1-BİLİM
Bilim, insanın örgütlü olarak geliştirdiği, bireysel ve toplumsal bir etkinliktir. Bu etkinliğin gelişimi, her zaman, toplam toplumsal etkinliğin de bir parçası olmuştur.
Bilimin içeriğinde çok önemli paya sahip olan soru yöneltme, anlama çabası ve insan yaşamını kolaylaştırmak amacıyla doğayı sistemleştirme işi, tarihin farklı dönemlerinde değişmek koşuluyla, sosyal etkileriyle birlikte, kendi devinimi içerisinde, sürekli değişerek gelişmiştir. Doğayı kavramlaştırmada var olan toplumsal etkinin izlerini birçok bilim adamının gelişiminde gözlemleyebiliriz.
Bilim her dönemde, anlama ve doğayı sistemleştirme bileşenlerinden; uygulamalı ve kavramsal bilimlerin diyalektik bir birlikteliğinden ibarettir, bu bileşenlerin herhangi birinden değil. Üretim ilişkilerinin, bilimin üretim sürecinin bileşenlerinin öne çıkarılma derecesindeki etkisi yanında, karmaşıklaşan toplumsal yapının farklı ürünlerinin, örneğin salt eğitim sisteminin yapısının, dini veya kültürel yapının, üretim ilişkileriyle organik bir bağ içinde bilimin yapısında meydana getirdiği etki unutulmamalıdır.
Bu bakış açısının bilimin tanımına, gelişim sürecindeki 'anlama' olgusuna, bu olgunun ortaya çıkışındaki atılıma dayandığı ve buna paralel olarak sistemin çizdiği çizginin dışına adım atarken, kişisel olarak bilim insanının toplumun belirleyici etkenlerinin olabildiğince dışında hareket etmesi gerektiği anlamına geldiği görülmelidir. Her yönden tabularını yıkan bir kavrayışın yansımasıdır, bilim.
Burada anlatılmak istenen, insanın bakış açısının toplumun yapısının etkisini hiçbir şekilde hissetmediği değil, aksine bilim insanının zihinsel sürecinin çok daha karmaşık ve birbirinden farklı, yani dönemsel olarak etkileri değişen faktörlerin izlerini taşıması, fakat doğrudan onlar tarafından belirlenemez oluşudur. Bilimsel bakış açısı, onu üretenin kendisine ait bir kavrayışın ürünü olmadığı sürece, gelenekselleşmeye mahkûmdur. Bu bakış açısının bilim tarihinde uygulanışı ve buradan yola çıkarak günümüz gençliğinin, bilimle ilişkisine temas etmek, konuyu netleştirecektir.
2-TARİHİ AKIŞ İÇERİSİNDE BİLİMİN, TOPLUMSAL YAŞAMA VE ÜRETİM İLİŞKİLERİNE ETKİSİ.
Bilim ve tarih arasındaki ilişkiye baktığımızda, ilk önümüze çıkacak olan, anlamlı ve sistemli olarak ele alınmaya başlandığı ilk uygarlıklarda bilimin, doğayı anlama çabası olarak dönemin filozoflarının epistemolojisinin kaynaklarından biri olduğudur. Üretim ilişkilerinin karmaşık yapılara sahip olmadığı bu dönemde, bilim insanının zihinsel altyapısını, doğayı kavramlaştırmasındaki sistematiği belirleyenin daha çok kendi birikim ve inisiyatifi olduğu görülür.*
20. yüzyılda üretimin artışı ve bu artışa paralel olarak, sermayenin kalifiye eleman ihtiyacı sonucu, üniversitenin eğitim sisteminin kontrol altına alınması önem kazandı. Üniversitenin eğitim programının doğrudan sistemin kendini üretebilmesi ekseninde odaklanması, kimi zaman, üniversitenin toplumsal düzenle ilişkileri içinde biraz "kendiliğinden", kimi zaman da planlanarak ve tam olarak sonuçlarının farkına varılarak gerçekleştirildi. Bunu 'en kötü olanı' izlemeye başladı; tek alternatifin zaten mevcut sistemin eğitimde, bilimde, üretim ilişkilerinde sürerliliği olduğu yanılsaması. İnsanın yapısına ait bir özelliği, bu ortamda zararlı bir görev üstlendi; olan bitenin birikerek hayatı zorlar seviyede sorun olmaya başlamasından önce, bu birikimlerin sorgulamasını yapmayışı, yani alışkanlık kazanması.
