Editörler : E.Kayı Han
18 Eylül 2011 00:37

Reformcu Seyyid Kutub Kimdir ve Bozuk Fikirleri

Seyyid Kutbun tutduğu yolu açıklamadan önce, onun akl hocası (Abduh) üzerinde de bilgi vermek fâideli olacakdır. Muhammed Abduh, 1265 [m. 1849] da Mısrda tevellüd ve 1323 [m.1905] de orada vefât etmişdir. O zemân Mısrda çıkan (Vakâyı-ulMısriyye) gazetesindeki ve El-Menâr mecmûasındaki ve El-Ahrâm gazetesindeki yazıları, bozuk düşüncelerini ortaya koymakdadır. Bir müddet Beyrutda da feâliyyetde bulundu. Ehl-i sünnet âlimleri, bunun kötü maksadlarını anladığı için, yüz bulamayınca, Pârise gitdi. Orada, islâma karşı mason plânlarını uygulamayı hâzırlayan Cemâleddîn-i Efgânînin çalışmalarına katıldı. (El-Urvetül-vüskâ) mecmûasını çıkardılar. Sonra Beyruta ve Mısra gelerek, Pârisde varılan karârları uygulamağa, gençleri aşılamağa başladı ise de, hidiv Tevfîk Pâşa hükûmeti, derslerinin ve yazılarının zararlı olduğunu anlıyarak, onu mahkeme memûrluklarında kullandı. Fekat o, bütün yazılarında islâmiyyeti yıkmağa, masonların plânlarını uygulamağa uğraşdı. Masonların yardımı ile, Kâhire müftîsi oldu. Ehl-i sünnete saldırmağa başladı. İlk iş olarak, Câmi?-ül ezher medresesi ders programlarını bozmağa, gençlere kıymetli bilgilerin okutulmasını önlemeğe başladı. Üniversite kısmındaki dersleri kaldırdı. Lise ve orta kısmdaki kitâblar, yüksek sınıflarda okutuldu. Masonlar, dahâ önce Osmânlılarda da böyle yapmış, tanzîmatda medreselerden fen dersleri kaldırılmış, din dersleri de, yüksek bilgilerden mahrûm edilmişdi. Çünki, islâm dîni ilm üzerine kurulmuşdur. İlm olmayınca, hakîkî din adamı kalmayınca, islâmiyyet bozulur. Bulut olmayınca, yağmur beklemek, mucize istemek olur. Allahü teâlâ bunu yapabilir. Fekat, âdeti böyle değildir. İslâm âlimi yetişebilmesi için, islâm ilmleri meydâna çıkıp, yayılıp, böyle yüz sene geçmesi lâzımdır. Düşmanlar, islâm güneşini söndürdü. Bunların önderliğini, ingilizler yapdı.

Hazret-i Mehdî ?rahmetullahi teâlâ aleyh? zemânında yeniden doğacak. Beyrutdaki mason locasının başkanı Hannâ Ebî Râşid, 1961 de yayınladığı (Dâire-tül-meârif-ül-masoniyye) kitâbının 197. sahîfesinde diyor ki, (Cemâleddîn-i Efgânî, Mısrda mason locası reîsi idi. Âlimlerden ve devlet adamlarından üçyüze yakın üyesi vardı. Ondan sonra, imâm üstâd Muhammed Abduh reîs oldu. Abduh, büyük bir mason idi. Bunun, masonluk rûhunu arab memleketlerine yaydığını kimse inkâr edemez).

Muhammed Abduhun yapdığı reformları, değişiklikleri görerek onu islâm âlimi sananlar az değildir. Ehl-i sünnet âlimleri, onun yazılarına cevâb yazmış, maskesini yırtmışlardır. Ayrıca, Elmalılı Hamdi efendi, (Fil) sûresinin tefsîrinde, bunun bozuk yazılarından bir kısmını ortaya koymakdadır. Bozuk düşünceleri, şöyle sıralanabilir:

1: Akl ile dîni, birbirinden ayrı sanarak, bunları ilk birleşdiren ben olacağım demekdedir.

2: Kendinden önce, islâm âlimlerinin ?rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn? mantık, matematik, târîh, coğrafya okumadıklarını, fen dersleri öğrenmenin günâh sanıldığını, bu bilgileri islâma sokacağını bildirmekdedir. Bunların, asrlardan beri, her medresede okutulduğunu ve bu konularda binlerce kitâb yazılmış olduğunu inkâr etmekdedir. Böylece, Ehl-i sünnet kitâblarının okutulmasına son verip, islâm düşmanlarının felsefe adı altında yazdıkları, dinsizlik propagandalarının, islâm memleketlerine yayılmasına çalışmakdadır. Bu düşman propagandalarına karşı koyan Câmiul-ezher profesörlerine, ilm, fen, mantık düşmanı, gerici damgasını basmakdadır.

3: 1880 de resmî gazetede, dört evlenmeğe saldırmakdadır.

4: Kendinden önce gelen binlerle islâm âliminin ?rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn?, dîne, islâmlıkla ilgisi bulunmıyan şeyler sokduklarını, nassları anlarken yanıldıklarını söylemekde, bunları düzeltmekde olduğunu bildirmekdedir.

5: (İslâmiyyet ve nasrâniyyet) kitâbında, (Bütün dinler birdir. Dış görünüşleri değişikdir) demekde, yehûdî, hıristiyan ve müslimânların, birbirlerini desteklemelerini dilemekdedir. Londrada, bir papasa yazdığı mektûbda, (İslâmiyyet ve hıristiyanlık gibi iki büyük dînin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zemân, Tevrât ve İncîl ve Kur?ân birbirlerini destekleyen kitâblar olarak her yerde okunur ve her milletçe saygı görür) diyor. Hıristiyanlığı, hak din sanmakda, müslimânların Tevrât ve İncîl okuyacakları zemânı beklemekdedir.

6: Mü?minler doğru yoldan ayrılmış, bugünkü hâle gelmiş. Din ilmle el ele verecek, o zemân Cenâb-ı Hak nûrunu bütünlemiş olacak demekdedir. Allahü teâlâ nûrunu, Resûlullah ?sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem? efendimiz zemânında temâmlamamış, islâm âlimleri ilm ile el ele vermemiş sanmakdadır.

7: (İslâmiyyet ve nasrâniyyet) kitâbında, (Bir kimseden, yüz bakımdan kâfirliği, bir bakımdan îmânı bildiren bir söz işitilse, o kimse îmânlı kabûl edilir. Herhangi bir felesofun, fikr adamının yüz bakımdan kâfirliği gösterdiği hâlde, bir bakımdan îmânı göstermiyen söz söylemesini düşünmek, ahmaklıkdır. O hâlde, herkes îmânlı bilinmelidir. İslâmiyyetde zındık kelimesi yokdur. Sonradan meydâna çıkmışdır) demekdedir. Küfrü açıkca görülmiyen bir müslimânın sözündeki bir îmân, onu küfrden kurtarır, kâidesini yanlış anlatarak, bütün kâfirlere, felesoflara mü?min demekdedir. Kendi de zındık olduğu için, bu kelimenin söylenmesini istememekdedir. (Künûz-üd-dekâik)da ve Deylemîde yazılı (Ümmetim arasında zındıklar çoğalacakdır) hadîs-i şerîfini inkâr etmekdedir.

devam edecek.


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 00:47

8: Zilzâl sûresindeki, (Zerre ağırlığında hayr işliyen, karşılığına elbet kavuşur) meâlinde olan âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, (Müslim olsun, kâfir olsun, sâlih amel işliyen herkes Cennete girecekdir) diyor. En câhillerin, en kalın kafalı olanların bile güleceği bu yanlış ve haksız savunmasını, onun hayranları, hattâ izinde yuvarlanan çömezleri bile kabûl etmemişdir. Bunlardan, Abduhcu Seyyid Kutb, Nisâ sûresinin 124.âyet-i kerîmesini tefsîr ederken, (Üstâd Muhammed Abduh, düşünüşünü nakz eden âyet-i kerîmelerin sarâhatini hiç hâtırlamıyor. Bu âyetler Abduhun görüşünü nakz etmekdedir) demek zorunda kalmışdır. Evet, Abduha Pârisde yutdurulan masonluk afyonunun dozu, o kadar çokdu ki, aklı ve şuûru, âyet-i kerîmeler arasındaki bağlantıları göremiyecek kadar altüst olmuşdu.

9: (Asr sûresi) tefsîrinde, (Îmân; akl ve vicdânın elde edemiyeceği şeylere, taklîd ile inanmak değildir. Anadan, babadan işitilen birtakım sözleri ezberlemek, söylemek, îmân olmaz. İslâmiyyet taklîd düşmanıdır. Önceden gelmiş olmak, bir değer sağlamaz. Herşey akl ile araşdırarak çözülür) demekdedir. (Tevhîd) risâlesinde ise, (Dinde bulunan birşeyi akl kavrıyamazsa, ona inanması lâzımdır) demekde, sözleri birbirini tutmamakdadır.

10: Mısrdaki Hilâl neşriyyâtının sâhibi ve (Medeniyyet-i islâmiyye) târîhinin müellifi Curci Zeydân, Abduh için diyor ki, (Muhammed Abduh, eskilerin sözlerine bağlanmamış, onların koyduğu kâidelere değer vermemişdir.)

11: (Fâtiha) sûresinin tefsîrinde, (Kur?ân-ı kerîm, o zemân yaşayan kimselere hitâb etmiş, bunlara bir üstünlükden değil, onlar da insan olduğu için, hitâb etmişdir) demekde, Eshâb-ı kirâmın ?radıyallahü teâlâ anhüm ecma?în? kavuşdukları üstünlüğü bildiren hadîs-i şerîfleri inkâr etmekdedir.

12: (Fâcirlerin amel defteri Siccîndedir) meâlindeki âyet-i kerîmeyi kendisi tefsîr etmeğe kalkışarak, (Bazı kimselerin kitâbında Sencum) Habeş dilinde çamur demek olduğunu gördüm. Bu kelime Habeşden Yemene gelmiş olabilir. Âyetin manâsı, fâcirlerin amelleri çamur gibidir, oluyor) diyor. Resûlullahın, Eshâb-ı kirâmın, derin islâm âlimlerinin tefsîrini beğenmeyip, âyet-i kerîmelere, tesâdüf ve ihtimâl ile manâlar veriyor.

13: (Fil sûresi) tefsîrinde, (Ebâbîl kuşları, sivri sinek olabilir. Asker de çiçek veyâ kızamıkdan ölmüş olabilir) diyor. Yüzyıl dahâ sonra gelseydi, kimbilir nasıl manâ verecekdi. Hâlbuki, bunların ma?nâlarını Resûlullah ?sallallahü aleyhi ve sellem? açıkça bildirdi. Tefsîr âlimleri, o ma?nâları bulup, kitâblarına yazdı.

14: (Vennâs) sûresini tefsîr ederken, (Her insanın içinde bir şeytân vardır. Fekat bu, insanın içinde kötülük arzûlarını doğuran bir kuvvet demekdir. Cinne benzetilen bir tesîrdir) diyor. İslâm âlimlerinin kitâblarından, bilgilerinden haberi olmıyan bu zevallı adam, akla, ilme, fenne uymalı diyerek ortaya çıkmakda, mezheb imâmlarını taklîd etmeği inkâr etmekde, bütün din bilgilerini, zemânının fen buluşlarına, felsefecilerin o günkü düşünüşlerine uydurmağa kalkışmakdadır. İslâm âlimlerinin kitâblarını okumak istemediği, fen tahsîli de olmadığı için; kısa görüşlerine ve işitdiklerine göre din kitâbları yazmakda, din bilgisi yaymakdadır. Bu davranışları, kelâm, fıkh ve tesavvuf bilgilerinden haberi olmadığını, islâmın zevkini tatmamış olduğunu göstermekdedir. İslâm âlimlerinin yüksekliklerini sezmiş olsaydı ve nefsinin pençesinden kurtulsaydı ve maddenin, rûhun hakîkatini anlasaydı, böyle saçmalamazdı.

15: Bir yehûdi dönmesi olan Alî Mürtedânın kardeşi Radînin yazdığı (Nehc-ül-belâga) adındaki kitâbı şerh etdi. Müslimânlar arasında bölücülük yapan bu kitâbı dahâ önce, İbni Ebilhadîd Abdülhamîd Medâinî şîî ve sonra Meysüm Bahrânî şîî şerh etmişlerdir. Abduhun şerhi 1885 de Beyrutda basılmışdır. 1885 de Beyrutda Medrese-tüs-sultâniyye talebesine yapdığı propagandalarını bir araya toplıyarak (Risâlet-üt-tevhîd) kitâbını meydâna getirdi. Bu kitâbı, ölümünden bir sene sonra basıldı.

48 ? Son senelerin reformcularından, Seyyid Kutb da, İbni Teymiyye ve Muhammed Abduha hayranlığını, hemen her kitâbında ilân ediyor. (İstikbâl islâmındır) kitâbında, yalnız (islâmiyyet) kelimesini övmekde, bu kelimeyi nasıl anladığını, hangi mezhebde olduğunu açıklamamakdadır. 94.sahîfesinde:

(İslâm ülkelerini tatar istilâlarından koruyanların ön safında çalışan manevî önder, imâm-ı İbni Teymiyye idi) diyor.

Devam edecek.


