekli ve çokça yapageldiği davranışları kasdedilmiş olur. Meselâ Hz. Peygamber'in şu hadisinde "sünnet kelimesi bu anlamda kullanılmıştır:"Kim güzel bir âdeti başlatırsa, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir âdeti başlatırsa, kendisine hem o davranışın, hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir. [2]Fıkıh usulü terimi olarak ise "Sünnet, Hz. Peygamber'den nakledilen söz, ful ve takrirlerdir".[3]
§: 31- Sünnet'in Nevileri:
Sünnet'in, bir yapısı bakımından bir de rivayeti yani bize ulaştırılış şekli bakımından nevileri vardır. Şimdi bu iki açıdan Sünnetin nevilerini ayrı ayrı göreceğiz: [4]
§: 32- Yapısı Bakımından Sünnet'in Nevileri:
Yapısı bakımından Sünnet üç nevidir:
Kavli Sünnet, fiili Sünnet ve takrîrî Sünnet. [5]
§: 33- Kavli Sünnet
Kavlî Sünnet, Hz. Peygamber'İn değişik münasebetlerle söylemiş oiduğu sözlerdir. Şu hadisleri misal kabilinden zikredebiliriz:"Ameller ancak niyetlere göredir ve herkese niyetinin karşılığı vardır: Kim Allah ve Rasûlü uğruna hicret ederse onun hicreti gerçekte Allah ve Rasûlü 'nedir. Kim elde edeceği bir dünyalık veya evleneceği bir kadın uğruna hicret ederse onun da hicreti, uğrunda hicret ettiğinedir. [6]"Kim bir mü'minin bir dünya sıkıntısını giderip ona ferahlık sağlarsa, Allah da kıyamet günü karşılaşacağı sıkıntılardan birinde ona ferahlık verir. Kim eli darda olan birine ödeme kolaylığı gösterirse Allah ona hem dünyada hem âhirette kolaylık verir. Kim bir müslümanm ayıbını örterse Allah da onun dünyada ve âhirette ayıbını örter. Bir kul, kardeşinin yardımına koştuğu sürece Allah da o kuluna yardım eder. Kim ilim elde etmek için yola koyulursa, Allah onun bu yoldan cennete ulaşmasını kolaylaştırır. Allah 'm evlerinden birinde Allah'ın Kitabını okumak ve Kur'ân ilmiyle meşgul olmak üzere toplanan bir cemaate mutlaka sükûnet ulaşır, o cemaati rahmet kaplar, melekler kuşatır ve Allah onları kendi yanındakilerin içinde zikreder. Ameli (nin kötülüğü veya yetersizliği) kendisini gerilerde bırakan kişiyi, soylu oluşu ileriye götüremez. [7]
S: 34- Fiili Sünnet
Fiili Sünnet, Hz. Peygamber'İn yapmış olduğu fiillerdir. RasûIûllarTın abdest, namaze hac ile ilgili fiilleri, davacının yemin edip bir de tek şahit göstermesi üzerine hüküm vermesi, hırsızın sağ elinin bilekten kesilmesini emretmesi vb. davranışları gibi. [8]
§: 35- Takriri Sünnet
Takriri Sünnet, Hz. Peygamber'İn müslümanlarm söylediği bir söz veya yaptığı bir davranıştan haberdar olduğu halde buna karşı çıkmamasıdır. Bu nevi Sünnet, şu düşünceye dayanır: Hz. Peygamber İslâmiyeti öğretmek ve ona ay kın düşen şeylerin yanlışlığım göstermek üzere gönderilmiştir. Şu halde Rasûlûllah bir müslümanın söylediği sözden veya yaptığı davranıştan haberdar olduğu halde bunu reddetmemiş ise, bu durum, onun bu söz veya davranışı tasvip ettiğini, bunun meşru' ve caiz olduğunu gösterir. [9]
§: 36- Takriri Sünnet'in Nevileri:
Takriri Sünnet iki nevidir:
Birincisi: Hz. Peygamber'İn bir söz veya davranışı, güzei karşıladığını ve hoşnut olduğunu gösteren bir işaret bulunmaksızın sadece sükût ve reddetmeme şeklinde takriridir.
İkincisi: Hz. Peygamber'İn bir söz veya davranış karşısında sevinçli bir tarzda sükût etmesi, bu sırada o söz veya davranışı güzel karşıladığını ve ondan hoşnut olduğunu gösteren İşaretlerin görülmesi halidir.-Esasen her iki nevi, bu söz veya davranışın meşru ve caiz olduğunu gösterir. Ancak, ikinci nevinin meşruiyet ve cevaza delâleti daha güçlüdür.Birinci neviye misâl: Bir gün Hz. Peygamber, kabir başında ağlayan bir kadına raslar. Ona "Allah'tan kork ve sabret!" der. Kadın Hz. Peygamber'i tanımamaktadır. Rasûlûllah'a şöyle cevap verir: "Benden uzak dur (karışma)! Benim başıma gelen senin başına gelmiş değil ki!". Kendisine, konuştuğu kişinin peygamber olduğu söylenince, kadın hemen Rasûlûllah'ın evine gider. Kapıda ne kapıcı ne de bir engel vardır. Kadın Hz. Peygamber'e "Ben sizi tanımamıştım" der. Rasûlûliah şöyle buyurur: "Asıl sabır, olayla ilk karşılaşmada gösterilen sabırdır. [10]İşte bu hadiste Hz. Peygamber'İn, evinden çıkıp kabir ziyaretine giden kadının bu davranışına ses çıkarmadığı görülmektedir. Şu halde bu, erkekler gibi kadınlar için de kabir ziyaretinin caiz olduğuna dair bir takrirdir.ikinci neviye misal: Münafıklar, babası ile kendi arasındaki renk farklılığından ötürüUsame b. Zeyd'in nesebine dil uzatıyorlardı. Çünkü Üsâme çok siyah, babası Zeyd ise iyice beyaz tenli idi. Birgün Üsâme ve babası Zeyd mescidde uyuyorlardı. Üzerlerinde bir Örtü vardı. Ayaklarından başka bir yerleri görünmüyordu. "Kıyafet" bilgini [11]olanin onların ayaklarını görünce: "Bu ayaklar, biribirinden olma (yani aynı soydan kişilerinbelirlenme yollarından biri olarak takriri oluyordu. Nitekim İslâm hukukçularının çoğunluğu bu görüştedir.Başka bir örnek olarak Amr b. el-Âs tarafından rivayet edilen bir olayı zikredeceğiz Âmr b. el-As anlatıyor: Zâtu's-selâsil gazvesine gönderildiğimde, çok soğuk bir gecede ihtİlâm olmuştum. Gusûl abdesti aldığım takdirde canımı kaybedeceğimden endişe duydum. Bu yüzden teyemmüm ettim, sonra arkadaşlarıma sabah namazını kıldırdım. Hz. Peygamber'e geldiğimde onlar bu durumu kendisine anlattılar. Rasûlüllah bana sordu; Âmr! Cünüp olduğun halde arkadaşlarına imam oldun öyle mi?! Dedim ki; Yüce Allah'ın ' 'Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir'' (en-Nisr 4/29) âyetini hatırladım, bunun üzerine teyemmüm ettim ve namaz kıldım. Rasûlüllah güldü ve hiçbir şey söylemedi. İşte bu olayda Hz. Peygamber'in gülüşü, su bulunsa bile çok şiddetli soğukta teyemmüm edilebileceğine dair bir takrir idi.Muâz b. Cebeî'i Yemen'e gönderirken, Hz. Peygamber'in onun söylediklerini tasvibi de bu kabildendir.Aynı neviye bir başka örnek: Hz. Peygamber Selmân el-Fârisî ile Ebû'd-Derdâ arasında kardeşlik ilân ettikten sonra, Selmân Ebu'd-Derdâ'yı ziyaret etmişti. Bu esnada Ummü'd-Derdâ'yı (Ebu'd-Derdâ'mn hanımını) pek eski bir kıyafet içinde gördü. Ona "Bu perişan halin ne?"-dedi. O da şu cevabı verdi: "Kardeşin Ebu'd-Derdâ'nın dünyada ihtiyaç duyduğu hiçbir şey yok!" Ebû'd-Derdâ eve geldiğinde Selmân'ın önüne yemek koydu ve ona "Sen ye, ben oruçluyum" dedi. Selmân "Sen yemezsen ben de yemeyeceğim" dedi. Bunun üzerine Ebû'd-Derdâ da yedi. Gece olunca Ebû'd-Derdâ namaz için kalkmaya davrandı. Selmân ona "Uyu!" dedi ve uyudu. Sonra bir daha kalkmaya davrandı. Selmân yine "Uyu!" dedi, uyudu. Sabah olunca Selmân "Şimdi kalk!" dedi. Kalktılar, namazı kıldılar. Sonra Selmân şöyle dedi: "Bilki, senin üzerinde nefsinin hakkı var, Rabb'inin hakkı var, misafirinin hakkı var, ailenin hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver." Daha sonra Rasûlûllah'a geldiler ve olanları anlattılar. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Selmân doğru söylemiş". Burada da Rasûlûîlah'ın, Selmân'ın söylediklerine dair bir takriri sözkonusudur. [12]
§: 37- Hanefîlere Göre Rivayet Açısından Sünnet'in Nevileri:
Yapısı bakımından Sünn^t'in nevilerini gördük. Şimdi Hz. Peygamber'den rivayeti yani bize ulaştırılış şekli bakımından nevilerini göreceğiz. Önce Hanefîlerin taksimine göre konuyu inceleyecek, sonra diğer mezheplere ait taksimin farklılığını göstereceğiz.Hanefîlere göre, rivayeti bakımından Sünnet üç nevidir: Mütevâtir Sünnet, Meşhur Sünnet, Âhâd Sünnet.
§: 38- Mütevâtir Sünnet
Mütevâtir Sünnet, Hz. Peygamber'den normalde yalan üzerine birleşmeleri alken mümkün olmayacak sayıda bir Sahabe topluluğunun rivayet ettiği, daha sonra bu nluluktan Tâbİûn ve Etbâu't-Tâbiîn devirlerinde de aynı özellikteki toplulukların rivayet Mtisii haberdir. Tevatürde, yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayacak sayıda topluluk şartı bu üç devir için sözkonusudur. Daha sonraki devirlerde bu şartın gerçekleşmiş olması dikkate alınmaz. Çünkü Sünnet'in nakil ve tedvinini gerektiren âmiller çoğaldığından, bu devirlerden sonra âhâd haberlerin pek çoğu tevatür ve şöhret derecesinde nakledilmiştir.Kendisiyle tevatürün gerçekleşmiş sayılacağı toplulukta, -bilginlerin tercih ettiği görüşe söre- beş veya on gibi belirli sayı şartı aranmaz. Şayet aklen, normalde bir raviler gurubunun yalan üzerine birleşmelerinin imkânsız olduğuna hükmediliyorsa, belirli sayı şartı aranmaksızın o topluluğun rivayeti mütevatir sayılır. Bu hüküm şüphesiz, olayın özelliğine, râvilerin içinde bulunduğu şartlara ve haberin nakledildiği kişilere göre değişebilir.