20 YÜZYIL VE BİLİMİN İÇİNDE BULUNDUĞU DURUM
Emperyalist saldırganlığın doruk noktasına ulaştığı 20. yy?da bilim de bu saldırganlıktan payını almış, bu, 21. yy?a da taşınmıştır. Bilim ve bilim insanları üzerinde tekellerin ve egemenlerin baskıları artmış; bilimsel çalışmaların yerini teknolojik araştırmalar almaya başlamıştır.
Bilimin, ortaya çıkışından günümüze kadar olan gelişmesine baktığımızda, ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçları gidermeye yönelik pratik uygulamalar doğrultusunda doğup geliştiğini görüyoruz. Fakat bilimin ilgi alanını oluşturan bu ihtiyaçların belirlenmesinde bilim insanının içinde yaşadığı sistemin etkisi büyüktür. Örneğin; insanlığın ilk dönemlerinde bu ihtiyaçlar, hastalıkların tedavisi, su yollarının yapılması, evlerin inşa edilmesi, hayvanların yakalanması ve bitkilerin yetiştirilmesi için maddelerin, hayvan davranışlarının, insan bedeninin ve bitkilerin araştırılması gibi konulardan meydana gelirken, 19. yy?da bu ihtiyaçları, büyüyen Amerikan iş hayatının haberleşme gereksinimlerini karşılamak için telgrafın geliştirilmesi, genişleyen kentlerin daha kolay ışıklandırılması ya da Alman bira endüstrisinin rekabeti karşısında Fransız biracıların ürünlerini geliştirme çabaları oluşturuyordu.
BİLİM KİMLERİN, HANGİ AMAÇLARINA HİZMET EDER OLMUŞTUR?
Kapitalist sistemin gelişmesi ve toplumun büyük kısmını oluşturan kesimle, azınlıkta kalan egemen sınıfın birbirinden gittikçe uzaklaşmasıyla birlikte, bilim de toplumdan uzaklaşmaya, egemen güçlere ve tekellere hizmet etmeye başlamıştır.
Kimyacılar ve fizikçiler artık, toplum için değil, ilaç ya da silah şirketleri için çalışmaya; üniversiteler, biyolojik silah ve kitle yıkımı için diğer araçlar üzerine çalışan özel şirketlerin veya hükümet kuruluşlarının para yatırdığı projelerin merkezinde yer almaya başlamışlardır.
İşçiler üretim araçlarına sahip olmadığı gibi, bilim insanları da günümüzde, çalışmalarında kullandıkları araçlara sahip değillerdir. Bu araç ve gereçler, tamamen kâr amacıyla kurulmuş olan büyük şirketler tarafından bilim insanlarının kullanımına sunulmakta ve bunun karşılığında da şirketlerin ihtiyaçlarını karşılamaya, bilimsel çalışmalardan çok teknolojik uygulamalara zaman ayırmaları istenmektedir. Ekonomik getirisi olmayan çalışmalar maddi açıdan destek bulamamakta ve karanlıkta kalan birçok konu, şirketlere para kazandırmayacağı için aydınlatılamamaktadır.
Bilim insanları, deterjan ya da diş macunu reklamlarında oynar, siyanürün zararsız bir madde oluşundan bahseder veya silah teknolojisinin gelişimine katkı sunar hale gelmişlerdir. Bilim dünyasına hakim kılınan bu bilim dışı anlayışın izlerini, üniversitelerde okutulan ders kitaplarındaki saçmalıklarda ve şarlatanlıklarda da görmek mümkündür.
İktisat, kapitalistlerin sömürü ve talanını haklı göstermek için okutulmakta ve özelleştirmeler, yabancı sermaye, aşırı kâr hırsı ve tekelcilik övülüp kutsanırken, kapitalizmin ekonomik krizlerini, güneş lekelerine ya da ?azalan marjinal fayda?ya bağlayarak açıklamak, iktisadi doktrinler olarak öğretilmektedir.