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 00:53

Tatar sözü ile, Cengiz imperatorluğunu kasd ediyorsa, 656 senesinde Hülâgü kâfirinin ordusundaki gürcü, acem ve tatarlar Bağdâdı yakıp yıkarken ve yüzbinlerce müslimânı kılınçdan geçirirken, ibni Teymiyye dahâ dünyâda yokdu. 661 hicrî senesinde Harrânda doğmuşdu. (İslâm Ansiklopedisi) 5.cildinde (ibni Teymiyye, Moğollara karşı cihâd için vaz etmeğe memûr edildi. 699 da, vaz etmek için, Şâm civârında Şakhabda Moğollara karşı kazanılan zaferde bulundu) denilmekdedir. (Mirât-i Kâinât) kitâbının 137.sahîfesinde (Hülâgünün torunlarından sultân Mahmûd Gâzân hân, 694 te Moğol devleti reîsi oldu. Bu sene, vezîri emîr Nevruzun nasîhatleri üzerine müslimân oldu. Kur?ân-ı kerîm okudu. O sene oruç tutdu. O gün, kumandanlarından, vezîrlerinden, askerinden dörtyüzbin kişi müslimân oldu) diyor. (Kısas-ı Enbiyâ)nın 930.sahîfesinde, (Gâzân Mahmûd hân, islâmiyyetin kuvvetlenmesi için elbirliği ederek kardeşçe çalışmasını, Mısr sultânı Nâsıra yazdı. Türkmâniyye sultânlarının dokuzuncusu olan Nâsır, bunu dinlemedi. Nâsırın askeri Mardin taraflarını yağma eyledi. Gâzân hân buna karşılık, 699 da Halebe geldi. Humusda Nâsır bozguna uğradı. Gâzân hân, Kapçak adındaki kumandanla bir mikdâr askeri Şâmı almak için bırakıp kendisi memleketine gitdi. Nâsır, Mısrda asker toplayıp Şâma gönderdi. Kapçak bunu işitince, Şâmı muhâsaradan vaz geçip geri döndüler) demekdedir. Görülüyor ki, ön safda bulunan manevî önder gibi yaldızlı kelimelerle övülen ibni Teymiyye, iki islâm askerinin harb etmesini kızışdırmış, kardeş kanı dökülmesine, binlerce müslimânın ölmesine sebeb olmuşdur.

Seyyid Kutbun, ibni Teymiyyeyi bir islâm mücâhidi olarak gösterebilmek için kötülediği Gâzân hân ise, Tebrizde, pek kıymetli bir sanat eseri olan, eşi görülmemiş büyük bir câmi yapdırmış; oniki büyük medrese, sayısız tekkeler, hanlar, hayr işleri meydâna getirmişdi. Mekke ve Medîneye çok hediyyeler göndermiş, köyler vakf etmişdi. Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Şemseddin Sâmi beğ, Gâzân hân için, (Adâleti, hakkı yerine getirmeği pek severdi. Çok fazîletleri, üstünlükleri vardı. Seyyidlere, âlimlere saygılı idi) demekdedir. İbni Teymiyye, Ehl-i sünnet âlimlerinin yapdıkları gibi bu iki islâm sultânına nasîhatlar verip, din kardeşi olduklarını söyleyip, (Kardeşlerinizin arasını bulunuz!) meâlindeki âyet-i kerîmeye uysaydı, zâten iyi niyyetli olan Gâzân hân ile, sultân Nâsır ?rahmetullahi teâlâ aleyhimâ? birleşirler, yardımlaşırlar, büyük bir islâm imperatorluğu meydâna gelmesine sebeb olabilirdi. Târîhin gidişi, dünyânın yüzü bile değişebilirdi. Fekat, o bu hayrlı işi yapmadı. İlm adamlarını ve devlet başkanlarını birbirlerine düşürdü.

İbni Teymiyyeden önce, tatar kâfirleri islâm memleketlerini yakıp yıkarken ve milyonlarca müslimânı şehîd ederken müslimânların dinlerini, îmânlarını koruyan, ibni Teymiyye gibi, bid?at sâhibleri değildi. Burhaneddîn-i şehîd, Fahreddîn Râzi, Ömer Nesefî, Sadreddîn Konevî, şeyh Sadî Şirâzî ve dahâ nice Ehl-i sünnet âlimlerinin vazları ve kitâbları ile Ahmed Rıfâî, imâm-ı Gazâlî, Necmeddîn Kübrâ, Ahmed Nâmıkî Câmî ve Abdülkâdir-i Geylânî gibi mürşidlerin ?rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn? yetişdirdikleri binlerce Evliyâ idi. Bu büyük âlimler, Velîler, milletleri, memleketleri hem irşâd etdiler, hem de cihâd edip, er olarak kâfirlerle döğüşdüler. Çoğu şehîd oldu. Târîh meydândadır.


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 00:57

Doğru yoldan sapmış olan İbni Teymiye'nin hayranlarının da, doğru yol ile ne kadar bağlılığı olabileceğini düşünmeğe bile lüzûm yokdur.

Seyyid Kutb, (Cihân Sulhü ve İslâm) kitâbında da ona bağlılığını göstermekden geri kalmamışdır:

(Devletçilik sâhasında çalışmalar henüz pek azdır. İslâmın bu tarafı gereği kadar açıklanmamışdır) diyor. Bu bilgilerin, kendi kitâblarından öğrenilmesini istiyor. 600 senelik Osmânlı devletinin kanûnları, anayasaları, fetvâları, arşivlerdeki vesîkaları, sayılmıyacak kadar çokdur. İslâmda devletciliği anlatan binlerce kitâbı incelemek için, ömr harc etmek lâzımdır. Avrupalı müsteşrikler ve İsrâil profesörleri, şimdi İstanbulda bunları inceliyor. Hayran kalıyorlar.

(İslâm ve medeniyyetin problemleri) kitâbında da, islâm islâm diye yanıp yakılıp, islâm toplumu ve ilâhî yol ateşi ile tutuşduğunu anlatıp, talebe iken işitdiği garblı felsefecilerin yaldızlı sözlerini ve keskin zekâlı diplomatların geniş fikrlerini uzun uzun yazarak gençlere, bir kurtarıcı, bir mücâhid gibi görünüyor. Sapık düşüncelerini çok kurnazca aşılamağa çalışırken:

(İslâm toplumunu inşâ ederken, bağlı olduğumuz şey, islâm fıkhı değildir. Bu fıkha yabancı kalmıyor isek de, bağlı olduğumuz şey, islâm yolu, islâm düstûru, islâm anlayışıdır) diyor.

Fıkh kitâbları ve asrlar boyunca yazılmış olan devletçilik kitâbları, islâm yolu değil imiş de, o kendi görüşü, anlayışı ile islâm düstûru yapıyormuş. İslâm âlimlerinin, mezheb imâmlarının, Kur?ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkararak yazdıkları fıkh kitâbları bırakılacak, felsefeci Kutbun düşünceleri, bunların yerine konacakmış. Seyyid Kutb yine (Cihân Sulhu) kitâbında:

(İslâma göre, bütün insanlar, birbirlerine yakın bağlarla bağlı bir âiledir. Irk ve din ayırımı yapmadan bütün beşeriyyete mutlak adâleti emr eder) diyor.

Gazâlînin, (Kimyâ-i seâdet) kitâbında bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah ?sallallahü aleyhi ve sellem? buyurdu ki, (Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslimânları sevmek, kâfirleri sevmemekdir). Cenâb-ı Hak, Îsâ aleyhisselâma buyurdu ki, (Eğer, yerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç fâidesi olmaz). Mücâdele sûresinin son âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe îmân edenler, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmezler) buyuruldu. Allahü teâlâ ve onun Peygamberi; mü?minlerle kâfirleri ayırmamızı emr ediyor. Yalnız müminlerin kardeş olduklarını bildiriyor. Seyyid Kutb ise, bütün insanların, din ayırımı olmadan, bir âileyi kuran kardeşler olduklarını yazmakdadır.

Devam edecek.


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 01:11

Kendileri istediler, bu adamların sevenleri. Varsa bozuk fikirlerini yazın dediler. Biz de onu yapıyoruz. O kadar çok bozuk fikri var ki, sanırım yazmakla bitecek gibi de değil. Biz de önemlilerini yazarız sadece :)

Amacımız cevap vermek.


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 01:39

Seyyid Kutb, yine (Cihân Sulhü) kitâbında, (İslâmiyyet, diğer dinlere nefret manâsını taşıyan dînî teassubu kabûl etmez)diyor. Kâfirleri sevmemeğe teassub damgasını vuruyor. Muhammed Masûm hazretleri, 29.mektûbunda buyuruyor ki, (Kâfirleri sevmemek, onlara kalb ile düşmanlık etmek ve Dârülharbde bulunanlarına sert davranmak ve onlarla muhârebe etmek, Kur?ân-ı kerîmde açık olarak emr edilmişdir. Bunda şübheye yer yokdur. [Bekara sûresi 256.cı âyetinde, kimsenin ikrâh ile,ölüm ile tehdîd edilemiyeceği yazılıdır. Cihâd etmek, bu âyet-i kerîmeye muhâlif değil midir? Bunun cevâbı (Tâm İlmihâl) yirmi ve 41.maddelerinde yazılıdır.] Kur?ân-ı kerîme uymamız farzdır). Zimmîlere karşı âdil olmak, onlara hiç kötülük yapmamak lâzımdır. Seyyid Kutb, Dârülharbdeki kâfirleri de zimmîler gibi sanıyor. Yine bu kitâbında:

(İslâm insanlara zorla kabûl etdirilmesi lâzım gelen bir din değildir. Hiç kimseye zorla dîni kabûlü emr etmez) diyor. Hâlbuki,

cihâd demek, Allahü teâlânın kullarının müslimân olmalarına mâni olan, zâlim diktatörleri yok ederek, onları müslimân yapmak demekdir. Îmân edenler, hakîkî müslimân olur. Îmân etmeyip teslîm olanlar, zimmî olur. Allahü teâlâ, bütün kullarını zor ile müslimân yapmak, zor ile Cehennemden kurtarmak için cihâdı emr etdi. Nisâ sûresinin doksandördüncü âyetinde meâlen, (Mallarını, canlarını fedâ ederek, din düşmanları ile Allahın dînini yaymak için cihâd edenler, oturup ibâdet edenlerden dahâ üstündür) buyuruldu. Cihâd, gazâ, kâfirlere güç kullanarak (emr-i marûf) yapmakdır. Cihâdı ferdler değil, devlet yapar. Seyyid Kutb, yine (Cihân Sulhu) kitâbında:

(İslâmın hiçbir zemânında harbden gâyesi, zor ile müslimânlığı

insanlara kabûl etdirmek değildir. Böyle bir zorlamaya islâmın ne

nazarî prensiblerinde, ne de târihî inkişâfında rastlamak mümkindir. İslâm, islâmı bilmeyen câhillerin ve islâm düşmanlarının zan etdiği gibi, aslâ kılınç ile intişar etmiş değildir. Dînin tabîatinde olmıyan harb, hiçbir zemânda dîne da?vet vesîlesi olarak kullanılmamışdır) diyor.

Seyyid Kutbun, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde açıkca

bildirilen ve milyonlarca kitâbda sözbirliği ile yazılmış olan ve her

milletin târîhlerinde sürülerce misâlleri bulunan islâm cihâdını tersine çevirmesi, beyâza kara demek gibi, şaşılacak birşeydir. Yukarıdaki yazılar, hiçbir müslimânın, hattâ hiçbir okumuş insanın inanacağı birşey değildir. Bunları yâ hiç okumamış bir câhil veyâ bir

ahmak, yâhud da islâmiyyetle ilişiği olmıyan, Kâdıyânî (Ahmediyye) adındaki Hindistânda İngilizlerin ortaya koyduğu uydurma dindeki kimseler söyler.

Kendisi de Nisâ sûresinin 73.ve sonraki âyetlerini açıklarken, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi hakîkati yazmak zorunda kalmışdır. Fekat, bir yandan (Müslimân harbe, Allah yolunda döğüşmek, Allahın kelâmını yüceltmek için, Allahın nizâmını beşerî hayâta hâkim kılmak için çıkar. Sonra bu yolda öldürülür ve şehîd olur. Cihâd her zemân lâzımdır. İlâhî davet ile birlikde yürüyen bir unsurdur) derken ve cihâda teşvîk eden hadîs-i şerîfleri yazarken, bir yandan da, (Tevhîd ve hicretden yüz çevirirlerse, onları yakalayıp bulduğunuz yerde öldürün!)meâlindeki âyetin tefsîrinde, yine kendi fikrlerini aşılamakda ve (Kâfirler islâmı kabûle zorlanmaz. Katiyyen dinlerine tan edilmez. İslâm, kendisine inanmıyanları saflarına zorla davet etmez. Bu din, başkalarını, kendisini kabûle zorlamaz) diyerek islâmiyyete iftirâ etmekde, bir sahîfe önce yazdıklarını inkâr etmekdedir. 100.âyet-i kerîmeyi, (Her kim Allah yolunda hicret ederse, yer yüzünde bereket ve vüs?at bulur. Yolda ölürse, Allahü teâlâ ecrini verir) güzel tefsîr ederek, kâfir memleketinde kalan müslimânların, Dârülislâma hicret etmelerinin vâcib olduğunu doğru anlatıyor.

Görülüyor ki, kâfir memleketinde bulunanlar islâm memleketine

hicret edecekdir. Hükûmete karşı çıkarak, fitne uyandırmıyacakdır. Seyyid Kutb, bu fitneye, cihâd demekdedir. Hâlbuki, cihâd, islâm devletinin, ordusu ile ve bütün yeni silâhları ile, modern harb

üsûlleri ile, kâfir hükûmetlerle savaşarak, insanları, küfrden, zulmden kurtarmak demekdir. Kâfir memleketlerinde bulunan müslimânların cihâdı, ferdlerin devlet kuvvetlerine karşı durmaları demek değildir. Kanûnlar çerçevesinde islâm bilgilerini yaymakla, islâmın kıymetini, fâidelerini herkese bildirmeğe çalışmakla ve islâ-

mın güzel ahlâkını göstermekle olur.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, (Mektûbât)ının 2.cildi, 69.mektûbunda buyuruyor ki, (Kâfirlere karşı muhârebeye giderken, Allahü teâlânın ismini ve dînini yaymağa ve din düşmanlarını zaîfletmeğe niyyet etmelidir. Müslimânlara böyle emr edilmişdir. Cihâd da bu demekdir).