§: 39- Mütevâtirin Nevileri:
Mütevâtir iki nevidir: Lâfzî mütevâtir ve manevî mütevâtir.Lâfzı mütevâtir, bütün râvilerin rivayetinin gerek "Kim bilerek bana yalan söz isnad ederse, cehennemden yerini hazırlasın. [13]hadisini rivayet edip başka sahabînin de aynı lâfızla bu hadisi rivayet etmesi ve böylece râvilerin sayısının tevatür sayısına ulaşması halinde, bu hadis lâfzî mütevâtirdir diyoruz.Manevî mütevâtir ise, lâfız ve mana bakımından farklılıklar taşımakla beraber, bütün râvilerin rivayetinin ortak bir manada birleşmesi halindeki mütevâtir haberdir. Duâ sırasında ellerin kaldırılması hadisi bu nevi mütevâtire örnek gösterilebilir. Gerçekten, Hz. Peygamber'in duâ sırasında ellerini kaldırdığına dair yüz kadar hadis rivayet edilmiştir; fakat bunlar değişik olaylarla ilgilidir, değişik şekillerde ve farklı ifadelerle nakledilmiştir. Her bir olay hakkında lâfzi tevatür gerçekleşmemiştir, ama bütün rivayetlerin birleştiği ortak bir mana var ki, o da duâ sırasında ellerin kaldırılmış olduğudur.Amelî Sünnetler arasında bol miktarda mütevâtir Sünnet mevcuttur. Meselâ abdestin nasıl alınacağı, namazın nasıl kılınacağı, haccın nasıl ifa edileceğine dair ve dinin nişanesi sayılabilecek diğer hükümlerle ilgili olan birçok haber böyledir. Bunlara büyük müslüman kitleleri muttali olmuş, sonra bunlar yine tevatür sayısının altına düşmeyen topluluklarca nesilden nesile nakledilegelmistir.Kavli Sünnetler içinde (lâfzî) mütevâtir Sünnetin bulunup bulunmadığı konusu ise bilginler arasında ihtilaflıdır. Bazıları bu nevi Sünnetin mevcudiyetini kabul etmemiş,bazıları azda olsa böyle hadislerin mevcut olduğunu savunmuştur. Sünnet üzerindeki dikkatli İncelemeler, ikinci görüşün üstün olduğunu göstermektedir. Çünkü kavlî Sünnetleri bir taramaya tabi tutan kimse, birçok mütevâtir Sünnet örneği ile Karşılaşmaktadır. Bu cümleden olmak üzere, yüzden fazla sahabî tarafından rivayet edilmiş bulunan 'hadisini ve on iki şahabının rivayet etti [14]hadisini zikredebiliriz.[15]
§: 40- Mütevâtir Sünnetin Hükmü:
Mütevâtir Sünnetin hükmü, Hz. Peygamber'e nisbetinin kesin olarak sübûtudur. Buna göre, mütevâtir Sünnetle âmel etmek farzdır ve onu inkâr eden kâfir olur. Mütevâtir Sünnetin lâfzı yoruma ihtimali (delâleti zannî) olmadıkça, bu nevi Sünnetin delâlet ettiği hükümlerde ihtilâfa yer yoktur.
§: 41- Meşhur Sünnet :
Meşhur Sünnet, Hz. Peygamber'den bir veya iki ya da tevatür sayısına ulaşamamış sayıda sahabi tarafından rivayet edilmişken, Tâbiûn ve Etbâu't-tabiîn devirlerinde tevatür sayısında râvilerce rivayet edilmiş Sünnet'tir. Meselâ, hadisi meşhur Sünnet'tir. Çünkü bunu Rasûlûllah'tan Hz. Ömer rivayet etmiş, sonra da tevatür sayısındaki râvilerce nakledilmiştir.
§: 42- Mütevâtir Sünnet İle Meşhur Sünnet Arasındaki Fark:
Mütevâtir Sünnet ile meşhur Sünnet arasındaki fark, mütevâtir Sünnette her üç tabaka râvilerinİn tevatür sayısında olmasına karşılık, meşhur Sünnette birinci tabaka râvîlerinin tevatür sayısına ulaşmamış olmasıdır.Şu halde, mütevâtir Sünnetin, râvilerine nisbeti kesin olduğu gibi Hz. Peygamber'e nisbeti de kesindir. Meşhur Sünnette ise durum farklıdır: Bunun, Hz. Peygamber'den rivayette bulunan râviye nisbeti kesin olmakla beraber, Hz. Peygamber'e nisbeti kesinlik taşımamaktadır.
§: 43- Meşhur Sünnetin Hükmü:
Meşhur Sünnetin hükmü, kesine yakın bir bilgi sağlamasıdır, ki buna Hanefîler ?ilmu?t-tume?nine? adını vermektedirler. Binâenaleyh, nasıl mütevatir Sünnetle Kur'ân'daki "ânım" ifadenin tahsisi ve "mutlak" ifadenin takyidi mümkünse, meşhur Sünnet ile de Kuab'laki "âmm" tahsis ve "mutlak" takyid edilebilir."Mutlak"ın takyidine örnek: Yüce Allah miras payları iie ilgili âyette "(Bütün bu paylar ölenin) yapmış bulunacağı vasiyel (yerine getirildikken borc(un ifasm)dan sonradır. [16]buyurmuştur. Burada "vasiyet" lâfzı mutlaktır,malın belirli bir parçası ile sınırlandırılmış değildir. Fakat, Hz. Peygamber'in. Üçtebir mi? Üçtebir de çok." buyurup üçtebirden fazla vasiyetten menettiğinedair meşhur hadisi ile vasiyet "üçtebir" şeklinde sınırlandırılmıştır."Âmm"ın tahsisine örnek: "Allah, çocuklarınızın miras payı) hakkında şöyle davranmanızı istiyor..." (Nisa, 4/ın ayetindeki "(çocuklarınız) lâfzı "âmm"dır, bütün çocuklara şâmildir. Hz. Peygamber'in "Öldüren mirasçı olamaz" [17]şeklindeki meşhur hadisi ile murisini öldüren çocuk bu umumun dışında bırakılmış, Kitâb'taki âmm lâfız katil olmayan çocuklar şeklinde tahsis edilmiştir.
§: 44- Âhâd Sünnet
Âhâd Sünnet, gerek Hz. Peygamber'den rivayet eden râvilerinin, gerekse sonraki tabakadaki râvilerinin sayısı, tevatür sayısının altında bulunan Sünnettir. Sünnet'in büyük çoğunluğu Hz. Peygamber'den âhâd yoluyla nakledilmiştir.
§: 45- Âhâd Sünnet'in Hükmü:
Âhâd Sünnet "ilim" ifade etmez, "zann" ifade eder. Bu yüzden itikadî hükümlerde âhâd habere dayamlamaz. Fakat, "Mezhep imamlarının âhâd haberle ameldeki metodlan" başlığı altında açıklayacağımız şartları taşıyorsa, amelî hükümler konusunda âhâd habere uyulur.
§: 46- Haneklerin Dışındaki Bilginlere Göre Rivayet Açısından Sünet'in Nevileri:
Hanefilerin dışındaki bilginlere göre rivayeti bakımından Sünnet iki nevidir: Mütevâtir Sünnet ve âhâd Sünnet. Meşhur Sünnet ise, başlı başına bir nevi olmayıp âhâd Sünnet kabil indendir. Çünkü meşhur Sünnette ilk tabaka râvileri tevatür sayışma ulaşmamakladır ve bu, esasen âhâd Sünnettir.Bu guruptaki bilginler âhâd Sünneti,
"Ğarîb" "azız" ve "müste-tıd " şeklinde üç kısma ayırmışlardır.Garîb, her üç tabakada veya herhangi bir tabakada râvî sayısı tek olan hadistir. Meselâ, hadisi bir sahâbî rivayet eder, ondan bir tabiî, ondan da bir tâbi Vt-tâbiî rivayette bulunur veya hadisi iki sahâbî rivayet eder, ondan bir tabiî ondan ise iki tâbiVt-tâbiî nvâyette bulunur...
Aziz, her üç tabakada sadece iki râvî tarafından rivayet edilen veya diğer tabaka yahut tabakalarda ikiden çok olsa bile tabakalardan birinde râvî sayısı iki olan hadistir..Müstefîd ise, her üç tabakada üç veya daha çok kişi tarafından rivayet edilen hadistir. Şöyle ki: Hadisin,
muhtelif râvîlerden oluşan üç veya daha fazla senedi vardır ve hiçbir tabakada râvî sayısı üçten aşağı düşmemektedir.
§: 47- Sübût ve Delâlet Yönlerinden Kitab İle Sünnet Arasında Bir Mukayese:
Daha önceki açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, bütün nevileriyle Sünnet, Kitâb gibi sübûtu kesin bir kaynak değildir. Bu açıdan Sünnetin üç nevi bulunmaktadır:
1- Sübûtu kat'i olan. ki buna "mütevâtir Sünnet" denir.
2- Sübûtu kat'îye yakın olan Sünnet. Bu, Hanefîlerde "meşhur Sünnet", diğerlerinde "müstefîd Sünnet" adıyla anılır.
3- Sübûtu zannî olan, ki buna "âhâd Sünnet" adı verilir.Sünnetin hükümlere delâletine gelince, bazen bu, yoruma ihtimal vermediğinden kat'î olmaktadır. Meselâ, Hz. Peygamberin "Yirmidörde kadar her beş deveden bir koyun zekât gerekir. Deve sayısı yirmibeşe ulaştığında iki yaşma girmiş bir dişi deve yavrusu gerekir. [18]hadisindeki (beş), (yirmidört) ve (yirmibeş) lâfızları, manalarına kesin olarak delâlet etmektedir, başka manaya ihtimalleri yoktur.Bazen de Sünnetin delâleti, yoruma açık lâfızlar ihtiva ettiğinden dolayı zannî olmaktadır. Meselâ, Rasûlûllah'm [19]hadisi ile, -fakihlerin çoğunluğunun anladığı üzere- namazda Fatiha okumayanın namazının "sahih" olmayacağı manası kasdedilmiş olabileceği gibi, -Hanefî bilginlerin anladığı şekilde- namazda Fatiha okumayanın namazının "kâmil (tam)" olmayacağı manası da kasdedilmiş olabilir.Şu halde Sünnet, delâlet bakımından Kitab gibidir. Çünkü her ikisinin de delâleti bazen kat'î bazen zannî olabilmektedir. Sübûtu yönünden ise Sünnet Kur'ân'dan farklıdır. Kur'ân'ın tamamı sübût yönünden kat'î olduğu halde, Sünnetin bir kısmı kat'î bir kısmı zannî'dir.
§: 48- Sünnetin Kaynak Değeri:
Hz. Peygamber'e nisbeti sabit ve sahih Sünnetin İslâm hukukunun kaynaklarından olduğu ve bunun gereğine göre amel etmenin vücûbu üzerinde bütün müctehidler ve bilginler ittifak etmişlerdir. Onlar bu sonuca varırken. Rasûlûllah'a itaati emreden, ona Allah'a itaat sayan, ona uymayı Allah'ın sevgisine erişmenin ve günahları latmanın yolu olarak gösteren, onun hükmüne rıza göstermeyenin imansız olduğunu tade eden, ona muhalefet edene şiddetli tehdidlerde bulunan âyetlere dayanıyorlardı. Pek ^kdayıdaki bu âyetlerden bir kaçını örnek olarak zikredelim: "Allah'a itaat edin, Rasûl'e de itaat edin ve kötülüklerden) sakının. [20]"Kim Rasûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. [21] -(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah 'i seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınız, bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.[22]"Peygamber size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir. [23]"Hayır, Rabb'ine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar. [24]'Allah ve Rasulü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü 'min bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah 'a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.' [25]"...Bu sebeple onun (Allah Rasûlünün) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden yahut kendilerine çok acı bir azap isabet etmesinden sakınsınlar. [26]işte bunlar ve benzeri pek çok âyet, Sünnetin hüküm teşriînde kendisine başvurulması gerekli ve bağlayıcı bir kaynak olduğunu kesin olarak göstermekteydi.Şu var ki. Sünnet Hz. Peygamber'den farklı yollardan ve çeşitli senetlerle rivayet edilerek sabit olmuştur. Râvilerİ arasında rivayetine güvenilecek kişilerin yanısıra, rivayetine güvenilemeyecek kimseler de bulunmuştur. İşte bu durum, hüküm istinbati sırasında Sünnet malzemesinin bir ayırıma tabi tutulmasını gerekli kılmıştır."Tevatür" yoluyla nakledilen Sünnet, Hz. Peygamber'e aidiyeti kesin olduğu için bütün bılginlerce kabul edilmiştir. Hanefi bilginlere göre "şöhret" yoluyla, diğerlerine göre "istifada" yoluyla nakledilen Sünnet, sübût yönünden mütevâtire yakın olduğundan, aynı şekilde makbuldür. "Ahâd" yoluyla nakledilen Sünnete gelince, bunu, gerek Sahabe bilginleri gerekse fıkhî mezheplerin imamları ancak bir takım kayıt ve şartlarla kabul etmişlerdir. Onların bu konuda farklı metodlara sahip olduklarını görüyoruz. Şimdi bunları açıklayacağız:
§: 49- Sahabenin Âhâd Haberlerle Amel Konusunda Takip Ettikleri Metodlar:
Sahabe, Hz. Peygamber'in vefatından sonra ona nisbetle rivayet edilen hadisleri, bunların Rasûlûllah'a ait olduğundan iyice emin olmadıkça kabul etmezlerdi. Bu hususun tesbitinde farklı metodlar takip ediyorlardı.
