24.12.2020
Gök Muharref (Mehmet Butakın)
bir vedanın toynağından düştü mavi gök.
son duasız ölülerden çalınmış
boncuklarla gülüyorum kibirli
yüzüme. lakin, çaresiz bir öfkeyle tuttum yaramı. kırık bir
taşa sustu hallacın acıyan yüzü.
içimde tuzun ve yüzülen bütün
şehvetlerin kuruduğu kadar acıyor
tenim. ahşap bir masaldan kopardım yüzümü. mahşerin ipek kapılarıydı
onlar: o bir çocuğun saçlarını bekleyen eksik azizler. ah! tüketilmiş
bütün yüzler.
ölümü ince bir elifle tutan esrarlı ay,
yakut bir kristal gibi kendi gölgesine
düşen muharref sayfa. biz acizler ve ulular.
güz yosunu sığmaya korktuğumuz
bir kalp ile selam ve tutmaya, tenha bir
gülümsemeyle susan tozlu safiri. ey bir nilüferin ardından
suya bırakılan günah yüz,
sen kendine yetersin.
yalın bir kalp ile sustum. ah ölümüm!
bu tül ve ahşap sefadan beni azad bil.
her şafak leylağına düşen
çiğden gözüm kurudu. hep aynı yüze
durdum, aynı inatçı kıbleye. alnımda
bir çöl zincirinin iziyle...
uyu sanrılı akşam! kıyısında küf
biriken ırmağa döndü gözlerim.
ben, bir kalp ile yetinmeye bırakılan
kuşkulu hayal, porsuk bir yalınlık
duygusu, yağmur suyu, lavanta ve
zafran. kömür bir kuşun gözlerinden çalındı,
buhar soluğumuzdan ve kırağısından
bir metal çiçeğinin. ah bu hurufi yalınlık,
evlerin cinnet odaları...
büyük bir ayın altında turunç ışıklarıyla
silindi ölümün bilinen ayrıntısı. benden
sonra hiç kimse duymadı bu ölümcül
aryayı. vebalı gölgeme yaslanarak hiç
ölmedim. oysa kireçten düşler kuran bir yetim gibi
unutmuş eldiven takmayı mahmuzlu gece.
bu büyük ayın altında
ben ki, bir süredir ölmedim.
-seni suya ağlarken görmüşüm oysa,
zeytin demişim mahzunluğumu soran
akşama. hint kıyılarında deniz macununa
batmış pelikanlardan duymuşum mai bri
masal olduğunu. onca yıldız arasından
savrulup yalan bir burca düşen hayal
kumrusu, nar çatlaması, gizleyip bir
nehre bırakıyorum yaralarımı. vazgeçilmez
değilsin belki, belki zinbar! yaşadığın
mercan suların adı değil. lakin alnımda
cinayet pulları ve yüreğim elimde yürüdüğüm
her seferden isli bir kandille dönüyorum.
insan hangi yetimi saklayabilir ki
bir cana karşılık olmayan küvezlerde,
bir tılsımın diliyle yazılmış duası olmalı
iyilik sefirinin. kim bilir; kuğulardan
çalınmış bir hüzünle yürüdüğümü,
cehlin katran sularını. ey biçilmiş parsın
yarası kalbim? saralı bir ömre sığınsam
dokuduğum yaldızlı kibirden.
tuzlu bir göz dönüp baktığında
dünyaya, kırılmış yılan dikenleriyle
bir veba büyüdü içimde. bunca
dalgın söz arasından bir veba ki,
gecenin rahmine düşüyor her şey.
yeniden o sebepsiz simya olmadan
öleyim ki, böyle bütünüyle unutulmaya
gücü yetmesin kimsenin.
öylece durulmamış kör ağrılara
inanmamış olanlar! aynı taştan
sarsılarak kopan parçalar sahte.
yine de ölseydi bizi, biz ki hangi
dalgına inansak derin bir kuyuya
dönüşüyor pullarımıza ve mührümüze
inen semavi atlaslar, bir gülün
kırıldığı eller, sesimizi koyultan
ince göz bağlarımız.
andolsun, yaklaşan her ecele
o sonsuz dirinin gözüyle... bulanmış
ölüm denizlerine bakarız ki kendi
haramında boğulan yetimiz. o karanlık
mahzene terk edilen kısastan boynumuza
ne düşerse kabul, teninde yanacak
yeri olmayan cehennnem! işte çürüyen
gözleri içimizdeki son yerlinin
biz ki; kardeşleri yıldızlar ve taşlar olan
bir kavmin ehliyiz, yorgunuz. ne var ki
çarşılar kalabalık, devlet nigari. her şey
ve herkes bir kahinin defterinde simya,
kalbinde irin. zulmü ölümlü bir vakte
sayıyorum huşu ile düşülen selam kavlini.
selam, kopmuş bir başın argın ve migren
duruşuna. hem kambur hem şair olana,
anlamıyor musun defne yaprağım
"ölüyoruz"
24.12.2020
Gök Muharref (Mehmet Butakın)
bir vedanın toynağından düştü mavi gök.
son duasız ölülerden çalınmış
boncuklarla gülüyorum kibirli
yüzüme. lakin, çaresiz bir öfkeyle tuttum yaramı. kırık bir
taşa sustu hallacın acıyan yüzü.
içimde tuzun ve yüzülen bütün
şehvetlerin kuruduğu kadar acıyor
tenim. ahşap bir masaldan kopardım yüzümü. mahşerin ipek kapılarıydı
onlar: o bir çocuğun saçlarını bekleyen eksik azizler. ah! tüketilmiş
bütün yüzler.