Tevbe sûresinin 28.âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe inanmıyan ve Allahü teâlânın ve Resûlünün harâm etdiklerine harâm demiyen ve hak olan islâm dînini kabûl etmiyen kâfirlerle, cizyeyi kabûl etdiklerini veyâ müslimân olduklarını bildirinceye kadar harb ediniz) buyuruldu. Hazret-i Ömer ?radıyallahü anh? halîfe olunca bir hutbe okuyup, (Ey Resûlün Eshâbı! Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine yeryüzünün her tarafında memleketler vereceğini söz verdi. Hani, bu vad edilen yerleri zabt ederek, dünyâda ganîmete, âhıretde gâzîlik ve şehîdlik rütbesine kavuşmak isteyen kahramanlar nerede? Dîni Allahın kullarına ulaşdırmak için can ve baş fedâ edecek, vatanlarını bırakıp, din düşmanı diktatörler üzerine gidecek gâzîler nerede?) diyerek Eshâb-ı kirâmı ?rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn? cihâda, gazâya teşvik buyurdu. Bu nutk üzerine, Eshâb-ı kirâm, kâfirlerle, zâlimlerle cihâd etmeğe söz verdiler. Yerlerini, yurdlarını bırakıp, yeryüzüne yayıldılar. Ölünciye kadar cihâd etdiler. Bu cihâd her asrda devâm ederek, müslimânlar kılınc gücü ile üç kıta üzerinde ilerledi. Aldıkları yerlerin ehâlîsi yâ müslimân oldu, yâhud, cizye denilen vergiyi vermeği kabûl ederek, islâmın adâletine sığınanları, kendi ibâdetlerinde serbest bırakıldı. Fekat, bunlar da muâmelâtda ve ukûbâtda islâmiyyete uymağa mecbûr tutuldu. Böylece, hükmen müslimân sayıldılar. Râhat ve huzûr içinde yaşadılar. İslâmiyyet, dünyâda iki dürlü memleket, vatan tanımakdadır:

(Dârülislâm) denilen islâm vatanı ve (Dâr-ül-harb) denilen kâfir

vatanı. Dâr-ül-islâmda, müslimânlar ve cizye vermeği kabûl eden

kâfirler yaşar. Bu kâfirlere, Ehl-i zimmet veyâ Zimmî denir. Bunlar, müslimânların hak ve hürriyyetlerine tam mâlik olarak, râhat ve huzûr içinde yaşarlar. Kendi ibâdetlerini serbestce yaparlar. İslâmın adâletine, kanûnlarına uyarlar. Dârülharb denilen kâfir memleketlerine gelince, islâmiyyet bunların adâletine, emniyyetine, râhatına, huzûruna hiç karışmaz. İslâmiyyet yalnız bunların îmân ederek hakîkaten müslimân olmalarını veyâ cizyeyi kabûl ederek hükmen müslimân sayılmalarını ister. Bu ikisinden birine kavuşmaları için bunlara zulm eden diktatörlerle cihâd yapılmasını müslimânlara emr eder. Güç kullanarak cihâd yapmak devlet başkanının veyâ onun tayîn edeceği kumandanın emri ile olur.

Herkesin kendi kendine kâfirlere saldırması, cihâd olmaz. Fitne çıkarmak olur. Şaşılacak şeydir ki, kendisi de Mâide sûresinin tefsîrine başlarken, bu iki memleketi doğru olarak açıklamakda kendi

görüşlerini saklamakdadır.

İmâm-ı Muhammedin (Siyer-i kebîr) kitâbının tercemesi, 82.sahîfesinde buyuruyor ki, (Cihâd emri yavaş yavaş geldi. İslâmiyyetin başlangıcında müşriklerle karşılaşmamak, onlardan uzak kalmak, onlara yumuşak davranmak emr olundu. Sonra, ikinci emr gelerek, kâfirlere yumuşak ve güzel sözlerle islâmiyyeti bildir! Ehli kitâb denilen yehûdîlerle hıristiyanlara yumuşak, güzel karşılık ver denildi. 3.emr ile harb etmeğe yalnız izn verildi. Dördüncü emr ile kâfirler size eziyyet verince, onlarla harb ediniz, diyerek, karşı koymak farz oldu. Medînede islâm devleti teşekkül edince, 5.olarak, dört aydan başka zemânlarda harb ediniz emri geldi. 6.olarak gelen âyet-i kerîmede devletin, ordunun kâfirlerle her zemân harb etmesi emr olundu. Böylece, cihâd etmek, farz-ı kifâye oldu. Devlet cihâda hâzırlanmaz, cihâd etmezse, bütün müslimânlar Cehennem azâbı çeker. Devletin her zemân cihâda hâzırlanması lâzımdır. Böylece bütün millet azâbdan kurtulur. Sulh hâlinde ve arada anlaşma varsa, ansızın saldırılmaz. Önce, anlaşmanın bozulduğu haber verilir. Kâfirler Dâr-ül-islâma saldırınca, bu zâlimlere karşı, kadın, erkek, bütün müslimânların ordunun emrinde harb etmeleri farz-ı ayn olur).


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 01:49

Seyyid Kutb (Yoldaki İşâretler) kitâbında, cihâdı bizim bildirdiğimiz gibi, doğru olarak yazmış ise de, yukarıdaki düşüncelerini, orada da, tekrarlamakdan kendini alamamışdır. İslâmiyyeti, bir kitâbında başka dürlü, başka kitâbında ise başka dürlü anlatması münâfıklık alâmetidir. Komünistler de, başka memleketlerde başka başka propaganda yapıyorlar. Kendilerini gizliyorlar. Yine (Cihân Sulhu) kitâbında:

(İslâmda huzûr ve barış, bütün insanlar arasında adâlet ve emniyyeti gerçekleşdirmek ma?nâsına olan Allahın kelimesini (= irâdesini) gerçekleşdirmekden ibâretdir) diyor.

İslâmiyyet, huzûru ve barışı, Dârülislâmda temîn eder. Bunun için de, Dârülislâmdaki müslimânların ve zimmîlerin, islâmın emrlerine ve yasaklarına uymaları yetişir. Çünki, huzûr ve barış, ancak Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uymakla sağlanır. Bunlara uymıyanlar, yine islâmın gösterdiği cezâlarla doğru yola getirilir. Dâr-ül-harbdeki kâfirlerin râhatları, huzûrları ve barış içinde yaşamaları için, müslimânlar harb etmez. Zâten harb ile kâfirler huzûra ve barışa kavuşamaz. Kâfirlerin huzûra, barışa kavuşmaları, ancak müslimân olmaları veyâ cizyeyi kabûl etmeleri ile olabilir. Kur?ân-ı kerîme uyulan yerlerde huzûr, barış ve adâlet kendiliğinden hâsıl olur. Allahü teâlâ, zâten bunun için islâmiyyeti kullarına lutf etmiş,ihsân etmiş,göndermişdir. Muhammed aleyhisselâmın gönderilmesi, bütün insanlara rahmet olmuşdur. İşte müslimânlar, kâfirleri bu tek yoldan huzûra, barışa kavuşdurmak için cihâd eder. Yeryüzündeki bütün insanların müslimân olmakla şereflenmeleri için canlarını, mallarını fedâ ederler. Allahü teâlâ, bütün insanları müslimân olmaları için yaratdığını bildiriyor. Bütün insanlara, müslimân olmalarını emr ediyor. Kullarını bu seâdete kavuşdurmak için cihâd edenlere çok sevâb vereceğini söz veriyor. Allahın kelimesini yaymak demek, (Kelime-i tevhîd)i yaymak demekdir. Cihâd demek, Kelime-i tevhîdi, yanî îmânı yaymak demekdir. İnsanlar arasında adâleti, huzûru, barışı ve emniyyeti gerçekleşdirmek için, biricik çıkar yol, dünyânın her yerine Kelime-i tevhîdi yaymakdır. Dünyâ barışı, ancak böyle sağlanabilir. (Siyer-i kebîr) tercemesindeki hadîs-i şerîfde, (İnsanlar ile harb etmeğe emr olundum. Lâilâhe illallah kelimesini söyletinceye kadar, onlarla döğüşürüm) buyuruldu. (Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, (Cihâd, bütün insanları, îmân etmeğe çağırmak, bu çağrıyı işitmelerine ve kabûl etmelerine mâni olan diktatörleri ile devletin harb etmesidir. Ferdlerin cihâdı ise, mal ile, fikr ile ve her lâzım olanı yapmakla ve düâ etmekle islâm ordusuna yardım etmekdir. Cihâd etmek farz-ı kifâyedir. Düşman hücûm etdiği zemân, kadın, çocuk bütün

milletin devlete yardım etmeleri farz-ı ayn olur. Devlet hazînesinde para varsa, milletden, para, mal toplamak, tahrîmen mekrûhdur. Devlet malı yetişmezse, milletden yardım istemesi câiz olur. Zor ile aldığı yardımları, sonra ödemesi lâzımdır.)

Cihâd yapabilmek için, müslimânların kâfirlerde bulunan harb

vâsıtalarının hepsini yapmaları ve kullanabilmeleri ve sulh zemânında buna hâzırlanmaları farz-ı kifâyedir. Yirminci asrın sonlarında kâfirler her dürlü neşr ve propaganda yolu ile soğuk harb yapıyor. İslâmiyyete durmadan saldırıyorlar. Gençleri aldatmağa uğraşıyorlar. Müslimân devletleri bir yandan atom gücü, füzeler, jetler, elektronik âletler yapmalı, öte yandan da kâfirlerin soğuk harbine karşı koymalıdır. Kitâb, mecmûa, gazete, radyo, televizyon ve filmler ile islâmiyyetin üstünlüğünü, fâidelerini, hem müslimânlara, müslimân yavrularına öğretmeli, hem de bütün dünyâya yaymalıdır. Bunu yapabilmek için, islâm bilgilerinin hem din, hem de fen kollarını iyi öğrenmelidir. Millet de devletin bu çalışmalarına yardım etmelidir. İslâm medreselerinde eskiden fen bilgileri de okutuluyordu. İslâma hizmet etmek ve din düşmanlarının yalanlarını, iftirâlarını yüzlerine çarpabilmek istiyenlerin, bugün de, en az lise bilgilerini ve Ehl-i sünnetin temel bilgilerini iyi kavramaları lâzımdır. Bu ikisinden birinde eksiği olanların islâmiyyete fâideleri değil, zararları dokunur. Yarım âlim insanın dînini alır sözü meşhûrdur. Bunları erkekler yapmalıdır. Erkekler çalışınca, kadınlara yapacak hiçbir ağır iş kalmaz. Devlet her köyde Kur?ân kursları açmalı, kız, oğlan her çocuğa Kur?ân ve ilmihâl öğretmelidir. Bu vazîfeyi ihtiyârlar ve hanımlar yapmalıdır. Her müslimânın, din bilgilerini öğretdikden sonra, oğlunu liseye ve üniversiteye göndermesi lâzımdır. Müslimânlar çocuklarını okutmazsa, devlet işleri, idâre ve kumanda makâmları, propaganda vâsıtaları, teşrî? ve icrâ organları kâfirlerin, mürtedlerin elinde kalır. Küfrü yayarlar. Müslimânlara işkence yaparlar. İslâmiyyete hizmet etmek için, erkeklerin üniversiteyi bitirmeleri ve dahâ da çalışmaları lâzımdır. İslâm ile küfr, hergün çarpışıyor. Birisi, elbette ötekini yenecekdir. Bu ölüm kalım savaşına katılmıyan, bu korkunç savaşdan haberi bile olmıyan ahmaklar, dünyâda da, âhıretde de cezâ, azâb göreceklerdir. İslâm düşmanları ile savaşan hükûmete elinden geldiği kadar yardım edenler, cihâd, gazâ sevâbına kavuşacaklardır. İslâm bilgilerinin yayılmasına mâni? olan ve gazeteleri, radyoları ve televizyonları ile islâm dînine saldıran, milletlerini sömürerek, bütün gelirlerini kendi zevk ve eğlenceleri için insanları köle yapmak için kullanan azgın, zâlim kâfirlere karşı cihâd yaparak, masûm insanları bunların pençelerinden kurtarmamız ve seâdete kavuşdurmamız emr olundu. Bu emr, bu ibâdet, devlete, cihâd ordusuna yardım etmekle olur. Devletden iznsiz yapılırsa, cihâd değil, fitne çıkarmak ve anarşi olur. Allahü teâlâ çalışana yardım eder. Boş oturanı sevmez ve yardım etmez.

Müslimân ismini taşıyanların yetmişüç fırka olacağı, hadîs-i şerîfde bildirildi. Bu hadîs-i şerîf, (Berîka) ve (Hadîka) kitâblarında

açıklanmakda ve (Buhârî) ve (Müslim) kitâblarında bulunduğu

bildirilmekdedir. Îmânları başka başka olan bu fırkalar birbirleri

ile birleşemez. Önce, inançlarının birleşdirilmesi lâzımdır. Müslimânların çeşidli fırkalarını birleşdirelim diyenler, hak üzerinde birleşmelerini istemelidirler. Çünki, bunların içinde yalnız (Ehl-i sünnet) âlimlerinin bildirdikleri doğrudur. Geri kalan yetmişiki fırkanın, bozuk îmânlarından dolayı Cehenneme gidecekleri hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. Müslimânların hak üzerinde birleşebilmeleri için, hepsinin Ehl-i sünnet itikâdında, aynı inançda olmaları lâzımdır. Bunun için de, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin ?rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn? bildirdiklerini yazan, kitâb, mecmûa ve gazeteleri okumalı, bunları tanıdıklara göndermelidir. Bu bilgilerin yayılmasına çok çalışmalıdır. Mektebe giden çocuğunu her akşam kontrol etmeli, ahlâkını bozan, dînini ve îmânını çalmağa çalışan soysuz öğretmeni varsa, bunu meârif vekâletine bildirmeli, çocuğu vicdanlı, şerefli, ilm ve Hak adamı öğretmenleri bulunan okula

nakl etmelidir. Evlâdının sonsuz felâkete sürüklenmesini önlemeli, din düşmanlarının tuzaklarına düşmemesi için çok uyanık olmalıdır. Çocuklarını, Kur?ân-ı kerîm hocasına göndermelidir. Onların körpe dimağlarının, temiz rûhlarının, Kur?ân-ı kerîmin nûru ile aydınlanmasına çalışmalıdır. Çocuklar ancak böylece müslimân yetişebilir. Bir memleket, çocukların müslimân yetişmesi ile müslimân

kalabilir. Bu yazılanlar fikrle olan cihâddır. Bu cihâd da, savaşla

olan cihâd gibi farzdır.