Bazıları, bir hadis rivayet edildiğinde, bunu, ancak iki kişi bu hadisi Rasûlû İlah'tan işittiğini ifade ettikten sonra kabul ediyordu. Meselâ Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer böyle davranıyorlardı. İbn Şihâb'ın Kabîsa b. Züeyb'den rivayetine göre, bir nine kendisine mirastan pay verilmesini istemek üzere Hz. Ebubekir'e geldi. Hz. Ebubekir şöyle dedi: Senin için Allah'ın Kitabında bir şey bulamıyorum. Hz. Peygamber'in de nine için bir pay zikrettiğini bilmiyorum. Sonra insanlara bu konuda bildikleri bir şey olup olmadığını sordu. el-Muğîre b. Şu'be kalkıp şöyle dedi: Hz. Peygamber'den nineye altıda bir verileceğini duydum. Hz. Ebubekir, "Şahidin var mı?" diye sordu. Muhammed b. Mesleme aynı şeye şahit olduğunu söyledi ve Hz. Ebubekir o kadın için bu hisseye hükmetti.Buhârî'nin rivayetine göre, Hz. Ömer bir defasında Ebû Musâ'l-Eş'arî'ye haber yollayıp kendisine gelmesini istemişti. Ebû Musa Hz. Ömer'in evine geldiğinde kapının dışında üç defa girme müsaadesi istedi, fakat müsaade olunduğuna dair ses gelmedi ve geri döndü. Hz. Ömer onun geri dönüp gitmekte olduğunu görünce peşinden birini gönderdi. Ebû Musa geri gelince ona "Niçin döndün [27]diye sordu. Ebû Musa şu cevabı verdi: Geldim, kapının önünde üç defa selâm verdim, cevap alamadım ve geri döndüm» Çünkü Hz. Peygamber ''Sizden biriniz üç defa müsaade isteyip kendisine müsaade verilmezse geri dönsün.buyurmuşlardı. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Bunun için mutlaka bana şahit getireceksin!" dedi. Ebû Musa şaşkın ve endişeli bir halde Ensar'dan bir gurup sahabenin topluca bulundukları bir yere gitti. "Seni endişeye düşüren nedir?" diye sordular. O da başından geçenleri anlattı. Oradakiler, "En küçüğümüz gitsin" dediler.R un üzerine Ebû Saîd el-Hudri Ebû Musa ile birlikte gitti ve onun lehinde şahitlik etti. Sonunda Hz. Ömer Ebû Musa'ya dedi ki: "Bil ki seni itham etmiş değilim; fekat bu, Rasûlûllah'tan hadis rivayetidir (hassas bir konudur).bilinmekledir. Nitekim Amidî, Hz. Ali'nin bu konuda şöyle dediğini naklediyor: "Hz. Peygamber'den bir hadis işittiğimde, Allah beni ondan dilediği şekilde faydalandırırdı. Fakat başkası hadis naklettiğinde, ona yemin verir, yemin ederse o zaman kabul ederdim.[28]Bazen ise, râviye güvenmedikleri için hadisi reddediyor ve onunla amel etmiyorlardı. Şu olayda bu durumun bir örneğini görüyoruz: Abdullah b. Mes'ud'a mehri belirlenmeden evlenmiş ve kocası zifafa girmeden önce ölmüş kadının -ki buna fıkıhta "mufavvıda" adı verilmektedir- durumu sorulmuştu. Abdullah b. Mes'ud bir ay kendini bu konuya verdi, içtihadı bir sonuca varmaya çalıştı. Sonunda dedi ki: "Bu konuda kendi içtihadıma göre hükmediyorum. Eğer doğruysa bu Allah'tandır, şayet yanlış ise bu benden ve şeytandandır; Allah ve Rasûlü ondan bendir: Ben böyle bir kadının, ne eksik ne fazia, kendi emsali kadınlar için takdir edilen mehri misli hak edeceği kanaatindeyim. Bu kadın iddet bekler ve kocasına mirasçı olur." Bunun üzerine Ma'kil b. Sinan el-Eşca'î kalkıp şöyle dedi: "Ben şahidim ki, sen bu konuda Rasûlûllah'ın Bürû' bint'ü Vâşık el-Eşcaiyye hakkında hükmettiği gibi hükmettin". O zaman Abdullah b. Mes'ud, verdiği hükmün Rasûlûllah'ın hükmüne uygun olduğunu öğrenmekten ötürü o güne kadar tatmadığı bir sevinci yaşadı. Fakat Hz. Ali bu hadisi reddetmiş, onunla amel etmemiş ve şöyle demiştir: "Topuğuna bevleden bir bedevinin sözü üzerine, Rabb'imizİn Kitabını bir yana barakamayız." O bu konuda, kadına mehir verilmeyeceği kanaatindeydi. Çünkü bu olayıs Kur'ân'da hükme bağlanmış benzeri bir olaya kıyâs ediyordu. Şöyle ki:[29]ayetinde, mehri tayin edilmemiş ve zifaftan Önce boşanmış kadına -müt'a dışında- bir şey vermek gerekmediği hükme bağlanmıştı. İşte Hz. Ali de, zifaftan önce vefat sebebiyle ayrılığı zifaftan önce boşama sebebiyle ayrılığa kıyas ediyor, râviye güveni olmadığı için kıyâsı bu hadise üstün tutuyordu. Abdullah b. Mes'ud ise, bu râviye güvendiği ve hadisin sıhhatine kanaat getirdiği için, kendi re'yine göre hüküm çıkardıktan sonra da bu hadisle amel etti. O, daha söz konusu hadisi duymadan kendi içtihadına göre hükmederken başka "" kıyası uyguluyordu. Bu olayı, mehri tayin edilmeden evlenen ve kendisi ile zifafa girilen kadın olayına kıyas ediyordu. Bilindiği gibi böyle bir kadına "mehr-i misil" (kendi emsaline verilen mehir) verilmesi gerekmektedir. İbn Mes'ud bu kıyası yaparken şöyle düşünüyordu: Evliliğin hükümlerini ve sonuçlarını doğurma açısından Ölüm, zifafa benzemektedir. Çünkü her iki olaya aynı sonuçlar bağlanmaktadır. Nitekim böyle bir kadın, bütün İslâm hukukçularına göre mirasçı olur ve iddet bekler.Sahabeden bazıları, hadisin neshedilmiş olduğunu bildiği için hadisi reddediyor ve onunla amel etmiyordu. Meselâ, Abdullah b. Mes'ûd rükûda "tatbik" yapıyor, yani ellerini uylukları arasına kıstırıyordu. O, Rasûlûllah'ın böyle yaptığını söylüyordu. Fakat Sa'd b. Ebî Vakkâs, Hz. Peygamberdin önceleri "tatbik" yapmakla beraber, sonra ellerini dizleri üzerine koymaya başladığını ve ashabına da dizleri tutmalarını emrettiğini, böylece önceki şeklin neshedildiğini biliyordu. Bu yüzden, Abdullah b. Mes'ud'un rivayet ettiği hadisle amel etmiyor, "tatbik" yapmayıp ellerini dizlerinin üzerine koyuyordu. Takihlerin çoğunluğu da Sa'd b. Ebî Vakkas'm rivayet ve amel ettiği bu nâsih hadise göre hükmetmiştir. Abdullah b. Mes'ud ise, rüküda ellerini uylukları arasına kıstırma uygulamasından vazgeçmedi. Çünkü o, ellerin dizler üzerine konması hadisini ruhsat olarak görüyordu. Ona göre, uzun süre rükû halinde kalınca "tatbik" meşakkate yol açtığı ve bu durumda insanlar yere düşmekten korktukları için Hz. Peygamber -kolaylık olsun diye-onlara ellerini dizlerine koymalarını emretmişti.Bazıları da, kendi kanaatince daha kuvvetli olan hadisle çatıştığı için, rivayet edilen hadisle amel etmiyordu. Meselâ Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiği "Kim bir cenaze (aşırsa abdest alsın" [30]hadisinden ilk anlaşılan, cenaze taşıyan kimsenin abdest alması gerektiğiydi ve Ebû Hüreyre de cenaze taşıyan kimsenin abdest alması gerektiğine hükmediyordu. Fakat Abdullah b. Abbâs, bu hadisten ilk anlaşılan manaya göre yorum yapmadı ve cenaze taşıyan kimsenin abdest alması gerektiğine hükmetmedi. Çünkü diğer şer'ı deliller, ancak abdesti İzafe etmede etkisi olan durumlarda abdesti gerekli kılıyordu; halbuki cenaze taşımanın abdesti izale etmede bir etkisi yoktu. Onun, yukarıda zikredilen hadisi duyduğunda söylediği şu söz, bu düşünceye işaret etmektedir: "Birkaç kuru tahta taşımaktan ötürü bize abdest gerekmez.Daha kuvvetli delil ile çatışması sebebiyle hadisin reddedildiğine dair bir başka örnek: Hz. Ayşe, Ebû Hüreyre tarafından rivayet edilen ve '"Sahihayn"da yer alan "Sizden biriniz uykudan uyandığında, kaba sokmadan önce elini yıkasın. Çünkü böyle bir kimse elinin nerede gecelediğini bilemez'[31]manasmdaki hadisi kabul etmemiştir. Zira o, büyük kaptaki suya sokmadan eli yıkama mükellefiyetinin sıkıntı ve zorluğa yol açacağı ve bu hadisin, "Allah dinde sizin için hiçbir zorluk yüklememiştir"i[32]âyeti gibi insanlardan sıkıntı ve zorluğu kaldıran birçok nassa ters düştüğü kanaatindeydi. Ona göre.daha kuvvetli idi. O halde bu hadisle amel etmek doğru olmazdı. Hz. Ayşe'nin Jteübu noktaya işaret etmiş oluyordu: "Mihrâs ile bu işi nasıl yapabiliriz?" ("Mihrâs"abdest vb ihtiyaçları karşılamak üzere içine su konan dibek taşı gibi geniş su kabınınadıdır.)İşte Sahabenin, Sünnetle amel konusunda takip ettikleri başlıca metodlar bunlar idi. Ve bu bize, onların şerl hükümlerle ilgili ihtilâflarının çok önemli bir sebebini izah etmiş olmaktadır. Nitekim, Hz. Ali ile Abdullah b. Mes'ud arasında "mufavvıda" kadına mehir gerekip gerekmeyeceği konusunda görülen ihtilâfa tekrar göz atacak olursak, bunun Hz. Ali'nin Ma'kıl b. Sinan'ın bu konuda rivayet ettiği hadise itibar etmemesinden, Abdullah b Mes'ud'un ise bu hadisi makbul saymasından kaynaklandığını kolayca anlarız. Rükûda ellerin nasıl konacağı konusunda Sa'd b. Ebî Vakkâs ile Abdullah b. Mes'ud arasında bilinen ihtilâf da hadisin kabulü konusundaki ihtilâfların başka bir örneği idi. Zira Abdullah b. Mes'ud ellerin uyluklar arasına sıkıştırılacağına, Sa'd b. Ebî Vakkâs ise ellerin dizler üzerine konacağına hükmetmişti. Bu ihtilâfın sebebi de, herbirinin Rasûlûllah'tan naklettikleri ayrı ayrı hadislere dayanmış olmasıydı.