Matematik, fizik ve kimya, ezberlenmesi gereken karmaşık formüller ve şekillerden ibaret, sadece kârlı yatırımların ölçüm ve proje araçları olarak var olabilmektedir.
Bilim ve bilim insanları üzerindeki bir diğer baskı aracı olarak da milliyetçi çıkar hesaplarını görüyoruz. 1936?da Alman İmparatorluk Günü?nde Göttingen Üniversitesi?nden bir profesör, ?Uluslararası bilimi yadsıyoruz. Uluslararası öğrenim dünyasını yadsıyoruz. Araştırma uğruna araştırma yapılmasını yadsıyoruz. Soyut yasaları keşfetmek için değil, diğer halklarla olan rekabetinde Alman halkının araçlarını kuvvetlendirmek için bilimleri öğreniyor ve öğretiyoruz? diyordu.
EĞİTİM SİSTEMİ,ÜNİVERSİTELER VE BİLİM
Üniversitenin birey açısından önemi, onun insanlaşma temelinde kazanacaklarından, doğayı ve kendini daha doğru tamamlamasından öte; yaşamını finanse etmenin kapısı olarak bireyin beyninde ortaya çıkar. Yarış devam etmektedir; ezersin ya da ezilirsin. Önünde küçümsenmeyecek engeller vardır. Metropol üniversitelerinde daha yoğun hissettiği, mali sınırlara sahiptir.
Üniversitenin sadece özelleşmesi değil, bir bütün olarak sermayeleştirilmesi karşısında, her gün bir şeyler daha yitirerek pasifleşmeye sürüklenir. Aklına bazı sorular gelir: Niçin tercih ettiği bölümdedir de başkasında değildir? Hayatı yeniden kurmak için mevcut durumunu nasıl en iyi şekilde kullanmalıdır? Bu sorular elbette, üniversitenin bilimselleşmesi mücadelesine katılmanın başlangıcıdır.
Bugün üniversitelerimizde kurulan araştırma-geliştirme üniversitelerinin neye hizmet ettiği, YÖK yasa tasarısının akademik personele getirdiği dayatmalar, öğrencinin bu yasayla bir mala ve okulda bulunduğu süre içerisinde de bir müşteriye dönüştürülmek istendiği, yukarıdaki gelişmeler göz önünde bulundurulmadan anlaşılamaz.
Temel bilimlerin ve mühendisliğin getirildiği noktanın dışında, öğrenciye bütün eğitim süreci boyunca verilen şekil, öğrencinin bilim özleminin temelini oluşturuyor.
Akademisyenler, çalışmalarının onay alıp desteklenmesini amaç haline getirmek zorunda kalıyorlar. Patentlenmek ve "bilime" katkıda bulunmak, patentin ve bilimin kim ve ne için anlam taşıdığına bakılmaksızın, birçoğu açısından büyük önem taşıyor ve içine gömüldükleri çıkar batağının farkına varamayabiliyorlar.
Bilimi, hayattan kopuk, at gözlüğüyle görmesi, hem bilimcinin kolayına geliyor, hem de iplerini elinde bulunduran sermayeye yarıyor. Öğrenciye de aynı gözlüklerden takılmaya çalışılıyor; notunu kullanan, referanslarını kullanan bilim adamı, patentinin getirdiği bir güvenle doğru yaptığından şüphe bile etmeyen bir hale geliyor.
Üniversitenin ve bilimin bugün geldiği noktanın ve derslerin içeriğinin, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesinin sonucu olduğu, her üniversiteli genç tarafından kavranmalıdır. Üniversitede geçen dört beş yılın ardından, daha iyi bir gelecek için verilen mücadeleden geri duruş, bu bağlantının kurulamıyor olmasıyla açıklanabilir.
Oysa, üniversitede bilimin alternatif duruşu ortaya konmadığı sürece, bir bütünün eksik parçası, gençlik mücadelesi açısından tamamlanmayacaktır. Bilimsel süreçte yaratılacak gerçek bir alternatif, üniversite mücadelesi açısından çıkış noktası yaratabilecek derecede öneme sahiptir.