Devam edecek.


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 02:08

Seyyid Kutb (Cihan Sulhu ve İslam) kitâbında diyor ki: (Zekât, her sene esâs servetden yüzde iki buçuk mikdârında tahsîl edilir. Bu vergiyi her vergiyi tahsîl etdiği gibi, ancak devlet tahsîl eder. Sarf edilmesi ile vazîfeli olan da, devletdir. Yüzyüze ve iki ferd arasında meydâna gelen bir muâmele değildir. İşte zekât bir vergidir. Bunu devlet tahsîl eder ve belirli yerlere sarf eder. Zekât, elden ele geçen ferdî bir ihsân ve sadaka değildir.Eğer bugün, bazı kimseler, mallarının zekâtını bizzat kendi elleri ile ayırıp yine kendi elleri ile dağıtıyorlarsa, bu, islâmın farz kıldığı bir şekl ve nizâm değildir) diyor.

Seyyid Kutb, zekât üzerinde de, İbni Teymiyyenin sözlerini tekrar etmekden kendini kurtaramamış, burada da, Ehl-i sünnet âlimlerinden ayrılmışdır. Mevdûdî ile Hamîdullah da, böyle yazıyorlar. Ehl-i sünnetin dört mezhebi, sözbirliği ile bildiriyor ki, (Zekât) demek, (Bir müslimânın tam mülkü olan Zekât malı)nın yanî halâl yoldan mâlik olduğu, elindeki zekât malının belli bir kısmını, Kur?ân-ı kerîmde bildirilen sekiz sınıf müslimândan yedisine temlîk, teslîm etmesi, vermesi demekdir. Hanefî mezhebinde, bunlardan yalnız birine de verilebilir. Bu yedi kimse, fakîr, miskin, âmil, yanî hayvan zekâtını ve uşr denilen toprak mahsûlleri zekâtını toplayan kimse, hac ve gazâda olan kimse, evinden ve malından uzak kalmış olan ve borclu olan kimse ve âzâd olacak köledir. 8.sınıf, (Müellefe-i kulûb) denilen kimseler olup, kalblerine îmân yerleşdirilmesi istenilen veyâ kötülükleri önlenmek istenilen bazı kâfirler ve yeni îmân etmiş olan bazı zaîf müslimânlar idi. Resûlullah ?sallallahü aleyhi ve sellem?, bunların üçüne de zekât verirdi. Fekat, hazret-i Ebû Bekr zemânında, Beytülmâl emîni olan hazret-i Ömer, İbni Âbidînde yazılı âyet-i kerîmeyi ve (Kütübi sitte)nin hepsinde bulunduğunu haber verdiği, Muâz hadîsini okuyarak, Müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini Resûlullah nesh eylemişdir dedi. Halîfe ve Eshâb-ı kirâmın hepsi, bunu kabûl ederek, nesh edilmiş olduğuna ve artık bunlara zekât verilmemesi için icmâ hâsıl oldu. (Nesh), Resûlullah hayâtda iken olur. (İcmâ) ise, vefâtından sonra olur. Bu inceliği anlamıyanlar, bunu hazret-i Ömerin nesh etdiğini sanıyorlar. Eshâb-ı kirâma ve fıkh âlimlerine dil uzatıyorlar. (Bedâyı) ve diğer kitâblarda bildirildiği gibi, islâmiyyete yardım için, düşmanın zararını önlemek için, onlara mal, para her zemân ödenir. Fekat bu Beytülmâlın zekât bölümünden değil, başka bölümünden ödenir. Görülüyor ki, Müellefe-i kulûb denilen kimselere ödeme yapılması yasak edilmemiş, onlara zekât verilmesi yasak edilmişdir.

Dört dürlü (Zekât malı) vardır: Altın ve gümüş, ticâret eşyâsı, dört ayaklı kasab hayvanları, toprak mahsûlleri. Toprakda yetişen maddelerin zekâtına (Uşr) denir. (Mecmaul-enhür)de ve (İbni Âbidîn)de buyuruyor ki, (Zenginlerden her çeşid zekâtı devlet topluyordu. Halîfe Osmân ?radıyallahü anh? (Altın ile gümüş ve ticâret eşyâsı) zekâtlarının verilmesini sâhiblerine bırakdı. Zekât toplayan memûrların millete zulm etmemeleri ve kul borcu olanın malından zekât almamaları için böyle yapdı. Borcluları da hapse girmekden kurtardı. Eshâb-ı kirâmın hepsi böyle yaparak, icmâ hâsıl oldu. Bu malların zekâtını sâhibi verince, hükûmet istiyemez. İsterse, icmâa karşı gelmiş olur). Mal sâhibi, zekâtını kendi veremez demek, hazret-i Osmân zemânındaki Eshâb-ı kirâmın sözbirliğini hiçe saymak olur. Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü anlamış, kendi görüşlerine, anladıklarına uymayıp, Eshâb-ı kirâmın icmâına uymuşlardır. Ehl-i sünnet âlimleri bildiriyor ki, (Zenginin, zekâtını fakîrin eline vermesi lâzımdır. Zengin olan bir kimse velîsi olduğu yetimi zekât niyyeti ile doyurursa, zekât vermiş olmaz. Yemeği çocuğa vermeli, çocuk kendi malını yimelidir. Zengin, altını masa üstüne koysa, bir fakîr de gelip, masadan alsa, kabûl olmaz. Fakîr veyâ vekîli alırken, zenginin görmesi lâzımdır. Zekât niyyeti ile fakîri evinde parasız oturtsa, kirâ almasa, kabûl olmaz. Çünki, fakîre mal vermesi lâzımdır.


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 02:24

Dört çeşid zekât malından, zekât hayvanlarının ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını ve şehre dışardan gelen ticâret eşyâsının zekâtını, hükûmet alır. Fekat, hükûmet de aldığını yalnız müslimân

fakîrlere dağıtır. Yanî hükûmet, fakîrlerin vekîli olarak almakdadır.

Zekât parası ile câmi, köprü, çeşme, yol, baraj, hac, cihâd gibi

hayr işlerinin ve âmme hizmetlerinin hiçbiri yapılmaz. Her çeşid

zekâtı, 7 kimseden birine veyâ vekîline teslîm etmek lâzımdır.

Devlet topladığı zekâtı başka işlerde kullanamaz. 7 sınıfdan bir

kimseye verir. Zenginin, zekâtını, fakîr olan akrabâya, sâlihlere,

ilm öğrenen fakîrlere vermesi dahâ sevâbdır.) Hadîs-i şerîfde, (Ey

ümmetim! Beni Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, fakîr akrabâsı varken, başkalarına verilen zekâtı, Allahü teâlâ kabûl etmez) buyuruldu. Yanî sevâbı olmaz. Müşebbihe gibi kâfir olan bid?at sâhiblerine (Mülhid) denir. Mülhidlere zekât verilmez.

Devleti devirip yok etmeğe ihtilâl denir. Meşrû devletin emrlerine uymıyan müslimânlara âsî, bâgî denir. (İbni Âbidîn)de diyor ki, (Bâgîlerin veyâ zâlim hükûmetlerin baskısı altında veyâ Dârülharbde bulunan müslimân, hayvan zekâtını ve uşru onlara vermeyip, fakîrlere kendisi dağıtmış ise veyâ verdiğinin, onlar tarafından yedi belli kimseden birine verilmiş olduğunu biliyor ise, bu zekâtları ve uşru meşrû hükûmet tekrar alamaz. Fekat altın ile gümüşün ve ticâret eşyâsının zekâtını almış iseler, zenginin bunları tekrâr fakîrlere vermesi lâzım olur. Bazı kitâblar, bâgîlerin ve zâlimlerin, eğer müslimân iseler, her zekâtı almaları ve başka yerlere de sarf etmeleri câiz olur demişlerdir. Bunları, fakîr saymışlardır). Buradan da, zekâtın fakîrlere verilmesi lâzım olduğu anlaşılmakdadır.

Türkçe ilmihâl kitâblarının en kıymetlilerinden olan (Dürri yektâ) sâhibi ?rahmetullahi teâlâ aleyh? diyor ki, (Dört çeşid zekât mallarından ikisine, yanî altın ile gümüşe ve ticâret eşyâsına,

(Emvâl-i bâtına) gizli mallar denir. Bir kimsenin gizli mallarını

araşdırmak ve zekâtlarını istemek câiz değildir. Böyle malların

mikdârını hesâb etmek ve zekâtını vermek işi, bunların sâhiblerine bırakılmışdır. Sâhibi, zekâtını dilediği fakîre vermekde serbestdir. Zekât hayvanlarına ve toprakdan yetişen maddelere (Emvâl-i zâhire) denir. Emvâl-i zâhirenin mikdârını anlamak ve fakîrlere dağıtmak, bunların sâhiblerine bırakılmamışdır. Bu işleri müslimânların imâmı tarafından gönderilen memûr yapar. Bu memûra (Âmil) denir.)

Mal demek, insanlara, lâzım olan ve kullanmak için saklanabilen şey demekdir. Birkaç buğday dânesi, bir kaşık toprak, bir içim su, mal değildirler. Çünki, insanların hepsi veyâ birkaçı, bunları saklamaz.

Kâğıd paralar, üzerinde yazılı kıymet ile kullanılmazsa, kendileri kıymetsiz olur. Çünki para olarak kullanılması yasak edilen, çarşıda, pazarda geçmiyen bu kâğıd parçaları bir işe yaramaz ve kullanmak için saklanılmaz. (İbni Âbidîn) ?rahmetullahi teâlâ aleyh?, sarraflık satışını anlatırken, (Fülûs yanî bakır paralar, geçer akçe ise, üzerindeki değere göre para olur. Üzerindeki değeri kaldırılırsa, kıymetsiz mal olur) diyor. Kâğıd liralar da böyledir. 13.sahîfesinde diyor ki, (Ödenecek senedlerin iki manâsı vardır:

Üzerinde yazılı olan değeri ve kâğıdın kendi değeri. Üzerindeki değer (Deyn) olan, yanî insanın kendinde bulunmıyan malını göstermekdedir. Kâğıdın kendi değeri ise pek azdır.) Hükûmetden alınacak aylıkların senedleri, çekleri üzerinde yazılı değerlerin, deyn olan malı gösterdiği, İbni Âbidînin 14.sahîfesi başında yazılıdır. Kâğıd liraların üzerindeki değerler de böyledir.

İnsanın tam mülkü olan, yanî tesarrufu, istifâdesi câiz ve mümkin olan malın zekâtı verilir. İnsanın tam mülkü değilse, zekâtı verilmez. Zekât malı insanın kendinde bulunuyorsa, Ayn denir.

Başkasında bulunuyorsa Deyn denir. Alışverişde, malın ayn ve deyn olması başkadır. Mebi yanî satın alınan mal, akd yanî sözleşme yapılınca müşterinin mülkü olur ise de teslîm alınmadan önce, kullanılması câiz değildir. Bunun için teslîm almadan önce tam

mülkü değildir. Teslîm almadan, zekât hesâbına katılmaz. Satılan

bir malın Semeni, yanî karşılığı, teslîm alınmadan önce, alışverişde ayn ise, yanî satış peşin ise, herkese verilebilir. Semen söz

kesilirken deyn ise, yanî satış veresiye ise yalnız borcluya, yanî satıcıya verilebilir. Bunun için semen, teslîm alınmadan önce de zekât hesâbına katılır.

İster ayn olsun, ister deyn olsun, tam mülk olan (Emvâli bâtına), nisâb mikdârı oldukdan bir sene sonra, elde bulunanın kırkda

birini ayırıp, zekât olarak vermek farz olur. Bunların zekâtlarının

beş şeklde verilebileceği, Dürrülmuhtâr kitâbında şöyle yazılıdır:

1 ? Deyn olan mal, fakîrde ise, hepsi veyâ bir kısmı, bu fakîre

bağışlanırsa, bağışlanan malın zekâtı da deyn olarak verilmiş olur.

Zengindeki mal, zengine bağışlanırsa, bunun zekâtını, ayrıca fakîre ayn olarak vermek lâzımdır.

2 ? Ayn olan malın zekâtını, ayn olarak vermek lâzımdır. Yanî hâzır olan malın zekâtını vermek için kendinde olan bu malın kırkda birini ayırıp fakîre verir.

3 ? Deyn olan malın zekâtı deyn olarak verilemez. Ayn olarak vermek lâzımdır. Yanî başkasında bulunan malının zekâtını, hâzır olan malından vermek lâzımdır. Hâzır malı yoksa, başkasındaki malından zekât mikdârını isteyip teslîm alıp, sonra bunu fakîre verir.

4 ? Ayn olan malın zekâtını deyn olarak vermek câiz değildir. Yanî hâzır bulunan malın zekâtı olarak, fakîrdeki alacağını bu fakîre bağışlamak câiz değildir. Fekat, yanındaki malın zekâtı olarak,

başka birisindeki alacağını alması için fakîre emr etmesi câiz olur.

Çünki fakîr, o kimsedeki malı, altını eline alınca, ayn olur. Ayn

olan malın zekâtı, ayn olarak verilmiş olur. Fakîrde deyn olan malın zekâtı, o deyn maldan verilemez. Çünki, geri kalanı fakîrden aldığı zemân, ayn olur. Aynın zekâtı, deyn olarak verilmiş olur. Bu ise câiz değildir.