§: 50- Mezhep İmamlarının Âhâd Haberlerle Ameldeki Met odları:
Tanınmış fıkıh mezheplerinin imamları âhâd haberlerle amel ve hüküm istinbatı sırasında bunlara dayanma konusunda tek bir görüş üzerinde birleşmemişlerdir. Aksine, bunlardan hangisinin kabul edilip edilmeyeceğine dair herbiri farklı görüş ve metodlara sahip olmuştur. Aşağıda bu noktaya açıklık getirmeye çalışacağız:
§: 51- Hanefîlerin Metodu:
Usûl kitapları müelliflerinin belirttiğine göre, Hanefî mezhebinin imamları âhâd haberle amel için üç şart ileri sürmüşlerdir:
1- Râvî, Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadisin aksine davranmış veya bu rivayete aykırı fetva vermiş olmamalıdır. Şayet kendi rivayetine aykırı davranmış veya fetva vermişse, o zaman bu davranışı yahut fetvası dikkate alınır, rivayeti dikkate alınmaz.Onların bu konuda meseleye bakışları şöyledir: Râvi, rivayet ettiği hadisin neshedildiğini gösteren bir delil bilmese Hz. Peygamber'den rivayet ettiği bir hadise aykırı davranmaz; aksi halde bu, onun "adalet" vasfını zedeler. Şu halde, böyle bir durumda sahabtye uymak, onun rivayetine göre değil re'yine göre amel etmek gerekir.işte bu sebeple Hanefîler. Ebû Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiğiBirinizin kabını köpek yaladığı takdirde onu döksün, sonra biri toprakla olmak üzereyedi defa yıkasın' [33]anlamındaki hadisle amel etmemişlerdir. Çünkü -ed-Dârekutnî'ninnvayet ettiği üzere- Ebû Hüreyre, bu hadise aykırı olarak böyle bir durumda üç defa yıkamakla yetiniyor ve bu yönde fetva veriyordu. Hanefî'ler de onun fetvasını, bu hadisin neshedilmiş bulunduğuna delil saymışlar ve bu fetvaya göre amel etmişlerdir. Yani yedi defa yıkamayı gerekli saymaksızin üç defa yıkama ile yetinmişlerdir.Aynı şekilde Haneflier, Hz. Ayşe'den rivayet edilen ve kadının kendi başına evlilik akdi yapamayacağını gösteren "Velisinin izni olmadan evlenen kadının evliliği bâtıldır" [34]anlamındaki hadisle ameî etmemişler ve kadının gerek kendisi için gerekse başkasını ternsilen evlilik akdi kurabileceğine hükmetmişlerdir. Zira Hz. Ayşe bu hadise aykırı davranmışttr. Şöyle ki: Hz. Ayşe, kardeşi Abdurrahman Şam'da iken onun kızını eviendirmişti. Abdurrahman döndüğünde bu duruma kızmış ve "Benim gibi birinin kızları hakkında böyle danışılmadan karar verilip işe girişilir miydi!" demişti. Fakat kendi gıyabında veya kendi İzni olmadan yapılmış olmasından ötürü Abdurrahman'in bu akdi İptal yönüne gittiğine dair bir haber nakledilmiş değildir.
2- Hadis, sık sık tekerrür eden ve her mükellefin hükmünü bilme ihtiyacını hissettiği olaylar hakkında olmamalıdır. Usûl kitaplarında böyle durumlardan "umûmu'1-belevâ" diye sozedilir. Bununla, hemen herkesin karşılaştığı ve hükmünü bilmeye muhtaç bulunduğu olaylar kasdedilmektedir. tşie âhâd haber bu nevi olaylardan biri hakkında olursa. Hanefîler bunu makbul saymazlar ve onunla amel etmezler. Çünkü böyle bir olayın "tevatür" veya "şöhret" yoluyla nakli için gerekli şartlar oluşmuştur. O halde, böyle bir haber âhâd yolla gelmişse, bu onun Hz. Peygamber'e nisbetinin sağlam olmadığını gösterir; şayet sahih olsaydı, şöhret bulur ve âhâd seviyesinde kalmazdı.İşte bu düşünce ile Hanefî mezhebi bilginleri, Abdullah b. Ömer'den rivayet edilen "Hz. Peygamber rükûya giderken ve başını rükûdan kaldırdığında ellerini kaldırırdı" [35]anlamındaki hadis ile amel etmemişler ve şöyle demişlerdir: Bu durumlarda ellerin kaldırılması, çok sık vukubulan ve herkesin hükmünü bilmeye muhtaç olduğu bir olaydır. Şayet bu konuda vârİd olan Sünnet sabit olsaydı, bunu çok sayıda râvî rivayet ederdi ve insanlar bunun rivayetine ihtimam gösterirdi.Aynı şekilde Hanefîler, Hz. Peygamber hakkında rivayet edilen "O, namazda Fatiha Sûresini okurken besmeleyi de yüksek sesle okurdu" [36]anlamındaki hadise göre amel etmezler. Çünkü namazda ktraât, çok sayıda insanın bilgisi içinde olan bir olaydır. Eğer besmelenin yüksek sesle okunmasına dair Sünnet sabit olsaydı, çok sayıda râvi tarafından meşhur hadis şeklinde rivayet edilirdi. Zira olayın herkesçe bilinir oluşu bunun hükmünü belirten hadîsin de meşhur hadis şeklinde rivayetini gerektirir. Bu şekilde rivayet edilmemiş ise, bu, onun sahih olmadığını gösterir.Bundan dolayıdır ki, Hanefî mezhebinde, gerek rükûya giderken gerekse başı rükûdan kaldırırken ellerin kaldırılmaması ve namazda besmelenin gizli okunması hükmü benimsenmiştir.
3- Hadisi rivayet eden râvi, fıkıh bilgisi ve ictihad ehliyeti ile tanınmış bir kimse deeUse, hadis, kıyasa ve şer'î esaslara aykırı olmamalıdır.Diyelim ki bir sahabi hadis rivayet etmiştir ve bu hadiste yer alan hüküm kıyasa ve er'î esaslara aykırı düşmektedir. Şayet bu hadisi^ rivayet eden râvî; dört halife gibi, Abdullah b. Abbas veya Abdullah b. Mes'ud gibi hem hadis rivayeti ile hem defıkıhta ve ictihaddaki ehliyeti ile tanınmış biri ise hadis makbul sayılır ve onunla amei edilir. Fakat Enes b. Mâlik veya Bilâl gibi sadece hadis rivayeti ile tanınan, fıkıha vukufu ve ctihada ehliyeti ile tanınmayan birisi ise, bu hadis kabul edilmez ve onunla amel olunmaz.Bu şartı birçok usûl bilgini zikretmiştir. Onlar bu şartın koşulmasına gerekçe olarak, râvîler arasında "mana ile rivayet" usulünün çok yaygın bulunduğu vakıasını göstermişlerdir. Bu düşünceye göre, mana ile rivayet ortamında, eğer râvi fıkha vukufu ve içtihada ehliyeti ile bilinen bir kişi ise, Hz. Peygamberin söylediği kelimenin yerine başka bir kelime kullansa bile, bunun Hz. Peygamber'in kullandığı keîime ile aynı manayı taşıyacağını gönül huzuru ile kabullenmek mümkündür; ama râvi Öyİe değilse bu mümkün değildir. Bundan ötürü, belirtilen nitelikte olmayan râvinin rivayet ettiği kıyasa ve şer'î esaslara aykırı hydis.ile amel edilmez, o konuda kıyasa veya İslâm hukukunun genel prensiplerine göre hüküm verilir. Sözkonusu usulcüler, fıkha vukufu ve içtihada ehliyeti ile tanınmayan râviler arasında Ebu Hüreyre'yi, Enes b. Mâlik'i, Selman-ı Fârisi'yi ve Bilâl-i Habeşi'yi de (r.a) zikretmişlerdir.Bu şartı koştuklarından, Hanefîler, "musarrâh" [37]hadisi ile amel etmemişlerdir. Ebû Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği bu hadisin anlamı şudur: '?Develerin ve koyunların memelerini sun'î olarak şişirmeyin. Birisi bu durumda bir hayvanı satın almışsa ve sütü sağmışsa iki şeyden birini seçmekte serbesttir:
1- Bu haliyle razı olursa hayvanı kendisinde tutar (sözleşme olduğu şekilde kalır), 2- Razı olmazsa hayvanı iade eder ve ayrıca bir sâ' hurma verir.[38]Bu hadisi kabul etmedikleri için, "tasriye"yi yani hayvanı sunî olarak sütlü göstermeyi, ayıplı malın satıcıya iadesi muhayyerliği kapsamına almamışlardır. Onlara göre "tasriye" malın iadesine imkân veren bir ayıp sayılamaz; sadece gabin [39]varsa alıcının satım bedelinde gabin miktarı ne ise o miktar için satıcıya rücu hakkı vardır. Hadisi kabul etmemelerinin gerekçesini ise şöyle belirtmişlerdir: Hadis Ebû Hüreyre tarafından rivayet edilmiştir. Ebû Hüreyre fıkha vukufu ve içtihada ehliyeti ile tanınmış bir sahabi değildir. Hadisin ihtiva ettiği hüküm ise İslâm hukukunun genel kurallarına aykırıdır. Şöyle ki: Önce buhüküm, "tazmin mislî mallarda misliyle, kıyemî mallarda kıymetiyle olur" kuralına ters düşmektedir. Zira hadis, müşterinin, satınaldığı hayvanı kendi elinin altında bulunduğu süre içinde sağıp sütünü alması karşılığında bir sa1 hurma vermesini Öngörmektedir. Oysa hurma, sütün ne misli ne kıymetidir. Şu haide müşterinin bu süt karşılığında bir sa' hurma ödeme borcu altına sokulması belirtilen kurala aykırıdır. Diğer yönden hadis, "el-Harâcu bİ'd-damân" [40]|diye ifade edilmiş olan "nefi (yarar) ve hasarın dengelenmesi" ilkesi ile de bağdaşmamaktadır. Bu ilkeye göre bir şeyin tazmin sorumluluğu kime aitse o şeyin semereleri de ona ait olur. Şu halde sağdığı süt, karşılık Ödemesine gerek olmaksızın alıcıya aittir. Zira hayvanı teslim aldıktan sonra ona gelecek zarar kendi sorumluluğu altında bulunmaktadır. Hal böyle iken müşterinin bir sa' hurma vermekle yükümlü tutulması genel kurala aykırıdır.