1-BİLİM
Bilim, insanın örgütlü olarak geliştirdiği, bireysel ve toplumsal bir etkinliktir. Bu etkinliğin gelişimi, her zaman, toplam toplumsal etkinliğin de bir parçası olmuştur.
Bilimin içeriğinde çok önemli paya sahip olan soru yöneltme, anlama çabası ve insan yaşamını kolaylaştırmak amacıyla doğayı sistemleştirme işi, tarihin farklı dönemlerinde değişmek koşuluyla, sosyal etkileriyle birlikte, kendi devinimi içerisinde, sürekli değişerek gelişmiştir. Doğayı kavramlaştırmada var olan toplumsal etkinin izlerini birçok bilim adamının gelişiminde gözlemleyebiliriz.
Bilim her dönemde, anlama ve doğayı sistemleştirme bileşenlerinden; uygulamalı ve kavramsal bilimlerin diyalektik bir birlikteliğinden ibarettir, bu bileşenlerin herhangi birinden değil. Üretim ilişkilerinin, bilimin üretim sürecinin bileşenlerinin öne çıkarılma derecesindeki etkisi yanında, karmaşıklaşan toplumsal yapının farklı ürünlerinin, örneğin salt eğitim sisteminin yapısının, dini veya kültürel yapının, üretim ilişkileriyle organik bir bağ içinde bilimin yapısında meydana getirdiği etki unutulmamalıdır.
Bu bakış açısının bilimin tanımına, gelişim sürecindeki 'anlama' olgusuna, bu olgunun ortaya çıkışındaki atılıma dayandığı ve buna paralel olarak sistemin çizdiği çizginin dışına adım atarken, kişisel olarak bilim insanının toplumun belirleyici etkenlerinin olabildiğince dışında hareket etmesi gerektiği anlamına geldiği görülmelidir. Her yönden tabularını yıkan bir kavrayışın yansımasıdır, bilim.
Burada anlatılmak istenen, insanın bakış açısının toplumun yapısının etkisini hiçbir şekilde hissetmediği değil, aksine bilim insanının zihinsel sürecinin çok daha karmaşık ve birbirinden farklı, yani dönemsel olarak etkileri değişen faktörlerin izlerini taşıması, fakat doğrudan onlar tarafından belirlenemez oluşudur. Bilimsel bakış açısı, onu üretenin kendisine ait bir kavrayışın ürünü olmadığı sürece, gelenekselleşmeye mahkûmdur. Bu bakış açısının bilim tarihinde uygulanışı ve buradan yola çıkarak günümüz gençliğinin, bilimle ilişkisine temas etmek, konuyu netleştirecektir.
2-TARİHİ AKIŞ İÇERİSİNDE BİLİMİN, TOPLUMSAL YAŞAMA VE ÜRETİM İLİŞKİLERİNE ETKİSİ.
Bilim ve tarih arasındaki ilişkiye baktığımızda, ilk önümüze çıkacak olan, anlamlı ve sistemli olarak ele alınmaya başlandığı ilk uygarlıklarda bilimin, doğayı anlama çabası olarak dönemin filozoflarının epistemolojisinin kaynaklarından biri olduğudur. Üretim ilişkilerinin karmaşık yapılara sahip olmadığı bu dönemde, bilim insanının zihinsel altyapısını, doğayı kavramlaştırmasındaki sistematiği belirleyenin daha çok kendi birikim ve inisiyatifi olduğu görülür.*
20. yüzyılda üretimin artışı ve bu artışa paralel olarak, sermayenin kalifiye eleman ihtiyacı sonucu, üniversitenin eğitim sisteminin kontrol altına alınması önem kazandı. Üniversitenin eğitim programının doğrudan sistemin kendini üretebilmesi ekseninde odaklanması, kimi zaman, üniversitenin toplumsal düzenle ilişkileri içinde biraz "kendiliğinden", kimi zaman da planlanarak ve tam olarak sonuçlarının farkına varılarak gerçekleştirildi. Bunu 'en kötü olanı' izlemeye başladı; tek alternatifin zaten mevcut sistemin eğitimde, bilimde, üretim ilişkilerinde sürerliliği olduğu yanılsaması. İnsanın yapısına ait bir özelliği, bu ortamda zararlı bir görev üstlendi; olan bitenin birikerek hayatı zorlar seviyede sorun olmaya başlamasından önce, bu birikimlerin sorgulamasını yapmayışı, yani alışkanlık kazanması.