5 ? Fakîrden alacağı olan deynin bir kısmını bu fakîre bağışlarsa, bu kısmın zekâtı da verilmiş olur. Geri kalan kısmın zekâtını, ayn olarak ayrıca vermek lâzım olur. Bağışlamış olduğunu, bu zekât yerine sayamaz. Çünki, geri kalanı teslîm alınca, ayn olur. Aynın zekâtı, deyn olarak verilmiş olur. Bu ise câiz değildir.

Fıkh bilgilerini dört mezhebe göre ayrı ayrı bildiren Kitâb-ülfıkh alel-mezâhib-il erbea kitâbını hâzırlıyan heyetin reîsi Abdürrahmân Cezîrî ?rahmetullahi teâlâ aleyh? 1946 da Mısrda vefât etdi. diyor ki, (Kâğıd paraların zekâtını vermek üç mezhebde de lâzımdır. Hanbelî mezhebinde ise, karşılıkları olan altın veyâ gümüş ele geçince zekâtları verilir). Kâğıd liraların kendi değerlerinin değil, üzerlerinde yazılı değerlerin zekâtı verilmekdedir. Çünki, kendi değerleri pek az olup nisâba erişemez. Üzerlerindeki değerlerin de, deyn olan malı göstermekde olduğu yukarıda bildirilmişdir. Deynin zekâtı, deyn olarak verilemiyeceği için kâğıd liraların zekâtı, kâğıd lira olarak verilemez. Ayn olarak vermek, yanî deyn olan malı teslîm alıp da, fakîre vermek lâzımdır. Bundan başka, her dürlü borc, önce zekât malından ödenir. Zekât malı yanî altın ve gümüş ve ticâret malı varken, başka mal, meselâ evde kullanılan halı, inci gibi zekâtı

verilmiyen malı vererek borc ödemek câiz değildir. Kâğıd liraların

zekâtı da, fakîre olan borcudur. Bu borcu, zekât malından ödemek lâzımdır. Tüccâr olmayıp yalnız kâğıd parası ile zengin olanın

zekât malı altındır. Çünki kâğıd liralar, altın karşılığıdır. Gümüş

karşılığı değildir. (Dürr-ül-muhtar)da ve (İbni Âbidîn)de, 8.sahîfe başında diyor ki, (Bir kimsede altın, gümüş ve ticâret eşyâsı ve zekât hayvanları gibi çeşidli zekât malları varsa, borcunu önce altın ve gümüşden ödemesi lâzım olur). Tüccâr olmıyan kimsenin satın alacağı mal, ticâret eşyâsı olmaz. Bu kimsenin herhangi birşeyi satın alıp, bunu zekât olarak fakîre vermesi câiz olmaz. Çünki, ticâret eşyâsı olmıyan mal, zekât olarak verilemez. Altın alıp vermesi lâzım olur. Ticâret eşyâsının zekâtını vermek için, alış fiyâtı, altın veyâ gümüş para üzerinden nisâb mikdârı ise, eşyânın kendisinin veyâ kıymetinin kırkda biri verilir. Şernblâlî, Dürer hâşiyesinde diyor ki, (Fülus denilen metal paralar geçer akça iseler veyâ ticâret malı iseler, bunların kıymetlerinden zekât vermek vâcib olur.) (Hidâye) kitâbındaki hadîs-i şerîfde, (Kıymet hesâb edilip, ikiyüz dirhem

için, beş dirhem gümüş verilir) buyuruldu. Görülüyor ki, fülûs veyâ kâğıd paraların zekâtı olarak kendileri değil, kıymetleri kadar

altın verilir. Tüccâr olmıyanlar, kâğıd paralarının zekâtını yalnız

altın olarak vermelidir. Zekâtı kâğıd para olarak vermek câiz değildir. Tüccârlar ise, kâğıd paralarının zekâtını, altın olarak da, ticâret yapdıkları maldan da verebilirler. Fekat, başka maldan veremezler.

DİKKAT: Bir kimse çıkıp da, (Zekâtı altın olarak vermek, eski zemânda imiş. Şimdi, altın kullanılmıyor. Her yerde kâğıd para kullanılıyor. Şimdi, zekâtı altın olarak vermek lâzım demek, müslimânlara güçlük çıkarmakdır. Allahü teâlâ, güçlük çıkarmayınız! Kolaylık gösteriniz buyuruyor. Kâğıd para kullanmak, umûm-i belvâ olmuşdur. Âlimler, umûm-i belvâ olan şeye izn vermişdir. Bunun için, bugün zekât, kâğıd para ile niçin verilmesinmiş?) derse, bu söz doğru değildir, hem yanlışdır, hem de islâm âlimlerine iftirâdır. Çünki:

Dinde güçlük göstermeyiniz demek, kolayınıza geleni yapınız demek değildir. İslâmiyyetin izn verdiği, câiz olan kolaylığı yapabilirsiniz demekdir. Meselâ, hasta olduğu için veyâ çok soğuk olduğu için ayakları yıkamak güç olunca, mest üzerine mesh edilir.

Çünki, islâmiyyet buna izn vermişdir. Fekat kolaylık olsun diye

ayakları yıkamadan mest giyilmez. Çünki islâmiyyet bu kolaylığa

izn vermemişdir. Hasta olan kimse, başkasının yardımı ile yıkar.

Soğuk ise, suyu ısıtıp da yıkar. Mestlerini bundan sonra giyer. İslâmiyyet, bu kolaylığa da izn vermişdir. Din âlimlerinin sözlerine

ehemmiyyet vermeyip de, fıkh kitâblarının gösterdiği kolaylıkların

dışına çıkmak câiz değildir. İslâmiyyeti, kendi aklına, kendi görüşüne göre çevirmek isteyenlere Dinde reformcu veyâ Zındık denir. Şimdi Mısrda ve Hicâzda böyle zındıklar çoğaldı. İslâmiyyeti istedikleri tarafa çekip çeviriyorlar. Bu zındıklara, bu sapıklara,

asrımızın derin âlimi, müctehid, müceddid ve şehîd gibi parlak ismler takarak ve zehrli kitâblarını terceme ederek satan, böylece milletin dînini, îmânını yıkarak, para kazanan din tüccarları da memleketimizde çoğalmakdadır.

Âlimlerimizin, umûm-i belvâ olan, yanî, her yere yayılan ve sakınılması güç olan şeylere izn vermesi de böyledir. Yanî, kitâbları

karışdırarak, çeşidli ictihâdlar arasında, çok zaîf olsa bile, en kolayını arayıp bulmuşlar ve millete bildirmişlerdir. Umûm-i belvâ

olunca, müctehidlerin en za?îf sözleri ile fetvâ vermek câiz olur. Fekat, hiç bir âlim, hiçbir zemânda hiçbir müctehidin câiz demediği

bir şeye câiz dememişdir ve diyemez. Dinde reformcular, yanî

mezhebsizler ise, akllarına gelen herşeyi yazarlar. Bunlara uyanların ibâdetleri de, dinleri de bozulur. Zekâtı altın olarak vermek, çok kolaydır. Hiç de güç değildir. Sarrafa gitmeğe, altın satın almağa lüzûm da yokdur. Zekâtını fakîrlere kâğıd para olarak dağıtmakda ısrâr eden bir zengin, (Eşbâh) ve (Redd-ül-muhtâr) kitâblarının sâhiblerinin ?rahmetullahi teâlâ aleyhimâ?, fakîrdeki alacağını, ona zekât olarak bırakmak istiyen bir zengin için bildirdikleri gibi yapar: Dağıtmak istediği nisâbdan az kâğıd paranın değerinde altını zevcesinden veyâ başkasından ödünç alır. Sâlih bir fakîre (Birkaç tanıdığıma ve sana zekât vereceğim. Dînimiz zekâtın altın olarak verilmesini emr ediyor. Altınları kâğıd paraya çevirmekde size kolaylık olmak için senin zekâtını almak ve dilediği kimseye hediyye etmek üzere şunu vekîl yapmanı istiyorum. Böylece benim islâmiyyete uymamı sağlamış olacaksın. Bunun için de, ayrıca sevâb kazanacaksın!) der. Zenginin güvendiği bir kimse vekîl yapılır. Altınları fakîrin yanında olmıyarak, bu vekîle zekât niyyeti ile verir. Fakîrin bu vekîli, altınları teslîm alıp, birkaç dakîka sonra bu altınları zengine hediyye eder. Zengin de kâğıd paralarını o fakîre ve başka fakîrlere, Kur?ân-ı kerîm kurslarına ve dîne hizmet eden müslimânlara dağıtır. Câiz olmayan kimselere ve nemâz kılmıyanlara verirse, zekât vermemek azâbından kurtulursa da sevâblarına kavuşamaz. Altınları ödünç almış olduğu kimseye geri verir. Dahâ çok zekât vermesi îcâb ediyorsa, bu işi tekrâr eder. Îmânı kuvvetli olana, ibâdetler güç gelmez. Kolay ve tatlı gelir.


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 02:29

Sizin mücahidlik dediğiniz şey, aslında mücahidlik mi, yoksa fitnecilik mi? Onlarla ilgili yazacaklarımız da var. Şimdi bu gibi şahısların arkasından giden, hatta insanlara cennet vaad edip te canlı bomba olmalarını sağlayan güya islamiyyet adına hareket eden el kaide gibi örgütler, işte bu reformcuların aldatmaları ile hareket etmektedirler. Bunlarla ilgili yazıları da yazacağım inşallah.


zeynelhadi
Yasaklı
18 Eylül 2011 02:34

Boşuna kendini yorma. Seyyid Kutup Tarihin en büyük Mücahididir. Şehadetiyle de bunu kanıtlamıştır. Senin üstatların gibi sağa sola çatıp çatıp boşuna vakit harcamamıştır. Allah yolunda canlarını feda edenlere çatmak ancak sizi küçültür rezil eder. Böyle başlık açarak seviye ve islama bakışınızı ortaya koyuyorsunuz. Şehid Seyyid Kutub'un Fizilalil Kur'an adlı tefsiri dünyada ve türkiyede en çok satılan ve okunan kitaptır. İsteseniz de istemeseniz de. Üstatlarınızdan alıntıladığınız o alıntıların tamamı iftira ve yalandır. Yaptığınız bu rezaletin hesabını bize değil, şehide ve Allaha vercekesiniz. Allahtan korkunuz varsa İslam mücahidleriyle değil, islam düşmanlarıyla mücadele yolunu seçersiniz. Sizin yaptığınız tek şey nerde bir islam alimi varsa onu islamdışılıkla suçlamak bunun vebalinin hesabını allaha vermeniz çok zor. Ama tercih sizindir. Eğer bu şekilde islama hizmet ettiğinizi düşünüyorsanız büyük bir yanılgıın içerisinde olduğunuzu bilmeniz lazım. benden uyarması.

Sizin övüp durduğunuz ve ihlas adlı kuruluşun müslümanları nasıl dolandırdığını dünya alem biliyor. Neyi kime karşı savunuyrsunuz. hüseyin hilmi ışık ile enver örenin müslümanların paralarını nasıl iç ettiklerini herkes bilir. bu şahısların yazdıkları ve çıkardıkları kitapları savunsanız nedir savunmasanız ne. pratikte yaşanmış ve mağdur olan binlerle ifade edilen gariban halk var. önce bunların hesabını verin sonra ihlas yayınlarının çıkardıkları kitapların reklamını yapın.

Hiç kendini zora sokma emin ol bu yazdıklarını hiçkimse okumaz. çünkü okunacak alıntılar değildir. işkembeden atılan boş laflardır. zahmet etme kendini yorma. etkisi olsaydı; ibni teymiyye, seyyid kutup, hasan el benna, muhammed abduh ve diğer alimlerin kitapları milyonlarca bastırılıp satılmaz ve 30 dile çevirilmezdi. Söylemleriniz etkili olsaydı bugün patır patır krallıklarınız yıkılmaz kaçacak delik aramazdınız. Saltanatlarınız yıkılıyor içinize korku düştü değilmi? korkmayın islam size de şefkat kollarını açar ve sizi de himaye eder. islamdan korkmanızın fazla bir anlamı yok. Ben siz siyonizmden, batıdan korkun. çünkü o dost edindiğniz emperyalıst güçler size de yar olmazlar.


zeynelhadi
Yasaklı
18 Eylül 2011 02:42

Senin yazı yazacak kapasiten yok gardaş. sen ancak sağdan soldan toparladığın saçmalıkları alıntılayıp buraya kopyalarsın. kendine güveniyorsan düzgün cevap ver. internetten bulup bulup buraya kopyalamak kolay iş. önemli olan alıntıladığın yazıları savunabilme erdemini göstermek. savunamıyorsun çünkü o alıntıların elle tutulur hiçbir yönü yok. boş boş sayfalara doldurulmuş yazılar. eminim ki o yazıları kendin bile okumumaşısın. çünkü okunacak alıntılar değil.


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 02:43

Yine (Cihân Sulhu) kitâbında Seyyid Kutb diyor ki:

(Bazı kimseler, din nâmına şöyle derler: Zekâtı verilmiş olan mal

[herhangi bir mal veyâ para], birikdirilmiş mal sayılmazlar. Çünki

malın hakkı zekâtdır. Zekâtı verdikden sonra malın tedâvülden çekilmesinde [Yanî hiçbir yerde kullanmamakda] bir suç yokdur

derler. Bu, doğru değildir. Şahsî mülkiyyetin sâhibi, malı tedâvülden çekip saklayamaz. Beytülmâlın ihtiyâcını kapatmak için, devlet ona el koyabilir. Fazlasını alıp fakîrlere taksim edebilir) diyor. Bu sözü de, bir bilgi, bir anlayışın ifâdesi değil, kendi görüşü ve düşüncesidir. İslâmiyyeti, kendi görüşüne, siyâsî düşüncesine uydurmak istemekdedir. Mevdûdînin de övmek zorunda kaldığı imâm-ı Rabbânî hazretleri, (Mektûbât) kitâbının 1.cild, 165.mektûbunda buyuruyor ki: (Ebedî seâdete kavuşmak istiyen, Muhammed aleyhisselâma uymalıdır. Ona uymakla şereflenmek için, dünyâyı büsbütün bırakmak lâzım değildir. Farz olan zekât verilince dünyâ terk edilmiş sayılır. Mal zarardan kurtulur. Çünki, zekâtı verilen mal zarardan kurtulur. Dünyâ malını zarardan kurtarmanın ilâcı, bunun zekâtını vermekdir. Malın hepsini vermek dahâ iyi ise de, zekâtını ayırıp vermek de, hepsini vermek gibi olur).