§: 52- Hanefî Usûlcülerin Metodu Hakkındaki Görüşümüz:
Hanefî usulücülerin çoğunluğunun benimsediği ve usûl eserlerinde yer verdikleri bu metod, kanaatimizce iki bakımdan isabetli görünmemektedir:
1- Ebıı Hanîfe ve arkadaşları, bu usûlcülerin söylediğinin aksi yönünde uygulama yapmışlardır. Nitekim, bu imamlar, usulcülerce fakih kabul edilmeyen Ebû Hüreyre tarafından rivayet edilmiş olan ve genel kural ile bağdaşmayan şu hadisle amel etmişlerdir: "Unutarak yiyen veya içen kimse orucunu tamamlasın. Zira onu Allah yedirmiş ve içirmiştir.'' [41]Esasen bu hadisin hükmü oruç konusundaki yerleşik kural ile bağdaşmaz. Kural şudur: İmsak (orucu bozan şeylerden el çekmek) orucun rüknüdür. Şu halde bu kurala göre. ister bilerek İster unutarak olsun, orucu bozan şeylerden el çekme vakıasının ihlâli ile oruç da rüknünü kaybetmiş olur ve dolayısıyla oruç bozulmuş sayılır. İmam Ebû Hanife bizzat bu hadisi rivayet etmiş ve demiştir ki: "Şayet bu konuda nakil olmasaydı, kıyasa göre hükmederdim". Bunun anlamı şudur: Şayet Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği ve unutarak yiyip-içmenin orucu bozmayacağını gösteren bu hadis olmasaydı, genel kurala göre hükmederdim. Bir başka deyişle, rükün ihlale uğradığından unutarak da olsa yeme ve içmenin orucu bozacağını söylerdim. Bu bize açıkça göstermektedir ki, hadisin kabulü hakkında sözünü etmekte olduğumuz bu şart, mezhep imamları tarafından ileri sürülmüş bir şart değildir.
2- "Musarrâh" hadisini Buharî, Abdullah b. Mes'ud'dan rivâyef etmiştir. Abdullah b. Mes'ud'un fakih olduğunu ise hiç kimse inkâr edemez. Şu halde -bir an için Hanefi mezhebi imamlarmca ileri sürüldüğünü kabul etsek bile- bu şart gerçekleştiğine göre Hanefîlerin bu hadis ile amel etmeleri gerekirdi; halbuki onunla amel etmemişlerdir.
Binaenaleyh bu konuda şöyle denmesi daha doğru olur: Hanefî mezhebi imamlarının"musarrâh" hadisi ile âmel etmemiş olmalarının sebebi, bu hadisin onlara ulaşmamış olması veya güvenmedikleri bir yoldan ulaşmış olmasıdır.Geriye bir noktanın belirlenmesi kalıyor: Haber-i vahidin kabulü ile ilgili bu şart Hanefi mezhebi imamlarınca ileri sürüimediyse, bu şartı ileri süren kimdir?Cevap şudur: Bu şartı Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî"nin öğrencilerinden ve ilk Hanefi fakihlerindcn İsa b. Ebân ileri sürmüştür. Kadî Ebû Zeyd ed-Debûsî [42]bu »örüşü almış ve buradan Hanefi mezhebi imamlarının "musarrâh" hadisini reddettikleri sonucunu çıkarmıştır. Sonraki fakihler de genellikle bu görüşe uymuşlardır.
§: 53- Mâlikîlerin Metodu:
İmam Mâlik,senedi sahih olan [43]haber-i vâhidle amel etme konusunda sadece bir şeyi şart koşuyordu: Hadisin Medine ahalisinin tatbikatına (amel'ü ehii'l-Medîne) aykırı olmaması. Şayet hadis Medine'deki tatbikata aykırı ise, onunla amel etmiyordu. Meselâ İmam Mâlik, "Alıcı ve satıcıdan herbiri, ayrılmadıkları sürece (sözleşmeden vazgeçip geçmeme hususunda) diğerine karşı muhayyerdir." [44]anlamındaki hadisle amel etmemiş ve bu yüzden "meclis muhayyerliği"[45]'hükmünü benimsememiştir. İmam Mâlik -bu hadisi rivayet ettikten sonra- şöyle demiştir: Bunun (muhayyerlik hakkının) ne örten bilinen bir sınırı (belirli süresi) vardır^ne de tatbikatta görülen bir durumdur. Bu sözüyle, İmam Mâlik, bu hükmün kendi zamanında Medine'de mevcut tatbikat ile bağdaşmadığını ve bu yüzden onunla amel etmediğini belirtmiş olmaktadır.İmam Mâlik'in bu metodu uyguladığı durumlara bir başka örnek verelim: Rivayete göre Hz. Peygamber ' 'Namazdan çıkmak istediğinde biri sağ tarafa diğeri sol tarafa olmak üzere "es-selâmü aİeyküm ve rahmetullah" diyerek iki selâm verirdi [46]Fakat İmam Mâlik Medine tatbikatına dayanarak bir selâmla yetinmiş ve bu hadisle amel etmemiştir. Zira Medineliler sadece bir selâm veriyorlardı.imam Mâlik'in, Medine ahalisinin tatbikatını haber-i vâhidden daha üstün tutmasınınHadisin "sened"inden maksat, hadisi sonraki nesillere ulaştıran râviler zinciridir. Bu senedin "Sahih «İması"ndan maksat ise, ravilerden birinde '"adalet" veya "zabt" (duyduğunu doğru bir şekilde rivayet edebilme vasfı) bakımından bir kusur bulunmamasıdır.İslâm hukuk ilmînîn esasları gerekçesi şudur: Medinelilierin bu tatbikatı Hz. Peygamber'den rivayet sayılır. Topluluğun topluluktan yaptığı rivayet ise, tek kişinin tek kişiden yaptığı rivayetten üstündür. Fakihlerin çoğunluğu bu konuda İmam Mâlike muhalefet etmiş ve Medine ahalisinin tatbikatını bir delil olarak görmemiştir. Zira, diğer İslâm beldelerinde oturanların hataya düşmeleri muhtemei olduğu gibi, Medinelilerin de hata yapması mümkündür. O halde, onların tatbikatı ile diğerlerininki arasında fark gözetilmemesi gerekir. Nitekim Leys b. Sa'd İmam MâÜk'e bu hususta uzun bir mektup yazmış, mektubunda konuyu İmam Mâlik'le tartışmıştır. Leys bu mektubunda çok değerli ve faydalı bir tartışma Örneği ortaya koymuştur. [47]Aynı konuda benzer bir tartışmaya İmam Şafii el-Ümm isimli eserinde yer vermiştir.
§: 54- Şâfiüerin Metodu:
İmam Şafiî haber-i vâhid ile ame! konusunda, ne Hanefî bilginlerin ileri sürdüğü şartlan, yani: a) Çok vuku bulunan durumlarla İlgili ise "meşhur" hadis seviyesine yükselmesini, b) Genel kurallara uygun olmasını, c) Bizzat hadisi rivayet eden ravînin uygulamasına ters düşmemesi), ne de İmam Mâlik'in ileri sürdüğü Medine ahalisinin tatbikatına aykırı olmaması şartını İleri sürmüştür. O bu konuda sadece senedin sahih ve "muttasıl" (kesintisiz) olmasını şart koşar. Bu sebeple o, "mürsel" [48]hadisle amel etmez. Şu kadar var ki Said b. el-Müseyyeb*in mürsellerini kabul eder. Çünkü onun mürsellerini incelemiş ve başka yollardan muttasıl olarak rivayet edildiğini görmüştür. Ya da onun güvenilir oimayan kişilerden hadis rivayet etmediği kanaatini taşıdığı için onun mürselîerini kabul etmiştir.Mürsel hadis konusundaki bu tutumu sebebiyle İmam Şâfıî, meselâ Hz. Ayşe'den rivayet edilen şu anlamdaki hadisle amel etmemiştir: Hafsa 'ya bir yiyecek hediye edildi. O sırada ikimiz de oruçlu idik. Orucumuzu (bu yiyecekle) bozduk. Sonra Hz. Peygamber (s.a.v) yanımıza girdi. Yâ RasûlaUabl Bize bir (yiyecek) hediye edildi, canımız çekti ve orucumuzu bozduk, dedik. Bunun üzerine Allah 'm Rasûlü buyurdu ki: Zararı yok; onun yerine başka bir gün oruç tutun. [49]Bu hadis mürseldir, zira ez-Zührî bunu Hz. Ayşe'den rivayet etmiştir, halbuki onu Hz. Ayşe'den duymamıştır, Urve b. Zübeyr'den , duymuştur.[50]Mürsel olan bu hadisle amel etmediğinden, İmam Şafiî'ye göre, nafile oruca başlayan kimse bunu tamamlamazsa, başka bir gün kaza etmesi gerekmez.Buna karşılık İmam Şafiî, Zührî'nin Saîd b. Müseyyeb'den rivayet ettiği hadisi kabul etmiştir, buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "(Rehin bırakan kişi borcunu ödeyemeyince) rehnedilen şey rehin bırakanın mülkü olmaktan çıkmaz. Rehnedilen şeyin erek menfaat gerek hasan rehnedene aittir [51]Bu hadis, rehin bırakan kişinin borcunu ödeyememesi halinde, rehin alanın rehnedilen şeye mâlik olamayacağı hükmünü getirmektedir. Buna göre, rehnedilen şeyin mülkiyeti rehin bırakan üzerine kalmaya devam eder- Rehnedilen şeyde bir artış, bir menfaat meydana gelirse kendisine ait olur; buna mukabil rehnedifen şeyin hasara uğraması sebebiyle borcunda bir eksilme olmaz. İşte bu hadise dayandığından İmam Şafiî'ye göre rehin, rehin alanın nezdinde bir emanet hükmündedir. Onun korunması hususunda kendisinin bir kast veya kusuru olmadan rehnedilen şey hasara uğrarsa rehin bırakanın borcunda bir eksilme olmaz.
§: .55- Hanbelîlerin Metodu:++++
İmam Ahmed b. Hanbel'in haber-i vâhid ile amel konusundaki metodu, İmam Şâfiî'-ninki gibidir; şu kadar var ki o, senedde ittisal (kesintisiz olma) şartı aramaz. Bu sebeple, o, mürsel hadislerle amel etmiş ve -Hanefîlerde ve Malikîlerde olduğu gibi- mürsel hadisi kıyasa tercih etmiştir.İslâm hukukçularının haber-i vâhid olarak rivayet edilen Sünnet ile amel konusundaki metodlarına dair verdiğimiz bu özetten, Sünnet ile amel hususunda en geniş çerçeveye Hanbelîlerin sahip olduğu anlaşılmaktadır. Sünnet ile amel çerçevesi, Hanebelîlerde diğerlerinden, Şâfiîlerde ve Malikîlerde ise Hanefîlerden daha geniştir. Bu hususta çerçeveyi en dar tutanlar Hanefîlerdir.Burada dikkat edilmesi gerekli husus şudur ki, sözü edilen müctehidlerin hepsi Sünnetin İslâm hukukunun ikinci temel kaynağı olduğunda asla farklı düşünmemişler, sadece en ihtiyatlı ve Kitab ile Sünnet arasındaki uyumun sağlanmasında en uygun metodun belirlenmesi açısından farklı görüşlere sahip olmuşlardır.Bir kısmı, İslâm hukuk sistemi içinde yürürlüğü olan genel kurallara başvurmanın daha ihtiyatlı olacağını düşünmüş ve bunlara aykırı olan hadisleri reddetmiştir. Bunlar Hanefîlerdir.Diğer bir kısmı ise, asıl ihtiyatlı tutumun, sırf genel kurallara aykırılık düşüncesi ile hadisleri reddetmemek olacağı kanaatine sahip olmuştur. Her bir gurubun gerek Sahabe gerek Tâbiûn arasında aynı düşünceye sahip selefleri mevcuttur.
Sünnetin Kitâb'a Göre Yeri
1- Kaynaklık vasfı açısından Sünnetin Kitab'a göre yeri: Kur'ân ve Sünnetten herbirinin kaynak değeri.
2- Gerek Kur'ân ve gerekse Sünnette yer alan hükümler açısından Sünnetin Kitâb'a göre yeri: Sünnetteki hükümlerin Kur'ân'daki hükümler ile bağdaşıp bağdaşmama durumları.