20 YÜZYIL VE BİLİMİN İÇİNDE BULUNDUĞU DURUM
Emperyalist saldırganlığın doruk noktasına ulaştığı 20. yy?da bilim de bu saldırganlıktan payını almış, bu, 21. yy?a da taşınmıştır. Bilim ve bilim insanları üzerinde tekellerin ve egemenlerin baskıları artmış; bilimsel çalışmaların yerini teknolojik araştırmalar almaya başlamıştır.
Bilimin, ortaya çıkışından günümüze kadar olan gelişmesine baktığımızda, ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçları gidermeye yönelik pratik uygulamalar doğrultusunda doğup geliştiğini görüyoruz. Fakat bilimin ilgi alanını oluşturan bu ihtiyaçların belirlenmesinde bilim insanının içinde yaşadığı sistemin etkisi büyüktür. Örneğin; insanlığın ilk dönemlerinde bu ihtiyaçlar, hastalıkların tedavisi, su yollarının yapılması, evlerin inşa edilmesi, hayvanların yakalanması ve bitkilerin yetiştirilmesi için maddelerin, hayvan davranışlarının, insan bedeninin ve bitkilerin araştırılması gibi konulardan meydana gelirken, 19. yy?da bu ihtiyaçları, büyüyen Amerikan iş hayatının haberleşme gereksinimlerini karşılamak için telgrafın geliştirilmesi, genişleyen kentlerin daha kolay ışıklandırılması ya da Alman bira endüstrisinin rekabeti karşısında Fransız biracıların ürünlerini geliştirme çabaları oluşturuyordu.
BİLİM KİMLERİN, HANGİ AMAÇLARINA HİZMET EDER OLMUŞTUR?
Kapitalist sistemin gelişmesi ve toplumun büyük kısmını oluşturan kesimle, azınlıkta kalan egemen sınıfın birbirinden gittikçe uzaklaşmasıyla birlikte, bilim de toplumdan uzaklaşmaya, egemen güçlere ve tekellere hizmet etmeye başlamıştır.
Kimyacılar ve fizikçiler artık, toplum için değil, ilaç ya da silah şirketleri için çalışmaya; üniversiteler, biyolojik silah ve kitle yıkımı için diğer araçlar üzerine çalışan özel şirketlerin veya hükümet kuruluşlarının para yatırdığı projelerin merkezinde yer almaya başlamışlardır.
İşçiler üretim araçlarına sahip olmadığı gibi, bilim insanları da günümüzde, çalışmalarında kullandıkları araçlara sahip değillerdir. Bu araç ve gereçler, tamamen kâr amacıyla kurulmuş olan büyük şirketler tarafından bilim insanlarının kullanımına sunulmakta ve bunun karşılığında da şirketlerin ihtiyaçlarını karşılamaya, bilimsel çalışmalardan çok teknolojik uygulamalara zaman ayırmaları istenmektedir. Ekonomik getirisi olmayan çalışmalar maddi açıdan destek bulamamakta ve karanlıkta kalan birçok konu, şirketlere para kazandırmayacağı için aydınlatılamamaktadır.
Bilim insanları, deterjan ya da diş macunu reklamlarında oynar, siyanürün zararsız bir madde oluşundan bahseder veya silah teknolojisinin gelişimine katkı sunar hale gelmişlerdir. Bilim dünyasına hakim kılınan bu bilim dışı anlayışın izlerini, üniversitelerde okutulan ders kitaplarındaki saçmalıklarda ve şarlatanlıklarda da görmek mümkündür.
İktisat, kapitalistlerin sömürü ve talanını haklı göstermek için okutulmakta ve özelleştirmeler, yabancı sermaye, aşırı kâr hırsı ve tekelcilik övülüp kutsanırken, kapitalizmin ekonomik krizlerini, güneş lekelerine ya da ?azalan marjinal fayda?ya bağlayarak açıklamak, iktisadi doktrinler olarak öğretilmektedir.