ölümü ince bir elifle tutan esrarlı ay,
yakut bir kristal gibi kendi gölgesine
düşen muharref sayfa. biz acizler ve ulular.
güz yosunu sığmaya korktuğumuz
bir kalp ile selam ve tutmaya, tenha bir
gülümsemeyle susan tozlu safiri. ey bir nilüferin ardından
suya bırakılan günah yüz,
sen kendine yetersin.
yalın bir kalp ile sustum. ah ölümüm!
bu tül ve ahşap sefadan beni azad bil.
her şafak leylağına düşen
çiğden gözüm kurudu. hep aynı yüze
durdum, aynı inatçı kıbleye. alnımda
bir çöl zincirinin iziyle...
uyu sanrılı akşam! kıyısında küf
biriken ırmağa döndü gözlerim.
ben, bir kalp ile yetinmeye bırakılan
kuşkulu hayal, porsuk bir yalınlık
duygusu, yağmur suyu, lavanta ve
zafran. kömür bir kuşun gözlerinden çalındı,
buhar soluğumuzdan ve kırağısından
bir metal çiçeğinin. ah bu hurufi yalınlık,
evlerin cinnet odaları...
büyük bir ayın altında turunç ışıklarıyla
silindi ölümün bilinen ayrıntısı. benden
sonra hiç kimse duymadı bu ölümcül
aryayı. vebalı gölgeme yaslanarak hiç
ölmedim. oysa kireçten düşler kuran bir yetim gibi
unutmuş eldiven takmayı mahmuzlu gece.
bu büyük ayın altında
ben ki, bir süredir ölmedim.
-seni suya ağlarken görmüşüm oysa,
zeytin demişim mahzunluğumu soran
akşama. hint kıyılarında deniz macununa
batmış pelikanlardan duymuşum mai bri
masal olduğunu. onca yıldız arasından
savrulup yalan bir burca düşen hayal
kumrusu, nar çatlaması, gizleyip bir
nehre bırakıyorum yaralarımı. vazgeçilmez
değilsin belki, belki zinbar! yaşadığın
mercan suların adı değil. lakin alnımda
cinayet pulları ve yüreğim elimde yürüdüğüm
her seferden isli bir kandille dönüyorum.
insan hangi yetimi saklayabilir ki
bir cana karşılık olmayan küvezlerde,
bir tılsımın diliyle yazılmış duası olmalı
iyilik sefirinin. kim bilir; kuğulardan
çalınmış bir hüzünle yürüdüğümü,
cehlin katran sularını. ey biçilmiş parsın
yarası kalbim? saralı bir ömre sığınsam
dokuduğum yaldızlı kibirden.
tuzlu bir göz dönüp baktığında
dünyaya, kırılmış yılan dikenleriyle
bir veba büyüdü içimde. bunca
dalgın söz arasından bir veba ki,
gecenin rahmine düşüyor her şey.
yeniden o sebepsiz simya olmadan
öleyim ki, böyle bütünüyle unutulmaya
gücü yetmesin kimsenin.
öylece durulmamış kör ağrılara
inanmamış olanlar! aynı taştan
sarsılarak kopan parçalar sahte.
yine de ölseydi bizi, biz ki hangi
dalgına inansak derin bir kuyuya
dönüşüyor pullarımıza ve mührümüze
inen semavi atlaslar, bir gülün
kırıldığı eller, sesimizi koyultan
ince göz bağlarımız.
andolsun, yaklaşan her ecele
o sonsuz dirinin gözüyle... bulanmış
ölüm denizlerine bakarız ki kendi
haramında boğulan yetimiz. o karanlık
mahzene terk edilen kısastan boynumuza
ne düşerse kabul, teninde yanacak
yeri olmayan cehennnem! işte çürüyen
gözleri içimizdeki son yerlinin
biz ki; kardeşleri yıldızlar ve taşlar olan
bir kavmin ehliyiz, yorgunuz. ne var ki
çarşılar kalabalık, devlet nigari. her şey
ve herkes bir kahinin defterinde simya,
kalbinde irin. zulmü ölümlü bir vakte
sayıyorum huşu ile düşülen selam kavlini.
selam, kopmuş bir başın argın ve migren
duruşuna. hem kambur hem şair olana,
anlamıyor musun defne yaprağım
"ölüyoruz"