§: 56- Kaynaklık Vasfı Açısından Sünnetin Kur'ân "a Göre Yeri:
Sünnet, hernekadar İslâm hukukunun kaynaklarından biri ise de, kaynaklar sıralamasında Kur'ân'dan sonra gelir. Bir hükmü öğrenme ve delil getirme hususunda ikinci sırada yer alır. Hükmünü öğrenmek istediğimiz olayı cevaplayan bir nass Kitab'ta varsa, artık Sünnete başvurulmaz.Sünnetin Kitab'tan sonraki sırada yer almasının sebebi, onun sübutunun genellikle zannî, Kitab'ın sübutunun tamamıyla kat'î oluşudur. Kat'înin zannîden önce geleceği ise açıktır.Daha önce geçen muâz hadisinde de bu sıralama açıkça görülmektedir. Hz. Peygamber Muâz'a ' 'Sana hüküm vermen için bir kazâî olay getirilse ne yaparsın ?'' deyince, Muâz, Önce "Allah'ın Kitab'ma göre hükmederim" cevabını vermiş, Rasûlûlîah "Ya onda bulamazsan?" deye sorunca: "O zaman Allah Rasûlünün Sünnetine göre hükmederim" demiştir.Hz. Ömer'in Kadı Şurayh'a yazdığı rivayet edilen mektupta da bu sıralama göze çarpar: "Allah'ın Kitab'ında hükmünü açıkça bulabildiğin durumlarda kimseye bir şey sorma. Allah'ın Kitab'ında açıklık bulamazsan, Rasûlûlîah (s.a.v)'in Sünnetine uy." Bunun benzeri ifadelere Selef-İ sâlihinin ve bilginlerin sözlerinde çok raslanır.[52]Bu kurala bağlanacak en belirgin sonuç şudur: Şayet bir meselede Kitab'ta yer alan hüküm ile haber-i vâhid olarak rivayet edilmiş Sünnetin delâlet ettiği hüküm arasında zahirî bir çatışma görülürse, Kitab'takinin alınması ve bunun Sünnete tercih edilmesi gerekecektir. Meselâ, Kur'ân-ı Kerîm'de: "Erkeklerinizden iki kişiyi, eğer iki erkek yoksa mavafakat edeceğiniz şahitlerden bir erkek, iki kadını şahit tutun. Ki kadınlardan biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatsın. " [53]buyrulmuştur. Hz. Peygamber ise bir davacıya şöyle demiştir: '' Ya senin getireceğin iki (erkek) şahit, veya onun (davalının) yemini (ile dava hükme bağlanır)" [54] Bu hadis, haber-i vâhiddir ve ondan çıkan zahir anlam bir erkekle birlikte iki kadının şahitliğinin kabul edilemeyeceği yönündedir. Kur'ân âyetinin bu konudaki hükmü ile bağdaşmadığına göre, Kur'ân'daki hükmün esas alınması ve bir erkekle birlikte iki kadının şahitliğinin kabul edilmesi gerekir.Bu duruma bir başka örnek olarak Hz. Ayşe'nin tutumunu gösterebiliriz. Hz. Ayşe ?'Ölü, ailesinin kendisine ağlamasından ötürü azap görür. " [55] anlamındaki hadisi kabul etmemiştir. Çünkü o, bu hadisin "Hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez" [56]anlamındaki âyet ile çeliştiği kanaatine varmıştır. Fakat bilginlerin çoğu hadisi kabul etmişler ve onu âyetteki anlam ile çelişkili görmemişlerdir. Onlar, hadisteki hükmü, kişinin, ailesine, öldüğü zaman kendisi için ağlamalarını hatta ağıtçı kadınlar tutup yas havası oluşturmalarını vasıyetetmesi durumuna bağlamışlardır. Zira Cahiliye devrinde Arapların şöyle bir âdeti vardı: Hasta, ölümünün yaklaştığını hissedince, ailesinden -öldüğünde- kendisi için ağlanmasını ister, onları yas tutmaya teşvik ederdi. Şu halde, hadiste işaret edilen ceza, ailesinin ona ağlamasından ötürü değil, kişinin ailesinden kendisine ağlamasını ve yas tutulmasını istemesi sebebiyle olmaktadır.
§: 57- Gerek Kur'ân Gerek Sünnette Yer Alan Hükümler Açısından Sünnetin Kitâb'a Göre Yeri:
Sünnette ye. alan hükümleri inceleyip, Kur'ân-ı Kerîm'deki hükümlerle karşılaştırdığımızda, dört şekilden biri ile karşılaşırız:
Birinci şekil: Sünnet, Kur'ân'daki hükümlere tam tamına uygun hükümler ihtiva eder. Bu durumda Sünnetin hükmü, Kur'ân'ınkini teyit edici nitelikte kabul edilir ve aynı hüküm için iki delil bulunmuş olur: Birincisi, hükmü tesbit eden esas delil, ki bu Kur'ân nassıdır; ikincisi ise teyit edeci delildir, bu da Sünnet nassıdır.
Meselâ Hz. Peygamber'in ' 'Bir müslümanm malı (başkasına) onun gönül hoşnutluğu olmaksızın helâl değildir"[57] anlamındaki hadisi, Kur'ân-ı Kerîm'in "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Karşılıklı rızaya binaen yapılan ticâret olursa başka. "[58] mealindeki âyetin getirdiği hükmün aynısını ifade etmektedir. Yine Hz. Peygamber'in "Kadınlar (m haklarına riayet) konusunda Allah'tan sakının. Ziraoniar sızın hakimiyet ve himayeniz altındadır. Onları Allah 'm emaneti olarak aldınız, onlarla birlikte yaşama hakkını Allah'ın emri ve müsaadesi ile elde ettiniz" [59] anlamındaki hadisi, Cenâb-i Allah'ın "Kadınlarla iyi geçinin" [60]mealindeki sözü ile aynı hükmü taşımaktadır.Hz. Peygamber'in "Allah zalime mühlet verir, verir; sonunda onu bir cezalandırdım! artık iflah olmaz" [61] anlamındaki sözü ile Allah Teâlâ'nın "İşte Rabbin zulmeden beldeleri (n ahalisini) yakaladığı zaman böyle yakalar. Çünkü O'nun yakalaması çok acı ve çetindir. " [62] mealindeki âyeti arasında da böyle bir teyit ilişkisi vardır.
İkinci şekil: Sünnet, açıklanmaya muhtaç Kur'ân nasslarım açıklayıcı hükümler getirir. Bu da üç türlü olur:
a) Kitab'm "mücmel'1 "[63] nasslarım tefsir eden veya "müşkil" [64] lâfızlarını açıklığa kavuşturan Sünnet. Meselâ, namaz vakitlerini ve rekâtlarını, namazda neyin nasıl okunacağını, zekâtı verilmesi gerekli olan ve olmayan malları, zekât miktarını ve zekâta ait nisap miktarlarını belirleyen hadisler bu türdendir. Çünkü bunlar, Kur'ân'da yer alan "Namazı kılın, zekâtı verin." [65]mealindeki mücmel âyetten maksadın ne olduğunu açıklamış olmaktadır.Müşkil lâfıza açıklık getiren hadislere örnek olarak, ' 'Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırdedilinceye kadar yiyin, için"[66]mealindeki âyette yer alan kJ-\ (iplik) lâfızlarından maksadın gündüzün beyazlığı ve gecenin karanlığı olduğunu açıklayan hadisi zikredebiliriz. Bu âyet inince Sahabeden biri lâfızlarını gerçek anlamda "iplik" olarak anlamış, biri beyaz diğeri siyah iplik alıp yastığının altına koymuş, (sahurda) bunları görebileceği ve birini diğerinden ayırdedebileceği vakte kadar yemeye-içmeye devam etmişti. Sonra, Hz. Peygamber'e bunların anlamını sorunca, o, kendisine âyetteki bu lâfızlardan maksadın, gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu açıklamıştır.
b) Kur'ân-ı Kerim'in "âmm" hükmünü "tahsis" eden Sünnet. Hz. Peygamber'in şü hadisi bu duruma örnek olabilir: "Kadın, halası, teyzesi, erkek veya kız kardeşinin km üzerine nikâhlanamaz. Bunu yaparsanız, akrabalık.
bağlarını koparmış olursunuz" [67]Bu hadis şu âyetin umumunu tahsis etmiş olmaktadır: "Bunların (yukarıda sayılanların) dışındakiler size helâl kılındı. [68]Çünkü sözkonusu âyette, bu hadiste geçenlerle ilgili bir yasak yoktur Yine Hz. Peygamber'in "Katil mirasçı olamaz" [69]hadisi, Kur'ân-ı Kerîm'in "Allah, çocuklarınız (m miras payı) hakkında şöyle davranmanızı istiyor. [70]âyetin-dekİ umumu tahsis etmektedir. Zira âyet, katil olup olmadığına bakılmaksızın her çocuğun mirasçı olacağı hükmünü getirmektedir. Sünnet ise bu hükmün kapsamını daraltmakta, sadece katil olmayan çocuk için miras hakkı tanımış olmaktadır.
c) Kur'ân-ı Kerîm'in "mutlak"im "takyîd" eden Sünnet. Meselâ "Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin [71]mealindeki âyette sağ mı yoksa sol elin mi kesileceği, yine elin nereden kesileceği belirtilmemiştir. İşte Sünnet mutlak tarzda yer alan bu hükmü, sağ elin kesilmesi ve bilekten kesme şeklinde kayıtlamıştır.
Üçüncü şekil: Sünnet, Kur'ân'da yer alan bazı hükümleri nesheder (yürürlükten kaldırır). Meselâ, Kur'ân'ın "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur [72]mealindeki âyetinin hükmü. "Vârise vasiyet yoktur" [73]hadisi ile neshedilmiştir. Fakat bu, Kur'ân'ın Sünnet ile neshini kabul eden bir kısım bilginlere göredir. Konu ile ilgili özel açıklama "Nesih" başlığında gelecektir.