Zekâtı verilmiş olan mal, ne kadar zemân saklanırsa saklansın,

sâhibine zarar vermez. Zekâtı verilmiş olan malı tedâvülden çekmek suç olmaz. Devlet bu mala el korsa, zulm etmiş olur. Suç olmaz demek, âhıretde bunun için, süâle çekilmez ve azâb olunmaz demekdir. Fekat, bu mal ile hayrlı işler yapmanın, ticâretde ve sanatda kullanmanın, islâmiyyete ve müslimânlara yardım etmenin sevâblarına kavuşulamaz. Âhıretdeki yüksek derecelere erişilemez. Büyük âlim Abdülganî Nablüsî hazretleri (Hadîka) kitâbında diyor ki, (Zekât, malı zarardan korur.) Resûlullah ?sallallahü aleyhi ve sellem? (Zekâtını vermekle mallarınızı zarardan koruyunuz) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, Münâvîde de senedi ile yazılıdır. (Altınlarını, gümüşlerini saklayıp Allah yolunda dağıtmıyanlara çok acı azâb vardır) meâlindeki âyet gelince, Resûlullah ?sallallahü aleyhi ve sellem? (Zekât müslimânların mallarını temizlemek için emr olundu. Zekâtı verilen mal kenz olmaz. Ya?nî saklanan mal sayılmaz) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Zekâtı verilmiyen mal için kıyâmetde çok acı azâb vardır) buyuruldu. Seyyid Kutb, bu hadîs-i şerîflere inanmıyormuş gibi davranıyor. Taberânînin

bildirdiği ve Münâvîde yazılı hadîs-i şerîfde, (Zekâtı verilen mal

kenz değildir) buyuruldu. Resûlullah, zekâtı verilen mal birikdirilmiş mal sayılmaz diyor. Seyyid Kutb da, bu söz doğru değildir diyor. Seyyid Kutbun nasıl bir adam olduğu, bu sözünden de anlaşılmakdadır.

Seyyid Kutb, yine (Cihân Sulhu) kitâbında: (Devlet yalnız vergi yolu ile değil, şahsî mülkiyyetden ihtiyâcın gerekdirdiği mikdârı karşılıksız ve iâde etmemek üzere alır. Toplumun umûmî ihtiyâclarına harcar) diyor. Allahü teâlânın emrlerini, kanûn şekline koymuş olan Cevdet pâşa, (Mecelle)nin 95.maddesinde diyor ki, (Başkasının mülkünü kullanmak için emr olunamaz). Meselâ, filânın şu malını, falanca kimseye ver diye birisine emr olunamaz. 96.maddesinde ve (Dürrül-muhtâr)da, (Bir kimsenin mülkü onun izni olmaksızın kullanılamaz) denilmekdedir. Mülk, insanın mâlik olduğu şeydir. Resûlullah ?sallallahü aleyhi ve sellem? (Bir mü?minin malı, onun gönlü rızâsı olmadan alınırsa halâl olmaz) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf imâm-ı Münâvînin (Künûzüddekâık) kitâbında ve imâm-ı Ahmedin (Müsned)inde ve Ebû Dâvüdda yazılıdır. Buradan da anlaşılıyor ki, devlet milletden meşrû olmıyan ve meşrû mikdârı aşan birşey alamaz. Meşrû olmıyan vergileri de millete yüklemez. Alırsa, gasb etmiş, zulm etmiş olur. Gönül rızâsı olmadan, zorla aldığı bu malları sâhiblerine geri vermesi lâzım olur. Devletin millet malına el koyması, gasb etmesi, sosyalist memleketlerde olur. İslâmiyyetde sosyalist devlet olamaz. Hâcı Reşîd pâşa ?rahmetullahi teâlâ aleyh?, Mecellenin 98.maddesini açıklarken (İştirâk-i emvâl) yanî komünistlik, islâmiyyetde aslâ câiz olmadığını bildirmekdedir. İslâmiyyetde kapitalist bir ekonomi sistemi de yokdur. Milleti kemiren bu iki zulm ocağını, zekât farîzası, kökünden temizlemekdedir. İslâmiyyetde sosyal adâlet vardır. Herkes çalışmasının, alın terinin karşılığına kavuşur. Kimsenin, başkasının malında gözü olmaz. Devlet de, milleti sömürmez. Devlet hazînesi olan (Beyt-ül-mâl)ın parasını da kendi keyflerinde kullanamazlar.

İslâmiyyetin emr etdiği vazîfeleri ve millete lâzım olan hizmetleri devlet yapar. Bunların parasını Beytülmâl) denilen devlet hazînesinden öder. Milletden zorla alması câiz olmaz. İslâm devletinin büdcesi, Beytülmâldır. Devletin gelirleri, Beytülmâlın

gelirleridir. Devlet, Beytülmâlın kaynaklarını kurutmamalı ve isrâf etmemeli, gayr-i meşrû yerlere harc etmemelidir. Cihâd için ve hizmetler için, Beytülmâlın gelirleri yetişmezse, adâlet üzere

milletden ödünç istemesi câiz olur. Fekat, sonra bunları ödemesi

veyâ vermiş olanların bağışlamaları lâzımdır. Beytülmâlın kaynaklarını işletmezse ve Beytülmâlı gayri meşrû yerlere harc

ederse, zulm etmiş olur. Devlet, Beytülmâlın gelirlerini sağlar ve kullanırsa, bütün işlerini yapmağa yetişir. Milletden yardım istemek zorunda kalmaz. Hâcı Reşîd pâşa ?rahmetullahi teâlâ aleyh?, Mecellenin 33.maddesini açıklarken diyor ki, kimsenin mülküne dokunmağa islâmiyyet izn vermemişdir. Zarûret hâlinde olan, yanî bunalan kimse bile, başkasının hakkına dokunamaz. Aç kalan kimsenin,

başkasının ekmeğini, izni olmaksızın yimesine izn verilmiş ise de,

sonra kıymetini ödemesi lâzım olur. Onun aç olması, ölüm tehlükesinde bulunması, bir kimsenin kendi mülkündeki hakkının yok olmasına sebeb olamaz. Zarûret hâlinde bile başkasından alınan malın ödenmesi lâzım olur. Zarûretlerin, yasak olan şeylerin yapılmasına sebeb olmaları, kimsenin hakkının gitmesine sebeb olamaz.

(Müslimânların iyi gördüğü şeyi, Allahü teâlâ da iyi kabûl eder)

hadîs-i şerîfindeki müslimân, derin âlim, yanî müctehid olan müslimân demek olduğu, (Berîka)da yazılıdır. Bu âlimlerin ?rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn? bildirdiklerine uygun olmıyan şeyler, hiçbir zemân kabûl edilmez. 58.maddenin şerhinde diyor ki, hükûmetin emri ile

birinin mülkü, kıymeti ile satın alınıp, yola katılabilir. Fekat, değeri ödenmedikçe, elinden zorla alınamaz. Hükûmet emr edince, zorla satın alınır. Fekat, parası verilmeden alınamaz. Komünistlik yeni birşey değildir.

Yine Cihân Sulhu kitâbında: (Yağma, soygunculuk, gasb, hırsızlık, rüşvet, hîle ve fâiz, ihtikâr ve bunlara vesîle olan yollardan şahsî mülkiyyet meydâna gelmez. Devlet istediği zemân bunu temâmen veyâ kısmen hazîneye alabilir. Târîhi örnekler, bu hakkın temâmen devlete verildiğini göstermekdedir) diyor. Bu sözü de pek yanlışdır. Evet bu haksız kazançlar halâl olmaz. Devletin bunları geri alması lâzımdır. Hem de, istediği zemân değil, hemen alması lâzımdır. Fekat geriye aldığı, devletin olmaz. Bunları sâhiblerine ulaşdırması lâzımdır. Devletin vazîfesi, âcizin hakkını zâlimden alıp, ona yardımcı olmakdır. Bunları mazlûma ulaşdırmayıp, hazîneye alırsa, devlet de zâlim olur. İbni Âbidîn 5.cildde kadınlara Beytülmâldan aylık verilmesini anlatırken, (Harâmdan elde edilen, meselâ gasb edilen mallar, sâhiblerine geri verilir. Böyle mallar, Beytülmâlın olmaz. Bütün müslimânların ortak malı da olmaz) buyurmakdadır. Milletden gayrı meşrû toplanan, meselâ gasb edilen mallar da devletin olmaz. Sâhiblerine, sâhibleri ölmüş ise vârislerine geri verilir. Sâhibleri bilinmiyorsa, fakîrlere dağıtılır. Bunu bilenlerin de almaları, kullanmaları harâm olur. Harâm malı, sâhibini bildiği hâlde, geri vermeyip, bununla bir ibâdet yapan, meselâ câmi? yapdıran, sadaka veren kimse, bundan sevâb beklerse, kâfir olur. Başkaları da, bunun harâm mal olduğunu bilerek, sevâb kazandığını söylerse, kâfir olurlar. Çünki, bu malı, eğer bozulmuş ise benzerini, benzeri yoksa değerini sâhibine veyâ vârislerine geri vermesi, bunları bulamıyorsa, sevâbın onlara olmasını niyyet ederek, fakîrlere dağıtması farzdır. Başka yerde kullanılması, harâmdır. Başkalarının da, bu malı, harâm olduğunu bilerek, almaları ve kullanmaları harâm olur. Harâm olarak gelen malı, harâmdan veyâ halâldan gelmiş olan başka mal ile karışdırıp, bu karışımdan sadaka vererek sevâb beklerse, kâfir olmaz. Çünki, karışınca, kendi habîs mülkü olur. Sâhibine borçlu olur. Mislini veyâ kıymetini ödemeden önce, kendi kullanması harâm ise de, başkasının bundan alması ve kullanması harâm olmaz.


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 02:46

Sen yazmadın mı az önce, varsa islamiyyete uymayan yerleri, yazarsın, ona göre konuşuruz diye. Biz de kaynakları ile bunları yazıyoruz. Seyyid Kutub'un hangi kitabında neler yazdığı meydanda. İsteyen açıp bakar. İslamiyyetin ahkamı da meydanda. Yazıyoruz zaten ilgili konunun hemen altına doğrusunu. Niye gocunuyorsunuz ki? Siz istemediniz mi az önce?


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 02:48

Gelelim "Cihad, Mücahidlik" gibi konulara. Yoksa isyan ve fitnecilik mi desek? Bu adamın peşinde giden 70 bin müslüman yok yere darağacında asıldı mı asılmadı mı?

İşte Seyyid Kutub'un cihad anlayışı ve işte islamiyyetin bu konudaki ahkamı;