Matematik, fizik ve kimya, ezberlenmesi gereken karmaşık formüller ve şekillerden ibaret, sadece kârlı yatırımların ölçüm ve proje araçları olarak var olabilmektedir.
Bilim ve bilim insanları üzerindeki bir diğer baskı aracı olarak da milliyetçi çıkar hesaplarını görüyoruz. 1936?da Alman İmparatorluk Günü?nde Göttingen Üniversitesi?nden bir profesör, ?Uluslararası bilimi yadsıyoruz. Uluslararası öğrenim dünyasını yadsıyoruz. Araştırma uğruna araştırma yapılmasını yadsıyoruz. Soyut yasaları keşfetmek için değil, diğer halklarla olan rekabetinde Alman halkının araçlarını kuvvetlendirmek için bilimleri öğreniyor ve öğretiyoruz? diyordu.
EĞİTİM SİSTEMİ,ÜNİVERSİTELER VE BİLİM
Üniversitenin birey açısından önemi, onun insanlaşma temelinde kazanacaklarından, doğayı ve kendini daha doğru tamamlamasından öte; yaşamını finanse etmenin kapısı olarak bireyin beyninde ortaya çıkar. Yarış devam etmektedir; ezersin ya da ezilirsin. Önünde küçümsenmeyecek engeller vardır. Metropol üniversitelerinde daha yoğun hissettiği, mali sınırlara sahiptir.
Üniversitenin sadece özelleşmesi değil, bir bütün olarak sermayeleştirilmesi karşısında, her gün bir şeyler daha yitirerek pasifleşmeye sürüklenir. Aklına bazı sorular gelir: Niçin tercih ettiği bölümdedir de başkasında değildir? Hayatı yeniden kurmak için mevcut durumunu nasıl en iyi şekilde kullanmalıdır? Bu sorular elbette, üniversitenin bilimselleşmesi mücadelesine katılmanın başlangıcıdır.
Bugün üniversitelerimizde kurulan araştırma-geliştirme üniversitelerinin neye hizmet ettiği, YÖK yasa tasarısının akademik personele getirdiği dayatmalar, öğrencinin bu yasayla bir mala ve okulda bulunduğu süre içerisinde de bir müşteriye dönüştürülmek istendiği, yukarıdaki gelişmeler göz önünde bulundurulmadan anlaşılamaz.
Temel bilimlerin ve mühendisliğin getirildiği noktanın dışında, öğrenciye bütün eğitim süreci boyunca verilen şekil, öğrencinin bilim özleminin temelini oluşturuyor.
Akademisyenler, çalışmalarının onay alıp desteklenmesini amaç haline getirmek zorunda kalıyorlar. Patentlenmek ve "bilime" katkıda bulunmak, patentin ve bilimin kim ve ne için anlam taşıdığına bakılmaksızın, birçoğu açısından büyük önem taşıyor ve içine gömüldükleri çıkar batağının farkına varamayabiliyorlar.
Bilimi, hayattan kopuk, at gözlüğüyle görmesi, hem bilimcinin kolayına geliyor, hem de iplerini elinde bulunduran sermayeye yarıyor. Öğrenciye de aynı gözlüklerden takılmaya çalışılıyor; notunu kullanan, referanslarını kullanan bilim adamı, patentinin getirdiği bir güvenle doğru yaptığından şüphe bile etmeyen bir hale geliyor.
Üniversitenin ve bilimin bugün geldiği noktanın ve derslerin içeriğinin, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesinin sonucu olduğu, her üniversiteli genç tarafından kavranmalıdır. Üniversitede geçen dört beş yılın ardından, daha iyi bir gelecek için verilen mücadeleden geri duruş, bu bağlantının kurulamıyor olmasıyla açıklanabilir.
Oysa, üniversitede bilimin alternatif duruşu ortaya konmadığı sürece, bir bütünün eksik parçası, gençlik mücadelesi açısından tamamlanmayacaktır. Bilimsel süreçte yaratılacak gerçek bir alternatif, üniversite mücadelesi açısından çıkış noktası yaratabilecek derecede öneme sahiptir.