Dördüncü şekil: Sünnet, Kur'ân'da hükmü bulunmayan meseleler hakkında hükümler getirir. Bu durum için pek çok Örnek zikredilebilir. Bu nevi hükümlerden birkaç tanesini şöyle sayabiliriz: Seferi halde değilken de rehin sözleşmesinin yapılabileceği, bir tek şahit ile birlikte davacının yeminine dayanılarak hüküm verilebileceği, ninenin miras hakkına sahip olduğu, fıtır sadakasının ve vitir namazının vacip oluşu, "muhsan"[74] zâninin recm edileceği, "âkile"nin [75]diyete katılmakla mükellef olduğu, evlenme akdinde şahitlerin gerekliliği, şuf a hakkının meşru bir hak olduğu, deniz hayvanlarının ölüsünün yenebileceği.Şayet "Sünnete ait bu özellik, daha önce geçen "Allah'ın, Kur'ân'ı herşey için bir açıklama kıldığı" ifadesi ile nasıl bağdaşır?" denecek olursa, cevap şudur:Kur'ân'ın herşeyi açıklayıcı bir kaynak olma niteliği ile, bazı hükümlerin Sünnette yer alıp Kur'ân'da yer almaması durumu, arasında çelişki yoktur. Çünkü -daha önce belirttiğimiz gibi- Kur'ân'ın hükümleri açıklaması, hep "tafsil" (detayları ile düzenleme) şeklinde olmamıştır. Bu açıklama kâh "tafsil" şeklinde kâh "icmal" (toplu tarzda) veya genel kural koyma şeklinde olmuştur. Kur'ân'ın koyduğu temel kurallardan biri de Sünnet'e uyma ve onun gerektirdiği şekilde amel etme mecburiyetidir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm 'de ' 'Peygamber sîze ne vermişse onu alın, size neyi yasaklamışsa ondan sakının'' buyurulmuştur. Hz. Peygamber'e itaatin gerekliliğini ve ona itaatin Allah'a itaat sayılacağını ifade eden daha pek çok âyet vardır.Şu halde Allah Rasûlünun Sünnetinde yer alan her hüküm, Kur'ân-ı Kerîm'de detayı ile bulunmasa bile, yine Kur'ân nassları içinde yer almış ve Kitab, hükmünü bu yolla açıklamış kabul edilir.Abdullah b. Mes'ud ile bir kadın arasında geçen şu konuşma bu hususu desteklemektedir. Bir kadın Abdullah b. Mes'ud'a gelmiş ve şöyle demiştir: "Duydum ki, sen şöyle şöyle yapanları lanetiiyörmüşsün ve 'Allah, güzellik için Allah'ın yarattığını değiştirip vücudunda dövme yapan ve yaptıran, kaş alan ve aldıran, dişlerin arasını törpüleyen kadınları lânetlemişîir'[76] diyormuşsun. Oysa ben mushafın iki kapağı arasındakileri (yanptamammı) okudum, böyle bir şey göremedim". Abdullah b. Mes'ud ona "Şayet okuşa'ydm bunu bilirdin" demiş, kadın "Bunu nerede bulabilirim?" deyince şu cevabı vermiştir: "Allah Teâlâ'nm 'Peygamber size ne vermişse onu alın, size neyi yasaklamışsa (fndan sakının' âyetinde". Bu da açıkça göstermektedir ki, Hz. Peygamber'in sünnetinde bulunan bütün hükümler, bu ve benzeri âyetler meselâ "O, (şahsi) heves ve arzuya göre konuşmaz. O (Peygamber'in tebliğettikleri) kendisine bildirilen vahiyden başka birşey değildir"'[77] mealindeki âyet uyarınca, Allah'ın Kitab'ında yer almış gibi kabul edilecektir.
Hz. PEYGAMBER (S.A.V)'İN FİİLLERİ
Daha önce Hz. Peygamber'in fiillerinin Sünnetin nevilerinden olduğunu belirtmiştik. Burada bu fiillerin kısımlarını, İslâm hukukunun kaynağını teşkil edenlerle etmeyenlerini açıklayacağız.
§: 58- Hz. Peygamber'in Fiillerinin Kısımları:
Rasûlûllah'ın fiilleri üç kısma ayrılır:
Birinci kısım: Hz. Peygamber'in bir beşer, bir insan olarak yaptığı fiillerdir. Yeme, içme, giyinme, uyuma, oturup kalkma gibi.Bu kısma giren fiiller, bir hukuk kaynağı teşkil etmez; bu fiillerin örnek alınması ve onlara uyulması gerekmez. Çünkü onlar Hz. Peygamber'den bir peygamber sıfatıyla değil, bir insan olması sıfatıyla sâdır olmuştur.Bununla birlikte, Sahabeden, bu kısma giren fiillerde de Hz. Peygamber'in yolunu izleyen ve ona uymaya özen gösterenler vardı. Meselâ, Abdullah b. Ömer, bu nevi fiillerde , Hz Peygamber'i izleyip ona uyardı. Sünnet ile ilgili kitaplarda onun bu Özelliği açıkça Hz Peygamber'in, ticaret, ziraat, harp tedbirleri, hastalık tedavisi gibi dünyevî işlerde kendi görgü ve tecrübesine dayanarak yaptığı davranışlar da bu kısma girer. Bu işler de uyulması gerekli birer teşriî tasarruf sayılmaz; zira bunlar semavî vahye değil şahsî tecrübeye dayanmaktadır. Hz. Peygamber'in kendisi de bu davranışlarını teşriî bir tasarruf olarak kabul etmiyor ve insanları bunlara uymakla mükellef tutmuyordu. Şu olay bunu açıkça göstermektedir: Hz. Peygamber Medine'lilerin hurmaları aşıladıklarını görünce, onlara aşılamamalarını tavsiye etti. Onun görüşüne uydular ve aşılamayı bıraktılar. O yıl meyve telef oldu. Hz. Peygamber bunu öğrenince "Siz dünyanıza ait işleri daha iyi bilirsiniz" buyurdu. [78]Bir rivayete göre ise şöyle buyurmuştur: "O söylediğim şahsî kanaatten ibarettir, işe yararsa uyarsınız. Ben de ancak sizin gibi bir İnsanım; şahsî kanaat hatalı da olabilir isabetli de. Fakat size Yüce Allah lan (bana bildirilmiş) bir şey söylersem, bilin ki asla Allah'ı yalan nisbet etmem. [79]Bedir Savaşı sırasında da böyle bir olay meydana gelmişti: Hz. Peygamber, orduyu bir yere konaklatmak istedi. Sahabeden biri ona şöyle dedi: Bu yer sana Allah tarafından emredilmiş bir yer mi -ki şayet öyle ise biz ondan ne bir adım geri kalırız ne bir adım önüne geçeriz- yoksa şahsî görüş ve bir harp taktiği mi? Rasûlûllah: "Hayır! (İlâhî emir değil,) Şahsî görüş ve harp taktiği" buyurunca sahabî: "Doğrusu burası uygun bir konaklama yeri değil" dedi ve gerekçelerini açıklamak suretiyle ordunun konaklaması için uygun olan yeri Rasûlûllah'a gösterdi. Hz. Peygamber kendisinin de onlar gibi bir insan olduğunu, müslümanlar arasında şûra usulünün esas teşkil etmesi gerektiğini ve kendisinin güzel güzel meşverete katılıp görüş beyan edecek kişilere ihtiyacı bulunduğunu belirterek o sahabinin tavsiyesini uygulamaya koydu[80]
İkinci Kısım: Hz. Peygamber'in sırf kendisine mahsus olduğu şer'î delil ile belirtilmiş olan fiilleri. Gece teheccüd namazı kılması[81] Ramazan'da "savm-i visal" şeklinde oruç tutması'[82] dörtten fazla hanımla evlenmesi gibi.Bu kısma giren fiiller sırf Hz. Peygamber'e hâstır. Hiçbir müslüman ona hâs olan bu hükümlere iştirak edemez ve bu konularda ona uyamaz.
Üçüncü Kısım: Hz. Peygamber'in teşriî nitelikteki fiilleri. Kendisine uyulması maksadı ile yaptığı bu fiilleri iki neviye ayrılır:
a) Kur'ân'ın "mücmel''ine açıklık getirmek üzere yaptığı fiiller. Bu nevi fiiller, Kur'ân'ın tamamlayıcısı sayılırlar ve hangi mücmeli açıklamışlarsa onun hükmünü alırlar. Şayet Kur'ân'daki mücmel âyet vacip bir hüküm ihtiva ediyorsa onu açıklayan Peygamber fiilinin de hükmü vaciptir; Kur'ân'daki mücmelin hükmü mendup İse, onu açıklayan fiil de menduptur.Bir fiilin beyan görevi yaptığı ancak delil ile anlaşılır. Delil bazen sözlü bazen karine-i hal şeklinde olur.Hz. Peygamber'in "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle /a/m[83] hadisi sözlü delile örnek olarak zikredilebilir. Zira bu söz, Hz. Peygamber'in namazla ilgili fiillerinin "namazı kılın" âyeti için açıklayıcı nitelikte olduğunu göstermektedir. Yine Rasûlüllah'ın "Hacc ibadetinizin usullerini benden alın [84]hadisi, onun hacc ile ilgili fiillerinin "yoluna gücü yetenlerin o evi (Kâ'be'yi) haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır"[85]mealindeki âyeti beyan ettiğini belirtmektedir.Karîne-i hal tarzındaki delile örnek olarak, hırsızlık suçunun cezası yerine getirilirken, bilekten kesme şeklinde uygulama yapılmasını sağlamasını hatırlatabiliriz. Yine, teyemmümde Hz. Peygamber'in dirseklere kadar mesh verme uygulaması bu nevi beyana örnek teşkil edebilir. Fakat bu örnekler, esasen, hırsızlık ve teyemmüm ile ilgili âyetleri "mücmel" (yani Sâri tarafından bir açıklama yapılmadıkça ne kasdedildiğinin anlaşılamayacağı) âyetler olarak kabul eden bilginlerin kanaatine göredir. Oysa bu âyetleri "mücmel" değil, "mutlak" olarak düşünmek ve Sünnetin bunları "takyid" ettiğini söylemek daha doğru olur; bu yöndeki açıklamamız yukarıda geçmiştir.
b) Kur'ân'ın mücmeline açıklık getirmek üzere olmayıp, Hz. Peygamberin müstakil olarak yaptığı fiiller. Bunlarda da iki ihtimal vardır:
Birinci ihtimal: Bu nevi fiillerin vücub, nedb veya ibaha gibi şer'î vasfı bilinir. O takdirde, mü'minlerin bu konudaki durumu Hz. Peygamber'inki gibidir, yani onu örnek almak ve ona uymak gerekir. Zira Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki, Allah 'm Rasûlünde, sizin için, Allah 'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah 'j çok ananlar için mükemmel bir örnek vardır. [86]Sahabe Hz. Peygamber'in bu nevi fiillerine uyma konusunda büyük titizlik göstermişler, onun yaptığı gibi yapmışlar, birçok olayda onun uygulamasını delil göstermişlerdir. Meselâ, Hz. Ömer, iavaf sırasında Hacer-i Esved'i öper ve şöyle derdi: "Ben senin zararı veya faydası bulunmayan bir taştan ibaret olduğunu biliyorum. Şayet Rasûlüllah'ın seni öptüğünü görmüş olmasaydım, seni asla öpmezdim.
İkinci ihtimal: Fiilin şer'î vasfı bilinmez. Bu halde de iki ihtimal vardır: Ya fiilde Allah'a yakınlık maksadı bulunduğu anlaşılır, ya da böyle bir maksat dışarıdan anlaşılmaz. Allah'a yakınlık maksadının bulunduğu anlaşılıyorsa -yani Allah'a yaklaşmaya vesile olan fiiller nevinden ise-, tercih edilen görüşe göre bunlara uymak müstehaptır. Devamlı olmamak üzere iki rekât namaz kılmak gibi.Alim-satım, kira, ziraat ortaklığı gibi Allah'a yaklaşma maksadının bulunduğunu gösteren türden olmayan fiiller -doğru olan görüşe göre- o işi yapmanın mubah olduğunu ifade etmiş olur. Çünkü bu durumda kesin kanaate varılabilen asgari nokta ibaha hükmüdür, buna bir eklemede bulunmak istendiğinde (mendup veya vacip diyebilmek için) bunu gösteren ayrı delil bulunması gerekir. Oysa böyle bir delil yoktur.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[2] Bazı ilâveler ve farklı lâfızlar ile, bkz. Müslim, İlim, 15, Zekât, 69; İbn Mâce, Mukaddime, 14; Darimî, Mukaddime, 44; Ahmed b. Hanbef, IV, 362.
[3] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[4] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[5] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[6] Kısmen farklı lâfızlar ile, bkz. Buharı, Bed'ül-vahy, I, İmân. 41; Müslim, İmâre. 155.
[7] Ahmcd b. Hanbet, II, 252 cümlelerinde yer değişikliği ile).
Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[8] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[9] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[10] Buharı, cenâiz, 32.
[11] Ayak izlerini inceleyerek kişinin babasına ve kardeşine benzerliğini tesbit eden kimseye "kaaif" (kıyafet ılgını) denir. "Kıyafet ilmi" Araplar arasında tanınan bir ilim idi. Onlar bu konuda engin tecrübeye ve Pek geniş bilgiye sahip idiler.
[12] Prof. Dr. Zekiyüddin Şa?ban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usulü?l-Fıkh), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
[13] B"harî. İlim, 38; Müslim, Zühd, 72 (baı,ia j ilâvesi ile).