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 03:03

Seyyid Kutb, (Cihân Sulhu) kitâbında:(Müslimânlar ihtilâlci olur. Zulm, haksızlık yapan hükûmete karşı ihtilâl yapar) diyor. Bu sözü de, islâm âlimlerinin bildirdiklerine uymamakdadır. Müslimânlar ihtilâl yapmaz. Fitne ve fesâd çıkarmaz. Zâlim olan hükûmete de isyân etmek günâhdır. Kanûnlara, emrlere karşı gelmek, cihâd olmaz. Fitne çıkarmak olur. Seyyid Kutb ve Mevdûdî ve bunlara aldananlar, Hac sûresinin 39.âyetine yanlış manâ verdikleri için, bu felâkete düşmüşlerdir. Bu âyetde meâlen, (Mü?minlere saldıran zâlimlerle cihâd etmeğe izn verildi) buyuruldu. Mekkede kâfirler, müslimânlara zulm edip, yaralayınca, öldürünce, bunlarla döğüşmek için, tekrâr tekrâr izn istediler. İzn verilmedi. Medîneye hicret edilince, bu âyet gelerek, yeni kurulan islâm devletinin, Mekkedeki zâlimlerle cihâd yapmasına izn verildi. Bu âyet-i kerîme, müslimânların, zâlim hükûmete isyân etmeleri için değil, insanların islâm dînini işitmelerine, müslimân olmalarına mâni olan zâlim diktatör orduları ile cihâd yapması için, islâm devletine izn vermekdedir. (Siyer-i kebîr) 41.sahîfedeki hadîs-i şerîfde, (Emîre isyân eden kimseye Cennet harâmdır) buyuruldu. 71.sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, (Âdil ve zâlim, her emîrin emri altında cihâd ediniz!) buyuruldu. Kitâblarda yazılı olan cihâd, başka memleketlerdeki kâfirlerle harb etmek demekdir. İbni Adînin Kâmil kitâbında ve Beyhekînin Şüabülîmân kitâbında bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Bozuk bir işi düzeltemediğiniz zemân, sabr ediniz! Allahü teâlâ onu düzeltir) buyurulduğunu yazmakdadır. Bu hadîs-i şerîf, kanûnlara karşı gelmeği, ihtilâl yapmağı değil, meşrû yollardan nasîhat verip sabr etmeği emr buyurmakdadır. Künûzüddekâık kitâbında ve Tirmüzîde ve Taberânîde bildirilen hadîs-i şerîfde, (Cihâdın en kıymetlisi, zâlim sultân yanında, doğru yolu gösteren bir söz söylemekdir) buyuruldu. Âlimlerin gücü yetdiği kadar hükûmet memûrlarına, emr-i marûf yapması lâzımdır. Fekat emri marûf yaparken, fitne çıkmamasına çok dikkat etmelidir. Görülüyor ki, müslimânlar ihtilâl yapmaz. Fekat, zulme, haksızlığa da teslîm olmaz. Meşrû yollardan hakkını arar. Hükûmetin meşrû emrlerine uymak, her müslimâna vâcibdir. Hiç kimsenin harâm olan emrleri yapılmaz. Fekat, buna isyân edilmez. Fitne çıkarılmaz. Zâlimlere karşı gelmemeli, onlarla münâkaşa etmemelidir. Meselâ, nemâz kılmamak, en büyük günâhlardandır. Âmir, kumandan, kâfir ve zâlim olup, emri altında olana nemâz kılma derse, baş üstüne kılmam demeli, senin yanında kılmam demeği düşünmelidir. Çünki fitne çıkarmak, yanî müslimânların ezilmelerine sebeb olmak harâmdır. O zâlimin yanından ayrılınca, nemâzı hemen kılmalıdır. Hindistândaki islâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülhak-ı Dehlevî, Çok kıymetli hadîs kitâbı olan Mişkât-ül-mesâbîhi fârisî olarak şerh etmişdir. (Eşiat-üllemeât) ismindeki bu şerhde, Kitâb-ül fiten kısmında diyor ki: Eshâb-ı kirâmdan Huzeyfe ?radıyallahü anh? diyor ki, (Resûlullaha ?sallallahü aleyhi ve sellem? ilerde hâsıl olacak fitnelerden sordum. Çünki, bunların şerrine yakalanmakdan korkuyordum). Zararlı şeyden sakınmak, fâideli şeye kavuşmakdan dahâ mühimdir. Buradaki fitne, insanlar arasında karışıklık, döğüş demekdir. Harâm işlemenin yayılması da fitne ise de, bunu sormağa lüzûm yokdur. Çünki, harâmlar bellidir. (Yâ Resûlallah, biz, müslimân olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, Senin şerefli vücûdün ile, islâm nimetini, iyilikleri bizlere ihsân etdi. Bu seâdet günlerinden sonra, yine kötü zemân gelecek mi dedim. (Evet gelecek!) buyurdu. Bu şerden sonra, hayrlı günler yine gelir mi dedim. Yine (Evet gelir. Fekat, o zemân bulanık olur) buyurdu). Yanî, bu zemânda, iyilik kötülükle karışık olur. Kalbler, ilk zemânlarda olduğu kadar sâf ve tertemiz olmaz. İtikâdların sahîh, amellerin sâlih ve idârecilerin adâletleri, 1. asrdaki gibi olmaz. Kötülükler, bid?atler, her tarafa yayılır. İyiler arasına kötüler, sünnetler arasına bid?atler karışır. (Bulanıklık ne demekdir) dedim. (Benim sünnetime uymıyan ve benim yolumu tutmıyan kimselerdir. İbâdet de yaparlar. Günâh da işlerler) buyurdu. Hayr da yaparlar, şer de yaparlar. Bid?at işlerler. (Bu hayrlı zemândan sonra, yine şer olur mu) dedim. (Evet. Cehennemin kapılarına çağıranlar olacakdır. Onları dinliyenleri Cehenneme atacaklardır) buyurdu. (Yâ Resûlallah! Onlar nasıl kimselerdir,) dedim. (Onlar da, bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar) buyurdu. Yanî, arabî konuşurlar. Âyet ve hadîs okuyarak, vaz ve nasîhat ederler. Fekat, kalblerinde hayr ve iyilik yokdur. (Onların zemânlarına yetişirsek, ne yapmamızı emr edersin) dedim. (Müslimânların cemâatine ve hükûmetine tâbi ol) buyurdu. (Müslimân cemâati ve müslimân hükûmeti yoksa, ne yapalım,) dedim. (Bir kenâra çekil. Aralarına hiç karışma. Ölünceye kadar, yalnız yaşa!) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Benden sonra öyle hükûmetler olur ki, benim yolumdan ayrılırlar. Kalbleri şeytân yuvasıdır. Bunlara da itâat ediniz! Karşı gelmeyiniz! Sizi döğse de, mallarınızı alsa da karşı gelmeyiniz!) Yanî, zâlim olan, malınıza, canınıza saldıran hükûmete de isyân etmeyiniz. Fitne çıkarmayınız. Sabr edip, ibâdetiniz ile meşgûl olunuz. Şehr içinde fitneden kurtulamazsanız, ormana sığınınız. Fitnecilere karışmamak için, ormana gidip, ot, yaprak yimek zorunda kalırsanız, ormanda kalınız da, fitnecilere karışmayınız! (İyi dinleyin ve bana itâat edin) buyurdu. Bu son emr, hükûmete karşı gelmemek, fitne çıkarmamak için, çok dikkatli olunuz demekdir. Bu hadîs-i şerîflerden ve islâm âlimlerinin açıklamalarından anlaşılıyor ki, din adamları, devlete şekl vermek, kanûn yapmak işlerine karışmaz. Siyâset ile uğraşmaz. Politikacılara âlet olmaz. Şu veyâ bu devlet şeklinin savunuculuğunu yapmaz. Ehl-i sünnet âlimleri, bu yasağa titizlikle uymuşlar, din adamlarının siyâsete karışmasının, yakıcı ateşi tutmak gibi olduğunu bildirmişlerdir.

Kuvvete karşı gelmek, devlete karşı isyân etmek ahmaklıkdır. Kendini tehlükeye atmak olur. Bu ise, harâmdır. Kâfir memleketlerinde müsâfir olan müslimânın da, kâfirlerin mallarına, canlarına ve ırzlarına dokunması ve hükûmetlerine isyân etmesi câiz değildir. Kâfirlerin gönüllerini hoş ederek, onlardan fâidelenebilir. Dârülislâmda yaşayan zimmî kâfirlerin ve müsâfir gelen harbî kâfirlerin, yanî turistlerin ve tüccarların haklarını gözetmek, müslimânların haklarını gözetmekden dahâ mühimdir. Bunlara saldırmak, hattâ bunları gîbet etmek, çekişdirmek bile müslimânlara saldırmakdan dahâ kötüdür. Müslimânlar, boş yere hiç vakt geçirmez. Din bilgilerine ve fen bilgilerine çok çalışarak kuvvetlenir. Böylece, gâlib ve hâkim olurlar. Bir müslimânın cihâd yapması demek, ihtilâl, isyân yapması değil, din bilgilerini yayması demekdir.

İbni Âbidîn buyuruyor ki, (Sultân veyâ başka zâlimler, ikrâh ederek, zorlıyarak, ölümle, habs ile, işkence ile korkutarak emr edince, belli günâhları işlemek mubâh, hattâ farz olur. Emrini yapmamak günâh olur). (Berîka)da, doksanbirinci [91. ci] sahîfede diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Emîrlerinize itâ?at ediniz!) buyuruldu. Emîr, en aşağınız olsa dahî, islâmiyyete uygun olan emrlerine uymak vâcibdir. Hiç kimsenin günâh olan emrine itâat edilmez. Fekat, isyân etmek fesâda sebeb olursa, bu emrine de itâat olunur. Çünki, büyük zarar işlememek için, küçük zararı irtikâb etmenin câiz olacağı (Eşbâh)da yazılıdır. Sultânın emr etdiği mubâh birşeyi yapmak vâcib olur). Abdülganî Nablüsî, Hadîkada, 143.sahîfede diyor ki, (Sultânın, kendi aklı ile, arzûsu ile verdiği emrlerine itâat etmek vâcib olmaz. Fekat sultân zâlim ise, eziyyet ve işkence ediyorsa, onun Allahü teâlânın hükmlerine uymıyan emr ve yasaklarına da uymak lâzım olur. Hele, itâat etmiyenleri öldürüyorsa, kendini tehlükeye atmak, kimseye câiz olmaz. İbni Âbidîn, bâgîleri anlatırken diyor ki, müslimânlar, bir memleketde emîn ve râhat ibâdet eder ve huzûr içinde yaşarlarsa, hükûmete karşı isyân etmeleri câiz olmaz. Hükûmet zulm yaparsa, zulme karşı gelmeleri fitneye sebeb olursa, yine câiz olmaz. Böyle sultâna yardım etmek, zulme yardım etmek olur. Karşı gelenlere de yardım edilmez. Çünki, câiz olmıyan şeye yardım edilmez. [Müslimânların ibâdet yapmalarına, çocuklarına din bilgisi öğretmelerine mâni olmak ve harâm işlemelerine, îmânlarının bozulmasına sebeb olmak, en büyük zulmdür.] Hükûmet zulm yapmıyor ise iktidârı ele geçirmek için isyân edenlere Bâgî denir. Müslimânların bu hükûmete yardım etmeleri lâzım olur. Çünki hadîs-i şerîfde, (Fitneyi uyandırana lanet olsun!) buyuruldu. İsyân edenler, hükûmete ve müslimânlara kâfir der ve mallarına, canlarına saldırırlarsa, bunlara (Hâricî) denir. Bu inanışları, şer?î delîli te?vîl sebebi ile ise, bunlar kâfir olmaz. Şimdi bazı kimseler de, kendileri gibi inanmıyan müslimânlara kâfir diyor, saldırıyorlar. Bu işleri delîlleri tevîl ile olduğu için, kendilerine kâfir denilemez ise de, tevîlden haberi olmıyanları kâfir oluyorlar. Sultân âdil olsun, zâlim olsun islâmiyyete uygun olan emrlerine itâat etmek vâcibdir. Devlet reîsi, mürted veyâ mecnûn yâhud islâmiyyeti tatbîkden âciz olursa, azl yanî hal olunur. Azli fitneye sebeb olursa, zararı az olana tehammül edilir. Bir müslimân, kahr ve zor ile halîfenin yerine iktidârı eline alırsa buna itâat olunur. Kâfir hükûmetin tayîn etdiği müslimân vâlî, ahkâm-ı islâmiyyeyi tatbîk ederse, buna itâat olunur. Tatbîk edemezse veyâ vâlî de kâfir ise, müslimânlar, içlerinden birini müftî, emîr tayîn ederler. Bu müftî, ahkâm-ı islâmiyyeyi icrâ eder. Buna da imkân olmazsa, esâret hayâtı olur. Fitneye sebeb olmamak lâzım olur. Buradan anlaşılıyor ki, sultân Abdülazîz hânın ?rahmetullahi teâlâ aleyh? hal'i için şeyh-ul-islâm Hasen Hayrullah efendinin ve ikinci Abdülhamîd hânın ?rahmetullahi teâlâ aleyh? hal?i için fetvâ emîni hâcı Nûri efendi imtinâ edince, yerine bir yobazın, silâh tehdîdi ile ve ölüm korkusu ile imzâladıkları fetvâlar meşrû değildi. Bu iki fetvânın sahîh olmadıkları, uydurma sebeblere dayandıkları (Türkiye târîhi)nde yazılıdır. Bunun için, bu iki sultân, ölünciye kadar meşrû halîfe idi. Yine bunun için, meşhûr 93 harbinde ve Balkan ve Birinci cihân harblerinde Osmânlılar mağlûb oldu. Çünki, bu üç harbi, islâm hükûmeti değil, islâmdan nasîbi olmayan komüteciler çıkarmış ve idâre etmişlerdi.


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 03:18

Bir hürriyyet kahramanı şekline sokulmuş olan Seyyid Kutbun, (İslâmî etüdler) kitâbının tercemesinde, 32.sahîfede: (Diktatörlerin ve taşkınların yüzüne durarak, haykırmayanlar, yâ büyük bir günâh işliyorlar, yâ münâfık oldukları için böyle davranıyorlar. Yâ da bunlar hakîkî islâmı bilmeyen kara câhillerdir) diyor. Böylece, müslimânlar arasında fitne ve ihtilâl çıkarmağı körüklüyor. Hâlbuki, hadîs-i şerîfde, (Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana, Allah lanet etsin!) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir münker gördüğünüzde, bunu değişdiremezseniz, sabr edin! Allahü teâlâ onu değişdirir) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, emr-i marûfu yumuşak olarak yapmalıdır buyuruyor. Bir hadîs-i şerîfde, (Zâlimin zulmünü değişdiremiyen, oradan hicret etmelidir) buyuruldu. Seyyid Kutb, 33.sahîfede: (İslâmiyyet, bir mücâdele, sonsuz bir savaşdır. Düâlar mırıldanmak, tesbîh dânelerini şıkırdatmak, aman Allahım sen koru sözlerine dayanarak, gökden hayr yağacağına güvenmek, islâmiyyet değildir) diyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri 3.cildin 47.mektûbunda Seyyid Kutbun da yazısına çok güzel cevâb vermekdedir. Okununca, Seyyid Kutbun nasıl bir yolda olduğu hemen anlaşılır. Allahü teâlâ düâ ve tevekkül etmeği emr ediyor. Düâ edenleri, tevekkül edenleri severim diyor. Seyyid Kutb ise, düâ edenlerle, tevekkül edenlerle alay ediyor. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler tesbîh söylemeği emr ediyor. Tesbîh okuyanları övüyor. O ise, bunu red ediyor. Savaşa

hâzırlanmak, sebeblere yapışmak, en modern korunma vâsıtalarını yapmak, elbet lâzımdır. Dînimiz bunu emr etmekdedir. Fekat bu, müslimânlarda ve kâfirlerde ortak olan bir işdir. Müslimânlarda ayrıca tevekkül ve düâ silâhı da vardır.

İbni Hacer-i Mekkî ?rahmetullahi teâlâ aleyh? (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbının 149.sahîfesinde buyuruyor ki, islâm âlimlerinin çoğuna göre, düâyı inkâr eden kâfir olur. Kur?ân-ı kerîme inanmamış olur. Düâ ile istenilen şey, yâ kabûl olup verilir. Yâhud âhiretde verilir. Yâhud, günâhın afv edilmesine sebeb olur. Allahü teâlâ, kulunun düâ etmesini, yalvarmasını sever. Düânın kabûl olması için şartlar vardır. Bunlardan biri, halâl yimek, halâl giymekdir. Biri de, kalb ile, yanî gönülden istemekdir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ, çok düâ edenleri sever. Düâ edip, ümmîdini kesmeyen, vad olunan üç şeyden birine elbette kavuşur). Hadîs-i şerîflerle bildirilen ibâdetlerin islâmiyyet olmadığını söylemesi, Seyyid Kutbun nasıl bir reformcu olduğunu açıkça göstermekdedir.

33.sahîfede: (İslâm, kimsenin dîne zorla girmesi için bir harbin yapılmasını aslâ göz önünde bulundurmaz) diyor. 41.sahîfede: (İslâm peygamberinden ve onun yolunda gidenlerden istenilen şey, insanları bu dîne sokmak için yumuşak davetlerde cehd ve gayret göstermekdir) diyor. Bu yazıların yanlış ve iftirâdır. Müslimânlar herkese yumuşak davranır. Birbirlerine yumuşak olarak (emr-i marûf) yaparlar. Dârülharbdeki kâfirler ile de iyi geçinmemiz emr olundu. Müslimânların düşmanlara karşı en kuvvetli silâhı, güler yüzlü ve tatlı dilli olmakdır.

43. sahîfede yine: (İlk fethlerin hepsi, islâmı, bütün beşerin tek dîni hâline zor kullanarak değil de, serbest davet yoluyla getirmekdi) diyor. Bunun yanlış olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler yukarıda bildirilmişdir.

45.sahîfede: (İslâmiyyet herkese, yeryüzünde adâletin tehakkukunu emr eder) diyor. (Müslimânların arasını bulun!) meâlindeki âyet-i kerîmeyi, bütün insanlar arasına yaymağa çalışmakdadır. İslâmiyyet, yeryüzündeki kâfir memleketlerinde adâletin tehakkukunu emr etmez. Buralara îmânın, islâm adâletinin ulaşdırılmasını, yerleşdirilmesini

emr etmekdedir.

59.sahîfede: (Arab ülkelerinde ictimâî tesânüdü tehakkuk etdirmek için dînî inançları, ahlâkî eğitimin esâsı olarak alırsak, bu ülkelerde revacda olan -yalnız islâm değil- bütün dinlerin bize yardımcı olacaklarını göreceğiz) diyor. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Doğru olarak yalnız islâm dîni vardır) buyuruldu. Bu Mısrlı yazar ise, bütün bozuk, kötü dinleri, islâm dîni derecesine çıkarmakdadır. İslâm dîni varken, bozuk dinlere, düşüncelere, lüzûm olmadığını anlıyamamışdır.

69.sahîfede: (Mal cemiyetin mülkiyyetinde olduğundan, ferd, malını ihtiyâcı olanlara fâizsiz ödünç vermekle mükellefdir) diyor. Mal, yalnız sosyalist ve komünist memleketlerde cemiyyetin mülküdür. İslâmiyyetde mal, ferdin mülküdür. İslâmiyyetde ferdin malına başkaları karışamaz. Cemiyet, yanî devlet, kimsenin malına el koyamaz. Karışırsa zulm etmiş, gasb etmiş olur. Kimse, kimseye ödünç vermeğe zorlanamaz.

75.sahîfede: (Zekât, ferdlerin vicdânlarına bırakılmayan bir ödemedir. Devlet onu alır. Zekât, elden ele verilen ferdî bir

bağış değildir) diyor. Bu düşüncesinin de çok yanlış ve saçma olduğunu 51.maddede bildirdik.

75.sahîfede: (İslâm, cemiyyet nizâmını kurmuş, dünyâ nizâmlarını silâh zoru ile değil, fikr gücü ile yenmişdir) diyor. Bu düşüncelerin de islâmiyyete uygun olmadığını 50.maddede vesîkalarla isbât etdik. Cihân Sulhu kitâbında, (Devletcilik sâhasında çalışmalar henüz pek azdır. İslâmın bu tarafı gereği kadar açıklanmamışdır) dediğini 49.maddede bildirmişdik. Burada ise, (islâm cemiyet nizâmını kurmuş...) diyor. Sözleri birbirini bozmakdadır. Her ilm kolunda da, böyle yeteri kadar bilgisi olmıyanların, derme çatma yazdıkları sıksık görülmekdedir.

77.sahîfede: (Bugün onları, Peygamberin zemânında yapmış olduğu şeklde, kısa ve mufassal bilgilerle islâma davet etmemiz aslâ kifâyet etmez. O devrelerde, bugünkü gibi, islâm nazariyyesi karşısında duran teferruatlı ictimâî nazariyyeler yokdu) diyor. İslâmiyyeti nazariyye, insan düşüncesi sanmakdadır. Bu yazıları, islâmiyyetden hiç haberi olmadığını gösteriyor. İslâmiyyet, nazariyye değildir. İslâmiyyet, Allahü teâlânın ve Onun yüce Peygamberinin ?sallallahü aleyhi ve sellem? emrleri ve teblîgleridir. Bu emrler, bu beyânlar karşısında, insanların kısa akllarından, düşüncelerinden doğan nazariyyeler, hiçbir zemân dayanamaz. Çürür, erir, söner. Dâimâ mağlûb olur. Seyyid Kutb denilen kimse, Ehl-i sünnet âlimlerinin ?rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn? kitâblarını okuyup, biraz anlamış olsaydı, haddini bilir, edebini takınırdı. Kendi bozuk düşüncelerini, islâmın rûhuna uymıyan saçma sözlerini islâmiyyet olarak gençliğe sunmakdan belki çekinirdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkararak yazdıkları kıymetli kitâblarındaki bilgilere uymıyan böyle saçma yazıları, islâmiyyet olarak yazmak ve yaymak, islâmiyyeti bozmağa, içerden yıkmağa kalkışmak demekdir.

79.sahîfede: (Bütün inançları eşidlikle ve aynı hürriyyete davet ederiz. İnanç hürriyyetini korumak, müslimân devletin vazîfesidir. Bütün vatandaşlar gelir kaynaklarından müsâvî hakka sâhibdirler. Ferdî mülkiyyet sınırlıdır. Fazla malları alma hakkı cemiyetindir) diyor. Bu düşünceleri de islâmiyyetle taban tabana zıddır. Yukarıda islâmiyyeti yaymalıdır, diyordu. Burada ise, her dîne hürriyyet verilmesini istiyor. Sözleri birbirini tutmuyor. Bir tarafdan da, islâmiyyeti, sosyalizme ve komünizme çevirmeğe çalışmakdadır. Bunların cevâbı uzun bildirildi.

87.sahîfede: (Devlet, lüzûmu hâlinde cemiyetini korumak için ihtiyâcı kadar parayı varlıklı ferdlerden kaydsız şartsız alabilir) diyor. Bu yanlış düşüncesinin cevâbını da 53.maddede uzun bildirdik.

92.sahîfede: (Bu işler için zekât kâfî gelmez ise, hükûmet zenginlerin elindeki fazla malları alıp fakîrlere iâde eder)diyor.

Seyyid Kutb, bu sosyalist düşüncelerini islâmiyyete yüklemeyip de, kendi malı olarak ortaya koysaydı çeşidli akıntılara kapılarak,

şaşkına dönmüş olan gençler arasında, belki kendisine bir yer bulabilirdi. Fekat, bir din adamı kılığına girerek, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırması ve kendi sosyalist düşüncelerini, islâmiyyet olarak tanıtmağa kalkışması, kendisini dünyâda da, âhiretde de rezîl etmekde, Allahü teâlânın intikâmına hedef olmakdadır.

203.sahîfede, maskesini temâmen kaldırıyor. İğrenç fikrlerini açığa çıkararak: (İslâm, yeryüzündeki bütün insanları, dînî inançların değişikliğine bakmaksızın hürriyyete kavuşdurmak için koşan bir kuvvetdir. Bu kuvvet, sapık kuvvetlerle karşılaşınca, mücâdele ederek, onları imhâ etmesi vazîfesidir) diyor. Müslimânları Dârül-harbdeki kâfirlerle bir tutmakda, Allahü teâlânın necs, pis dediği küfrün yayılması, hürriyyete kavuşması için savaşmağı, vazîfe bilmekdedir. Fîsebîlillâh olan cihâdı böyle anlamakdadır. (Her çömlek, içinde olan şeyi sızdırır). Gülistândan gelen, gül kokar. Çöplükde yetişen Ebû Cehl karpuzu, elbet fenâ koku saçar. Resûlullah ?sallallahü aleyhi ve sellem? efendimiz, (Çöplükde biten gülleri koklamayınız!) buyurdu. Dünyâda ve âhiretde seâdete kavuşmak istiyenler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumalıdır. Bu âlimler, ferdlere, âilelere ve cemiyetlere lâzım olan her bilgiyi kitâblarına yazmışlardır. Akllı olan, bu bilgileri arar, bulur. Câhil ve sapık olanlar, bulamaz, yok sanırlar. Ehl-i sünnetden ayrılanların Cehenneme gidecekleri, hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Allahü teâlâ,

gençleri, sahte din adamlarının zararlarından, kitâblarından korusun! Âmîn.

Devam edecek.


ErdemKILIC
Genel Müdür
18 Eylül 2011 04:20

Mustanfa kardeşim, yukarıdaki yazıları dikkatli okursanız, zaten hep kuranı kerim ve hadisi şeriflerden bahsetmektedir. Yazıların içeriğinde, kur'an-ı kerim ve hadisi şeriflerin nasıl yanlış yorumlandığı ve doğrusunun ne olduğu açıklanmaktadır :)


Liyya
Genel Müdür
18 Eylül 2011 12:35

şimdi de Seyyid Kutub a mı geldi sıra

daha kaç değerli din adamının üstünü çizeceksiniz acaba ? Bu insanlara dil uzatmaktan Allah tan korkun

bir kararı vermem de yardımcı oldunuz artık her müslüman kimliğiyle konuşanın sözlerine itibar etmeyecem

dini bilgiler konularında eksiklerim var diye her yazılanı dikkatle ve saygıyla takip ediyordum ama şimdi az ve öz bilgilerimle yola devam edip sadece çok iyi tanıdıklarımla kendimi geliştirmem gerektiğine karar verdim

müslümanlar en büyük zararı bu kutuplaşmalardan görüyor herkes benimsediklerini kusursuz görüyor diğerlerine gelince hiç çekinmeden yerden yere vuruyorlar, birçok kesimin alkışlarını alıyorsunuz mutlu olun!


__Limonata__
Genel Müdür
18 Eylül 2011 13:39

Liyya

Siz şimdi sanırım ezberlemişsiniz üç beş hoca -onlar hakkında bilginiz oldugunuda düşünmüyorum- onlar hakkında yazılanları incelemeden hemen "aa nasıl olur onlar hakkında nasıl öyle konusursunuz" diyorsunuz ...

Müslümanlık daha dün gelmedi 1400 yıl geçti vede çok büyük alimler çıktı şimdikiler gibi değil gerçekten çok büyük ihlas sahibi Allahtan korkarak sözler söyleyen kulları vardı ... Şimdi ama öyle değil, şimdi menfaat vede şeytanın oyunlarıyla tamamen sapıtmış kişiler var ...

Siz diyorsunuzki herkes hocasını savunuyor, ben hangi hocayı savundum size ? varmı söyledigim isim ?

Eğer benden illa hoca ismi isterseniz benim diyecegim isimler bellidir, İmam rabbani , Abdülkadir geylani , imam gazali ,ibn-i abidin vb birçok farklı konularda eser vermiş zaatlar varken ben ne hayrettini dinlerim nede başkasını ....

siz kendiniz gene diyorsunuzki ,

"her müslüman kimliğiyle konuşanın sözlerine itibar etmeyecem "

Çok iyi yaparsınız ama bu düşüncenizi neye göre yapıcaksınız nerden anlıcaksınız doğru diyip demediklerini ?

Bunun yöntemi işte gerçek hocalardan yukarda saydığım isimlere bakarak olur yoksa şimdikiler bakarsanız yolunuzu sasırırsınız ...

öyle hayrettin hoca cok iyidir yanlıs yapmaz yoldan kaymaz o kötü mü olurmus diye düsünürseniz cok yanılırsınız ...

Bence bu saydıgım isimlerin hem hayatlarına bakın yok hayatlarını biliyorsanız ozaman en basit örnek

hz. muaviye için ne demişler vede hz. ali ile arasındaki olay için ne yorum yapmışlar onu okuyun belki ozaman Allahtan korkarsınız yorum yaparken ...

Düşünüp, öğüt almanız dileğiyle ...


Liyya
Genel Müdür
18 Eylül 2011 14:03

Sayın Limonata,

niye üzerinize alındınız isminiz geçiyor mu bir yerde bireysel savunmaya geçmişsiniz ben müslümanların genel sorununa üzülüyorum..

ayrıca şunu ikidir yapıyorsunuz şu konuda bilginiz yok, onlar sizden daha bilgili gibi..ben aksini iddaa etmedim hiç, dikkat ettiyseniz üstteki mesajda da dini bilgilerimin eksik olduğunu yazdım ve ben bir şeyler öğrenmek için girdim dini foruma ama sahip olduğum bilgiler sağlam, o insanları da dediğiniz şekliyle değil, tanıyorum biliyorum bilgilerimden eminim

başlık Seyyid Kutub siz Hayreddin Karaman dan bahsetmişsiniz belliki hala o gündesiniz Hayreddin Karamanın o konularda ne dediğini biliyorum ve ona katılıyorum

yolumu şaşırmam merak etmeyin yeri gelir söylediğiniz isimleri de okurum ama sizin gibi onlar dışında kalanları reddetmem..

Toplam 79 mesaj

Çok Yazılan Konular

Sözlük

Son Haberler

Editörün Seçimi