[14] Hz. Peygamber, abdest alırken topuklarının arkasını yıkamayan bir topluluk görmüş ve "Vay bu (yıkanmayan) topukların cehennemde çekeceğine!" buyurmuştu. Hadis için bkz. Buharı, İlim. 3 ve 30, Vudû 27 ve 29.
[15] bkz. İbn Abduşşekûr, MüsellemüVsübut, II, 120.
[16] en-Nisâ 4/11.
[17] Ebu Davud, Diyât, 18; Darimi, Ferâiz, 41; Ahmed b. Hanbel, 1. 49.
[18] Bazı iâfız farklılıkları ile. bkz. Darimî, Zekât. 6: Nesâî, Zekât, 5 ve 10; îbn Mâce. Zekâi. 9.
[19] "Fatiha Sûresini okumayanın namazı yoktur." Tirmİzî, MevâkîtüVSalât, 69 ve 115; İbn Mâce, İkâa-met, 11.
[20] el-Mâide 5/92.
[21] en-Nisâ' 4/80.
[22] Âl-û Imrân 3/31.
[23] el-Haşr 59/7.
[24] en-Nisâ" 4/65.
[25] cl-Ahzâb 33/36.
[26]cn-Nûr24/63. , -
[27] (Buhari,İsti?zan,13:
[28] Âmidî, el-İhkâm, I, 175.
[29] el - akara 2/236: "(Nikâhtan sonra) kadınları, henüz temas etmeden veya onlar için mehir tayin etmeden Samışsanız (bunda) size vebal yoktur. Bu durumda onlara mflt'a verin (bir bağışta bulunun). Zengin o an kendi gücü nisbetinde, fakir de kendi durumuna göre münasip bir müt'a vermelidir. Bu, muhlin "yi davranışlı) kişiler üzerine bir borçtur."
[30] Ebû Davûd, Ccnâiz, 39. Aynı anlamda bkz. Tİrmizî, Cenâiz. 17.
[31] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz. Buharı, Vudû'- 26; Müslim. Taharet, 87 ve 88.
[32] el-Hacc 22/78:
[33] Farklı rivayetleri ile birlikte bkz. Nesâî Taharet, 52, Miyâh, 7. Ayrıca bkz. Buharı, Vudû\ 33; Müslim, Taharet, 89-93; Tİrmizî, Taharet, 68.
[34] Darımı, Nikâh. 11 (lâfzı ile).
[35] Aynı anlamda rivayetler için bkz. Buharı. Ezan, 83-86.
[36] Yakın anlamda rivayet İçin bkz. Tirmizî, Salât, 67.
[37] "Musarrâh" satış sırasında müşterinin rağbetini arttırmak maksadıyla, sütü bir süre sağılmayan' ve sun'i olarak sütü bol gösterilen hayvan demektir.
[38] Müslim, Buyu", 11, Ebu Davud, Buyu', 46. Sa\ esasen bir hacim ölçüsü olup, buium
günümüz birimleriyle hesaplanmasında İslâm fıkhmdaki hakim görüş esas alınınca sonuç: 2J5 !t. ve (buğday ağırlığı itibariyle) 2,172 kg. olmaktadır, (mütercim)
[39] Gabin , akitte karşılıklı edimler arasında önemli bir dengesizliğin bulunmasını ifade eder. Bunun kriteri hususunda fakihler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir, (mütercim).
[40] Ebu Davud, Buyu' 71: Tirmizî, Buyu', 53;
[41] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz. Buhâri, Eymân nü/ûr. 15, Savın. 26: Tirmizî. Savm. 26.
[42] Asıl aJi Abdullah b. Ömer olup, Hanefi mezhebinin en büyük fakihlerİndendir. Muhakeme gücü ve görüşlerini delillerle desiekleyebilme hususunda, darb-ı mesele konu olacak kadar tanınmış ve kuvvetli bir bilgin idi. "İlm-i hilafı ilk onaya koyan odur. En önemli eserleri arasında el-Esrâr ve Takvîmü'I-edille ?nkredilebilir. Hicrî 430 yılında vefat etmiştir.
[43] Asıl aJi Abdullah b. Ömer olup, Hanefi mezhebinin en büyük fakihlerİndendir. Muhakeme gücü ve görüşlerini delillerle desiekleyebilme hususunda, darb-ı mesele konu olacak kadar tanınmış ve kuvvetli bir bilgin idi. "İlm-i hilafı ilk onaya koyan odur. En önemli eserleri arasında el-Esrâr ve Takvîmü'I-edille ?nkredilebilir. Hicrî 430 yılında vefat etmiştir.
[44] ' Hadisin değişik rivayetleri için bkz. Buharı. Buyu, 42-47;
Ihn Mâce, Ticârât, 17,
[45] "Meclis muhayyerliği" sözleşmenin taraflarından herbirinin, sözleşme tamam olduktan sonra, akit meclisi (yani sözleşme görüşmelerini sağlayan beraberlik) sona ermedikçe, başka bir deyişle taraflar birbirinden ayrılmadıkça veya sözleşme konusu dışında bir konuya intikal etmedikçe, sözleşmeyi Iek taraflı olarak feshetme hakkına sahip olması demektir.
[46] Bu konudaki hadisler için bk?.. Zeylâi. NasbıTr-Râye, 1. 430-433
[47] Bu meklubu. İbn Kayyım'il-Cevziyye İ'lâmü'l-muvakkrin" isimli eserinde nakletmislir. bkz. III.62.
[48] Burada "'mürsel hadisten maksat, ravüerînden biri veya daha fazlası düşmüş hadistir. (I 17) ^ Uj; AilSU \*y
[49]Şatibi,el-muvafakaat,111.7.
[50] Münlckâ'l-Ahbâr ve Neylü'l-Evtâr. IV. 319.
[51] İbn Mâce, Rühûn, 3 (sadece baş kısmı). Hadisin tamamı hakkında b'lgi için bkz. Zeylâ'î, Nasbu'r-Râye. IV, 319-321.
[52] Şâiîbî. el-Muvâfakaat, III, 7.
[53]el-Bakara 2/282:
[54] : Buhârî, Rehn, 6. Şehâdât, 20: Müslim, İmân, 221. Buhârî ve Müslim, el-Eş'âs b. Kays'ın şöyie dediğini rivayet etmişlerdir: Bir adamla benim aramda bir kuyu İhtilâfı vardı. İhtilâfımızı Hz. Peygamber (s.a.v)'e götürdük. Rasülüllah: "Senin iki şahidin veya onun yemini." dedi. Ben "iki şahidim yok" dedim. "Onun yemini (yani yeminden kaçınması) senin lehine delil olur" dedi. "O yemin eder, hiç rahatsız da olmaz" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber. "Senin İçin başka bir yol yok; ya senin iki şahidin veya onun yemini." buyurdu.
[55] : Buharı, Cenâiz, 33 ve 45.
[56] et-En'âm 6/164:
[57] Ahmed b. Hanbel, V, 72 (kaydı olmaksızın).
[58] en-Nisâ' 4/29:
[59] Yakın rivayetler için bkz.
Ebu Davud, Menâsik, 56; İbn Mâce, Menâsik, 84; Ahmed b. Hanbel, V, 73. Temel hadis kitaplarında raslanmayan ikinci cümle için bkz. İbn Hişâm, es-Sîra en-Nebeviyye, Mısır, 1936, nşr. Mustafa es-Sâkâ ve arkadaşları, IV, 251. (mütercim).
[60] en-Nisâ' 4/19:
[61] Bazı lâfız farklılıkları ile, bkz. Buharı. Tefsîru'l-Kur'ân. (Sûre: 11/ Hüd) 5; İbn Mâce, Fitetı, 22.
[62] Hûd, 11/102:
[63] "Mücmel" bîr beyân (açıklama) yapılmadıkça kendisi İle ne kasdedildiği anlaşılamayan müphem lâfızdır.
[64] "Müşkil" ister hepsinde ister bir kısmında ?'hakikat"' olmak üzere iki veya daha çok manaya gelen lâfızdır.
[65] el-Bakara 2/43
[66] el-Bakara 2/187:
[67] Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37-38 (baş kısım). Hadisin tamamı hakkında bkz. Zeylâ'ı, Nasbu'r-Râye, III, 169-170.
[68] en-Nisâ' 4/24:
[69] bkz. dipnot 16 ve 85
[70] en-Nisâ" 4/11.
[71] el-Mâide 5/38:
[72] el-Bakara 2/180:
[73] . Buharı, Vasâyâ, 6; Ebu Davud, Vasâyâ, 6.
[74] Muhian meşru bir evlilik içinde zifafa girmiş, hür müslüman kişi- demektir. Bu durumda
olmaya "ihsan" denir, (müterci
[75] Akile, islâm hukukunda, kasıüı olmaksızın adam öldürme fiilini işleyen kimsenin ödeyeceği diyeti
üstlenmesi gereken yakınları (yahut mensup olduğu meslekî teşekkülü) ifade eder. (mütercim).
[76] İ Yakın rivayetler İçinbkz. Buharı, Tefsîrü'l-Kur'ân, (sûre: 59/Haşr) 4; Nesâî. Zîne. 26.
[77] en-Necm 53/3-4:
[78] Müslim, Fedai I, 141 ( şeklinde); aynı anlamda bkz. İbn Mâce, Rühûn, 15.
[79] İbn Mâce, Röhûn, 15. ^
[80] Olay hakkında bkz. Keltânî, et-Terâtîbü'1-İdariyye, Beyrut, ty., II, 384. (mütercim).
[81] "Teheccüd"', gece vakti yatsı namazından sonra olmak üzere kılınan bir namazdır. Böyle teheccüd namazı kılma, şu âyetlerden de anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.v)'e farz idi: "Ey Örtünüp bürünen (Rasüliim)! Geceleyin kalk..." fel-müzemmil 73/1-4) "Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl." (el-İsrâ' 17/79) Rasülüllah'ın âdeti, teheccüdü onbir veya onüç rekât Şeklinde kılma yönündeydi. Fakat bunların tamamını peşpeşe kılmazdı. Önce dört veya altı rekât kılar, sonra yatağa gider, daha sonra tekrar namaza kalkardı. Hz. Peygamber, bazen gecenin yarısında bazen ise gecenin yarısından az önce veya sonra kalkardı.
[82] Savm-i visâi ? , iki veya daha fazla gün arada iyiyip içmeksizin oruç tutmaktır. Hz. Peygamber (s.a.v
bazen ramazanda "visal" orucu tutuyor ve ashabına bu tarz oruç tutmayı yasaklıyordu. Bazıları ona "Fakal ey Allah'ın Rasülü! Sen visal orucu tutuyorsun!?" dediler. Hz. Peygmber şöyle buyurdu: "Hanginiz benim gibidir? Biliniz ki, ben geceyi geçirirken rabb'İm beni yedirir içirir." Bu hadiste visât orucunun. Rasüliillah'a has hükümlerden olduğuna ve onun dışındaki müslümanlar hakkında meşru olmadığına dair açık bir delâlet bulunmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in durumu başkalarının durumundan farklıdır. Hadiste sözü geçen yedirme ve içilmeden maksat İse, Yüce Allah'ın ma'rifetler âleminden ona ihsan elliği ikramlar. Yüce Ailah'a münâcâtın, O'na yakınlaşma arzusu, sevgisi ve özleminin verdiği haz ve gönlü besleyen manevî gıdalardır.
[83] Buharı, Ezan. 18.
[84] - Nesâî. Menâsik, 220: Ahmed b. Hanbel. IH, 318, 366 ( lâfzı olmaksızın).
[85] Âl-ü Imrân 3/97:
[86] el-Ahzâb 33/21: